HÜSAMETTİN DEDE'YE ŞİİR
Hüsamettin Dede’ye Şiir…
Bir çiçek kopardım dalından
Sonra koydum mezarına
Yalnızlığın soğukluğunu hissettim
Anlaşılmamış hüzünlü bir öykü gibi
Sonra
Çok düşündüm hayat denen
Çözümsüz bilmeceyi
İnsanlar acımasız, insanlar nankör,
İnsanlar anlaşılmaz
Ne anlatırsın duygusuz insana
Hüzünlü hayatlar dedim kendi kendime
Sonra çoğumuzun yaşadığı
Avuntularla geçirdiğimiz günler ve
Sevgi arayan gönüller
Mutluluk, aşk, sevgi
Bulutlu bir günde
Güneşi arar gibi aradığımız şeyler dedim
Bir çocuk çığlığı
Bir ananın feryadı
Kanayan bir kalp
Çıkar önüne her sokak başında
Kaçsan kaçamazsın
Gitsen gidemezsin
Haykırsan duymaz kimse sesini dedim
Ama inadına sen gülmeye devam et
Devam et Hüsamettin Dede
Kahkahalarınla yankılansın evren
Kahkahalarınla erisin hüzünler, karanlıklar
Karanlıkta değil sen aydınlıkta bir cansın
Ayhan Aydın
9 Ocak 2018
(Birinci Ölüm Yıldönümünde Hüsamettin Aydın’a Yazdığım Şiir)
Prof. Dr. Engin Beksaç'la Sanat Tarihi ve Traklar Üzerine Zengin Bir Söyleşi
Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Engin Beksaç ile Sanat Tarihi ve Traklar üzerine söyleşi
Ayhan Aydın
Türkçe “dağlık-ormanlık-tepelik yer” anlamına gelen Balkanlar dediğimiz ve onun bir parçası ve bazen Balkanları kapsayacak şekilde telaffuz ettiğimiz Trakya ve Türklerin de sık kullandıkları Rumeli (Urumeli), tarihler boyunca birçok kültüre dolayısıyla inanca ev sahipliği yapmış büyük bir uygarlığın vatanıdır. Anadolu gibi bir büyük geçiş coğrafyasının yani köprünün kendisi olan Balkanlar’da en uzun süre yaşayan ve kendilerine özgü bir kültür yaratmış halklardan birisi ve Trakya’ya da ismini veren Traklar hakkında Türkiye’de çok şey bilinmemektedir.
Anadolu’daki Hititler gibi Balkanlar’da bir medeniyet yaratmış olan Traklar konusunda ülkemizin uzman isimlerinden olan Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Engin Beksaç’la yaptığımız söyleşide bu ülkemizde yeteri kadar bilinmeyen uygarlık hakkında bilgiler derlemeye çalıştık.
AYHAN AYDIN: Merhaba hocam.
ENGİN BEKSAÇ: Merhaba.
AA: Nasılsınız?
EB: Çok teşekkür ederim. Sizler nasılsınız?
AA: Bizler çok iyiyiz. Siz her zamanki gibi dingin, engin, böyle kucaklayıcı, insana huzur veren bir yapıdasınız, öyle bir ruh halindesiniz.
Sevgili hocam, daha önce konuştuk, o yüzden hem bir tecrübe olmuş oldu o, bu Traklar ilgili konu ve sizin araştırmalarınız, tarih araştırmaları, benim için gittikçe daha önem kazanıyor. En son da bir dergide Göbeklitepe’yi okuyunca, arkeoloji konusunda da ne kadar boşlukta olduğumu, bu konunun ne kadar mesafe kat ettiğini de gördüm. O yüzden ben sevdalısı olduğum bu yolda devam edeyim dedim. Biraz tarih konuşalım, sanat tarihi ve Trakları konuşalım, dedik.
Şimdi, Alevilik-Bektaşilik konusu benim asıl ilgi alanım ama bunun arka planında da Balkanları, Rumeli dediğimiz toprakları ele aldığımızda büyük bir uygarlıkla karşı karşıyayız: Traklar. Ben Hititler nasıl Anadolu’da büyük bir uygarlıksa Trakları da bütün Balkan coğrafyasında büyük bir uygarlık olarak gördüm. Fakat işin uzmanlarından biri sizsiniz, sizin bilgilerinizi alalım ve halkımıza yayalım. Yani Anadolu’da insanlar Trakya diyor, Trakları fazla bilmiyor, coğrafi bölge olarak isimlendirmeyi biliyor ama kültürün arka planını bilmiyor. Dolayısıyla bu konulara girelim.
Ama her şeyden önce sevgili hocamızı, bir klasik söyleşi yöntemi olarak sizi daha yakından tanıyalım. Sanat tarihi uzmanlık alanınız ama yaşamınızdan bize kısaca bahsetseniz neler söylersiniz?
EB: Ben 1957 İstanbul doğumluyum. Kadıköy ilçesi doğum yerim. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite tahsillerimin hepsi İstanbul’da geçti. Daha sonraki süreçte Trakya Üniversitesi’nde biz 92 yılında göreve başladık. Kısa bir müddet, yani 5 yıl kadar bir süre için Sakarya Üniversitesi’nde görev yaptık. Ondan sonra tekrar Trakya Üniversitesi’ne döndük. Çalışmalarımızın büyük bir çoğunluğu Kuzey Batı Anadolu ve Trakya üzerinde şekillendi ve şu anda da yine Trakya üzerindeki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bunun dışında oldukça geniş bir alanda bir çalışma potansiyelimiz var. Bunun dışında daha önceki süreçlerde bizim çalışma alanımız genellikle Trakoloji olduğu için, Kuzey Batı Anadolu’nun değişik bölgelerinde yüzey araştırmalarımız oldu, kazılarımız oldu. Daha sonra Trakya’ya biz bunları taşıdık ve şu anda Trakya üzerinde devam ediyoruz. Ağırlıklı olarak kaya sunakları, kült alanları ve benzeri şekillerde gelişen bir araştırma tarzımız var. Araştırmalarımızın büyük bir çoğunluğu da bu minvalde gelişmesini sürdürüyor.
Devamını oku: Prof. Dr. Engin Beksaç'la Sanat Tarihi ve Traklar Üzerine Zengin Bir Söyleşi
ALPER ÇAĞLAYAN’LA Bir Söyleşi
Geleneği Yaşatan Bir Değerli Araştırmacı
ALPER ÇAĞLAYAN’LA Bir Söyleşi
Ayhan Aydın
Samimi, özverili bir insan olan Alper Çağlayan hocamız, Alevilik konusunda da çok güzel uğraşlar veren değerli bir simamızdır. Uzun yıllar öncesinden Ankara’dan tanıdığım, kendi doğup büyüdüğü toprakların inanç ve kültür dokusunu eserlerinde başarıyla işleyen, değerli yazarımız Alper Çağlayan’ın dünyasına bu söyleşiyle, bir küçük gezinti yapmaya çalıştım.
“Kur’an ve Ehl-i Beyt Kaynaklı ALEVÎ YOLUNDA ERKÂN – Çubuk Yöresi Örneği”, “Alevî Terim ve Deyimleri Sözlüğü” ve “Cibâli Evlatlarından Seyit Süleyman” isimli kitapları da yayınlanmış olan Alper Çağlayan hocamız şimdi İstanbul’da yaşamını ve çalışmalarını sürdürmektedir.
Kendisine başarılı, sağlıklı bir ömür ve mutlu yıllar diliyorum…
- Çok değerli hocam; bizlere kendinizi tanıtmanızı istesek yaşamınız hakkında neler söylersiniz. Nerelisiniz, hangi ortamda doğup büyüdünüz?
- Ankara, Çubuk ilçesi Dağkalfat köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokul, lise ve yüksek okulu Ankara’da okudum. Evliyim ve üç kızım, bir torunum var.
Yetişme ortamım, genelde Alevî ortamı oldu. Deyim yerinde ise, deyiş, nefes, düvazimam gibi Alevî edebiyatıyla büyüdüm.
- Kendi yörenizi hatırlayabildiğiniz kadarıyla gelenekleriyle, inanç yapısıyla, kültürel dokusuyla anlatmanızı istesek neler söylersiniz? Sizce bu bölge niçin bu kadar ihmal edilmiş, araştırılmamış bir bölgedir?
- Birçoğu unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş geleneklerimiz var. Köy düğünleri (üç gün süreli), Teke yüzü toplama, çiğdemcik gibi…
Yörenin inanç yapısı (Alevî köylerde) Alevî İslâm. Hâla (bir çok özelliklerini yitirmiş ya da değişikliğe uğramış olsa da) cem ibadetleri yapılmakta. İkrar, müsâhiplik gibi uygulamalar, azalmış olmakla birlikte, daha uygulanıyor.
İnancın içine, bir çok alanda gelenek ve çevresel yapılanmalar girmiş durumda maalesef. İnancın temelinde yeri olmamasına/tartışılmasına rağmen, Sünnî inançtan kız alıp verme hâla düşkünlük nedeni gibi görülüyor, Erkân içindeki bir çok hizmet gerçek şeklini değiştirmiş, sadece bir ritüel olarak uygulanıyor. Bunlar uzun konular ve burada açıklamak çok zaman alır.
Kültürel doku ise hayli bozulmuş, dejenereye uğramış durumda. Alevîliğin “Edeb” boyutu hemen hemen unutulmuş, bırakılmış, gericilik gibi anlamlandırılmaya başlamış. Örneğin, büyüğün ya da dedenin elinin öpülmesi; toplum içinde söz söyleme, soru sorma, fikir belirtme şekilleri gibi.
Çubuk Yöresi, çok az araştırılmış bölgelerden biri ne yazıkki… Son yıllarda bazı akademisyen ve araştırmacılar kenarından köşesinden bir şeyler yaptılar/yapıyorlar ama özellikle geçmişteki dokuyu anlamak ve anlatmaktan hayli uzak. Her şeye rağmen ilgi duyulup araştırma konusu yapılması memnuniyet verici.
- Alevilik – Bektaşilik deyince neler söylersiniz, sizin bu konuda görüşleriniz, düşünceleriniz nelerdir?
- Ben Alevîliğin “Kızılbaşlık” kanadını araştırmaya ve incelemeye çalışıyorum ve Kızılbaş bir aileye mensubum. Bektaşilik hakkında çok fazla bilgim olmadığı gibi, bir şey söylemem de doğru olmaz.
Alevîliğin, “Hakk-Muhammed-Ali Yolu” olduğunu öğrendik çocukluğumuzdan beri.
Doğruluk, dürüstlük, ideal insan olma, mazlumun yanında-zalimin karşısında durma yolu olduğunu öğrendik. Alevîliğin olmazsa olmazlarına, düsturlarına ne kadar uyduğumuz/uyguladığımız tartışma konusu olsa da, öğreti ve idealizm açısından bugüne dek düşünülmüş ve yaşanılması önerilmiş en ideal inanç ve yaşam biçimi olduğu konusunda kuşkum yok. Hep doğruyu, iyiliği, güzelliği, dostluğu, insanlığı öğütlemiş bir inanç ve yaşam sistemi Alevîlik.
Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları Derleme Dizisi içinden yayınlanan bir eseriniz bence alanında çok önemli bir boşluğu dolduruyor.
Baştan sona dikkatlice okuduğum eserle bugüne kadar pek ihmal edilmiş, hatırı sayılmamış bir önemli yöremizin inanç esasları ve uygulamaları konusunda en derli toplu kaynak eser olarak hazırlanıp bize sunulmuş oluyor.
Yakamı bırakmayan “Olanaksızlıklar” nedeniyle çok istememe rağmen bir türlü gidemediğim bu bölgeye geçen sene içinde nihayetinde birkaç saatliğine de olsa gidebilmiştim, Ankara’da tatildeyken. Arı, duru, özlü bir şekilde Alevi değerlerini yaşatan, cemin, görgünün, sorgunun, çerağın, kurbanın varlığıyla ışıklanan yöredeki köylerdeki; “Görgü Öncesi Hazırlıklar, Görgü, Erkan, Tüm Hizmetler, Abdal Musa, Müsahip (ve İkrar) Ceminde Erkândan Geçme, Düşkün Kaldırma Erkânından Geçme ve Tüm duaların, nefeslerin…” sıralandığı bu eserde cemlerde okunan tüm Kuran ayetleri de eksiksiz bir şekilde verilmiştir. (Alper Çağlayan, Çubuk Yöresinde Erkan, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları Derleme Dizisi: 1, 2002, Ankara)
- Elde bir mevcut kitap olduğuna göre okurlarımız bunu temin ederek bilgilerin detaylarına ulaşabilirler. Ama bu yörede gördüğüm bir uygulama özellikle dikkatimi çekti doğrusu; farklı ocak mensubu dedeler de aynı cemde, aynı postta oturup hiçbir sorun olmadan cemi birlikte yönetebiliyorlar. Bu aslında gerçekten tüm dedelerin normalde uyguladığı (uygulaması gereken) bir gelenek midir? Birçok yörede bunu göremiyoruz. Bunun nedenleri nelerdir?
- Alevî öğretisinde bir söz vardır: “Er erden seçilmez”. Bütün ocakların kurucuları ve onlardan gelenler Muhammed-Ali soyuna mensuptur. Biri diğerinden üstün ya da büyük olamaz. Bu nedenle de hepsi aynı öneme ve değere sahiptir. Bizim köyde (artık yeni yasayla mahalle oldu ya, biz yine köy deriz) beş ocağın tâlipleri var ve her yıl bir ocaktan gelen dede görgü yapar, cem yönetir. Beş ocağın tâlibi de o dedeye, kendi ocağının dedesi gibi saygı gösterir, niyâz eder.
Dedeler arasında da pek uygunsuz bir davranış olmaz. Eğer kıskançlık gibi nedenlerle bazı söz ve davranışlar olursa, tâlipler kırmadan gerekli uyarı ve düzenlemeyi yaparlar. Ama yine de çekememe, kıskanma gibi bazı durumlar görülüyor maalesef.
- Gerçekten de dedelerimiz bu geleneğin en önemli temsilcileri olmuş kişiler. Kimlerdir dedeler, ocak nedir? Bu kavramların Alevilik açısından önemi hakkında bilgi verebilir misiniz?
- Ocak, Muhammed-Ali soyundan gelen bir erenin adı ile anılan ve kendisine bağlı olan tâlipleri bulunan bir uygulamadır. Örneğin, benim de tâlibi olduğum Cibâli Ocağı. Genelde bu ocak sahibi erenler, bir Türk boyu ya da aşiretinin başında kılavuz/gözetici olarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Hepsi de Ahmet Yesevî Dergâhı’nda yetişmiş üstün nitelikli insanlardır.
Dedeler ise bu ocak sahibi erenlerin soyundan gelen kişilerdir. Alevîlikte, günümüzde uygulama alanı çok sınırlanmakla birlikte, akla gelen her alanda dedelerin görev ve sorumlulukları vardır. Bireyin “üstün insan, ideal insan” olma savaşımında dedelerin rolü çok büyüktür. Ayrıca, “Yol”un sürülmesi, uygulanması bakımından da önemleri tartışılamaz.
- Çubuk, Çankırı, Sulakyurt, Kalecik, Kırıkkale, Çorum, Yozgat gibi Ankara’yı çevreleyen “kırda – taşrada” yoğun bir Alevi nüfusu var. Genel anlamda bu yöredeki Alevi inanç yapısı dışında, kültürel ve sosyal yaşam hakkında neler söyleyebiliriz?
- Genelde kültürel ve sosyal yaşamda tutucu olmayan, yeniliğe açık, oldukça paylaşımcı olduklarını söylemek mümkündür.
- Siz bir dönem Yesari Gökçe Dedemizle birlikte CEM Vakfı Ankara Şubesi’nde çalışmalar yaptınız. Aynı zamanda Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’ne de katkılarınız oldu. Ankara’daki sivil toplum kuruluşları yanında Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlarını da gözlemliyorsunuz. Ankara bu konuda ihmal edilmiş, “İstanbul Dükalığı” tarafından fazla değer verilmeyen, belki küçümsenen bir yapıya sahip. Bu büyük bir çelişki değil mi sizce? Türkiye’nin ortasında, hem de başkent olan, çevresi Alevi - Bektaşi yerleşim birimleriyle dolu, önemli ocak merkezlerine yakın, dedelerin, ozanların, babaların, önemli üniversitelerin bulunduğu, akademisyenlerin, yazarların, şu veya bu şekilde Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlarının önemli bir kısmının olduğu bir merkez. Neden Ankara bu konularda hep ikinci planda kalıyor sizce?
- Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, Ankara nüfusunun önemli bölümü, İç Anadolu kökenli ve köyleriyle irtibatları bitmemiş. Yani köylerine gidip geliyorlar. Kısa sürede köylerine ulaşmaları mümkün. Bu da Ankara’da örgütlenmeyi ikinci plana itiyor. Düğün, dernek, cem vs etkinliklerde kolayca köye ulaşmaları mümkün.
İkincisi, Ankara genelde sabit gelirli insanların (memur, işçi, esnaf) yaşadığı bir kent. Bu insanlar, Alevîliklerini çeşitli nedenlerle gizliyorlar (iş kaybetme endişesi, esnafsa alışveriş kaygısı gibi nedenler). Sanırım bu kadar açıklama yeterli olur.
- Bir aydın olarak Alevilerin bu dağınık bir görünümde olması, Alevi- Bektaşi kurumlarının bir araya gelememeleri nasıl aşılacak sizce?
- Buna benim kıt aklım yetmez. Yolun erleri, dedeleri, akademisyenleri daha kapsamlı ve çözüm getirici yanıt verebilirler. Beni bağışlayın bu soruyla ilgili olarak.
- Gençlere çok önem veren bir insansınız. Aynı zamanda bilime, araştırmaya, kitaba da. Niçin Aleviler – Bektaşiler, kurumlar, kuruluşlar, aydınlar, dedeler, babalar bu işin araştırmadan, bilimsel çalışmalardan bir akademiden, enstitüden, üniversitelerden, insan yetiştirmekten geçtiğini bir türlü anlayamıyorlar? Bu konuda neler yapılabilir sizce?
- Tümünü aynı kategoriye sokamayız, bu haksızlık olur. Benim tanıdığım birçok dede, akademisyen ve küçük de olsa dernekler var ki, bu konularda ciddi araştırma içindeler ve sınırlı da olsa eğitimler veriyorlar.
Her toplantı ve ilgili ortamda eğitimin önemini anlatmaktan başka çâre yok sanırım. Elden geldiğince, topluma bunu anlatmamız gerekiyor.
- En son hazırladığınız ve devamlı masamda olan; “Alevi Terim ve Deyimleri Sözlüğü” gibi çalışmalar devam edecek mi? Şu anda ilgilendiğiniz, uğraştığınız konular nelerdir?
- Devam eden çalışmalar ve hazırlıklar var tabi. “Çubuk Yöresinde Erkân” adıyla G.Ü. Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezince basılan kitabın mevcudu bitti. Yeniden birçok eklemeler ve açıklamalarla hazırladık ve Dört Kapı Yayınevi tarafından “Kur’an ve Ehl-i Beyt Kaynaklı ALEVÎ YOLUNDA ERKÂN – Çubuk Yöresi Örneği” adıyla yayımlandı. Tahminlerimizden çok da rağbet gördü. Hep araştırılan, “hangi yörenin cem erkânı daha gerçeğe yakın” sorusuna da bu kitap cevap verdi sanıyorum.
Ayrıca, “Alevî Terim ve Deyimleri Sözlüğü”nü de genişletilmiş ve yeni eklemelerle yakın zamanda yeniden yayımlamayı düşünüyorum.
Yine, daha önce yayımlanmış ve mevcudu çok azalmış olan “Cibâli Evlatlarından Seyit Süleyman” adlı derleme çalışmasını yeni elde edilen ekler ve içeriği taranarak hataların düzeltilmesi sonucunda yakında yeniden 2. Baskı olarak yayımlamayı düşünüyorum.
Bu arada şimdilik açıklamamın sakıncalı olduğunu düşündüğüm önemli iki çalışmam daha var ki, sanıyorum bir buçuk iki yıl sonra ancak yayımlanacak hale gelecektir. Tabi ömrümüz yeterse…
Bu arada deyiş, nefes, Düvazimâm, ağıt türünden manzum üretimler devam ediyor ama şimdilik kitaplaştırmayı düşünmüyorum.
Bu kadar uğraş da emekli ve sağlık sorunları yaşayan bir adam için yeterlidir sanırım!..
5 Ocak 2018, İstanbul
ALEVİ-BEKTAŞİ İNANÇ ÖNDERLERİ DEDELER – BABALAR
ALEVİ-BEKTAŞİ İNANÇ ÖNDERLERİ
DEDELER – BABALAR
ALEVİ/BEKTAŞİ İNANCI
Aleviliğin ve Bektaşiliğin olmazsa olmazlarından olan dedeler ve babalar, ocaklar ve dergâhlar konuları ne hikmetse son yirmi yıldır binlerce kitap yazmış olan araştırmacı ve yazarların ilgisini bir türlü yeteri kadar çekmeyi başaramamıştır.
Bu konuda açıkçası araştırma yapan insanların sayıları bir elin parmaklarının sayısından da azdır. Peki, bunun nedeni ne olabilir?
Bence bunun en temel nedenlerinden birisi, özellikle son yirmi yıldır Alevilik/Bektaşilik diye, insanlara, kimi tarih kitaplarının tozlu sayfalarının yutturulması uğraşısından başka bir şey değildir.
Aleviliğin/Bektaşiliğin, Hititleri araştırması metoduna benzer bir şekilde incelenmek istenmesi; Alevilik/Bektaşilik’le ilgili bilgilerin kimi tarih kitaplarının çoğu zaman yalan-yanlış yazdığı, kimi olaylar yığını olarak, tarihte kalmış bir topluluktan söz eder gibi yazılması, araştırılmaya çalışılması, büyük yanılgıları da beraberinde getirmektedir.
Alevilik; sadece ve sadece Arabistan çöllerinin içinde boy vermiş bir inançmış gibi hep Arap tarihinin, o da kaba, ham, çoğu kez, uzmanı olmadığımız bir alan da olsa okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla, abartılarının yoz yansımaları olarak yılladır bu kitaplarla okutuluyor.
Elbette Arabistan’ı da, Araplar’ı da, Emevi, Abbasi dönemlerini de çok iyi bileceğiz. Alevilik araştırmalarında, kitap yazarken bunları bilmeden elbette olmaz.
Ama İslamiyet’in Alevilik yorumu, anlayışı, bedevi boylarının birbirleriyle mücadelerinin çok ötesinde, üstünde bir inancın adıdır.
Alevilik/Bektaşilik’le ilgili araştırmalardaki temel yanlışlardan biri de, gerçekten her kafadan bir ses çıkıyor olmasıdır.
Aleviliği tümüyle İslamiyet dışında gösteren, Hz. Ali’yi katillerin başı gibi gösteren, Aleviliği/Bektaşiliği putperest kimi kalıntılardan ibaret sayan akıl dışı anlayışlar; bir görüşmüş, bir düşünceymiş, bir araştırmaymış, bir buluşmuş gibi ortaya serilmektedir.
Hâlbuki yapılmak istenen Aleviliğin/Bektaşiliğin özünden saptırılıp, yozlaştırılma girişimleridir.
Alevilik anlayışının yüzlerce yıllık oluşum evrelerinde birbirinden çok farklı, hatta bugün bizlerin tam anlamıyla kavrayamadığımız görünümlerinin olması, Alevilik/Bektaşilik içinde farklı inançların, kültürlerin, felsefelerin izlerinin bulunması gayet doğaldır. Çünkü yeryüzünün gerçeğidir bu.
Her din, her kültür ve inanç bir başkasından etkilenir. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Bunu tüm dünya kabul etmiştir. Tüm araştırmacılar bunu kabul etmiş. Aklı başında herkes bunu kabul eder.
Şimdi biz misal olarak, bir insanın beynini kesip bir yana ayırırsak, midesini kesip bir tarafa ayırırsak, bağırsaklarını ayırıp bir tarafa koyarsak burada farklı farklı organlardan bahsetmemiz gerekir. Gözler, kulaklar, burun, eller, kollar, kalp... Çeşitli organlardır bunlar. Ama elbette tüm organlar bir araya geldiği zaman, bir bütünde, bir vücutta buluştukları zaman anlamlıdırlar. Yoksa acaba ayrı ayrı organların ne anlamı olabilir ki, birer et parçası olmaktan başka?
Devamını oku: ALEVİ-BEKTAŞİ İNANÇ ÖNDERLERİ DEDELER – BABALAR
Ali KARAGÖZ’LE SÖYLEŞİ
Ali KARAGÖZ’LE SÖYLEŞİ
AYHAN AYDIN
AYHAN BEY'İN SORULARINA YANITLARIM
Değerli gazeteci ve yazar dostum Ayhan Bey,
Hazırlamakta olduğunuz ozanlarla ilgili olan kitabınızda, bana da yer ayırma inceliğini göstererek, beni onurlandırdığınız için size çok teşekkür ederim.
19 Eylül 2014
Geçmişe Yolculuk Ve Firüzköy’ün Kültür Yapısı…
Şu anda ikamet etmekte olduğum, Gürpınar Köyü'nde oturan insanların yerli sakinleri 1924 Yılı'nda, Batı Trakya'da bulunan Selânik İli'ne bağlı ilçe ve köylerinden 250 hane olarak, Türkiye'ye gelen; Mübadele Muhacirleridir.
1990 yılları ivme kazanan göçler nedeniyle, Trakya ve Anadolu'nun çeşitli yörelerinden gelip yerleşenlerle birlikte, Gürpınar'da mozaik çeşitlenmiştir!
Yerli halkın salt çoğunluğu Sünni’dir. Çok az sayıda Bektaşi bulunmaktadır.
Anadolu'dan gelerek, Gürpınar'a yerleşenler arasında, Aleviler de bulunmaktadır.
Gürpınar'ın komşu köyü olan Kavaklı'nın yerlisi de, 1924 Yılı yine Selânik yöresinden gelen Mübadele muhaciri olup; Sünni inancını yaşamaktadırlar.
Gürpınar'la, Kavaklı Köyü arasında bir Cemevi bulunmaktadır.
Benim doğmuş olduğum FİRUZKÖY'ün de yerli halkı 1928 yılı, Güney Bulgaristan'da bulunan, Ortaköy İlçesi'nin, 60 hanelik Bektaşi köyü olan, Balcıbük'ten, Firuzköy Çiftliği'ne gelerek, burada Firuzküy'ü kurdular.
Balcıbük Köyü, 24 parça köyden oluşan Kızıldeli Sultan Vakfı'nın dışında kalmasına karşın, Balcıbüklüler, Kızıl Deli Tekkesi'ne giderek ibadetlerini yerine getirdiler.
Kızıldeli Vakfı'nın Köyleri'nden göç ederek, Silivri İlçesi'nin Ortaköy'üne yerleşmiş olan Bektaşilerden, 30 hane (Aile), Firuzköy'den arazi satın alarak, Firuzköy'e yerleşince; Firuzköy 90 haneye ulaştı.
Firuzköylüler, uzun yıllar, uygun olan evlerde Cemlerini sürdürdüler. Firuzköy'e komşu olan köylerin tümü Sünni inancını taşımaktadır. Firuzköylüler, Hacıbektaş'a da giderlerdi. Küçükçekmece Gölü'nün kenarında olan Göl Baba'ya da giderek ibadetlerini sürdürürlerdi.
Ben yola giremedim. Firuzköylülerin, Firuzköy Kent Binası'nda Cemevi olup, Pirleri, rehberleri ve Mürşitleri, Kızıldeli Ocağı'na bağlıdır.
Firuzköy ve çevre köylerinde, türbe ve dergâh bulunmamaktadır.
1980 Yılı'na kadar her yıl, Ağustos ayının ilk haftası, Firuzköy'de, Kızıldeli Sutan'ın anılması bağlamında, Yaylâ Bayramı Şenliği düzenlenirdi. Diğer gelenekler gibi bu gelenek de sekteye uğradığından artık yapılmıyor...
Firuzköy Tokat Mahallesi'nde bir Cemevi olup, burada Aleviler,ibadetlerini yerine getirmektedir. Firuzköyde de, Anadolu ve Trakya'dan gelenlerle birlikte nüfus çoğalarak mozaik çeşitlendi...
Yaşamım
1965 Yılı İstihkâm Astsubay Okulu'ndan mezun olan, Emekli bir Astsubayım. 4 şiir kitabım ve iki tane de anı romanım yayınlandı. Şiirlerim yaklaşık 20 tane Edebiyat ve Sanat dergisinde yayınlandı. Türkiye Yazarlar Sendikası, Cemal Süreya ve Edebiyatçılar Derneği üyesiyim.
SÖMÜRÜLEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK
SÖMÜRÜLEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK
AYHAN AYDIN
Alevi-Bektaşi gerçeğinin ülkemizde yeniden gün yüzüne çıkmasından sonra kimi sömürücüler de hemen mesleklerini yapmaya koyuldular. Bunlardan bir kısmı Sünni kökenli, bir kısmı Alevi kökenli, bir kısmı sözde Marksist kökenli, bir kısmı Kürtçü, bir kısmı Şii (Caferi) gibi guruplardı.
Sünni kökenliler içinde tarihler boyunca olduğu gibi ezeli hastalıklarından kurtulamayan kimi yazarlar, kurum ve kuruluş temsilcileri, hatta siyasiler ardı ardına kendi kafalarındaki Aleviliği-Bektaşiliği gerçeğiymiş gibi anlatmaya, kendi kafalarındaki fikirleri her yolu kullanarak dayatmaya başladılar. Yani tarihi değerleriyle yaşayan Alevilik-Bektaşiliği değil, Alevileri Bektaşileri Sünnileştirerek, yozlaştırarak, Alevilik-Bektaşilik bünyesindeki inanç-kültür-felsefe birikimlerinin içini boşaltmak için kimi “kardeşlik, barış, birlik vd.” Yaldızlı sözler adı altında oyunlarını sergilemeye koyuldular. Bir de üstelik Alevilere-Bektaşilere kendilerince akıl vermeye, yol gösterme yarışına girip, Aleviliği –Bektaşiliği, Alevilere-Bektaşilere öğretmeye soyundular!
Piyasada yayınlanan binlerce kitap içinde gerici, tutucu yayınevlerinden çıkanlar başta olmak üzere bir kısmı ilahiyatçı, milliyetçi, maneviyatçı, mukaddesatçı kimlikleriyle dört koldan sömürülerini sürdürdüler.
Sünniliği, yüzyıllardır başaramadıkları yozlaştırmayı yaymak için yazdıkları kitapları, çıkardıkları dergileri, bazı dergilerin özel sayılarını, broşürleri, CD’leri, panelleri, söyleşileri, konferansları kullandılar. Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi, Hz. Hüseyin’i, Kerbela’yı, Aleviliği, Bektaşiliği kendi kafalarındaki şekliyle halka taşıyarak tarihi tahribat yapma yarışına giriştiler.
Diğer Makaleler...
- CEM/CEMEVİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR
- ALEVİ BEKTAŞİ ÖRGÜTLÜLÜĞÜ
- Aleviler, Sorunları ve Alevilerin İstekleri
- KÜLTÜR MERKEZİ DİVRİĞİ’NİN AYDINLIK YOLLARINDA…
- Balkanlar'daki Oyunlar ve Yunanistan'daki Son Durum
- GÜNÜMÜZ ALEVİ - BEKTAŞİ KURUMLARININ ÇIKMAZLARI VE YÖNETİCİLERİNİN BAZI AÇMAZLARI
- PROF. DR. ALİ YAMAN'LA SÖYLEŞİ
- Şahkulu ALEVİ BİLGİ MERKEZİ AÇILIYOR
- Şahkulu 2. Alevi Kitap Fuarı
- Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: İkinci Bölüm