Birlik Meydanı Yıkılmasın…
Birlik Meydanı Yıkılmasın…
Alevi - Bektaşi dünyasının inanç- kültür ve bilinç merkezlerinden, Pir Hacı Bektaş Dergâhı (Ocağı) sevgi ve muhabbet ateşiyle yanar, burada hamlar pişer, şaşkınlar yola gelir. Ne Osmanlı’nın ne de başka dayatmaların eseridir, bilgeler bilgesi Hacı (Hace) Bektaş Veli’ye gösterilen sevgi, saygı, bağlılık. Ermişler, dervişler, dedeler, analar, babalar yurdu, umut kapısıdır, mürşitlik makamıdır Hacı Bektaş Ocağı-Tekkesi.
Fazla lafa gerek yok, her daim nice hileli oyunları görmüştür bu toplum. Kurt dumanlı havayı severmiş. Güzel yurdumuz Türkiye’den, Anadolu’muzdan sis- pus, oyun hiç eksik olmuyor…
Hacı Bektaş Veli Ocağı (Dergâhı) birlik meydanıdır. Menfaat için, çıkar için, küçük veya büyük oyunların adi, basit figüranları her daim olmuştur. Para için, makam için, bir yerlerden aferin almak için her türlü hileli yolun içine girenler haramzade, düşkün, şaşkın, ikiyüzlü bölücülerdir.
Bu vatan, bu yurt, bu topraklarda birer vatandaş olarak yaşayan Alevi’siyle – Sünni’siyle, Türkü’yle, Kürd’üyle, Ermeni’siyle, Çerkes’iyle, Hıristiyan’ıyla, İnananı ve İnanmayanıyla hepimizindir.
Sevgi çağlayanı Serçeşme’de suları bulandırmak isteyenler, Alevilerin – Bektaşilerin düşmanlarıdırlar.
Ezelden ebede eyvallah demişiz, dostluğa, barışa, birliğe, kardeşliğe…
Eyvallah etmemişiz ne saraya, ne sultana, ne bezirgânlara…
Gün be gün, bu yola zarar veren kişilerin, adı dernek olan bazı yıkıcı odakların birliğimize zarar vermesine müsaade etmemeliyiz.
Hiçbir şey tesadüf eseri değildir. Türlü bahanelerle Aleviliğin – Bektaşiliğin değerlerini sözde savunur görünenlerin vay haline…
Yolumuz birlikten, beraberlikten geçer…
Veliyettin Ulusoy bugün Hacı Bektaş Ocağını temsil eden Çelebiler’in, Alevi – Bektaşi toplumunun en önemli temsilcilerinden birisidir.
Birlik yeri ve adresi bellidir. Düzene uyup, yüzyıllardır olduğu gibi türlü bahanelerle bu toplumu bölmeye, parçalamaya, zayıflatmaya kimsenin gücü yetmeyecektir, bu toplum bir arada durduğu müddetçe.
Can kurban, yolu yaşatan gerçek yol önderlerine…
Can kurban, barış timseli güvercin donunda Anadolu’yu aydınlatan Hacı Bektaş Veli’lerin yolundan gidenlere…
Can kurban; birlik, beraberlik, kardeşlik düsturuyla ikiliğe düşmeyip, “birde” buluşanlara…
Can kurban, bu vatanı yurt yapan erenlerin yolunu sürenlere…
Can kurban, Hakk Muhammed Ali deyip geleneğini yaşatıp, bundan ödün vermeyenlere…
Can kurban, canı cana, özü öze bağlayıp sular gibi çağlayıp Aleviliğin – Bektaşiliğin erdemleriyle yaşayanlara, bunu geleceğe aktaranlara…
Muhabbet ehline aşk ile, sevgi ile, saygı ile…
Ayhan Aydın
Araştırmacı – Yazar
22 Mayıs 2020
BAYRAM ve ACI ŞEKERİ
BAYRAM ve ACI ŞEKERİ
Bayram
Dedemlerin evi dolar taşardı her bayram. Öyle bir iki, beş on kişi filan değildi gelenler. Geleneğin yaşandığı ve yaşatıldığı günlerdi o günler. Çok iyi hatırlamam için on yaşlarında olmam yeterli yani kırk yıl önceyi. Bu uzun yıllar böyle devam etti. Ev büyük ve genişti. Dedemlerin yani bizim evimiz de tam akrabaların ortasında da değildi. Ankara’da Mamak Misket Mahallesi çoğunlukla Sünni inanışlı insanların yaşadığı bir mahalleydi. Bizim Dutluk Deresi’nde birkaç Alevi ev var, belki kendisini gizleyenler de vardır ama sayı fazla değildi. Bir keresinde, çocuk yaşta, bizim evlere mektupları getiren postacıyla rahmetlik babaannemin sokak ortasındaki bir sohbetine denk geldim. “Öyle mi anam, bilmiyordum, öyle bahtiyar oldum ki, ben de Çorum’luyum, demek siz Gümüşhane’densiniz, hiç duymamıştım orada bizimkilerin olduğunu, adım Haydar” demesi bir kurgu değil, böyleydi sohbet. Çok acılar çekmiş yiğit bir kadın olan babaannemin Deniz Gezmişler lafı geçince içlendiğini, gözyaşı döktüğünü, it soylular kıydılar o yiğitlere, dediğini, çok iyi hatırlıyorum. Büyük aşure kazanını bahçenin tam ortasına, yoldan görünecek şekilde koyup, çok kutsal ve büyük bir görevi yerine getirircesine mutlu, gururlu bir şekilde upuzun büyük bir kepçeyle onu karıştırmasını da (babaannem sütte koyardı aşureye) hiç unutamam. Babaannemin her sabah Allah’ın bir emri gibi yol kapısına kadar evin önünden başlayıp bahçeyi süpürürken bazen çok duygusallaştığını, ağladığını, bazen de “sizi Yezitler, sizin ne olduğunuzu bilmez miyim ben, siz dost olur musunuz hiç?” demesini de hafızamdadır.
Ama Çankırı, Yozgat, Çorum vd. yerlerden gelip Misket Mahallesi’nin bu en deredeki tepeler boyunca uzanan gecekondular yığınına sığınan insanlarla tümüyle arkadaşlığımız da, dostluğumuz da, komşuluğumuz da sürer giderdi… Bilmeyen var mıydı tüm çevrede, bizim evin Alevi evi olduğunu, ramazan orucu tutmadığımızı, bizim de solcu ve CHP’li olduğumuzu? Genel sorunlar dışında, kimliğimizden dolayı, uzun ve detaylı bir yazı konusu olmak üzere, ciddi bir sorun olmadan komşuluklar gerçekten de samimi bir şekilde sürdü hep yıllar yılı.
Dedem de, sayfalar yetmez anlatmaya ama uzun sözün kısası, Aleviliğin değerlerini tam yaşayan kâmil bir insan olmanın ötesinde, hiç durmadan okuyan, sorgulayan, sohbetinin tadına hiçbir zaman doyulmayan, herkesin çok sevdiği bilge bir can insandı.
Ah Ahmet Amca, Ah Gülsüm Teyze ne güzel, ne güzel insanlardı, diyen onlarca kişi halen orada yaşıyor; hemen hemen tümüyle enkaz halinde kalıp yeni binaların temellerinde yok olmaya başlasa da o eski insanlıklar, komşuluklar, eski gelenekler, her şey tümüyle bitmiş değil yani.
Sevilen, sayılan, dedelerin gelip bilgi aldıkları yörenin en çok sevilen şahsiyetlerinden Şükrü Aydın’ın, Badıllıların oğlu Ahmet Zemci Aydın – Köyde dedelere rehberlik yapan “Deligiller”in kızı Güssün Aydın’ın evi… Ankara’nın farklı semtlerinden gelen, amcalar, yengeler, yakın akrabalar, uzak akrabalar… Bir bayram yerine dönerdi bu dört odalı han. Ankara’da sanırım Yeniköy ve çevredeki Kırıntı köylülerden gelmeyen kimse olmuyordu bayram günleri dedemlere. Elbette Şiran’ın diğer Alevi köylerinden olan örneğin Şinik’ten Kadir Amcalar, Mamak deresinden tanıdıklar, eşler dostlar ve niceleri, niceleri… Bayramlarda insanları ziyaret etmek çok çok önemli bir kutsal görevdi benim zamanımda.
Bayramın ilk günü, ikinci günü, üçüncü günü, bayram sonrası insan akını sürerdi. Sanırım, her bayram en az iki yüz elli – üç yüz kişi bu haneye uğrardı. Amcalar, halalar, yengeler zaten evin insanları gibiydiler, her zaman ki gibi aynı zamanda hizmet için gül yüzlü rahmetlik babaanneme yardım etmekteydilerler; her gün en az on kez dolup boşalan sofralara, en an yirmi kez demlenen çaylara, kolonya – şeker dağıtmalarına…
Öyle canlı, öyle güzel anılar ki, yazsam gerçekten yirmi otuz sayfa olur sırf bunlar. Bir kere değil, yirmi kere, zaman zaman İstanbul’dan gittikçe de dedemin rahmetlik olduğu 2000’li yıllara, sonrasında Rahmetlik babaannemin vefatına 2008’e kadar hep sürüp gitti bu muhabbet… En çok Mevlüde ve Mine Halamlar da şahittir bu coşkuya, bu sevgiye, bu dostluğa…
Hasret giderme vardı, saatler süren köyün büyüklerinden, yaşanan acı – tatlı anıları tazelemekten, iş – güç- okul konularını konuşmaktan, dertleşmekten, en çok sevdiğim sesi hala kulaklarımda olan Hüseyin Amcamların kızı, balkonda sigara kaçamağı yapan İlknur Ablaların canlı akraba tanıklıklarına, içine bazen inanç bazlı konuların da girdiği tadına doyulmaz nice nice sohbetler vardı…
Bu; herkesin en güzel elbisesini giyme gereği duyduğu, özellikle çocuklar için elden tutulup bazen zorla da olsa götürüldüğü geleneğe uyma; büyük sayma, küçükleri büyükleri tanıtma gereği vardı, bir şeyler ikram etme isteği ve birlikte bir sofradan yemek yeme aşkı vardı, bu eşsiz bayram günlerinde. Elinden gelenin mutlaka tatlı yaptığı, yoksa kilolarla şeker alınan, durumu iyi olanların çikolata da aldığı, bir geleneğin tatlı bir şekilde yaşanma isteği vardı. Ama babaannem mutlak ama mutlaka bayram yemekleri yapar, bir düğün gibi sarma sarılır, oldukça çok hamur işleri açılır, büyük büyük tencerelerle mutlaka ayran – yayla çorbası pişirilirdi.
Bazen de küslerin “haydi, haydi” deyip insanların teşvikiyle barışmaları vardı.
Tatlı vardı, ikram vardı, konu – komşu hakkı gözetme vardı, buraya uğramadan olmaz, diyen beş vaktini hiç kaçırmayan yan komşu Yozgat’lı Şakir Amca vardı…
(Ben de sokaklarda arkadaşlarımla naralar atar, bir o yana, bir bu yana giderdim. Elbette bizler de başka akrabalara ziyaretlere giderdik… Vay be ben de epey büyümüşüm, anlatacak ne anılar var…)
HÜSEYİN YALÇIN DEDE
HÜSEYİN YALÇIN
(SEYYİD CEMAL SULTAN OCAĞI / TUNCELİ)
Bir eğitimci olarak binlerce öğrenci yetiştiren, dedeliği, Aleviliği köklerine inerek araştıran, aynı zamanda birikimlerini bir kitapta da toplayan, Seyyid Cemal Sultan hakkında da aynı ocaktan diğer ocakzadelerle yapıcı birliktelikler geliştirerek araştırma yapan Hüseyin Yalçın Tunceli’den Adana’ya uzanan bir ışık çizgisidir.
Ayhan Aydın
Alevilik ile dedelerle ilgili bilgilerinizi kimden / kimlerden öğrendiniz? Eğer bir dedenin soyu Evladı Resul’a dayanıyorsa kendi ailesi ve özellikle de pirlerinden hizmet karşılığında, himmetle mümkündür. O kemaletin tüm niteliklerini kendisinde toplaması şarttır. Pirimiz Seyyid Munzur Emre’nin çocukları olmazdı. Küçük yaşımdan itibaren onun dizinin dibinde yetiştim. 1960’ların sonunda rahmetlik oldu. Mekanı cennetlik olsun. Minnet borçluyum.
Çocukluğunuz nasıl bir ortamda geçti? Bir evladı Resulün çocukluğu Alevi toplumu içinde, edep erkan kuralları dahilinde özüne yakışır bir biçimde geçmesi zorunludur. Anlatımı sayfalar alır. Bunu yaşayan ve gören bilir. Kendi köyümüzde 1950-60 yılları arasında cemlerimiz sürekli yapılırdı. O cemlere çocuklar alınmazdı. Ama her cemde bu fakir pirinin dizinin dibinde oturtulurdu.
Sizce dedeler kimlerdir? Kendinizi bir dede olarak nasıl tanımlıyorsunuz? Alevi evrenselliğinde İmamı Hasan ve İmam Hüseyin soyundan gelenlere dede denir. Ancak hizmeti karşılığı himmet alan erenler de ocaklarda mecbur olduğu bu yolun edep erkan hizmetlerini yerine getirendir. Bir dede toplumunu bulunduğu çağa adapte edebilmelidir. Özellikle de çağın bilim ve teknolojisine ayak uydurabilen; yol evlatlarında bu istikamette eğitip bilgilendirendir. Bir dede her şeyden önce kendisini yetiştiren, çağdaş, demokrat, laik düşünceye sahip barıştan yana özgür düşünene ulusal birlikten yan olan, sosyal hukuk devlet yapısını savunan 72 millete aynı nazarla bakan ve kendisini yetiştirmiş sevgi ve hoşgörülü olan kimsedir. Çünkü ecdadımız İmam Ali şöyle buyurmuştur; “Çocuklarınızı kendinize göre değil, bulunduğu çağa göre yetiştiriniz” der.
Dedelik nasıl ve ne zaman doğmuştur? Mürşit, pir, rehber kavramları Muhammed Ali Cebrail üçlemesine dayanır. Aynı zamanda Anadolu Aleviliğinde de Mürşit Ali, Pir İmam Hüseyin’dir. Rehber de Cebrail A.S.’dır. Çünkü Alevilikte himmet almak hizmetle mümkündür. Bu yolda hizmet uğruna Hz. Hüseyin Kerbela’da ser vermiştir. Örneğin; İmam Hüseyin bir gün postta otururken atası Muhammed Mustafa kapıdan içeri girince İmam, dedesine soruyor; Ya dede sen mi ulusun yoksa yol mu uludur? Hz. Peygamber; Ya Hüseyin ben ahiri zaman peygamberiyim, buyurunca İmam Hüseyin darda dur ya Ata, buyuruyor. Tam o sırada babası Aliyel Murtaza girince aynı soruyu babasına yöneltiyor. Hz. Ali Peygamberin cevabını öğrenince; “Ya Hüseyin atan Muhammed Mustafa doğru demiştir” buyurunca Hz. Hüseyin babasını da dara dikmiştir. İşte o anda Cenabı Hakk Cebrail’e emrederek; “Git peygambere ve İmamı Ali’ye rehber ol dardan indir de ki yol uludur.”
Bir talip yola girmeden hizmet vermeden himmet alamaz. Bu nedenle mürşitlik ve pirlik evladı resulundur. Seyitlik de İmam-ı Ali ile Fatıma tül Zehra’dan doğan ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelen ve 12 İmamlara dayanan Ehlibeyt evlatlarına denir.
Dedelik görevini ne zaman, nerede ve nasıl yerine getirmeye başladınız? Bunu bize anlatabilir misiniz? Dedelik görevimi son 20 yıldır Anadolu Alevi-Bektaşiliğini inceleyerek araştırmaya başlayarak, bu sorumluluğumu yerine getirmeye çalışıyorum. Özellikle tasavvufi Aleviliği çok iyi araştırmamız şarttır. Batın ilmiyle, bilimi birlikte inceleyip yürütmemiz şart olmuştur. Bu ummanı deryaya dalıp zerre-i miskat ile dönene ne mutlu.
Dede olabilmenin ya da iyi bir dede olabilmenin sizce koşulları nelerdir? Günümüzde geçmişten farklı olarak farklı yetenekler de gerekiyor mu , dede olmak için? Dede olabilmenin birinci koşulu Edepli olmaktır. Ehlibeytin bütün bilgisi, güzelliğini, türaplığını, sevgisini ve hoşgörüsünü taşımasını bilmelidir. Günümüz koşullarında bir dede İmamı Ali’nin şu özdeyişini unutmamak koşuluyla “Çocuklarınızı kendinize göre değil, bulunduğu çağa göre yetiştiriniz” ilkesinden hareketle çağdaş demokrat, laik olmalı, ulusal birliğe önem vermeli. Sosyal hukuk devlet yapısından yana mücadele vermeli. Evrensel Alevi kültürü yönünden yana kendini yetiştirerek dünya insanlığına hitap edebilmeli. Kısacası, hırsı aklını yönetmemeli, aklı hırsını yönetmelidir.
HÜSEYİN TEMİZ DEDE
HÜSEYİN TEMİZ DEDE
(ZEYNEL ABİDİN OCAĞI - KARACA KÖYÜ / YAZIHAN / MALATYA)
Çok değerli dedemiz Hüseyin Temize hoş geldiniz, diyoruz. Şimdi kendisi Birinci ve İkinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısına katıldılar, konuşma yaptılar yayınlanmış bir çalışması da var. Elinde şeceresiyle bugün Cem Vakfı’na geldi, bizi de çok memnun etti. Çünkü elindeki belgeyi buraya getirmesi onun bu yola, bu davaya bağlılığını gösterir, o yüzden de tekrar teşekkür ediyoruz dedeciğim. Her şeyden önce sizi daha yakınen tanıyalım. Nerelisiniz, doğumunuzdan, çocukluğunuzdan bahsederek isterseniz başlayalım sohbetimize.
Ayhan Aydın
Teşekkür ederim, sağ olun. Ben Malatya’nın Yazıhan ilçesine bağlı Karaca Köyü’nde doğdum ve akrabalarım da oradadır. Ben dünyaya gelmeden on bir gün önce babam vefat ediyor genç yaşta. Ben amcamın yanında yetiştim, kaldım.
Amcam ve soyumuz Zeynel Abidin Evlatları Seyit Temiz soyundandır.
Bizim bir çok bölgelerde taliplerimiz vardır, bugün “mürşit kapısı” olan taliplerimizin çokları Tokatta, Sivas’ta, Kırklareli’nde, Amasya’da, Malatya’nın bir çok çevrelerinde halen ta Bağdat’a kadar, Halep’te ve Şam’da bulunmaktadır. Bizim ailemizin geniş olmaması dolayısıyla, ailemizde dede çok az çıkmıştır. Zaten iki ev olarak kalan ailemiz, o ailede Ali Yusuf Temiz Dede isminde ünlü bir dede vardı. 1953 yılında vefat ettikten sonra biz de dedelik yapan kişi pek az kişi kalmıştır, kalmamıştır.
Amcamın oğlu İsmail Temiz, o dönemlerde 20 yaşlarında falan bir insandı, o yirmi yaşlarında o dönemlerde dedeliğe başlamıştı. Vekil bir çok taliplerden gelen eğitler dedelik için insanları götürmeye geldiklerinde, götürecek dede bulamıyorlardı. Bazı zamanlarda, beni götürüyorlar ve vekaleten dedelik yaptırıyorlardı. Yani bana vekaleten bir insan oturuyor o posta ve dedelik yaptırıyorlardı. Ve 1967 yılına geldiğinde ben Almanya’ya gittim, yaşamımı Almanya’da işçi olarak sürdürdüm.
Biraz ocağınız hakkında bilgi verir misiniz? Neler anlattılar size, kafanızda neler kaldı?
Şimdi bu ocağımızda ki, anlatılanları kısa bir şeyle geçiştirmek mümkün değil. Tabi bu yaşam boyunca her şey anlatılıyordu Alevilik hususunda, Alevilik nedir, nereden gelmiştir ve Alevilik İslamiyet’in içerisinde nasıl bir yaşam biçimidir, Alevilik nasıl bir İslam anlayışıdır? Bunları tabi ki büyüklerimiz, atalarımız, babalarımız, amcalarımız bizlere anlatıyor. Aleviliğin İslam içinde bir yaşam biçimi olduğunu ve gerçek İslam’ın özü olduğunu bize anlatıyorlardı. Şimdi ben bunu kısa bir şekilde ne diye anlatayım.
Biraz açalım şimdi. Büyükleriniz, gerçek erenlere göre, ne anlatırlardı size, çocukken ne dinleyerek büyüdünüz, yani Ehlibeyt hakkında bu kısmı anlaşılmıyor.
Şimdi bunun için tabi ki bizim yaşamımız biraz daha farklıydı. Çünkü Zeynel Abidin ocağına bağlı olmamız, bir örnek insan olmamızı gösteriyordu. Bütün topluma karşı örnek bir insan olmak zorundaydık. Ve hem de öyle olduk bizim ocağımızda. Bizim ocağımızda, bugüne kadar her hangi bir insanlığa aykırı hiçbir yaşam biçimi çıkmamıştır ve olmamıştır da, bütün topluma örnek bir insan olarak gelmiştir. Biz Zeynel Abidin evlatları tabi bu çok uzun zaman Anadolu’ya gelip yerleştiklerini söylerlerdi atalarımız. Yani daha Ebul Vefa zamanlarında o dönemlerde geldiklerini söylerlerdi. Şimdi bilemiyorum fazla.
Geleneği Geleceğe Aktaran Çağdaş Ses: Hüseyin Gazi Metin
HÜSEYİN GAZİ METİN
(HÜSEYİN ABDAL OCAĞI –HALK OZANI- ŞAHİN KÖYÜ / DİVRİĞİ (ÇAMŞIHI BÖLGESİ) / SİVAS- 1939)
Geleneği Geleceğe Aktaran Çağdaş Bir Ses
Pir Sultan Abdal’ın Yolundan Giden Bir Halk Ozanı
HÜSEYİN GAZİ METİN DEDE
Divriği Çamşıhı Şahin Köyü’nde, 1939 yılında doğan Hüseyin Abdal Ocağı’ndan Hüseyin Gazi Metin Dede, maden ocaklarının kıvılcımlarını ezen- ezilen ikilemi ekseninde ördüğü dünya görüşünü besleyen damarlar olarak hissetmiş.
Dünyada herkesin bir ve kardeş olabilmesinin yolunun adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini görmüş, bunu hayat ilkesi edinmiş. Her zaman haklının yanında, işçinin yanında, horlananın yanında yer alırken, Alevilerin de bu dünya en çok haksızlığa uğrayan kitlelerden birisi olduğunu fark etmiş.
Erenler yurdu Sivas’tan tüm dünyaya uzanan ünüyle sazını her zaman, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu ozanlarının karanlıkları yırtan, güvercin aydınlığında bir barış dünyası özleyen duygularıyla çalmış, yazdığı şiirleri de bu duygularla bezemiş.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminde uzun yıllar örgütlü mücadeleyi savunan Hüseyin Gazi Metin Dede, yurtdışında da özellikle Alevi gençlerinin ve kadınlarının yetişmesi için cemler yürütmüş, muhabbet meydanları açmış, gönüllerde silinmez izler bırakarak “devrimci dede” ünvanını almıştır.
Kendisiyle yaptığım uzun söyleşiden derlediğim bu yazıda; Halk Ozanı Hüseyin Gazi Metin Dede’nin dedelik kurumunu, Çamşıhı yöresinin etkili olan dedelerini, yörede yürüyen yol ve erkân hakkındaki bilgilerini ilginize sunuyorum.
Ayhan Aydın
(Gazeteci – Yazar)
Çok sevgili dedem, halk ozanlığıyla ilgili olan sorularımızı yazılı olarak yanıtlamıştınız.
Şimdi Hüseyin Gazi Metin’in yaşantısını kendi dilinden dinleyeceğiz; nerede doğmuş, nasıl yetişmiş, kimlerin yanında yetişmiş, hangi dedeleri tanımış, nasıl bir eğitimden geçmiş, bunları öğrenmeye çalışacağız. Biraz dedelik konusu üzerinde duracağız. Daha sonra ezilmişliklerin üzerinde duracağız ve daha sonra da esas konumuz olan dedelik müessesinin günümüzde ki görünümleri, problemleri, sıkıntıları dedenin bu yönde ki fikirlerini alacağız.
Evet dedem hoş sefa geldiniz, güzellikler getirdiniz, gözlerinizi nasıl bir ortamda açtınız, nasıl bir dünyada açtınız? Köyünüzden, bölgenizden, ananızdan, babanızdan biraz bahsedelim bakalım?
Şimdi sevgili can, ben Sivas’ın Divriği kazasının Çamşıhı yöresinden Şahin köyündenim. Nüfus cüzdanımda 1941 yazsa da 1939’da dünyaya gelmişim. Efendim Mahmut Dededen, Hatice anneden doğma sekiz çocuktan biriyim.
Bizim soyumuzda geleneksel olarak mı dersin ne derseniz deyin bu kültürün birinci taşıyıcısı olan saz sanki bizim ocağımızla da ilgili bir şeydi. Köyümüzde ilkokul vardı. Uyandım ki başımda bir saz asılı. Sorduk kimin sazı, diye. Dediler ki bu saz, deden Hüseyin Ağa’nın sazı. Hüseyin Ağa derlermiş Seyit Hüseyin aslında asıl ismi. Çok müthiş saz çalarmış Âşık Ali Metin’den de o iyice. Sanki böyle diyorum ki saz benden doğacak torunlarım kalksınlar, bizim bu kültürümüzü yürütsünler, bunu eline alsınlar, yerde koymasınlar, garip koymasınlar gibi bize sesleniyordu sanki. Biz de o sazı aldık elimizi başladık pirin himmetiyle hizmetlere. O zamanın behrinda Âşık Ali Metin ile aynı evin çocuklarıydık, amcamın oğlu olduğu için sazımı o düzenliyordu, en çok da, Battal Karababa vardı, rahmetli oldu ondan büyüktü, o düzenliyordu. Diğer bir Âşık Hüseyin vardı o ara sıra düzenliyorlardı halamın oğlu Feyzullah Çınar aynı zamanda kaynım o benden yaşça büyük olduğu için o biraz düzenliyordu. İşte Mahmut Erdal o da akrabam, yakınım onlar bizim sazı ufak tefek düzenliyorlardı.
Biz çalmaya başladık önce onlardan aldığımız parçalardan meydana çıktık yöresel parçalarla başladık. Yine bizim yöreyle ilgili olan, Âşık Veysel biliyoruz ki Çamşığıyla ilgili olan, Sivrialan, Emlek yöresi ve birçok yerde bulunuyor. Onunda ustası yine bizim büyük dedemiz Ali Ağa diye geçer onun kitabında da geçer Çamşıhlı Ali Ağa diye geçer, o da bizim yakın akrabamız, amcamızdır. Onun hocası da Çamşıhlıdır. Kalktık; bana deden gibi bir saz çalan yok, deden gibi söyleyen yok, sen de onun adısın dediler, bundan tabii ki biz etkilendik. Sazımızı elimize aldık bu üstatların manilerini çalmaya başladık, ayrıyeten biraz büyüyünce yöresel şiirler yazmaya başladık azda olsa. Askere gidenlere işte ne bileyim aman yaman işte sevda şiirleri ufak tefek bir şeylerimiz oldu. Köyümüzde çobanlık da yaptım, babam orta yollu bir ailenin çocuğuydu, beş on parça tarlası vardı, çiftçilik de yaptım, tırpan da vurduk… Velhasıl zamanı gelince askere gittik. Askerlikte jandarma onbaşı olarak görev yaptık. Oradan da askerlik dönüşümüzde Divriği’de demir madenlerine işe çağırıldık ve işe girdik. İşe girince bizim bu dünyamız birazcık daha değişti. Elbette herkesin olduğu gibi bizim de hasımlarımız vardı. Madende emeğin ne demek olduğu, yemeğin ne demek olduğunu, ezilenin ne demek olduğunu, işverenin ne demek olduğunu bu kutsal maden ocağından öğrenmiş olduk. Öğrenince de burada bir sınıfa katılmış olduk. Bunu öğrendikten sonra hepimizin ortaklaşa bir düşmanın olduğunu; memleketi sömürenlerin, fakir fukarayı ezenlerin, insanları ırka şuna, buna bölerek çıkarını sağlayanların bizim gerçek hasmımız olduğunu o kutsal maden ocağında anlamış olduk. Bu arada da şiirlerimiz birazcık daha gelişti.
Ondan sonra sağ sol kavramını orada kavramış olduk. Bizim yerimizin de nerede olacağı zaten belli, tarihten belli ezilen kimse onun yanında bizim yerimiz var. Hayatta hemen hemen kimseyi ayırmayı hiç bilmeyen bir toplumumuz var, bana öyle geliyor. Sınıfımızı bu maden ocağında tayin etmiş olduk. Burada işçilerin, insanların Alevi, Sünni demeden, sağ, sol demeden bir araya geldikleri zaman sevgili Ayhan, haklarını aldıklarını gördüm ve bunları yaşadım, grevler yönettim sazımla sözümle. Ne zaman ki işveren oyununa geldikleri zaman ya sen bizdensin, Elhamdülillah sen çok Müslümansın onun peşine niye gidiyorsunuz, dediğimiz zaman, bölündüğümüz zaman o zavallının da hakkının kaybolduğunu gördüm, benim de hakkımın kaybolduğunu gördüm. Ve söyledim o zaman işveren sana mükâfat verdi mi? Yok. Derdin neydi kurban olduğum, bak hak bir, ezen belli, ezilen belli hepimizin bir olması gerekiyor diye o insanları ikna ettik. Sendikalaşmayı savunduk, bunu da başardık.
Çağdaş Sünni dediğimiz o kökenden ılımlı adamlarından en azından sosyal demokrat adamlardan sendikayı aldık ve iyi bir sendika yönettiğimize inanıyorum ve insanları da takdir ediyorum. Buradan sendikamız Türk-İş’e bağlıydı o zaman işte Türk-İş’in biraz düzen yanlısı olması ortaya çıktı. Şura bura derken mücadele verdik sendikamızı Türk-İş’ten daha doğrusu Sarı Sendika’dan, devrimizi sendikayı yer altı madenine geçirmeyi başardık. Tabi ne başaracaksın orada seni dürbünle görüyorlar yukarıda biliyor musun birileri seyrediyor sizi. Seyrettiler haydi babam bir de 12 Eylül darbesi çıkarttılar karşımıza. Yerimiz de vardı, yurdumuz da vardı, geçerliliğimiz de vardı sendika işçi alımlarında üç sendika heyeti giriyordu üç de giriyordu, disiplin kollarında 12 Eylül darbesi geldi güzelce sendikamızı, yerimizi, yurdumuzu hepsini elimizden aldı ve bizi de sorguya çekti. Suçumuz ne? Hak aramak. Başka bir suçumuz da yok. Yargıdan sonra velhasıl zorunlu emekli ettiler bizi. Bakıyorlar kimler bu işin elebaşları onları görüyorlar tabi kendileri not etmişler. Onların not defterlerinde yazılı zaten herkesin kim olduğu. Hani nasıl insan adam ahirete göçtüğü zaman diyorlar ya işte birileri din adamları, solcuların sol tarafına koyacaklar defterleri, sağcıların da sağ tarafına koyacaklar defteri bizim orada defterimizi bu tarafımıza koydular demek ki, bizi sildi çıkardılar.
Ankara’ya geldim, Ankara’ya geldiğimde 1991’de bir kiralık ev tuttuk orada oturduk. Onun dışında fazla bir gelirim yoktur, emekli gelirim var. Pir Sultan Abdal Derneği Dikmen’deydi gittim hemen ona üye oldum, Halk Ozanları Derneği’ne üye oldum, 1968 kuşağının kurmuş olduğu derneğe üye oldum, başından beri yaşamım bu benim. Sevgili Ayhan sivil örgütlenmeye çok değer veririm ben.
Devamını oku: Geleneği Geleceğe Aktaran Çağdaş Ses: Hüseyin Gazi Metin
Tuna'ya Şiirler
Tuna’ya Şiirler:
Tuna’ya Bakıyorum
Oyun oynayan çocukların
Kaybolan zamanlarından
Rüzgarların yıkadığı altın başaklardan
Türkü söyleyen martıların kanatlarından
Tuna’ya bakıyorum
Ahir zaman gemilerinin yelkenlerinden
Viyana’dan, Silistre’den, Tutrakan’dan
Ihlamur ağaçlarının kokularından
Tuna’ya bakıyorum
Ateşle yakılan Evengalistlerin feryatlarından
Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal
Sarı Saltuk, Şeyh Bedreddin, Odman Baba
Akyazılı Sultan, Ali Koç Baba’nın kutlu nefeslerinden
Tuna’ya bakıyorum.
Tuna’ya Özlem
Düşlerime girer zaman zaman Mavi Tuna
Uykularımı böler en tatlı saatlerinde
Direkleri upuzun, kürekleri yağlı gemiler
Alıyla, yeşiliyle elleri kınalı bir gelin gider Tuna’dan
Tuna’ya özlem anlatılamaz ancak yaşanır
Bir Arap atının sekişi, ayçiçeklerinin gülüşüdür
Bir kimsesizin hayata feryadının
Zifiri karanlıklar içinde uğultulu akışıdır Tuna’nın
Razgart’ı, Dulovo’sı, Kubrat’ı, Alvanları
Çok uzaklardan da olsa işitir sesini Tuna’nın
Yaklaştıkça dayanılmaz olur özlemi kavuşmanın
Nazlı yare sarılmak gibidir ulaşmak Tuna’ya
Eski çağ tanrısı Apollon’un gözleri gibi mahzun
Mahzun bakar adama Tuna
Martı kuşlarının gagasındaki balık olur
Hayat verir tüm yüreği yanıklara Tuna
Tuna
En mutlu olduğum günlerden bir gün
Üstümde kucak kucak bulutlarla
Tuna’ya varacağım
Mavi meşe ağaçları altından
Ne nilüfer, ne orkideler olan
Bir kıyısına gidip
Bıkıp usanmadan
Hıçkıra hıçkıra ağlayacağım
Gönül köşkümde bir ana sevgisi
Hatıralarımda vefasız bir yar yarası
Yeşil gözlü bir oğlan çocuğu özlemi
Bayrak bayrak bir sevgi Yurdumdan
Kulaklarımda Mahzuni ve Bach
Kara bahtıma bakıp bakıp
Dalacağım dalacağım derinlerine Tuna’nın
Bir kez bile arkama bakmadan
Ayhan Aydın
3 Temmuz 2010, Cumartesi, Etiler-Kocasinan
Diğer Makaleler...
- Yol Cümleden Uludur - Kemal Bülbül
- Tarihimizi Yazmak ve Bektaşiliğin Doğuşu Kitabı
- Hızır – İlyas YA DA HIDIRELLEZ
- Boğaziçi'nde Bir Bektaşî Dergâhı: Şehitlik
- BİR GARİP DERVİŞ, ŞEVKİ KOCA Dursun Gümüşoğlu
- Durbali ve Hasip Baba Tekkeleri, Şevki Koca
- Hoyrat Yolların Mazlumu
- Bugün 23 Nisan
- 1 Mayıs İşçi Bayramı Kutlu Olsun...
- Ocak, Şubat, Mart 2020’den Notlar