Ayhan La, Köye Ev Yapmıyon mu La?
Ayhan La, Köye Ev Yapmıyon mu La?
Doğduyum yöreyi, kendi köyümü çok mu çok severim. İmkânlar ölçüsünde gidip o kırsal alanda bulunmak, yaşlı insanlarla sohbetler etmek benim için çok mu çok güzel hayat deneyimleri. Yöremiz; Gümüşhane Şiran Yeniköy ve bu köyün bir zamanlar bağlı olduğu Kırıntı Köyü ve köylüleri.
Kültürel değerlerini, geleneklerini tümüyle bırakmamış, atalarından aldıkları bazı ananeleri yaşatan, bazı geleneklerine sıkı sıkı bağlı insanlarımızın yöresi. Gerçi dünya insanlara neler neler öğretiyor, son virüs salgınlarında değişim gösterse de cenazelere katılma, zaman zaman ağıt yakma, düğünlerde keşkek yapma, halaya durma. Yöre insanının hiç unutmadığı, çok sevdiği bazı gelenekler.
Bu yöre insanı İstanbul, Ankara, Almanya derken tüm dünyaya her Anadolu insanı gibi yayılmış, aş için, ekmek için. Okul yüzü görmek, daha iyi şartlarda yaşamak için gidenler elbette çok daha az. Öncelik aş, iş meselesi var.
Yöremin ilk kuşak insanları büyük fedakârlıklarla gittikleri yerlerde tutunmuşlar, yer yurt sahibi olmuşlar. İlk kuşak çileyi çeken kuşaktır her zaman. Sonraki kuşaklar onlarla kıyas edilmeyecek şekilde daha rahat ortamlarda yaşama tecrübesini etmişlerdir. Belki böylece en fazla üç kuşakla bugünlere gelmişler.
Ben de 1990’da, okul için İstanbul’un yolunu tutarken, bir zamanlar Ankara Mamak Ege Mahallesi’nin çamurlu tarlalık alanlarında mücadele veren insanları derneklerle, bir araya gelerek dayanışma ruhunu canlı tutuyorlardı. Geldiğim İstanbul’da da hummalı bir çalışma vardı. Gerçekten emektar insanlar kadınlı erkekli çalışıyorlar, gecekondulardan dört beş katlı gece kondu apartmanlar yapmaya gayret ediyorlardı. Üniversite bitti, ben de köylülerimin olduğu Rumelihisarüstü’nde yaşamaya karar verdim. Hısım – akraba canlısı birisi olarak ve de belki yalnızlık duygusunu yenmek isteğiyle bu mahallede yaşamaya başladım, 25 yıldır da burada oturuyorum.
Ankara’dakilerın şansı döndü o çamurlu tarlalar altın madeni gibi değerlendi. Bir zamanlar büyük zahmetler çekenler muratlarına erken erdiler. Ellerindeki arsalar çok güzel lüks binalara dönüştü. Çoğu hakkını aldı. İstanbul’dakiler yine dayanışma ve sabırla binalarına, iki, üç, dört kiracı olan gecekondu apartmanlarına kondular. Boğaziçi Üniversitesi’nden dolayı yerlerin değeri tahmin ettiklerinden daha fazla oldu, kira gelirleri arttı. Zaman zaman da her sene öğrencilerin gitmesiyle kiralarını iki katına çıkaran can insanlarımız, “sadece öğrenciye kiraya verilir” levhası asmaya başladılar. Para çok tatlı çünkü.
İnsanlar belki de köyde de çok aptal olmadıkları için kafalarını çalıştırdılar. Kimseye bir şey söyleyecek halimiz yok, inşaatçılar, kadınları gündelik işlere gittiler yıllar yılı elbette rahatlık, refah onların da hakkı. Kim ne diyebilir? İstanbul’un başka semtlerinden buradaki kira ve diğer gelirleriyle başka bina alanlar, yazlık alanlar, araba alanlar, köye balkonu mermer ev yaptıranlar, hatta iki üç katlı apartman dikenler… Hele hele Almancıysa, zamanında giden ilk büyükler yemeyip içmeyip arttırmışlarsa parayı onların çocukları, torunları elbette rahat edecekler.
Bunların hepsi gayet doğal, güzel şeyler.
Bizim insanlarımızdan bazıları yolda, köye gidince, şurada burada bana zaman zaman soruyorlar;
“Ayhan la, köye ev yapmıyor mu la, sizin de dedenizin yerleri var ya…”
Ben ne diyebilirim elbette onlara, benim babam fazla çalışmayan, ileriyi görmeyen “nevseniyetsiz” birisi, bunu hepiniz biliyorsunuz. Ben 30 yıldır İstanbul’da hayatın hangi girdaplarına girip çıkıyorum, çoğunuzun haberi bile yok. En büyük zorlukları yenerken, okulda yol parası bulamazken hiçbir köylüm, akrabam bana yardımcı olmazken, siz okumanın değerini yeterince ne anlarsınız? Annem olmasaydı, gündelik işlere gitmeseydi elbette ben de okuyamazdım. Onlara ardı sıra bir sürü şeyi anlat dur.
Okulu nasıl bitirdim, iş bulabildim mi, işsiz kaldığım da neler yaşadım, yalnız başıma bir hayatı nasıl geçirdim, benim akrabalarımın, köylülerimin, hemşerilerimin çoğunun haberi de yok. Çünkü arayıp, sormazlar, ilgilenmezler aynı mahallede olduğum halde. Almanya’da giderim hiçbiri ilgilenmez, telefonlara bakmazlar.
Onca candanlığa, her cenaze, hastaya gitmeme rağmen; yolda selam, kelam o kadar.
Keşkek yemenin tadını unutmayan Kırıntı, Yeniköy’lü canlarımız Kayacık, Şinik, Çal Alevi köyleri kendi inançsal ve kültürel değerlerini adım adım unuttular, zamanla başka yollara saptılar.
Binalar, yazlıklar, arabalar… Elbette hepsi olsun, daha da çok olsun…
Ayhan köye ev yapmayacak mı?
Ayhan otuz yıldır sürekli geçim derdi çekiyor, çilelerle uğraşıyor, geçinemiyor, köye ev yapacak?
Alevi aklı işte, kendilerini ne güzel ele veriyorlar. Hepsi istisnasız benden çok ağlıyor bu Alevilerin, dedelerin, ozanların, yazarların, halkın tümü benden çok ağlıyor.
Yüz yüz elli bin lirayı sağlayabiliyor, hem de köye ev yapmak için. Demek ki, kendisini garantiye almış ki, bir de köye ev yapıyor.
Ah sevgili toplumum ah, sizleri yine yine çok severim ama mızrak çuvala sığmıyor, her zaman söylediğim gibi şu ağlama işi ne güzel meziyet yahu, ağladıkça meme veriyorlar demek ki insanlara…
Alevi toplumunun sosyo – ekonomik durumu bence Türkiye ortalamasının altında değildir. 30 yıldır onca gezdim, gördüm. Bu topluluğun bazı hakları verilmiyor ama kendi ekonomisini önemli oranda düzelmiş durumdalar. Ama o hep ağlar, dilencilik yapmayı meslek edinmiş bir şekilde başkasına bakmaz, yanındakini, yokluk içindekini hiç görmez, hep daha fazlasını ister.
Şükrü Genç başkanımız ne yapsın, ne etsin, Hisarüstünde hiçbir eğitimi olmadığı halde, sokaklar gezen yüzlerce insanı elbette işe alacak, okumuş yazmışı ne yapacak, gerçek ihtiyaç sahibini, işine yarayacak insanı ne yapsın, o da işi biliyor, çünkü sistemin bir parçası olacak.
Mesele Ayhan Aydın meselesi değildir. İçlendim kendim için yazdım. Ama mesele benimle ilgili değil, toplumsal bir mesele var ortada.
Kendi değerlerini kaybeden, sürekli çıkar için daha yukarılarda olma gayretiyle ağlayan sızlayan bir toplumun bir menzil alması söz konusu olamaz.
Bizim yöre insanını çok severim, sayarım. Keşkeği de çok sevmeme rağmen, para, ev, arsa her şey demek değildir. Köyde de üç beş kişilik guruplarla, guruplaşan, bir bütünde buluşamayan, birbirini arsa için mahkemeye verme sırasına girmiş, eğitime- kültüre – kendi inancına artık fazla önem vermeyen zavallı hemşerilerim, “Gö’ten gooor goya”, küfürünü Etiler’e doğru da duyabiliyoruz ya on katlı apartmanın olsa ne fayda?
Özüyle yaşayan, bu toplumun değerlerini ve duyarsızlıklarını dile getiren yöremizin can siması Âşık Durmuş Günel Dede’ye de selam olsun…
Onun deyimiyle; Beni sağlığımda aramayan dostlar, ben öldükten sonra mezarıma gelseler ne fayda…
Muhabbet ehline saygılarımla.
Ayhan Aydın
19 Temmuz 2020
Rumehihisarüstü
SURLAR
SURLAR
Hangi aşk, hangi heyecan, hangi duygu
Bir ressamın ellerinden farkı olmayan
O tılsımlı güç ve yetenekle işledi sizleri
İşledi de kaldı bir nakış gibi geleceğe
Üst üste konan onca bıçakla kesilmiş taşa
Hangi güç, hangi kudret, hangi hesap kitap
Ve bilinmez dehlizlerindeki efkârlarla örülü
Hangi yaralı yüreklerin alın yazısı yazdı yazınızı
Genç Osman’ın hıncı ve öfkesi, acı çığlıkları
Geleceğin boğazını sıkan hangi intikam hissi
Sardı da çelikleştirdi sizleri bayraklarda asılı kalan
Hangi gözyaşı aktı, için için yarılmış dudaklardan
Gurbet mi, sıla mı; hangi özlem vardı yürekte
Yoksa bir bulut mu aldı sizi sizden, savurdu uzağa?
Hangi dostuna söyleyemediği istek uyandı içinde
Düşten tatlı, Horasan tuğlası harcından karma
Denizden mavi, üstüne yağan kardan ak,
Yeniçeri’nin özlü yemininden öte
Kıtaları aşsa da
Hangi gemi yelkenin de kaldı tatlı küfürler
Ekmek aş mı, zorlu bir kırbaç mı, kan mıydı uçtaki
Bir burçtan bir burca kuşkanadında mıydı sevinç
Rum mu, Ermeni mi, Boşnak mı, Türk mü aynı bedende
Yoksa sen dünkü çocuk musun daha
İlk çağdan kalan ataların mı vardı bu ara yerlerde
Söyle asi çocuk söyle,
Bir küheylan kabadayı gibi kükrersin zaman zaman öyle!
Su mu taşındın sırtında benim gibi çağlarla
Yurt mu oldun eğlenecek yeri olmayan yolcuya
Dur durak mı oldun yâddan yabandan gelene
NE GÜLECEK NE DE AĞLANACAK HALİMİZ VAR
NE GÜLECEK NE DE AĞLANACAK HALİMİZ VAR
Bu Resimlerden Birincisi Sinan Boztepe ve İkincisi Xhemali (Cumali) Sejdija Beni Dava Etmiş!
(Yazı biraz uzun, sonuna kadar okursanız sevinirim. Muhabbetlerimle.)
Yavuz Hırsız Ev Sahibini Bastırırmış. (Türk Atasözü)
İsmet İnönü’ye ait bir söz vardır; "bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur."
Çok şükür ki, artık hem günlük yaşamda, hem de zaten yaşamımız olan 30 yıllık Alevi Bektaşi Araştırmalarında yaşamadığımız kalmadı.
Deli – dolu bu yüreğin sürüklenmediği bir vadi, bir dağ, bir ova; yemediği bir rüzgâr, fırtına da yok gibi. Dur bakalım, yaşam bize daha neleri gösterecek.
Uzun yıllar boyunca çalıştığım Cem Vakfı’nda her daim yine üretmek, Alevi Bektaşi değerleri doğrultusunda hizmet etme aşkı ön plandaydı. Burada da her zaman yanlışların karşısında olduk. Kötü yöneticilerin, sahte dedelerin, yanlış işlerin karşısında olduğumuz için yaşamadığımız da kalmadı. Şimdi Cem Vakfı’ndan ayrılmış olsalar bile, benim yaşadıklarımın binde birini yaşamayan bazı isimler, Cem Vakfı’na tek toz kondurmuyorlar. Benim binde birim kadar orada iş yapmayan, binde birim kadar orada bulunmayan bazı dalkavuklar, bu kurumun her türlü nimetinden benden bin kez fazla yararlananlar bir satır yazı yazınca kuduruyorlar. Kişilik erozyonu buna denir sanırım. Biz yanlışların karşısındayız, zaten bir kişiyi hiçbir güç, benimsemediği bir kurumda o kadar uzun sürü çalıştıramazdı, herhalde. Tekrar ediyorum her daim yanlışların karşısında olduk. Ama o yanlışlar bazılarının doğruları olduğu için bu kadar feryat ediyorlar demek ki. Bazıları da yedi yıl olmuş ayrılalı, beni hala “Cem Vakfı’nın adamı” diye nitelendiriyor. Bir bakıyorsun, Cem Vakfı’na söylemediğini bırakmayan adamlar, ertesi gün Cem Tv.’de boy gösteriyor; zaman oluyor, İzzettin Doğan’a en adi küfürleri savuranlar sonra, “a olur mu, Cem Vakfı çok büyük işler yaptı, Hoca’nın emeklerini kimse ödeyemez” diyor aynı ikiyüzlü şarlatanlar ordusu… Kim bunlar? Her kurumda olan, sayıları yüzlerle ifade edilecek kadar çok, çıkarı için fırıldak gibi dönebilen sözde çok devrimci, demokrat, solcu, Alevi, çıkarcı asalaklar sürüsü…
Veremeyecek hiçbir hesabım, yeryüzünde konuşmayacağım hiçbir konu, gerekirse tartışamayacağım hiçbir kimse yok. Benim davam atadan dededen aldığım şekliyle dürüstçe bu Alevi Bektaşi Yolu’na hizmet etmektir. Bunu samimi bulmayanların tümünün şu veya bu şekilde Aleviliği Bektaşiliği kullandıklarını gördüm, anladım.
Daha önce yazdım; Aleviliğin Bektaşiliğin değerleri, ilkeleri bellidir. Herkesin kendine göre yaşamları, görüşleri, uygulamaları olsa da, çok ciddi bir şekilde sağa – sola çekilecek bir mesele yok ortada. Aleviliğin Bektaşiliğin yüzyıllar boyunca çok sağlam bağlarla oluşmuş, örülmüş, belirginleşmiş Yol, erkân, usul, ahlak, sürek, ahkâm gibi, kural, yapı, işleyişleri bellidir. Çektiği çileler bellidir, sürdüğü dava, yol, inanç ve kültür sistemi, yapısı bellidir. Siz Ona milyonların dediği gibi Alevilik, Bektaşilik deyin yeter. Olanı görün yeter, yaşananı anlayın yeter. Dili, gönlü neyi söylüyor dinleyin yeter. Aleviliği Bektaşiliği ya yaşayın, ya yaşatın, ya araştırın, ya da sorunlarını dile getirin, sorunlarının giderilmesi için yardımcı olun yeter.
Alevi - Bektaşi toplumu adına meydana çıkanların bir kısmı aynen söylendiği gibi meselenin özünden, doğrularından yola çıkarak güzel çalışmalar yapmışlar, eğer dile getireceksek, Cumhuriyet Dönemi’nde ve son otuz kırk yılda dernekler kurmuşlar, araştırmalar yapmışlar, cemler sürmüşler bunu böyle ortaya koymuşlardır.
Ama zamanla Alevilik Bektaşilik’le ilgilenenlerin önemli bir kısmının derneklerin, vakıfların, cemevlerinin, bunların başında olanların, yazarların, dedelerin, ozanların, akademisyenlerin, bu konuyu ele alan genç araştırmacıların önemli bir kısmının son zamanlarda iyice belirginleştirdiği gibi, ana amaçlarının; bu alanda çalışmak, bu yola hizmet etmek değil de, bundan, Alevilik – Bektaşilik Yolu’ndan faydalanmak olduğu iyice anlaşılmıştır.
Kişiler, kurumlar kendi algı, bilgi, beceri, hedef, amaç, kurgu dünyaları çerçevesinde olayı ele alır olmuşlar, Aleviliğe Bektaşiliğe hizmetten ziyade bu ana yapılardan şu veya bu şekilde yararlanmak, kendi dünya görüşleri ve hedefleri doğrultusunda, kendi yarattıkları kitlelerle bu yapıyı yönlendirmek, yeniden tanımlamak gibi bazı derin sorunları beraberinde getiren uygulamaları yeğlemişlerdir.
Tüm bunlar sonucunda “İslam İçi – Dışı, Ali’li – Ali’siz, Devlet Karşıtı- Devlet İçinde, Tek Tip Cemli – Geleneksel Yapılı, Ocak- Tekke Eksenli – Sivil Toplum Kurumu Eksenli, Eski - Yeni/Modern” gibi yeni yeni tartışmalar bu yapının içine sokularak, Alevi – Bektaşi toplumunun asıl izlediği yol saptırılmış, sorunları, hedefleri gölgelenmiş, yer yer ideolojik tartışmalar işin içine sokulmuştur.
Kentleşme olgusuyla birlikte kendi kimliğini araştıran, sorgulayan, okuyan, yazan geleneksel yapıdan kopmuş boşlukta bulunan çok büyük kitleler de bazı merkezlerin içlerine soktukları bu tartışların içinde kendilerini bocalar bir şekilde bulmuşlar, bir taraf seçmeye şu veya bu şekilde zorlanmışlardır.
Alevi Bektaşi kurumları bu aşamada çok belirgin olmuş; Avrupa’da, Türkiye’de kurumların açıklamaları, çıkışları, dolayısıyla yanlışlıkları da son otuz kırk yıllık süreçte Alevilerin Bektaşilerin üzerinde derin etki yaparak, bu topluluğun kendilerini şu veya şekilde var etmelerinde görünen o ki, maalesef zamanla parçalayıcı rol oynamışlardır. Aradan kâhinler daha doğrusu kendisini kahin, filozof, yarı peygamber vs. sayanlar sıyrılmış, eski tapınak şövalyeleri gibi fırtınalar estirerek “yazar, lider, prof., dede, ozan, bilinmezi bilen, mazlum Alevilerin Bektaşilerin haklarını gasp edenlerden alacak yiğit savaşçı” portreleri çok çabuk bir şekilde ortalığı doldurmuştur.
AĞAÇ VE HAYAT
AĞAÇ VE HAYAT
Çok Kısa Bir Öykü (Deneme)
Ben artık bu ağaçta ve bu ağaçla yaşayacağım dedi dertli adam. Mademki bu kadar uzun yaşamış, mademki, onca yıllar boyunca her türlü zorluğu yenmiş, yanmamış, yıkılmamış, yok olmamış o zaman ben bu ağaçla yaşayıp, tüm dertlerimin dermanını bu ağaçtan öğreneceğim. Yaz, kız, güz diye bir şey yok eğer olursa dallarının üstün yapraklar ve çiçekler, türlü meyveler elbette bana da yeter, bana da yeter. Eğer o büyük gövdesinin içinde rüzgârın dövdüğü günlerde geçireceğim bir derin ovuğu varsa, benim yerim yurdum da orası olur artık.
Bu kadar hayvan, börtü böcek benden akıllı mı, ya da ben onlardan aptal mıyım? Bunca yıl, dünyada yediğim darbeler, çektiğim çileler yetmez mi? O kadar tilki, sansar, saksağan, karınca benden çok mu akıllılar? Yok, yok bırakmam ben bu ağacı daha, ölsem de bırakmam. Hem kim bana ne diyecek, Allah aşkına? Yeryüzü tüm canlıların yurdu değil mi? İster dağ başında bir kovukta, ister bir tümsek de, ister bir dere kenarında artık neresi olursa olsun, tüm canlılar bir yer yurt edinmiyorlar mı? Ben de bir canlıysam elbette sığınırım bu zulaya. Zekeriya Peygamber olamam elbette ama onun torunlarından bir ademoğlu değil miyim nihayetinde? Bunca sızı, bunca ağrı, hem nereye gideceğim ki bundan sonra? Gidebilecek bir yerim mi var, bir evim mi var, bir yurdum mu var? Sarılırım, sızlayan sırtımı sürterim, dallarına koyarım ağrıyan başımı.
Akarsuyun Gözyaşı İdik, Bu Zulüm Hiç Yapılır Mıydı?
Hüseyin Aydın:
Akarsuyun Gözyaşı İdik, Bu Zulüm Hiç Yapılır Mıydı?
Uluşıh Ahmet Dede torunlarından Baluşağı Soyundan Hüseyin Aydın’ın Ağzından, Dersim’de Yaşanan Gerçekler…
Sevgili dedem yaşam öykünüzü almak istiyoruz. Nerede ve ne zaman doğdunuz?
Pülümür doğumluyum. Aşkirik Köyü’nde 1930 da doğdum, yeni ismi Kocatepe.
Çocukluk günleri ve köy yaşantısını anlatır mısınız?
Tunceli’de 1331-1332-1333 Ağaoğlu Muşah torunuyum. Enver Paşa, Deli Halit Paşa Ruslar Erzincan’ı işgal ettiği zaman Enver Paşa Dersim’den otuz bin milis toplamıştır. Otuz bin milis Ruslarla mücadeleye girmiştir. Dersim’de bu otuz bin milis Erzincan’da Rusları çok rahatsız ediyor. Rus kumandanları karar alıyorlar biz Dersim’i almadıktan sonra Erzincan’da rahat edemeyiz. Zini Gediği, kalacı Kala Gediği ve Cankurtaran Ruslar buradan Dersim’e cephe açıyorlar. Dersim milisleri karataştan Kalacı Kala Rus cephelerini bozmak için gündüz harekete geçiyorlar. Aşiretler bu baskında 43 kişi şehit oluyor ve 50 kişi de yaralı. Gündüz Ruslara baskı yaptıkları için aşiretler arasında kavga yapıyorlar, biz niye bunlara gündüz baskın yaptık diye. Kalacı Kalada gece Ruslara baskın yapıyorlar. 300-400 Rus askerini esir alıyor Dersim milisleri, diğerleri kaçıyor. Kalacı Kalada vurulan Rus askerlerini bir kısmını kesip kazanlara koyuyorlar ve altına ateş yakıyorlar. Bunu gören Rus kumandanları biz böyle bir şey görmedik Dersimler insan eti yiyorlar. Esir alınan 300-500 Rus askerini de aşiretler kendi aralarında paylaşıyorlar. Bir müddet sonra Rus askerlerini Elazığ’a götürüp kolorduya teslim ediyorlar. Pülümür’ü işgal eden Rus askerleri milis kuvvetleri bu sefer dağlara dağılıyorlar ve akşam olunca her dağın başından Pülümür’e ateş ediliyor. Sabah bakıyorlar ki Rus askerleri kaçmış gitmiş. 1333’de Erzincan’dan düşmanı alıp Mama Hatun’a kadar götürüyorlar. Orada düşman tarafından milislere bomba atılıyor aşiretlerden 84 kişi şehit oluyor, yüze yakın da yaralı var, en çok Abbasuşağı aşiretinden yaralı var. Düşmanı alıp Tiflis’e kadar kovalıyorlar. Benim dedem Ağaoğlu Muşah yedi ay sonra Tiflis’ten dönüyor, çocuklarına ulaşıyor. Vaad ediyor ki çocuklarıma kavuşursam yedi tane kurban keseceğim. Dedem Ağaoğlu Muşah hem Erzincan rabitte Güllü Hanım ile evli hem de Aşkirek’te bir ağa kızı ile evli. Bir zaman sonra Erzincan’a gidiyor orada rabıtta kızı Şehriban var bir de oğlu Ali Rıza var. Erzincan’da dönüşte eniştesi ile birlikte kırmızı taşta aşiretler önünü kesiyor ikisini de öldürüyor.
Devamını oku: Akarsuyun Gözyaşı İdik, Bu Zulüm Hiç Yapılır Mıydı?
SOSYAL MEDYA, SANAL ÂLEM
SOSYAL MEDYA, SANAL ÂLEM
İnsanoğlu bu, her çağda kendince yaşamın güçlüklerini aşmak için çözümler üretme yeteneğine sahip bir zihin gücüne sahip bir canlı türü. Mağara devrinden uzay çağına insanoğlu hayli yol aldı; bilimde, teknikte, fende. Yeni yeni galaksiler keşfediyor, oluşan ve yok olan bir yıldızı görüntülemek için milyar dolarlık dev teleskoplarla 24 dört saat aralıksız evrenleri gözetleyip duruyor, bitip tükenmez bir hazla, umutla, merakla.
Siyah – beyaz devirlerinden bu yana başlı başına yaşamın ekmek – su gibi bir parçası olan televizyon ve daha nice nice teknolojinin nimetleriyle insan, yaşamını anlamlı kılmak için bir duygu bağımlısı olarak, epey yol aldı.
İnsan okur – yazar oldu, okullara gitti, üniversiteli oldu, yazar – şair oldu, dünyayı gezdi, gönüller fethetti. Ama her zaman yine de sosyal bir varlık olarak, ne uzayı merak ettiği gibi, ne de her an yalnızlığını ve eksiklik hissini azaltmak için yeni yeni icatlar var etmekten geri kalmadı.
Televizyonlar var, radyolar var, kitaplar var, cd’ler var, sinemalar var, gazeteler, dergiler var ama şimdi birçoğumuzu ağlarına saran bir Sosyal Medya’mız var…