Hakkı Saygı'nın Alevilik Bektaşilik Yazıları. Derleyen: Ayhan Aydın
Araştırmacı – Yazar, Bektaşi (Babai) Babası Hakkı Saygı’nın Alevilik Bektaşilik Yazıları
Derleyen: Ayhan Aydın
Alevi-Bektaşi İslâm Felsefesi
Alevilik Ve Bektaşilik Ne Demektir?
Hakkı Saygı
Önce Alevilik veya Bektaşilik ne demektir? Bunun tanımını çok iyi yapmalıyız. Gerçi bugüne kadar bunun pek çok tanımı yapıldı. Fakat herkes kendi düşüncesini aktardı. Benim yapacağım da bugüne kadar yapılanlardan pek farklı bir şey değildir. Ancak, tek bir doğru vardır ki bizler bu doğruyu yakalamaya çalışalım. Bu da ancak ve ancak akla en uygun olanıdır.
Alevilik; geniş anlamıyla Hazret-i Muhammed, Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt taraftarıdır, yani Hazret-i Muhammed, Hazret-i Ali ve bunların soyundan gelenlere büyük bir muhabbet ve saygı ile bağlanmaktır. Bektaşilik; Alevi inancına mensup olan, Hacı Bektaşi Veli’nin eline, beline ve diline sahip olma felsefesini benimsemiş bulunan ve günümüz şartlarına uygun olarak bu yolu izleyen ve yürüten kimse demektir.
Alevilik ve Bektaşilik; İslam dinini kendi yorumlarına göre kabul eder, yani İslam öncesi inançları ile İslami inançlarını harmanlayarak, kendisine özgü yeni bir İslam sentezi ortaya çıkarmış ve benimsemiştir. Ayrıca tek bir din ile de kayıtlı olmayıp, pek çok dinin maksat ve gayesini bilir, Kur’an’ın gerçek manasına da vakıftır ve tüm mevcudatın Hakk’ın kendi öz varlığından ibaret olduğunu bilir ve inanır.
Alevilik-Bektaşilik, Hıristiyan dininin içerisinde yer alan “Protestan Mezhebine” benzer. Orta çağ da Avrupa, Skolastik düşüncesinin kıskacı altında mezhep kavgalarıyla bunalmıştı. Katoliklerle Ortodokslar birbirlerine girmişlerdi. Tutucu ve bağnaz bir düşünceyi kabul etmeyen Martin Luther, Hümanist bir anlayış içersinde “Allah’la kul arasına hiçbir kimse giremez” diyerek, Hıristiyanlığın içerisinde yeni bir mezhep olarak “Protestanlık Mezhebini” kurmuştur. Katolik ve Ortodoks kiliselerin dışında üçüncü bir kilise olarak Protestan kilisesi de yer almıştır.
Türkler de 10. yüzyılda ve daha sonraki yıllarda İslam dinini kabul ettikleri zaman, Emevilerin ve Abbasilerin tutucu, bağnaz ve Ordoksi din anlayışı yerine, İslam öncesi inançları ile İslami inançlarını birleştirerek yukarıda söylediğim gibi yeni bir Alevi İslam sentezi benimsemişlerdir. İslamiyet’i kabul ederken de başta Hazret-i Peygamber, Hz. İmam Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. İmam Hüseyin sevgisi birinci derecede ön plana geçmiştir.
Bilindiği gibi Sıffın Savaşı sırasında Hariciler, Hazret-i Ali’ye (Allah onun yüzünü keremli kılsın) karşı geldiler ve o günden itibaren Hazret-i Ali aleyhinde geniş bir iftira kampanyası başlattılar. Burada Haricileri kızdıran en büyük etken, Hz. Ali’nin, Muaviye’nin oyununa gelerek Hakem olayını kabul etmesi ve gerçek Kur’an benim, ben Kur’an’ı Natıkım demesi olmuştur. O günden itibaren Hariciler, “Hariciyum Ekolü” adını verdikleri bir ekol kurmuşlar ve etrafına topladıkları Ehl-i Beyt düşmanları ile birlikte, Hz. Ali ve yakınları için akla, hayale gelmeyecek iftiralar çıkarmışlardır. Kur’an’ın Batıni yönüne göre hükümler çıkardığı için Hazret-i Ali’nin katli vaciptir diyenler olmuştur.
Bu ekolün karşısında “Şii veya Şia”, yani taraftar anlamına gelen bir başka “ekol” kurulmuştur. Bu ekol de Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt’i için akla hayale gelmeyecek methiyeler düzerek onu Allah’lık mertebesine kadar yüceltmişlerdir. Yeri gelmişken söyleyeyim Hazret-i Ali (Allah onun yüzünü keremli kılsın), “benim yüzümden iki zümre helak olacaktır. Birincisi, benim layık olduğum sıfatları ve meziyetleri bende göremeyen ve benim sırrıma vakıf olamayan, ikincisi ise benim layık olmadığım sıfatları bana yakıştıranlardır” diyor. Bu şu demektir; Hazreti Ali’nin o yüce vasıflarını bilip de inkar edenler, bir diğeri de Hz. Ali’nin bir anadan doğduğunu unutup onu Allah yerine koyanlardır. Evet Hz. Ali, Cenab-ı Allah’ın Allah’lık sıfatlarının tümüne vakıf olabilir fakat, biz ona hiçbir zaman Allah diyemeyiz, çünkü Allah, her şeyden münezzehtir.
İşte Türkler, İslamiyet’i kabul ettikleri sırada “Şia veya Şii Ekolü” nün tesiri altında kaldılar. Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beyt’ini en derin muhabbetle sevdiler ve onlara taraftar oldular. Bu taraftarlığın adına da “Şii veya Şia” sözcüğü yerine, Ali taraftarı veya Ali yanlısı anlamına gelen “Alevi” denildi. Bu inanç ve muhabbet daha çok Türkmen Türkleri arasında yayıldı ve kendisine taraftar buldu. Türklerin pek çoğu İslam’ı “Sünni” inanışa göre kabul ettiler ve Ehl-i Sünnet inancının dışına çıkamadılar.
Bektaşilik Kendi Arasında İki Kola Ayrılır
- Anadolu Bektaşileridir ki bunlara “Çelebi Kolu” denir.
- Rumeli Yöresi Bektaşileridir ki bunlara da “Babai veya Babağan Kolu” denir.
Çelebi, kolunda veraset vardır, yani Çelebilik, babadan oğula intikal eder. Böyle olunca da ilim ve irfan yolunda kendilerini yetiştirip, tasavvuf ve felsefeye, yani ilme fazla önem verememişlerdir. Ancak Babai veya Babağan Bektaşiler içerisinde ilim ve irfana çok önem verilmiştir.
Alevi ve Bektaşilik, bir yönüyle halka, diğer yönüyle Hakk’a bakan iki yönlü bir kavşak noktasıdır. Alevilik ve Bektaşilik, tasavvufi bir inanç yoludur. Gerçekleri insanlara anlatırken o kimsenin kabiliyetine göre konuşur, yani Batın manayı sembollerle, zahir manayı da misallerle insanlara anlatmaya çalışır. Örneğin Allah’ın bir oluşunu ve ulihiyetiyle ilgili bilgileri verirken o, kimsenin anlayabileceği şekilde örnekler ve misallerle Allah’ın varlığını anlatmaya çalışır.
Örnek; Bir aynanın önüne her hangi bir cisim koyalım ve bu cismin adına “A” diyelim. Bu cismin aynısı, aynada bir tek cisim olarak gözükecektir. Biz bu aynanın tam ortasına sert bir cisimle vurursak, ayna binlerce parçaya bölünecektir. Ancak, bu parçaların hiçbirisi bir diğerine benzemez. Aynanın önünde bulunan “A” cismi, bu defa binlerce değişik parçada ayrı ayrı suretlermiş gibi görünecektir. Tüm bu görüntüler, aynaya değişik şekillerde aksetmiş olan “A” cisminin aynadaki değişik görüntülerinden ibarettir. Gerçekte de bir “A” cismi mevcuttur, diğerleri onun değişik görüntülerinden ibarettir. İşte bu gerçek cisim de bizim Allah dediğimiz varlıktır. Bu evrende gördüğümüz tüm varlıklar, aynada olduğu gibi, Allah dediğimiz gerçek varlığın, halden hale geçerek kendisini diğer varlıklarda göstermiş şeklidir, yani Allah’ın unsurlarından ibaret olan görüntülerdir.
Öyle ise biz nereye dönersek dönelim, nereye bakarsak ve neyi görürsek görelim, bu gördüklerimiz, o tek olan, yani “Ahad” olan Allah”ın tecellilerinden başka bir şey değildir. Kur’an’da; “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz nereye dönerseniz orada onun bir yüzü vardır” deniyor. (Bakara, 115) Şu ayette de; “Allah bizzat bütün kainatı kaplamıştır” deniyor. (Nişa, 126) Bunlara benzer örnek ve misallerle gerçekler insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bektaşi Ayin’ül Cemleri, birer “ilim-i Ledün” okuludur, birer tasavvuf okuludur. Bu gibi yerler, ilim ve irfan yuvaları sayılır. Buralarda insanlara Kur’an Batıni anlamları anlatılır, bu sebepten de Bektaşi dergahlarına her önüne gelen kabul edilmez. Bu gibi yerlere kabul edilecek kimseler, bu dergahın başında bulunan mürşit veya rehberlerin kendilerine anlatılacakları ilim ve irfanı, anlama yeteneğine sahip kimseler olmalıdır.
Alevi Ve Bektaşi Tarikatının Ortaya Çıkışı
Hazret-i Muhammed (Sallallahü aleyhi ve Selem), bu dünyanın tertip ve düzeni, dolayısıyla tüm insanlık ile ilgili olan şeriatını tüm ümmetine açıkça bildirmiştir. Ancak, yüksek kişilere mahsus olan Allah’ın “Ulihiyet”i ile ilgili hakikat ilmini ve Kur’an’ın iç yüzünü, yani Batın ilmini, vahdet sırlarını, (halka akılları erdiği kadar açıklayınız) fehvasınca, sadece ashabının en ulularına ve Ehl-i Beyt’ine gizli ve açık olarak bildirmiştir.
Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa’nın, en yakın sahabelerine ve Ehl-i Beytine açıkladığı bu Batıni Hakk yolu da yine açık ve kapalı olmak üzere iki koldan Peygamberimizin ilimlerinin mirasçısı olan Hazret-i Ali (Allah onun yüzünü keremli kılsın) vasıtasıyla günümüze kadar süregelmiştir.
Genellikle “Seyyidüt-Taife” diye anılan “Açık yol”, Cüneyd-i Bağdadi’den bu yana çeşitli kollara ayrılmış ve her kolun, her tarikatın piri, kendisine özgü görüş bildirmiş ve bu görüş doğrultusunda zikir ve taat yolu izlemiş, saliklerini bu yolla Hak ve hakikata ulaştırmaya çalışmıştır.
Bu açık yol tarikatlarında salikin, yani Hak yolcusunun hakikat yolunda adım adım Hakk’a ulaşması Mürşidi tarafından belirlenip öğretilen “esmanın” durmaksızın zikrine ve tesbih edilmesine dayanır.
Hz. Ali’den Hacı Bektaşi Veliye kadar uzanan “Kapalı Yol Tarikatı” da, Hz. Ali’den Selman-i Farisi’ye, ondan Kasım bin Muhammed’e, ondan İmam Cafer’üs-Sadık’a, ondan Bayezıd-ı Bistami’ye, ondan Ebu’l-Hasan’ül-Harkani’ye, ondan Ebu Ali al-Farmandi’ye, ondan Hoca Yusuf-Al-Hemedeni’ye, gelerek ikiye ayrılır. Bir kısmı Hace-i Hecegan Abdulhalık Gecdivani vasıtası ile altı silsilede Hoca Muhammed Bahaeddin Nakşibendi’ye gelerek “Nakşibendi” tarikatını kurar. Diğeri ise Hoca Ahmed Yesevi ve ondan da Şeyh Lokman’ül-Horasani Perende vasıtası ile Bektaşi tarikatının Piri Hacı Bektaşi Veli Horasaniye ulaşarak “Bektaşi Tarikatı” kurulur.
Alevi Ve Bektaşiliğin İnançsal Boyutu
Anadolu’da ve Rumeli’de Pek çok değişik uygulamaları görülen Alevi-Bektaşi ibadetleri, genellikle sözlü, kısmen de yazılı olarak günümüze kadar gelmiş ve yol bir sürek bin bir anlayışı içersinde devam etmektedir.
Sünni İslam inancına göre ibadetin adı “namaz”dır. Alevi ve Bektaşiler ise, “Namaz”ı, dua ve ibadet olarak kabul ederler. Namaz; Farsça bir kelimedir. Kur’an’da ise “Salat” olarak geçer ve Arapça’dır. Salat’ın Türkçe karşılığı, “Dua ve İbadet”tir. Dua ve ibadet; Allah’a yalvarmak ve ondan yardım istemektir.
Halka namazı; İnsanların kadın erkek ayrımı yapmadan bir araya gelerek yaptıkları “dua ve ibadet”tir. Bu toplu yapılan ibadet demektir. Bu ibadetin yapıldığı yere “Cem Evi” veya “Dergah” adı verilir. Bektaşilik de, Dergahın “kapısı”, zahir ve Batın ilmine işarettir; kapının “eşiği”, tarikatın birinci basamağıdır ve kutsaldır. Cem Evinin, yani Dergahın ortasına “Kırklar Meydanı” denir. Meydanın tam ortası “Dar Meydanı” dır. Bu meydan “Dar”a duran kimseleri, her maksudu ulaştıran “sırat-ı müstakim”dir.
Alevi-Bektaşi ibadetinin adı “Halka Namazı”dır. Halka namazına başlamadan önce çerağlar uyandırılır, gönüller birlenir, edep erkan içerisinde “Halka namazı”na geçilir. Alevi-Bektaşi inancına göre, esas Kabe ve Kıble insandır. Çünkü insan, “Kur’an-ı Natık”tır, yani gerçek Kur’an’dır. İnsanın yüzünde “Sebel-Mesani” yani “Fatiha” yazılıdır. Böylece insanın cemali, Hakk’ın cemali sayılır. Halka namazı, cemal cemale kılınan namazdır. Çünkü Cenab-ı Allah Kur’an da, “ben sana şah damarından daha yakınım” diyor. Yine Kur’an da “Ben ana rahminde iken insana kendi ruhumdan ruh üfledim, siz nereye dönerseniz orada benim yüzümü görürsünüz” diyor.
İşte Alevi ve Bektaşiler, cemal cemale ibadet eder, cemal cemale yapılan bu ibadetin adı, “Halka Namazı”dır.
Aslında Sünniler de bu namazı kılarlar. Kabe’de kılınan namaz, halka namazıdır. Bütün Hacı adayları, Hacer-ül Esved’in etrafında halka olup namaz kılar. O vakit Hacer-ül Esved’i yok sayarsak, tüm insanlar; cemal cemale halka namazı kılmış olurlar.
Cenab-ı Allah, Kur’an da, meleklerden, insana secde edilmesini istedi. İblis müstesna, tüm melekler insana secde ettiler. İnsana edilen bu secde, aslında Allah’ın zatına edilmiştir. Aşağıda vereceğim Kur’an ayetleri ile Cenab-ı Allah, bizlerden nasıl bir ibadet ve dua etmemizi istiyor? Bunu yaparken de nelere dikkat etmeliyiz? Tüm bunları, şu Kur’an ayetleri ile görmeye çalışalım:
Cenab-ı Allah, bir kudsi hadisinde: “Levlake levlak lema halakte eflak” buyurmuştur.
Mealen: “Ya Muhammed! Seni varlığım için yarattım ve benim dileğim sensin. Ben on sekiz bin alemi senin için yarattım. Eğer seni yaratmayacak olsaydım, evet sen olmasaydın, yerleri ve gökleri ve her ikisi arasında bulunan tüm varlıkları yaratmazdım” diyor.
Yine Kur’an da: “Kul la es’elüküm aleyhi ecren illel meveddete fil kurba” (Süra, 23)
Mealen: De ki: “Ben tebliğime karşılık sizden, akrabamı sevmeniz dışında hiçbir şey istemiyorum” (Şüra suresi, 23)
Şu ayette de: “İnnallahe ve melaiketehü yusallune alen nebiy, ya eyyühellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima” (Ahzap, 56)
Mealen: “Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, peygamber’e çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona ve yakınlarına salavat getirin ve tam teslimiyetle selam verin” denilmektedir. Bu ayetin inişinden sonra orada hazır bulunanlar. Hz. Peygambere: “Ya Resulullah! Sana nasıl salavat edelim?” diye sordular.
Hz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem: “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed ve ala al-i Muhammed” deyin dedi. Burada geçen “Al-i” sözü, Hz. İmam Ali, Hz. Fatıma, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’i de kapsamaktadır. Böylece Hz. Muhammed ve onun ehl-i Beytine salavat getirmek tüm müminlere farz olmuştur.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun: ona varmaya vesile arayın. Onun yolunda gayret gösterin ki, kurtuluşa erebilesiniz (Maide, 35) Not: Vesile, Allah’a ulaşmanın yollarıdır. Bunlar, ibadet, niyaz, sadaka, adak, kurban vs.
Sana özgü bir ibadet olarak, gecenin bir kısmında, o Kur’anla meşgul olmak üzere uyanık ol. Böylece rabbinin seni övülmüş bir makama (makam-ı Mahmûd’a) ulaştırması umulur. (İsra, 79) Not: Makam-ı Mahmud; Hz. Muhammed’in en büyük şefaat makamı veya cennet.
Rabbinize; boyun bükerek, gizlice ve ürpererek dua edin. O haddi aşanları sevmez. (A’raf, 55) Allah’a korkarak ve umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır. (A’raf, 56)
Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma (A’raf, 205)
Kuşkusuz Rabbin katındakiler ona ibadet etmekten kibirlenmezler, onu tesbih eder ve yalnız ona secde ederler (A’raf, 206) Not: Tesbih’ten maksat, bilerek ve inanarak Allah’ı anmaktır.
Korkuyla ve umarak Rablerine yalvarmak üzere vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızktan Allah yolunda harcarlar. (Secde, 16)
Aklını ve gönlünü işletenler o kimselerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaradılışı hakkında derin derin düşünürler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, şanın yücedir senin. Ateş azabından koru bizi” derler. (Al-i İmran, 191)
De ki: “Dualarınız ve istekleriniz yoksa Rabbiniz size ne yapsın! (Furkan, 77)
“Ey Rabbimiz! Öz benliklerinize zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan olacağız” dediler. (A’raf, 23)
Duaların Kabulü
Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir. (Mü’min, 60)
Kullarım sana benden sorarlarsa ben “Karib”im, gerçekten çok yakınım. Dua edenin çağrısına, bana çağırıp yakardığı anda cevap veririm. Hadi onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğruyu ve iyiyi bulabilsinler. (Bakara, 186) Not: Karib, Cenab-ı Allah’ın sıfatlarındandır. Anlamı: Çok yakında olan. Kullarına şah damarından daha yakın olan. Yakarış ve çağrıları duymada hiçbir aracıya, alamete gerek bırakmayan” demektir.
O, kullarının tövbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. (Şura, 25) Allah, iman edip iyi işler yapanların tövbesini kabul eder, lütfundan onlara, fazlasını verir. (Şüra, 26)
Hani siz rabbinizden yardım ve destek diliyordunuz; o sizin dilediğinize şöyle cevap vermişti; “Hiç kuşkunuz olmasın, ben size meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle yardım ulaştıracağım. (Enfal, 9)
Buraya kadar örnek olarak verdiğim Kur’an ayetlerinden de anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Allah, kullarından ibadet etmelerini istiyor. Bunu da senin kendi iradene, kendine özgü bir ibadet olarak istiyor. Öyle bağırarak, çağırarak değil, senin kendine özgü bir biçimde istiyor. Özellikle Cenab-ı Allah, kullarından Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beyti için sevgi, muhabbet ve salavat istiyor.
İşte biz Alevi ve Bektaşiler, ibadetlerimizi bu Kur’an ayetlerinin yorumuna göre yapmaktayız, yani özellikle ibadetlerimizde Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beytine muhabbet ve salavatı ön plana çıkarmaktayız.
Alevi Ve Bektaşilerde Uygulanan Erkan Çeşitleri
1- Her Perşembe günü akşamı yapılmakta olan normal ibadet erkanı,
2- Birlik (Abdal Musa) kurbanı erkanı,
3- İkrar (Nasip Alma) erkanı,
4- Musahip erkanı,
5- Görgü veya tarik erkanı,
6- Adak veya tercüman kurbanı erkanı,
7- Dar’dan indirme erkanı,
8- Düşkün kaldırma erkanı,
Bunların dışında Nevruz Cemi, Muharrem Cemi, Hızır Cemi gibi Ritüeller mevcuttur. Bu erkan çeşitlerini ve Ritüelleri, yeri geldikçe anlatacağım.
Musahiplik Ve İkrar Erkanı
Musahipliğin Sosyal Yönü
Hazret-i Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Mekke’den Medine’ye hicret edişinin 7.inci ayında “Muhacirler ile Ensar” (Mekke halkı ile Medine halkı) arasında bir kardeşlik (musahip) bağı kurmuştur. Her Mekkeli muhaciri, bir yerli Medineliyle kardeş yaptı.
Bu kardeşlik sayesinde, çok sıkı bir yakınlaşma meydana geldi. Bir evi bölüştüler, beraber yaşadılar, beraber yediler, beraber çalıştılar. Bu kardeşlik bağı öyle kuvvetliydi ki, öz kardeşlik derecesine kadar varmıştı. Bu anlamlı ve güzel hareket üzerine Cenab-ı Allah tarafından Enfal suresinin 72,73 ve 74. Ayetleri nazil oldu. Bu ayetlere göre, musahip kardeşler birbirlerinin malına dahi varis olabiliyordu. Daha sonra Enfal suresinin 75. Ayeti geldi ve bu ayet, ancak kan bağı arasındaki kardeşlerin birbirlerinin malına, yani mirasına varis olabileceğini belirtiyordu.
Ensarla muhacirlerin musahip olmaları neticesinde “sosyal barış” sağlanmış oldu. Bu sayede tüketici durumunda bulunan toplum, üretici toplum haline geldi. Kısa sürede ekonomilerini güçlendirdiler. Ordu teşkilatı kurarak. İslamiyet’i yok olmaktan kurtardılar. Arap yarımadasına yayıldılar. Sahihi Buhari, İslam Dininin yayılmasında da en büyük faktör olarak musahipliği gösterir.
Müsahipliğin Manevi Yönü
Hazret-i Ali’nin aşağıdaki sözleri, İmam Cafer-i Sadık tarafından nakledilmiştir. Zillice ayının on sekizinci günü Mekke ile Medine arasında bulunan “Gadir-Hum” denilen mahale gelindiğinde şu ayet nazil oldu.
Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez. (Maide suresi, 67)
Ey iman sahipleri” Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetimsahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve resule arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa, 59)
Hz. Peygamberimiz, önce Maide suresi, 67 ayeti gereğince kendisine emredileni yerine getirdi ve arkasından Nisa suresi 59. Ayeti açıkladı. Orada hazır bulunan sahabe, “Biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz” diye sordular.
O vakit Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin (Allah onun yüzünü keremli kılsın) elini tutup yukarı kaldırdı ve: “Bu Ali var ya! Eti etimdendir, cismi cismimdendir, kanı kanımdandır, ruhu ruhumdandır” dedi.
Bunun ardından pek çok konulara açıklık getirdikten sonra orada bulunan topluluğa şöyle seselendi: “Ey iman edenler! Bugüne kadar sizinle “Gaza-i Sağir” eyledik, yani İslam dininin yayılmasında büyük başarılar elde ettik. Bundan böyle de “Gaza-i Kebir” edelim” dedi.
Sahabeler: “Ya Resulallah! “Gaza-i Kebir, Şeytanla yapacağımız savaştır, yani Şeytanın verdiği vesveselerle savaşıp, nefsimizi her türlü kötülükten korumaya çalışacağız, esas büyük savaş budur” dedi.
Sahabelerin bunun nasıl olacağını sormaları üzerine Hz. Muhammed: “Biz Ali ile nasıl (eti etimden, cismi cismimden, kanı kanımdan, ruhu ruhumdan) musahip olduk ise, siz de bizim gibi birbirinizle birlik olun, bu dünyada birbirinizle kardeş ( musahip) olun ki, yarın benimle birlikte ahrette de birbirinizi bulursunuz” buyurmuştur.
Burada birinci olarak: Hz. Muhammed’in, Hz. Ali için: “ Eti etimden, cismi cismimden, kanı kanımdan, ruhu ruhumdan” dediğini görüyoruz. Bu musahiplik “Mana alemindeki” musahipliktir. Böyle bir musahiplik ancak “Eti etinden, cismi cisminden, kanı kanından, ruhu ruhundan” olursa, aşağıdaki dörtlüklerdeki musahiplik gerçekleşir.
İkinci olarak: Nisa suresi 59. Ayette, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin “mülk (dünya) aleminde” de birbirlerine varis ve kardeş olduklarını görüyoruz. Ayette: “Ey imansahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin” diyor.
Ayette bahsedilen yönetim sahibinin kim olduğu sorulduğunda, Hz. Peygamber, Hz. Ali olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin kardeşliği, hem “mana” aleminde, hem “mülk” aleminde gerçekleşmiştir.
Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin musahipliğini Pir Sultan, şu aşağıdaki dörtlüklerle ne güzel dile getirmiştir.
Ben bir musahip ararım
Ola bile benim ile
Yad ellerde gurbet elde
Kala bile benim ile
Ola ben olduğum yerde
Kala ben kaldığım yerde
Vadem yetip öldüğüm yerde
Öle bile benim ile
Başına kement bağlaya
Aşkı ciğerim dağlaya
Ben ağladıkça ağlaya
Güle bile benim ile
Bu işler bizim nemize
Kan gitti gelmez benize
Benim düştüğüm denize
Düşe bile benim ile
Pir Sultanım haldaş ola
Yola gidene yoldaş ola
Yaremi saran kardeş ola
Sara bile benim ile
Musahipliğin Hukuksal Yönü
Musahiplik insana bir sorumluluk yükler, musahip olan canlar, sadece kendi nefsinden, kendi canından sorumlu olmazlar. Musahiplik dört can bir can olmak demektir. Musahiplerden birisi bir kusur işlese, diğer üçü de o kusura ortak olurlar ve dördü birden o cezayı çekerler.
Musahip veya yol kardeşliği, “ikrar ve ahitleşme” demektir. Mürşit ve cem halkı önünde bu biat veya ahitleşmeyi yapan kimselerin, üzerlerine ayrıca bir de musahiplik hutbesi okunarak yol kardeşliği veya musahiplik tesis edilir.
İkrar (Biat) Ve Müsahiplik Hakkında Kur’an Ayetleri Ve Hadisler
1- İlk biat veya ikrar, Cenab-i Allah ile ruhlar arasında gerçekleşti. Cenab-ı Allah, önce ruhları yarattı ve onlara, “ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye sordu. Ruhlar da: “Evet sen bizim Rabbamizsin” dediler. Bu hususta şu Kur’an ayeti indi:
Hani Rabbin, ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim? Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. Kıyamet günü, “biz bundan habersizdik” demeyesiniz. (A’raf, 172)
2- Hazret-i Peygamber efendimiz, Hicretin altıncı yılının kasım ayında, beş yüz kadar sahabeyle birlikte “umre” ziyaretini yapmak üzere Medine’den Mekke’ye hareket etti. Mekke’ye bir konak mesafede bulunan “Hudeybiyye mevkine” gelince, Mekke’ye haber gönderdi. Ancak Mekkeliler buna razı olmadılar ve derhal savaş hazırlıklarına başladılar. Hatta Halid bin Velid’in emrinde iki yüz atlıyı Medinelilerin üzerine gönderdiler. Bu haberi alan Hz. Peygamber, bir ağacın altına oturdu, sırtını ağaca dayayarak bütün ashabın ölünceye kadar savaşacaklarına ve kendisinden ayrılmayacaklarına dair “biat” etmelerini istedi. Bunun üzerine sahabeler, birer birer gelip biat ettiler. Bu durumu öğrenen Kureyşliler, Hazreti Peygamberle barış yapmak zorunda kaldılar. Bu barışın adı “Hudeybiyye” barışıdır.
O vakit mealen şu ayet nazil oldu: “ O seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim “ahdini” bozar, döneklik derse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözde vefalı davranırsa, Allah ona büyük ödül verecektir” ( fetih suresi ayet 10)
3- Yine fetih suresi ayet 18, mealen : “And olsun, Allah müminlerden, o ağacın altında sana biat ettikleri sırada oşnut olmuştur. Onların gönüllerindekini bilmiş, üzerlerine huzur ve sükün indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih nasip etmiştir.” (Fetih, 18)
Hudeybiyye biatı dolayısıyla bu ayetler nazil olmuştur. Yapılan bu biata “Razılık Biatı” anlamına gelen “Biat’ür-Rıdvan”, o ağaca da “razılık ağacı” anlamına gelen “Şeceret’ür-Rıdvan”denmiştir. Zaman içersinde insanlar, bu ağacı kutsal saymışlar ve ziyaret etmeye başlamışlardı. Bu durumu öğrenir Halife Ömer, bu ağacı dibinde kestirmiştir.
4- Hani Allah, peygamberlerden : “Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlak inanıp yardım edeceksiniz” diye söz almış, “kabul ettiniz ve “ahdimi” yüklediniz mi?” dediğinde, “kabul ettik” cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: “O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” buyurmuştu. (Al-i İmran, 81)
Artık bundan sonra kim dönerse işte onlar, yoldan çıkanların ta kendisidir. (Al-i İmran, 82)
5- Birinci Akabe biatı Miladı, 621. yılında gece yapıldı.
6- İkinci Akabe biatı miladı 622. Yılında gece yapıldı ve kırk sekiz kişi katıldı ve 12 hizmet ve 12 hizmet ifa edildi.
7- Ey peygamberler” İnanmış kadınlar sana gelip Allah’a hiçbir şey ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ortaya sürmemeleri, iyi bir işte sana isyan etmemeleri hususunda seninle bey’atleşmek isterlerse, onlarla bey’atleş ve onlar için Allah’tan af dile. Kuşkusuz, Allah Gafur’dur, Rahim’dir. (Mümtehine, 12) Not: Bu biatleşmeye 12 kişi katıldı.
Musahip (Yol Kardeşe) Olan Kimselerin Yükümlülükleri
Yukarıda musahipliğin, sosyal, mana, mülk (dünya) ve hukuksal boyutlarını gördük. Buna göre musahipliğin esasları şöyle olmalıdır:
1- Musahip olacak kimseler, uzun zaman birbirlerini denemeli, her yönleriyle birbirleriyle anlaşacaklarına kanaat getirmelidirler.
2- Hem maddi, hem manevi olarak birbirlerine destek olacaklarına gönülden inanmalı ve özlerini birleştirmelidirler. Özde ve gönülde birleşmeyen kimseler, gerçek müsahip sayılmazlar.
3- Genellikle birbirine denk aileler arasında kardeşlik kurulmalıdır. Aralarında fazla bir yaş farkı olmamalı, birisi çok zengin, diğeri çok fakir olmamalır. Eğer biri çok zengin, diğeri fakir olursa, fakir olan kardeş, her zaman zengin olan kardeşin karşısında kendisini ezilmiş olarak görür.
4- Her yönüyle geçinebileceklerine karar veren iki çift talip, önce anne ve babasından, daha sonra da bağlı bulundukları ocağın Mürşidinden izin rıza alır. Tüm eş, dost ve girecekleri cemin canlarından “rızalık” alırlar.
5- Yapılacak bir Ayin-i Cem töreninde, musahipliğin tüm hukuksal yükümlülüklerini yerine getirirler. Örneğin.:İkrar verip üzerlerine musahiplik hutbesi ve “Yedullah” ayeti okuturlar. Bugüne kadar işlemiş oldukları suçları için mürşidin önünde tövbe ederler. Can kulağı ile mürşidin öğütlerini dinlerler ve gereğini yerine getirirler.
6- Her yıl, Mürşit ve Ayin-i Cem önünde senelik görgü veya sorgusunu yerine getirip, üzerinde kul hakkı bırakmazlar.
7- Eğer herhangi birisi, ahdinde durmayıp vermiş olduğu ikrarı bozarsa, hem Allah nezdinde; hem de Ayin-i Cem önünde kusur işlemiş olur ve cemden kovulur. Bu kimse ile birlikte diğer üç can da düşkün olur.
8- Musahip musahibine hem malıyla, hem canıyla bağlanmalıdır. Birisinin sevinci, mutluluğu, diğer kardeşin de sevinci ve mutluluğu olmalıdır. Bir kardeşin sıkıntısı ve kederi, diğer kardeşin de sıkıntısı ve kederi olmalıdır.
9- Musahip kardeşler, birbirlerinden habersiz hiçbir iş yapmamalıdırlar. Ayrıca mürşitlerinden ve rehberinden habersiz hiçbir iş yapmayalar. Hiçbir zaman rızadan ayrılmayalar.
Görgü Cemi Veya Tarik Erkanı
İkrar verip Hak-Muhammed Ali yoluna girmiş bulunan canların, her sene görgüleri yapılır. Bu bir nevi ikrar yenilemek veya tazelemek anlamına gelir.
Bu erkanın bir adı da “Ezine” erkanıdır. Ezine,Cuma gecesi, yeni Perşembe gününün akşamı demektir. Bu erkan, genellikle Cuma geceleri yapılmalıdır.
Tarik, buna bazı yerlerde “erkan” veya “zülfikar” da denilmektedir. “Tarik” tarikatın kısaltılmıştır. Bir nevi tarikat anlamına gelmektedir. Zülfikar da malumumuzdur.
Bütün “tarikat” lar, birer “nefs” terbiyesi yoludur. Hak teala en mükemmel biçimde yaratmış ve ona akıl, fikir, zeka, mantık vererek, diğer yaratılanlardan üstün kılmıştır. İnsan anasından doğduğu zaman tertemiz ve saftır. Cenab-ı Hak Teala, insanın tekrar bu haliyle kendisine dönmesini istemektedir.
İşte bu sebepten, zaman zaman peygamberler göndermiş ve peygamberlere; insanları doğru yola sevk etmeleri için kitaplar göndermiştir. Bu kitaplar; “Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an” dır. Kitap sahibi olan peygamberler, Allah’ın tüm buyruklarını insanlara bildirmişler ve doğru yoldan ayrılmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak insanlar, bunları gereği gibi anlayamamışlar ve bir “rehbere” gereksinim duymuşlardır. Bu durum, giderek tarikatların ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
Yukarda belirttiğim gibi bütün “tarikat”lar birer nefs terbiyesi yoludur. İkrar vererek, yani yemin ederek Hak Muhammed Ali yoluna giren bir talip, Hak, Muhammed Ali’ye “biat” etmiş sayılır. Hazret-i Peygamberin dostuna dost, “tevella”, düşmanına düşman olacaklarına “teberra” yemin ederler. Her türlü kötülükten uzak durup, bütün insanlarla iyi geçineceklerine ve Cenab-ı Allah’ın isteği şekilde bir mümin olacağına yemin ederler. Bunu yukarıda ikrar bölümünde görmüştük.
İşte tarik erkanı dediğimiz “erkan”, bir nevi ikrar veren veya musahip olan kimselere vermiş olduğu ikrarı hatırlatmaktadır. Tarikat şeyhleri, pirleri, babalar, mürşitler ve mürebbiler talipleri, Hak Muhammed Ali yoluna sokup, yemin ettirip salıvermezler. Bazı yörelerde veya cemlerde senede bir defa, bazı yörelerde kırk günde bir, bazı yörelerde de kışa girerken yani; ekim ayının sonuna doğru bir de Muharrem orucunun bitiminde, aşure dağıtılırken baş okuturlar. Ezine gecesi bütün talipler, tepeden tırnağa yıkanırlar ve abdestlerini alıp en temiz ve özel kıyafetlerini giyerek cem evine gelirler. Erkan tutulup halka namazı kılındıktan sonra, tarik veya görgü hizmeti başlar:
Önce tarik çubuğu dediğimiz “tarik” Baba ve onun yanında oturan iki kişi tarafından, niyaz edilerek tekbirlenir. İlk önce on iki hizmetten birisini icra eden cemin tarikçisi, huzura gelip Dar’a durup özünü Dar’a çeker ve şu tercümanı okur.
“Bism-i Şah Allah, Allah
Can-ı dilden bel bağlayıp evliya erkanına
Hamd-ü lillah yine durdum pirimin divanına
Çok kusurum var aman el aman zikriderek
Sığınıp geldim erenler lütf-u ihsanına
Canım kurban, tenim kıldım bu yolda tercüman
Allah eyvallah candan, pirinin fermanına
Ber-cemali Muhammet Ali, Kemal-i İmam Hasan ve İmam Hüseyin ala ra Bülent’e salavat”
Baba: Darda duran taliplere: “eyvallah canlar, şu anda ölmeden önce ölmek üzere mahşer davasını vermek üzere Hak huzurunda özünüzü dara çekmiş bulunuyorsunuz. İkrarınızda sabit kadem misiniz?” diye sorar.
Darda duran talipler: “Eyvallah” derler.
Baba: Bu cemden veya dışarıdan, herhangi birisi gelip sizden bir hak, hukuk talep ederse, helalleşmeye razı mısınız?” diye sorar.
Darda duran talipler: “Eyvallah erenler, döktüğümüz varsa dolduracağız, ağlattığımız varsa güldüreceğiz, eğer üzerimizde kul hakkı varsa helalleşeceğiz, borçlu kalmak istemiyoruz” derler.
Baba: Bu defa ayin-i ceme hitaben: “eyvallah ayin-i cem kardeşler, bu canlar “mahşer” davasını burada vermek üzere şu anda seccade üzerinde özlerini dara çektiler. “Döktüğümüz varsa dolduracağız, ağlattığımız varsa güldüreceğiz, yıktığımız varsa doğrultacağız” diyorlar. Ölmeden önce ölmüş ve bütün benliklerinden geçmiş olan bu kardeşlerimizin ağrınmış, incinmiş ve kendilerine bir hakkı geçmiş varsa dile gelsin, bile gelsin hakkını talep etsin. Çünkü Cenab-ı Hak eğer siz can-ı gönülden tövbe ederseniz bende sizin tüm günahlarınızı bağışlarım. Ancak bana kul hakkı ile gelmeyin buyurmuştur.
O vakit bütün talipler: “Eyvallah baba erenler, bizim kendilerinde bir hakkımız hukukumuz yoktur. Bilmeyerek bir hakkımız geçti ise helal olsun, helal olsun, helal olsun” diyerek 3 defa tekrar ederler.
Baba: Bu beyan üzerine, darda duran taliplere: “Eyvallah canlar, bütün talipler size olan hakkını, hukukunu helal ettiler. Biz sizi kendi beyanınıza bırakıyoruz. El gövdenin kaşındığı yeri bilir. Dilinizle söylediğinizi kalbinizle tasdik ediyorsanız seccadeye niyaz edin” der.
Darda duran talipler, babanın önünde seccadeye niyaz ederler ve üzerlerine beyaz çarşaf örtülür. Baba yerini en yaşlı talibe bırakır, ayağa kalkar ve tarikçi ve eşini tarikten geçirir. Tarikten geçirirken aşağıdaki işlem yapılır.
Baba, önce taliplerin üzerine “nat-ı Ali” duasını ve Fetih Suresinin 10. Ayetini “Yediullah” ayetini okur ve arkasından şöyle devam eder:
“Bismişah Allah Allah!: Ber-Cemali Muhammet Ali, Kemal-i Kadir, İmam Hasan ve Hüseyin ala’ra Bülent-e salavat, Allahümme Salli ala Muhammet va ala Al-i Muhammet. Günahkarım günahımı affet ya Muhammet Mustafa, Ali dergahta, Hüseyin Kerbela da sırrı hak için tövbe günahlarımıza yarabbi, estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah. İzn-i halife, tarik, iman, üstaz, nefes, erkan, meşayih destur şah buyur.”
Babanın yerine vekil olan kimse “pençe-i Ali” der.
Baba, “ya Allah, ya Muhammet, ya Ali, şah Hasan ve şah Hüseyin” diyerek tarik çubuğunu taliplerin üzerine değdirerek çeker. Bu işlemden sonra talipler, kalkıp “ve lillahil maşrık-ı vel mağrip-i peymana tüvellü fesemme vechullah.” diyerek babaya ve tarik’e niyaz ederler. Daha sonra baba sol başta tarikçi ve eşi darda dururlar. Baba şu tercümanı okur:
“Bismişah Allah Allah!:
Hüü!..
Tarik paklığına, sır pekliğine, düldül yürüklüğünü, zülfükar keskinliğine, iki cihanda yüz aklığına, sürüsü kabullüğüne, şah Ali devletine gerçek erenlerin keremine, babanın birliğine ya Aliyy hüü!” deyince baba ayakta kalır ve tarikten geçenler secdeye vararak yere niyaz ederler.
Görgüsü yapılan talipler ayağa kalkıp cemde olan tüm canlara niyaz ederler; canlarda onlara; “miraç’ınız kutlu olsun” diyerek kutlamada bulunurlar.
Daha sonra baba yerine oturur ve görevi tarikçiye teslim eder. Bunun ardından ikrar verme sırasına göre tüm talipler eşleri ile birlikte görgüden geçerler, musahipli olanlar, 4’ü birlikte görgüye dururlar. Bu anlattığım erkan, bazı yörelerde tarik yerine “el-pençe” çekilir. Bazı yörelerde de “baş okutma” şeklinde yapılmaktadır. Nasıl yapılırsa yapılsın, önemli olan insanı kendi özünü dara çekip, helallik istemesi ve üzerinde kul hakkı bırakmamasıdır.
İSLAM TASAVVUFU VE FELSEFE
HAKKI SAYGI
Felsefenin pek çok dalı bulunmasına rağmen, ben burada, İslam tasavvufu felsefesi başta olmak üzere, her çeşit felsefi, dinî ve mistik gerçeklerden; felsefe ile yakın ilişkisi bulunan maddi ve manevi ilimlerin müsbet verilerinden ve özellikle, “İslam Dini” yönünden de Kur’an ve hadis bildirilerinden işleyeceğim konularla, Alevi ve Bektaşi, inancına ışık tutmağa çalışacağım.
Konumuzu daha iyi anlayabilmek için “Tasavvuf ve Felsefe” hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. İnsanlık âlemi, “Tasavvuf ve Felsefe” üzerinde pek çok çalışmalar yapmıştır. Tasavvuf sözcüğünün anlamı, “Sofulaşma veya gönlünü Allah sevgisine bağlama” anlamındadır. Felsefe sözcüğü ise; “Hikmet bilgisi veya hikmet ve marifet sevgisi” olarak tanımlanmaktadır.
İnsanoğlu, görünür ve bilinir bir beden ile bu bedeni izafi olarak içten ve dıştan kaplamış bulunan görünmez ve bilinmez bir ışınsal bedenden (ruh) iki yönlü olarak yaratılmış bir bilinmeyendir. Ancak, bu bilinmeyeni bilinir kılmak ve insan denen bu gizli hazineyi bulup ortaya çıkarmak yine insana düşmektedir. Çünkü, bu bilinmeyeni, çözebilecek ilâhi bilgi, yine insana bahş edilmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah, Kur’anda: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin sûresi, 4) ve “Biz hakikatten insanoğlunun şan ve şeref sahibi kıldık” denilmektedir. (İsra, suresi, 70)
Görülüyor ki Cenab-ı Allah, insanı en mükemmel, şan ve şerefli kılmış, ancak, bu şan, şeref ve mükemmellik, suret bakımından değil, siyret bakımındandır, yani ruh, akıl, sezgi ve ahlak güzelliği bakımındandır.
İnsanoğlu “Akıl Yolu” ile bilinmeyene ulaşmaya çalışır. Bunun içinde şu iki yolu izler:
Birincisi, tikelden tümele, yani parçalardan bütüne, olaylardan kanunlara varmaktır ki bu yol, duyumlardan elde edilen kavramlara dayanır ve deney yoludur.
İkincisi, tümelden tikele, yani bütünden parçalara, kanunlardan olaylara varmaktır ki bu da dış âlemle hiçbir ilgisi bulunmayan, ancak, doğuşta ruhta var olan kavramlara dayanma yoludur, akıl ve ideal yoludur.
Bir başka yol da, “Sezgi” yoludur: Sezgi yolu, bir ilham, bir vecd, tefekkür, gerçekle doğrudan doğruya bir ilgi kurma yoludur.
Sezgi yolu, konuyu bir anda ve bütünlüğü ile kavrayıştır ki bu yol aşk ve muhabbete dayanır. İnsan bir anda vecd ile kendinden geçer ve ilâhi aşka gelerek o, konu ile buluşur ve bütünleşir.
Ne aradığını bilmeyen, bulsa da fark edemez sözünden hareket eden kâmim insan, gerçeğin ne olduğunu önce kendi aklı ile bilir, daha sonra da bu akıl ile elde ettiği bilgisini “sezgi” ile bulur ve yaşar. Ve sonunda da aradığı gerçeğin kendisi olduğunu öğrenir ve kendisi olur. Aslında bütün insanlar aynı yolu izleyerek, kendilerini yaratan o yüce varlığa, yani Rabbına ulaşabilir ve sonunda da kendisini bulur.
Burada esas bilinmesi gereken en önemlisi, en küçük bir yaratık veya varlıktan Allah’a ulaşan ve Allah’tan da en küçük varlık ve yaratığa ulaşan bu bilme ve bulma metodunda, konuların ve bilinmeyenlerin, en sonunda gelip dayandığı asıl bilinmesi gereken insanın kendisidir, insanın kendi nefsidir ve mahiyetidir.
İşte insan, bu gerçekleri bilirse, nereden gelip nereye gideceğini de bilip, nefsine ve Rabbına arif olursa, böylece de kendi bilinmezliğini, kendi muammasını bilmiş olur ki bu da her insan için zorunludur.
Doksan dokuz güzel isme ve daha ne kadar sıfat varsa hepsine genel olarak “ Subhani” sıfatlar denir. İnsan, Subhani sıfatlar üzere yaratılmıştır ki bütün bu sıfatlar insandadır. Cenab-ı Allah, insanı en güzel biçimde, yani “Lekad haleknel insane fi ahseni takvim”(Tin,4) üzere yaratmış, tüm celal ve cemal sıfatları onun üzerinde toplamıştır. İnsandan başka tüm varlıklar, Allah’ın gölgesidir. İnsan sureti ise Allah ile varlıkları arasında her şeyi kendisinde toplayan bir berzah noktasıdır. Başka bir deyişle, Allah ile âlemler arasında bir kavşak noktasıdır. Ancak, bu kadar mükemmel olan insanın da, kendisini yaratan o yüce varlığa karşı yükümlülükleri, bulunmaktadır ki insan da bunun bilincindedir. Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız insanoğlu, hangi inançtan olursa olsun,hangi düşünceye sahip bulunursa bulunsun, var olduğu günden bu yana devamlı olarak bir arayış içerisinde olmuştur. Bu insanoğlunun yapısında evrensel olarak mevcuttur. Görülüyor ki, insanoğlu, kendisinde evrensel olarak mevcut bulunan Allah mevhumunu ve kendi yaradılışını, yani kendisinin bilinmeyen ve gizli olan sırrını, çözebilmek için ve böylece hakikate ulaşabilmek için Hıristiyan âlemi ve İslam âlemi olarak büyük bir çaba gösterilmiştir. Hatta bu yolda çok önemli bilgiler elde edilmiştir. Yukarıda uzun uzun açıklamaya çalıştığım bu yollar, insanoğlunu hakikate götürecek olan yollardır, sırat-ı müstakimdir. İnsanı Hakk’a götürecek olan bu yollara, “Tarikat” adı verilmiştir. Bütün tarikatlar aslında birer nefs terbiyesi yoludur.
TARİKATLAR VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞI
Cenab-ı Allah, kulları arasında hiçbir zaman ayrım yapmaz. O, “Rabbülalemin” dir, yani âlemlerin Rabbıdır ve onun nezdinde tüm insanlar eşittir. Ancak insanlar, Allah’a olan inançları bakımından çeşitli dinleri benimseyebilirler ve bununla da yetinmeyip çeşitli vesilelerle tanrıya ulaşmanın yollarını arayabilirler. Bu yollara biz “Tarikat” diyoruz.
Bir baba veya anne, evlatlarına karşı nasıl şefkatli ise, Cenab-ı Allah’ta kullarına karşı öyle şefkatlidir. Bir baba, ister erkek ister kız olsun hiçbir ayrım yapmadan evlatlarının ileride sıkıntıya düşmemesi, tüm zorluklara karşı koyabilmesi ve yaşamı boyunca her türlü güçlüğe göğüs gerebilmesi için onu en iyi eğitim kurumlarında eğitip, irade sahibi birisi olmasına çalışır. Bir babanın evlatları için düşündüklerini, Cenab-ı Allah’ta kulları için düşünmektedir. Ana rahminde iken kendi ruhundan üflediği ve en mükemmel olarak tertemiz yarattığı insanı, tekrar kendisine tertemiz olarak geri dönmesini istemektedir.
Nasıl ki bir baba, evladının başarılı olması ve tüm zorluklara göğüs gerebilmesi için onu eğitmiş ise, tanrı da kullarının eğitilmesi ve doğru yola gitmeleri için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin bazılarına kitap indirmiştir. (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an). Peygamberlerin bazıları sözlü bazıları ise hem sözlü hem de Allah tarafından indirilen kitaplardaki buyrukları tebliğ ederek insanları, doğru yola götürmeye çalışmışlardır. Fakat insanlar, bu peygamberlerin söylediklerini ve kitaplardaki tanrı buyruklarını gereği gibi anlayamamışlardır. Ancak zaman içersinde bu tanrı buyruklarını, insanların anlayabileceği bir şekilde onlara anlatabilecek insanlar ortaya çıktı ve bu insanlar, halkın ilgisini çektiler. Çünkü bu insanlar, tanrı buyruklarını bazı örnekler ve sembollerle onların anlayabilecekleri bir lisanla insanlara anlatmaya çalıştılar ve bunda da başarılı oldular. Bu gibi insanlara, “Şeyh veya Mürşit” denilir ve Mürşit, yol gösterici demektir. Bu yol gösterici insanların takip ettikleri yollara da “Tarikat” denildi. Bütün tarikatlar, birer nefis terbiyesi yoludur. Tarikatlar hiçbir zaman kötü emellere, siyasi emellere alet edilmemelidir. İster Alevi Bektaşi olsun ister Sünni olsun insanlar, “Şeri” bilgilerin dışında birtakım ilâhi bilgilere ihtiyaç duydular ve bu bilgileri alabilecekleri bazı tarikat ehli kimselerin etrafında toplanmaya başladılar. İslamiyet’i kabul ettikten sonra Türkler arasında kuvvetli bir “Tasavvuf” cereyanı meydana geldi. Bu sahada çok değerli tasavvuf erbabı kimseler yetişti. Bunlar arasında Ahmet Yesevi, Horasanlı Beyazıd-ı Bistami, Hallac-ı Mansur ve Cüneyd-i Bağdad-ı gibi isimler en önde gelenler arasında bulunuyorlardı. Bunlar arasında bulunan Ahmet Yesevi, Buhara’ya giderek Hazret-i Peygamberin soyundan gelen Şeyh Yusuf Hamedeni’ye intisab etti ve onun halifeliğine kadar yükseldi. Ahmet Yesevi’nin başlatmış olduğu tasavvuf cereyanı, Hz. Peygamberin soyundan gelen sekizinci İmam Ali Rızanın netfun bulunduğu Horasan bölgesinde de pek çok Alp Ereninin yetişmesine vesile oldu. Türklerin Anadolu’ya geçişi sırasında, Süceattin Ebül-Beka Baba İlyas Horasani, Abdal Musa, Mevlana, Celaleddin-i Rumi ve daha sonra Hacı Bektaşi Veli gibi önemli tasavvuf erbabı kimseler, Anadolu’ya geldiler. Anadolu’ya ilk gelenler arasında “Baba İlyas” bulunmaktadır. Baba ilyas, önce İbrahim Beyoğlu “Yağı Basan Bey” tarafından Kayseri Kadılığına getirildi. Daha sonra da Konya’da Selçuklu tahtına getirilen birinci “Aleaddin Keykubat” tarafından “Mesudiye Şeyhiliğine” getirildi. Baba ilyas, Mesudiye Şeyhliğinin başına gelince, Türkmenler arasında rağbet gören batiniliğe dayalı bir tarikat kurdu ve bu tarikatın adı “Babailik” idi. Babailik, İslam Dinini kendi yorumlarına göre kabul eden, yani İslam öncesi inançları (Şamanlık-Zerdüştlük) ile İslami inançları harmanlayarak, kendisine özgü yeni bir İslam sentezi benimsemişler, Kur’anın gerçek manasına da vakıf olmuşlardır. Baba İlyas’ın kurmuş olduğu Babailik tarikatına mensup bulunan bu inanç mensupları, daha sonraları Hacı Bektaş-ı Velinin etrafında toplanmışlardır. Bu tarikat mensuplarına bugün Alevi veya Bektaşi denilmektedir. Alevilik, geniş anlamıyla Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Ehlibeyt taraftarı, yani Hz. Peygamber, Hz. Ali ve onların soyundan gelenlere, büyük bir muhabbet ve saygı ile bağlanan kimse demektir. Bektaşilik ise, Alevi inancına sahip olan, Hacı Bektaş-ı Velinin eline, beline ve diline sahip olma felsefesini benimseyerek günümüz şartlarına göre bu yolu izleyen kimse demektir. Tarikatlar, birer nefis terbiyesi yoludur, birer “Sırat-ı Müstakım” dır, yani doğru yoldur. Bu yolların başında bulunan kimselere “Şeyh ve Mürşid”denir. Bu yollardan birine girip, bu yolda nefsini terbiye etmek isteyen kimselere de “muhip, mürit, talip, derviş” gibi isimler verilir. Bu hususta şu Kur’an ayetine dikkatinizi çekmek istiyorum: Allah’a inanıp ona sarılanları, o kendisinden bir rahmetin ve lütfun içine sokacak ve onları kendisine ulaşan dosdoğru bir yola kılavuzlayacaktır. (Nisa, 175) İnsan ne kadar bilgili olursa olsun muhakkak bir kâmil insan tarafından irşad edilmeye muhtaçtır. Sen ne kadar bilgili olursan ol, elbette senden daha iyi bilen biri vardır. Buna şu Kur’an ayetini örnek gösterebiliriz: Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz biz. Her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır. (Yusuf, 76)
Yazmaya başlarken Cenab-ı Allah, “Rabbülalemin”dir, yani bütün âlemlerin Rabbıdır demiştim. Çünkü Cenab-ı Allah, insanları, renklerine göre, erkek veya kadın olduklarına, şu veya bu dine, mezhebe ve tarikata mensup olduklarına göre değerlendirmez. Cenab-ı Allah, şu Kur’an âyetlerinde: “Ben, cinleri ve insanları sadece bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım” diyor (Zariyat, 56) Birde şu ayetlerde: “Kendi kendine, Rabbini, yalvarıp ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Gafillerden olma” (A’raf, 205); Rabbinin katında onlar, büyüklük taslayıp ona kulluktan yüz çevirmezler. Onu tesbih ederler ve yalnız ona secde ederler” denilmektedir. (A’raf, 206)
Görülüyor ki Cenab-ı Allah, insanlardan sadece ve sadece kendisine ibadet edilmesini, daima kendisine tesbih ve zikir edilmesini istemektedir. Ancak bunları yaparken de öyle bağırarak çağırarak değil, öz benliğinin içinde yalvarıp ürpererek ve bağrıltılı olmayan bir sesle yapılmasını istiyor. Çünkü Cenab-ı Allah, Kur’anda: “Yemin olsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” demektedir. (Kaf, 16)
Konumuz tarikatlar ve tarikatların da birer nefis terbiyesi yolu olduğunu söylemiştim. Bu konuyu birde şu Kur’an ayetleri ile ele alalım: “Hiçbir günahkar, bir başkasının günahını yüklenemez. Arınıp temizlenen, kendi benliği için arınıp temizlenmiş olur” (Fatır, 18); “Nefsimi ak pak gösteremem. Çünkü nefis, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emir ediyor.” (Yusuf, 53)
Görülüyor ki Cenab-ı Allah, bu kur’an ayetlerinde ve bunlara benzeyen pek çok ayette nefis ile ilgili olarak bilgi vermiştir. Yukarıda da söylediğim gibi bu konuları bize açıklayacak ve bunların gerçek anlamlarını bizlere anlatacak olan insanlara, bizlerin ihtiyacı vardır. Nefisini terbiye edebilmek ve kendi öz benliğini öğrenebilmek için Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dergahında senelerce odun taşımış, söylendiğine göre, “dergaha odunun eğrisi bile giremez” diyerek odunların düzgünlerini taşımıştır. Buradan şunu anlıyoruz, bilgiyi almak için bir emek gerek, hizmet gerek ve bu hizmeti yaparken de doğruluk gerek, eğer gayemiz nefsimizi terbiye ederek kendi özümüzü temizleyip Allah’ın rızasını kazanmak ise, bu yolda yürürken de daima doğruluktan ayrılmayacağız.
Hakikat yolcusunun Hak yolunda ilerlemesi için şu yedi merhaleyi de bilmesinde fayda vardır:
Kur’anda: “Nefisini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen ise ziyan etmiştir” deniyor. (Şems, 9,10)
Ayrıca, Peygamberimiz: “Men arefe nefsehu fakad arefe Rabbehu”, yani nefisini bilen Rabbini bilir demiştir. Hadise göre, insanın nefsini ve rabbini bilmesi için nefis terbiyesi ile elde edilen yolları ve merhaleleri şu şekilde sıralayabiliriz.:
1 – Birinci Merhale: Bu merhalede manevi yolcunun makamı emmare, seyri seyr-i ilallah (Allah’a doğru seyr), hali havf ve rica, zikri Allah’tan başka tapacak yoktur anlamındadır.
2 – İkinci Merhale: Bu merhalede manevi yolcunun makamı levvame, seyri seyr-i ilallah (Allah için seyr), hali sıkılma ve ferahlama, âlemi “berzah âlemi”, zikri Allah’tan başka maksut yoktur anlamındadır. Bu makamda manevi yolcunun derecesi, ilme ait yakındır.
3 – Üçüncü Merhale: Bu Merhalede manevi yolcunun makamı mülheme, seyri seyr-i alallah (Allah üzerine seyr), hali heybet âlemidir. Zikr Allah’tan başka mahbub yoktur anlamındadır. Manevi yolcu bu makamda, ahiret mükafatından da vazgeçerek yalnız Allah’ın muhabbetini ister. Bu makamda manevi yolcu, tüm varlığın zikir ve tespihlerini duyar. Onda, Allah’ın isimlerinin, fiillerinin tecellisi zuhur eder ki bu gerçek ilk keşiftir. Bu makamda onun yakın derecesi ayne ait yakındır. Bu makamda artık tam bir teslimiyet vardır.
4 – Dördüncü Merhale: Bu merhale de manevi yolcunun makamı mutmainne, seyri seyr-i maallah (Allah ile seyr), hali kah sarhoşluk, kah ayıklık, âlemi “ceberrut âlemi”, zikri Allah’tan başka mevcut yoktur anlamındadır. Bu makamda manevi yolcunun gönlünde dünya ve dünyaya ait hiçbir şey kalmaz. Ona hakim olan ancak Hakkın fiillerinin tecellisidir. Bu makamda manevi yolcu varlıktaki şeylerin çoğunu hal ile anlamaya ve bazı keşiflere de ulaşmaya çalışır. Böylece gerçek olan ikinci keşfe kavuşur ki buna “Feth-i Mübin” derler.
5 – Beşinci Merhale: Bu merhale de manevi yolcunun makamı raziye, seyri seyr-i fillah (Allah’ta seyr), âlemi “lahüt âlemi” mahalli sırrın sırrıdır.
Manevi yolcunun bu makamda zikri Allah’tan başka mevcut, maksut, mahbub yoktur. Bu makamda olan manevi yolcu, Allah nazarında da insanların gönlünde de sevgili ve saygılıdır. Bu makamda kul Allah’tan, Allah’ta kuldan razıdır. Bu hususta şu Kur’an ayetini gösterebiliriz: “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen ondan hoşnut, o da senden hoşnut olarak Rabbine dön...” (Fecr, 27,28)
6 – Altıncı Merhale: Bu merhale de manevi yolcunun makamı mardiye,zikri ya kayyum! seyri seyr-i anillâh (Allah’tan seyir) hâli temkin ve hayret, âlemi “şahadet âlemi”dir. Bu makamda manevi yolcu, güzel huylu, bağışlayıcı, ayıpları örtücü, herkese karşı iyi düşünür, insanlara lütuf ve şefkatle muamele eder. Bu makamda fiillerin tecellisine ulaşılır. Bu makama ulaşan manevi yolcu Hak ile Hak muhabbetini birleştirme yetkisine sahiptir ve daima halk içerisinde bulunur. Bu makam büyük halifelik makamıdır ki akıl ile algılanmayıp ancak hâl ve zevk ile anlaşılabilir. Bu makamda bulunan kimse eşyanın hakikatini ve sırlarını, Allah’ın ilmi ile bilir ve ona Hak yolu makamının en yükseği olan “Adem’e Mahsus Suret” keşif olunur. Bu makama kadar manevi yolcu, makamları riyâzet ve mücahede (nefsi yenmek için yapılan mücadele) ile elde eder fakat, bu makamdan yedinci makama geçebilmek için mutlak ve mutlak Hakkın cezbesi yani manevi yolcuyu bizzat Hakk’ın kendisine çekip kavuşturması gerekir.
7 – Yedinci Merhale: Bu merhalede manevi yolcunun mertebesi ve yakın derecesi, Hakka ait olmakla Hakk’alyakîn mertebesidir. Seyri seyr-i billah (Allah’tan dolayı seyr), hâli bakâ, âlemi kesrette vahdet ve vahdette kesrelttir, yani çokluk âleminden birlik âlemine ve birlik âleminden de çokluk âleminedir. Bu makamda artık nefis mücadelesi bitmiş, riyazet ve mücahedeye (dünya lezzetlerinden sakınmalar) ihtiyaç kalmamıştır. Bütün makamların üstünde bulunan bu makama ulaşıldığında, manevi yolcunun tüm hareketleri ve hareketsizlikleri, iyilikleri ve hayırları hep ibadet sayılır ve herkes tarafından sevgi ve saygı görür. Bu makamda manevi yolcunun Hakk’ın rızasından başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmamıştır.
Ancak, Allah’a ulaşmak için, bu saydığımız nefis terbiyesi yollarının dışında, bir de Sufilerin kabul ettikleri “dört genel mertebe” daha vardır. Bu dört mertebede sırasıyla şunlardır:
1 – Birinci Mertebe: Seyr-i ilallah (Allah’a doğru seyr) izafi nefisten geçerek nefise gitmektir, yani insani nefis mertebesinden ilâhi vücut tarafına olan manevi yolculuktur.
Bu yolculuk, isimlerin ortaya çıkış mertebesidir ve bu yolun sonu görünüş yüzünden ve suretten çokluk perdesinin kaldırılmasıdır.
2 – İkinci Mertebe: Seyr-i Fillah (Allah’ta seyr) Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak, ahlaki ile ahlaklanmak isimleriyle tahakkuk etmek ve beşeri sıfatları yok etmektir.
Bu yolculuk, “Vahdetin”, yani “Tanrı Birliğinin” son noktasıdır.
3- Üçüncü Mertebe: Seyr-i Maallah (Allah ile seyr), burada ikilik ortadan kalkar ve manevi yolcu burada tanrı katına yükselir. Bu mertebeye “Kaabe Kavseyn Ev Edna” mertebesi de derler ki, bunun sonunda gerek dışa gerek içe ait tüm zıtlıklar ortadan kalkar.
Başka bir deyişle, bu üçüncü seyr, manevi yolcunun “Ayin-i Cem”e yani Allah’ın zatına yükselmesidir. Eğer ikilik düşüncesi tamamıyla ortadan kalkmazsa bu makama “Makam-ı Kaabe Kavseyn” makamı derler. Eğer ikilik düşüncesi tamamıyla ortadan kalkarsa o vakit bu makama “Ev Edna” makamı denir ki velayetin sonudur. Bu üçüncü yolculuk, tanrıya olan “Ayn’ul-Cem” mertebesinde, hem dıştan hem içten, zıtların ve kayıtların tamamen ortadan kalkmasıdır.
İkiliğin tamamıyla kaldırılamadığı “Makam-ı Kaabe Kavseyn” makamı, hilal şeklindeki Ay’ın iki ucuna nispet edilir ki farktır. Cebrail”in Miraç yolunda Hz. Muhammed’i götürdüğü en son nokta, sıtrat’ül müntehadır. Miraçta Cebrail’in bu mertebeye kadar gidişi şuur ile olduğundan bu makam “Kaabe Kavseyn”dir. Çünkü, şuur maddeye bağlıdır. Cebrail’in gidemeyip Hz. Muhammed’in tek başına gittiği yere veya makama da “Makam-ı Evedna” denir ki orada artık şuur yok, şuur altı vardır ve bu zât ile zât olmak, derya ile derya olmak demektir.
Alevi Bektaşi tarikatındaki “Ayn’ül-Cem” de buna bir örnek teşkil etmektedir. Bu Ayin-i Cem odalarında bulunan “Çerağ” ve diğer şeyler maddiyata, varlığa işarettir. Ancak, bunların hakikatını bilip de şuurdan, yani maddeden maneviyata, şuur altına atlayabilen ve ne yaptığını da idrak edebilen hakikat yolcularının toplanmasına da “Ayn’ül-Cem” denir. Bu mertebe, görünen ve görünmeyen her şeyin Allah olduğunu idrak etmek mertebesidir ki bir insan bu makamda “Ben Hakk’ım”, yani Enel Hak diyebilir. İşte, bir Alevi Bektaşi Ayn’ül Ceminden maksat orada bulunanların ikiliği ortadan kaldırıp, gönüllerini bir etmek ve Allah’ın zatında Allah olmaktır ki, esas maksat da budur.
4 – Dördüncü Mertebe: Seyr-i Anillah (Allah’tan seyr) bu yolculuk, vahdetten kesrete, yani birlikten çokluğa olan yolculuktur. Bu mertebe, birliğin çokluk ve çokluğun birlik olduğu mertebedir. Diğer bir deyişle bu mertebe taliplerin kemale eriştikleri ve Hak yoluna gitmek isteyenlere yol gösterdikleri mertebedir. Bu yolculuğun sonu Hakk’tan halka istikamet ve adalet ile geri dönüp çoklukta birliği, birlikte çokluğu müşahededir. Bu makam, kalpleri, halkta Hak ile tecelli etmiş ve Hakk’ı da halkta tamamıyla erimiş görme makamıdır.
Bütün bu yolları ve mertebeleri nefsinde tamamlayan kâmim insan, nefsine ve Rabbına da arif olacağından artık, kendisini özel bir inançla kayıtlandıramaz, o her hâl ve mekanda her zaman ve her hâlde ibadet halindedir. Buna şu Ku’ran ayetini örnek gösterebiliriz: “Aklını ve gönlünü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaradılışı hakkında derin derin düşünürler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Şanın yücedir senin. Ateş azabından koru bizi” derler. (Al-i İmran, 191)
DUA VE İBADET
Cenab-ı Allah, Kur’anda “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların aşağısına attık.”(Tin, 4,5) Bir başka ayette de: “Biz hakikatten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık” diyor. (İsra, 70)
Burada en güzel biçimde yaratılmış olmak ve yine şan ve şeref sahibi olmak, yukarıda da söylediğimiz gibi ruh ve ahlak bakımındandır. Cenab-ı Allah insana, ana rahminde bulunduğu sırada kendi ruhundan ruh, üflemiştir. Bu hususta şu Ku’ran ayetlerine işaret edebiliriz: Rabbin meleklere dedi ki: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın”. (Sad, 71,72) İşte, insana düşen en büyük görev de, kendisine ana rahminde iken emanet olarak verilmiş bulunan ve ilâhi nurun bir şulesi olan, aynı zamanda hiçbir surette yok olmayan, o ilâhi ruhu, aldığı gibi yine tertemiz olarak sahibine geri götürmektir.
Bize emanet olarak verilen ve bu suret içersinde, izafi olarak bulunan, nefs, natık nefs, can, ruh, tikel ruh, tümel ruh, akıl, tikel akıl veya tümel akıl gibi pek çok adlarla dile getirdiğimiz o ilâhi ruhu, yine aldığımız gibi, tertemiz olarak sahibine iade etmenin yolları ise, buraya kadar anlattıklarımın içinde ve bundan sonra anlatacaklarımın içersinde, değişik anlatımlarla verilecektir. Yeter ki, biz bu yolları görebilelim ve bu yollarda yürümesini bilelim. Dolayısıyla da ölmeden önce ölüp, Hak’ta baki olalım.
Bunun için de en önemli yol Allah’a dua ve ibadet etmektir. Çünkü Tanrı, Ku’ran’da: Kullarım sana, beni sorarlarsa ben “Karib”im, gerçekten çok yakınım: Dua edenin dileğine hemen karşılık veririm. (Bakara, 186) Bir başka ayette de: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim” demektedir (Mümin, 60) Bir de şu ayetlerde: “Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dir. Bitkiler ve ağaçlar secde ederler”. (Rahman 5,6) ve “Yedi gök, yerküre ve bunların içindekiler, onu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, onu överek tesbih etmesin” denmektedir. (İsra, 44)
Görülüyor ki Cenab-ı Allah kendisine dua edilmesini ve yine ona överek tesbih edilmesini istemektedir. Överek tesbihten maksat, insanın içinden geldiği gibi Tanrı’ya dua, niyaz ve zikir ederek onun rızasına nail olmaya çalışmasıdır. Tanrıya ibadet, ne şekilde yapılırsa yapılsın, yeter ki, bilinerek yapılsın. Çünkü Allah kullarından dua ve niyazlarını sadece kendisine yapılmasını ve sadece kendisinden istenmesini emr etmektedir. Bunun için şu Ku’ran ayetlerini gösterebiliriz. Rabbin şöyle hükmetti: “Ondan başkasına ibadet etmeyin.” (İsra, 23) Bir başka ayette de: “O, yalnız ve yalnız kendisine ibadet etmemizi emretti” denmektedir. (Yusuf, 40)
ALLAH YOLUNDA İLERLEMENİN YOLLARI
1 – Şeri bilgileri bir başkasından öğrenmiş kimselerin yaptığı bir ibadet şeklidir ki bu ibadet, alışkanlık haline getirilmiş adeta dayanan ve körü körüne yapılan ibadettir.
2 – Şeri bilgilerden biraz haberdar olan kimselerin yapmış olduğu ibadet şeklidir ki bu ibadet, korku ve ümide dayalıdır.
3 – Şeri bilgilere gereği kadar vakıf olan kimsenin yapmış olduğu ibadet şeklidir ki bu ibadet de cennette bir takım makamlara ulaşma ve bir takım cennet nimetlerine kavuşma arzusudur.
4 – Şeri bilgilere ilâhiyat derecesinde vakıf olan kimsenin yapmış olduğu ibadet şeklidir ki bu şeriatın tüm vecibelerine sıkı sıkıya sarılarak konuyu tüm kurallarıyla idame ettirmeye dayalı bir ibadet şeklidir.
Bu dört ibadet şeklinin dışında bir de “Süfilere Mahsus” ibadet şekli vardır ki bu tamamen “Riyâzet ve Mücahede” yoludur. Bu yolda yürüyen kimseler, bir an dahi duadan ve zikirden ayrılmazlar. Bu yol, ilâhi bilgiyi elde etmek için, her şeylerini Allah’a teslim ve her şeyleri için Allah’ı vekil tutanların yoludur. Bu yol, Allah’ta seyr “Seyr-i fillah” etmek yoludur. Bunun için genel olarak şu iki yol izlenir:
1 – Salat (namaz) gibi dua da, insanı manevi huzura kavuşturan bir fiildir. Ayrıca, bununla birlikte dil denen aleti de dua ederek, bu hizmetin içersine sokmuş oluruz.
2 – İkinci olarak ta, Ku’ran ayetlerindeki ilâhi emre dua, zikir, niyaz gibi hareketlerle itaat ederek, kulluk görevi yerine getirilmiş olur. İbadetten maksat, Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah’a ulaşmak ve Hak ile Hak olmaktır. Bu konuda Gaybi şöyle diyor:
Bu âlem bir ağaçtır Meyvası olmuş Adem
Matlup olan meyvadır Sanma ki ağaç ola.
İnsanoğlu, matlup olan şeye, yani arzu edilen şeye ulaşabilmesi için önce “Küntü kenz mahfiyyen”in, yani kendi yaradılışının sırlarını bilmelidir ve bunun içinde şu yolları izlemesi gerekir:
KÜNTÜ KENZ MAHFİYYEN (YARATIŞIN SIRRI)
Cenab-ı Allah, bir kutsi hadiste: “Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fehlaktel halk-a li-u’ref-e demektedir.
Anlamı şudur: “Ben gizli bir hazine idim, yani her çeşit suretten soyutlanmış salt bir varlık idim. Bilineyim istedim ve bütün yaratıklarla birleşip bilinmeye muhabbet ettiğim için halkı yarattım” demektir.
Buradaki yaratma, yoktan var olma şeklinde olmayıp zatın kendisi, bir halden bir başka hale geçmesiyle meydana gelmiştir. Cenab-ı Allah, Ku’ran’da: “Bizim buyruğumuz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir” demektedir. (Kamer, 50) Görülüyor ki her şey bir anda oluvermektedir. Bütün bunlar, başlangıcı belli olmayan “Elest” denilen, yani “Kaalübela” adı verilen zamanda meydana gelmiştir. Cenab-ı Allah, önce ruhları halk etti ve onlara “Elestü bi Rabbiküm” diye seslendi, yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye sordu. O vakit bütün ruhlar, “Evet! Sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah ile ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme meydana geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, ilk önce Adem’i daha sonra da Havva’yı halk etti ve bunların sülbünden pek çok insan dünyaya geldi. Bu hususta şu Ku’ran ayetini gösterebiliriz: “Hani Rabbin, ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. “Kıyamet günü, biz bundan habersizdik” demeyesiniz. (A’raf, 172) Böylece yaradılış başlamış oldu. Kul Himmet, bu konuyu şu dörtlükte ne güzel anlatmış:
Ta kaalübela’dan sevdik seviştik
Bizim ile ezelden yardır muhabbet
Üstad nazarında ikrar konuştuk
Mü’mine kadim ikrardır muhabbet
Bir de şu Ku’ran ayetinde: “O, her an yeni bir şandadır, yani oluştadır.” (Rahman, 29) Bu Ku’ran ayetine göre Allah, her an kendisini yok ediyor ve aynı şekilde yeniliyor, yani yaratmaya devam ediyor. Bu yaratılış, yukarıda da söylediğim gibi, yoktan var ediş şeklinde olmayıp gizli olan kendi zatını halden hale değiştirmek suretiyle her hâl ve mekanda, her hâl ve surette görünme şeklinde olup, böylece kendisini bilmek ve yine kendisine muhabbet duyma şeklindedir. Devamlı olarak dört âlemden bahsedilmektedir ki, bu dört âleme, dört derya da denilmektedir: Bu deryaların dalgalanması sonunda birinci olarak “Zat” deryası meydana gelir ki buna “Lahut Alemi” de denir. İkinci olarak “izafi ruh” adını verdiğimiz “Ceberüt Alemi” meydana gelir. Üçüncü olarak ise “Melekut Alemi” meydana gelir. Dördüncüsünde ise “Mülk Alemi” ortaya çıkar. Buradaki dalgalanmalar, “Ben gizli bir hazine idim bilineyim istedim” sözünün gereğidir. Aslında, Ku’ran’da: “Bizim emrimiz bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir” denilmektedir. (Kamer, 50) Buradaki emirden maksat, “Kün”, yani “OL!” anlamındadır. Böylece “OL!” emri gereğince dört âlem bir anda oluvermiştir.
Görüldüğü gibi zât deryasının dalgalanması sonucu birinci âlem, birinci âlemin dalgalanması sonucu ikinci âlem, ikinci âlemin dalgalanması sonucu üçüncü âlem ve üçüncü âlemin dalgalanması sonucu da dördüncü âlem meydana gelmiştir. Bu sisteme uygun olarak elemanlar da birbirinin hallerine dönüşürler. Örneğin, hava suya dönüşür ve su da toprağa dönüşür. Ancak, “Allah bizzat bütün kainatı kaplamıştır.” (Nisa, 126) ve “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nur, 35) Ku’ran ayetleri gereği olarak, Allah, tüm evreni kaplamış, görünür-görünmez her zerrede onun nuru mevcuttur. Öyle ise bütün varlıklar, mutlak vücut olan zattan meydana gelirler. Eğer tecelli, yani yaratılış bir an kesilmiş olsa, bütün varlıklar o anda yok olur.
Eğer, Allah’ın nuru, göğü ve yeri kaplamış ise yine Allah, bizzat tüm evreni kaplamış bulunuyorsa, bu şu demektir ki, evrende her hangi bir zerre veya fert, bir hareket veya bir fiilde bulunsa, onun hareketi veya fiili de o zerre veya ferde ait olmayıp Allah’ın kendi fiilidir, yani yapan, eden hep Allah’tır. Örneğin, ben bu satırı yazarken, ben yazdım, ben yaptım diyemem. Çünkü benden meydana gelen tüm fiillerin, faili odur, yani yapan odur. Bir paragraf sonra ne yazacağımı belirleyen ben değil, benim görülebilen bu maddi bedenimi, izafi olarak içten ve dıştan kaplamış bulunan ancak, hiçbir zaman görünmeyen ve hiçbir zaman yok olmayacak olan ulvi ruhtur. Biz, hiçbir zaman ben yaptım, bu benim eserimdir diyemeyiz. Nasıl ki Yunus, “bir ben var benden içeri” diyorsa, ben de aynı şeyi söylemek zorundayım. Ku’ran’da: “Doğu da batı da Allah’ındır. Siz nereye dönerseniz orada onun bir yüzü vardır.” (Bakara, 115) bir başka ayette de: “Yemin olsun ki, sizi biz yarattık, sizin içinizden geçeni dahi biliriz. Biz size şah damarından daha yakınız” denmektedir. (Kaf, 16) Bu ayetler de yukarıda söylediklerimi doğrulamaktadır.
İster insan olsun ister her hangi bir varlık olsun, görülebilen ve parçalanabilen bir maddi beden ile hiçbir zaman yok olmayacak olan ölümsüz bir sübhâni ruhtan iki yönlü olarak meydana gelmiştir. Biz bu ruha, “Ruh’ül Kudüs”, “Rahmani Ruh”, “Akıl”, “Nefs” gibi isimler vermekteyiz. Hangi isimle söylersek söyleyelim, bu ulvi varlık, zatın kendisinden bir nurdur, bir cevherdir ki, insan bu nur veya cevher sayesinde farka gelip, evrendeki yerini alır. Nur görünme, farka gelme sebebidir. Zifri karanlık bir gecede, siyah elbise giyip yolda yürürsek, bizi kimse fark edemez. Eğer, elbisemizin her hangi bir yerine fosforlu bir parça ilave edersek veya elimize bir gemici feneri alırsak, o zaman fark edilir ve görünür hâle geliriz. İşte “Allah’ı nuru semevat” denildiğinde, Allah’ın nurunun göklerde ve yerde ne varsa tümünü kapladığını anlıyoruz ki doğrudur ve tüm varlıklar için bu böyledir.
İnsan bedeni, unsurlardan meydana gelmiştir ki bunlar sadece gözle gördüğümüz hava, su, ateş ve topraktan meydana gelen unsurlar değildir. Bunlar gözle görülebilen ana unsurlardır. Ancak bunların dışında bizim gözle göremediğimiz pek çok lâtif unsurlar da mevcuttur. Tabiat, âlem veya evren dediğimiz zaman, bu zerrecikler dahi bunun tamamlayıcı unsurlarıdır. Hava, su, ateş ve topraktan meydana gelen bedenimizin, ölüm sonrası parçalanıp yok olduktan sonra tekrar birleşmesi söz konusu olamaz ve buna imkan da yoktur. Ancak, yok olan bir bedenin kendisini meydana getiren unsurların aslına geri dönmesi muhakkaktır. Her şeyin gideceği yer, aslında onları meydana getiren unsurlardır. Bu unsurlar, havaya, suya ve toprağa en sonunda da ateşe geri döner. Çünkü bu unsurların aslı ateştir. Yani C+C2+H2 (karbon+oksijen+hidrojen) dir. Böylece unsurlar, hava, su, ateş ve toprak olarak ateşe dönüşür ki ateş, nardır. Nardan ise nur hasıl olur. Bunun sırrı da Allah’ın yarattıklarına, yani halk ettiklerine olan muhabbetidir, sevgisidir. Tüm bu anlattıklarımız, “Küntü kenz mahfiyyen”in açıklanmasından ibarettir, yani Cenab-ı Allah’ın “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve böylece halkı sevdim ve yarattım” demesinden ibarettir.
Yukarıda insan vücudunun dört unsurdan, yani “hava, su, ateş ve topraktan” meydana geldiğini söyledik ki bunlara dört anasır da denmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu Ku’ran ayetlerini gösterebiliriz: “Allah sizi topraktan, sonra da bir spermden yarattı”.(Rum, 11); “O, odur ki: “Sizi önce topraktan sonra da bir spermden, sonra da bir embiryondan yarattı”. (Mümin, 67); “Yemin olsun ki biz insanı topraktan oluşan bir özden yarattık. Sonra onu çok dayanıklı bir kargraahta bir damlacık yaptık. Sonra da damlacığı bir embiryona dönüştürdük, sonra o embiryonu bir et parçası haline getirdik, nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaradılışta insan haline getirdik.(Mümin, 12,13,14); O ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.”; “Sonra onun züriyetini, dayanıksız bir suyun özünden yaratmıştır.”; “Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır.”(Secde 7,8,9); “Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” (Rahman, 14); “Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı. Gökten bir su indirdi de onunla size rızık olarak türlü meyveler çıkardı” (İbrahim, 32)
Ku’ran ayetlerini incelediğimiz zaman, görülüyor ki Allah insanı topraktan pişirilmiş çamurdan, bir spermden ve embiriyodan meydana getirmiştir. Şöyle bir düşünelim, tefekküre varalım ve Ku’ran ayetlerinden ne anlıyoruz? Ku’ran ayetlerinde Allah sizi topraktan, sonra da bir spermden yarattı, başka bir ayette de Allah insanı, pişirilmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. Yine bir başka ayette de Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten bir su indirdi de onunla size rızık olarak türlü meyvalar çıkardı denilmektedir. Bu sözler Allah’ın kelamlarıdır. Bir de şu Ku’ran ayetine bakalım: “Görmedin mi Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyleri sizin emrinize verdi ve görünür-görünmez nimetleri üstünüze saçtı.” (Lukman, 20) Gözlerimiz kapalı olarak tefekküre varalım ve uzun uzun düşünelim. Cenab-ı Allah, tüm nimetlerini kullarının üzerine saçmış ve tüm varlıkları insanın emrine vermiştir. Buradan şunu çok iyi anlamayız ki, Cenab-ı Allah, rızık olarak insanın emrine sunduğu görünür görünmez gıda olabilecek tüm nimetler topraktan elde edilmektedir. Eğer, tefekkür halinde iken uzun uzun düşünüp, Allah’ın bu nimetleri nasıl meydana getirdiğini kavrayabiliriz. Tüm gıda olabilecek bu nimetler, toprağın içersinde bulunan ve enerji oluşturan her türlü mineral ve maddeyi alırlar. Gökten inen su ile de havanın içinde bulunan görünür görünmez her türlü oksijen azot gibi maddeleri alırlar ve güneşten aldığı enerji ile de pişerek tam kıvamında insanın emrine sunulurlar.
Bir de şu Ku’ran ayetlerine göz atalım: “O sizin için gökten bir su indirdi. Ondan size hem içecek vardır hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler.” (Nahl, 10); “O suyla sizin için ekin, zeytin, hurmalık, üzümler ve her çeşitten meyveler bitirir. Hiç kuşkusuz bunda, derin düşünen bir toplum için gerçek bir mucize vardır.” (Nahl, 11), “Hayvanlarda da sizin için kesin bir ibret vardır. size onların karınlarından, fışkı ile kan arasından halis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından kayar gider.” (Nahl, 66); Rabbin, balarısına şöyle vahyetti: “Dağlardan evler edin, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan da... Sonra meyvelerin her türünden ye de boyun bükerek Rabbinin yollarına koyul. Onun karıncıklarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki, insanlar için onda şifa vardır.” (Nahl, 68-69)
Bu Ku’ran ayetlerini de gördükten sonra, tekrar uzun uzun düşünüp, bizim için meydana getirdiği bu güzel nimetlerden ötürü Cenab-ı Allah’a tekrar tekrar şükredeceğiz. Burada gözden kaçmaması gereken şudur. Tüm bu saydığımız nimetlerin kökü topraktadır, gökten inen su ile sulanırlar, havanın oksijenini alırlar ve güneşin altında olgunlaşarak kemale ererler. Kemale ermemiş hiçbir meyve veya sebzeyi alıp yemeyiz. Olgunlaşmamış bir armut veya herhangi bir meyveyi dalından dahi zor koparırız, çünkü, hamdır ve yiyenin boğazına durur. Amma olmuş bir armut, bir domates, bir şeftali dokunur dokunmaz hiç zorlanmadan dalından kopuverir. Her şeyde hikmet olduğu gibi, bunda da bir hikmet vardır. Her şeyin bir kemali bir de zevali vardır. İnsan kırk yaşından sonra kemale erer derler. Belli bir yaştan sonra da artık düşüncelerinde bir gerileme başlar ve pek çok şeyi hatırlamaz olur ki, bu da o insanın zevale erdiğini gösterir. Meyvenin, domatesin kemal çağı, onun olgunluk çağıdır. Olmuş bir meyvenin yemesine ve tadına doyulmaz. Ancak biz o meyveyi veya domatesi bir müddet koparıp yemezsek, hiçbir işe yaramadan yerinde çürür gider ve bu da onların zevale ermesidir.
Bütün ilaçların bitkilerden yapıldığını biliyoruz. Ku’ran ayetlerinde ne deniyor? Biz kupkuru bir toprağa gökten su indiririz ve orada hayvanlarınız için yemyeşil bir ot biter. Bu bin bir çeşit otu otlayan hayvanlar, almış oldukları bu gıda ile önce kendilerinin gıda gereksinimlerini temin ederler; fazlasını da fışkı ile kan arasından tertemiz bir süt olarak insanın emrine sunarlar. Bu süt bir cevherdir çünkü bin bir şifalı bitkinin özünden elde edilmiştir.
Yine bal arısının bin bir çiçekten topladığı o şifalı bitkilerin ve çiçeklerin özü, şifalı bir cevherdir. Bal arısı kendi ihyacını alır, fazlasını da insanların emrine sunar. Yukarıdan beri saydığımız tüm bu nimetlerin kaynağı, toprak, su, hava ve ateştir. Dört ana unsur veya dört ana sır dediğimiz hava su ateş ve toprak insanın ana maddesini meydana getirmektedir ki biz burada ateş olarak güneşi anlıyoruz.
Cenab-ı Allah, bir kutsi hadisinde: “Tüm varlıklar, Allah’ın gölgesidir. İnsan sureti ise Allah ile varlıklar arasında, her şeyi kendisinde toplayan bir berzah veya kavşak noktasıdır” diyor. Görülüyor ki insan, mevcudat ile Allah arasında bir kavşak, bir birleştirici görevini yüklenmiş bulunmaktadır. Böyle olunca da tüm varlıklar, insanda tecelli etmek suretiyle Hakk’a ulaşacaklarını bilmektedirler. Bu sebeple de tüm varlıklar, değişik yollarla, türlü güzel renklere, lezzete ve kokulara bürünerek en güzel bir biçimde kendilerini insana sunmaktadırlar.
İşte bu varlıklar, insanda tecelli ettiği zaman, insan vücudunda bir cevher meydana gelmektedir. Bu cevher, insanın yıpranmış olan hücrelerini yenilemekte ve o insanın hayatının idame etmesini sağlamaktadır. Bu cevherin bir bölümü de erkek ve dişide bir cinsi cazibe meydana getirir ki bu cinsi cazibe sonucu olarak erkek ile dişi arasında bir sevgi ve muhabbet hasıl olur. Böylece, erkek vücudundaki enerji binlerce sperm olarak rahimlere dökülür. Ancak “Allah, dilediğini kendi nuruna kavuşturur...” (Nur, 35) ayeti gereğince bunlardan bir tanesi bazı hallerde de ikiz veya üçüz olarak yaratılış gayesine uygun olarak ana rahminde cenin haline gelir. Bu cenin, insanın maddi bedenini meydana getirmektedir. Ancak, belirli bir zaman sonra Cenab-ı Allah, oluşan bu bedene kendi ruhundan üfleyerek onu canlandırır. Buna örnek olarak şu Ku’ran ayetini gösterebiliriz: “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki biz sizi topraktan, sonra nutfeden (sperm), sonra alakadan (döllenmiş yumurtadan), sonra da uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim ve dilediğimiz, bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız” denmektedir. (Hac, 5)
Bu suretle meydana gelen hâlden hâle geçmelerde her beden, kendini kendisi için çalışıyor zanneder; yediği ve içtiği şeylerin kendisi için ve kendisine mahsus olduğunu zanneder. Halbuki, ister nebat olsun, ister maden olsun veya hayvan olsun yalnız ve yalnız insan için, insan vücudu için, insan olmak için çalışmaktadır. Madenler, nebatlar ve hayvanlar insanlık yolunun birer mertebesini teşkil ederler ki bunlar, insan olabilmek için, bir hâlden bir başka hâle dönüşmenin birer merkezi durumundadırlar.
HAK’TAN HALKA - HALKAN HAKK’A YAPILAN YOLCULUKLAR
Yukarıda çok nazik bir konuya değindim ve Allah’ın izni ile dilimin döndüğü kadar Ku’ran ve hadislere sadık kalarak yaratılışla ilgili olarak sizlere bilgi vermeye çalıştım. Şimdi vereceğim bilgilerle de bu konuyu değişik anlatımlarla ele alacağım ve insanın Allah yolunda yapacağı yolculukları (sayr-i sülük) dile getireceğim.
1 – Birinci Yolculuk: Bir kutsi hadiste Cenab-ı Allah, “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim ve bu âlemleri halk ettim” diyor. yukarıda söylediğim gibi, Cenab-ı Allah, âlemleri yaratırken yeni bir şeyler yaratmadı. Kendi zatını bölünebilecek en küçük zerreye bölerek yine her zerrede kendisi oldu. İşte bu zerreler, Allah’ın evrendeki kendi hakikatleridir. Allah, evrende bulunan kendi hakikatini, bu âlemde farka getirip görünmesini istediğinde, bu hakikati önce algı âleminde veya fark âleminde tasavvur eder ki bu tüm âlemi kaplamış bulunan akıldır, ruhtur, yani Allah’ın ilmidir. İnsanın hakikati, o yüce yaratanın arzu ettiği şekilde burada terbiye olduktan sonra, önce tüm kainatı kaplamış bulunan o ilâhi nefse ulaşır. Daha sonra Arş ve Kürsi’ye, oradan da gök tabakalarından, yani yedi seyyareden geçip Ay feleğine gelir. Oradan da sıra ile ateş, hava, su ve toprak kürelerine, yani dört ana unsurla temas eder. Yoluna devam ederek madenlere, nebatlara, hayvanlara ve en sonunda insana ulaşır. Bu konuyu, yaratılış bölümünde de vermiştim.
Allah’a ait bulunan bu hakikat insan mertebesine gelinceye kadar her mertebede pek çok tehlikelerle karşılaşır ve kâh yükselerek kâh alçalarak düşe kalka sonunda insan vücuduna ulaşır. Bu hususta Ku’ran’ın şu ayetlerine işaret edebiliriz. Hani Rabbin meleklere demiş ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım: Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz ona hemen secdeye kapanın!”(Hicr, 28,29)
Böylece yukarıdan aşağıya doğru olan “yarım daire”yi tamamlamış olur ki bu yarım daire esfellerin esfeli “Esfel-i Safilin”, yani aşağıların aşağısı mertebesidir. Ancak bir de yükseklerin yükseği “A’la-i illiyyin” mertebesi vardır ki bu mertebe yukarıda da bahsettiğimiz tüm âlemi kaplamış bulunan o ilâhi akıl mertebesi veya insanın Allah’ın gerçeğine erişmek için yola çıktığı başlangıç noktasıdır.
Bu gerçeğe de şu Ku’ran ayetleri ile varıyoruz. “Muhakkak ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık; sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik” denmektedir. (Tin, 4,5)
İşte, yukarıda anlatıldığı gibi insanın ilk hakikatı bütün mertebelerden geçip yarım daireyi tamamladıktan sonra insan mertebesine ulaşması, ilk yolculuktur. Eğer, insan bu ilk yolculuk mertebesinde kalkıp gerçek insan mertebesine ulaşmazsa, kendisinin geldiği ve gideceği yer hakkında gereği kadar bilgi sahibi olamayıp şekilde kalırsa, hayvandır veya daha da aşağıdır.
Eğer insan, manevi yolculuğuna devam edip, Tanrı gerçeğine ulaşıp onunla birleşemezse, bu toplamdan önce ayırımdır ki “Toplamsız Ayırım” şirktir. Bu da Tin suresi 5’e göre hayvandır ve ondan da aşağıdır.
2 – İkinci Yolculuk: İnsanın hakikati, birinci yolculuk sırasında insana ulaşıncaya kadar geçtiği her mertebeden birer renk ile renklenmiş, pek çok huyla huylanmış ve kötü sıfatlarla hayvan mertebesinde kalmıştı. İnsan, almış olduğu bu kötü sıfat ve huylardan ancak, gerçek bilgi ve ruh temizliği ile kurtulabilir. Bu kötü huylardan kurtuldukça da, ilk yolculuğa başlamadan önceki gibi renksiz ve tertemiz bulunan ilk haline kavuşur ve böylece bütün olan o ilâhi akla tekrar kavuşmuş olur. İnsan kemale ulaşabilmesi ancak, bütün olan o ilâhi akla ulaşması ve tüm mertebeleri tamamlaması ile mümkündür ki, bu makam “velayet” makamıdır.
Birinci manevi yolculukta insan, yukarıdan aşağıya yarım daireyi tamamlamıştı. Ancak bununla yetinmeyip aşağıdan yukarıya olan yarım daireyi de tamamlayıp, asıl maksuduna ulaşması gerekir. Bunu yapmadığı takdirde, gerçek âlim, ârif ve Allah dostu sayılamaz. Eğer bir manevi yolcu bütün olan o ilâhi akla ulaşabilirse, o aklın bir parçası olur ki tüm kötü sıfatlardan da kurtularak birlik yani “Vahdet-i Vücut” makamına ulaşmış olur. Peygamberimiz tarafından söylenen: “Allah’ın ilk yarattığı aklımdır” hadisi de bunu doğrulamaktadır.
Bu makama ulaşan insanın aklı en büyük ilâhi akıl, nefsi de en büyük ilâhi nefis, ruhu da “Kudsî Ruh” olur ki, bu makama “ayrılıktan sonra toplama makamı” denir. Bu makam akıl makamıdır. Bu makamda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, tüm varlığı bir görmek ve yine tüm varlığı da kendi mertebesinde görmektir, yani âlem veya eşya, Allah’tan ibaret değildir. “Allah, Allah’tır; eşya eşyadır”; tüm âlemi ve eşyayı Allah’tan ibaret görmek yanlıştır ve zındıklıktır. Eğer insan, bu makamı aşamayıp, bu makamda kalırsa, gerçeği gerektiği şekilde kavrayamaz ve böylece kemale de ulaşamaz. Bu makam, makamların en zevklisidir ve bu zevk, ne dille ne kalemle ne de misalle anlatılabilir. Bu makama “Allah’ta Seyr” mertebesi denir. Bu mertebede insan, kendi vücudunu Allah’ın vücudunda yok etmiş ve vücutsuz kalmıştır. Ancak, bu mertebeye erişen insan, bu makamda da kalmayıp bu makamın üstünde bir makama ulaşmak zorundadır, yani Allah’ta fani (Fena Fillah) olmakla birlikte, bu fena mertebesinden de yükselip Allah’ta baki (Beka Billah) olması gereklidir.
3 – Üçüncü yolculuk: İnsanın yapacağı bu yolculuğun adı ise, “Allah’tan Seyr” (Seyr-i Anillah) dır ve aynı zamanda yine Allah ile bâki olmak makamıdır.
Birinci yolculukta insanın hakikati, Hak’tan insana doğru bir yolculuk yapmıştı. İkinci yolculukta da insan, halktan Hakk’a doğru bir yolculuk yaparak Hak’ta bâki oldu, yani Hak ile Hak oldu. Bu üçüncü makamda ise insan, Hak’tan halka doğru bir yolculuk yaparak tekrar halkın arasına dönecektir. Ancak bu defa, insanları, irşad etmek için Hak tarafından görevlendirilmiş olarak dönmüş olacaktır. Bu makam toplamdan ayrılmak, yani yeniden farka gelmek makamıdır. Bu seyrin kapsamı, maddi ve manevi her mertebeyi kapsamaktadır.
Maddisi ölümden sonra cem ve cemden farka gelmektir ki, çeşitli sıfatlar ve suretlerle Hak’tan halka iniş ile madde de veya cisimde zuhur etmektedir.
Manevisi ise ruhça ilimce ve hâlce seyr etmektir. Bu makam, birleşmeden sonra yine ayrılarak yeniden farka gelip inmek makamıdır ki her iki surette de irşad vardır. Bu mertebede bulunan kimse, başkalarını da gerçeğe ulaştırmak görevi ile görevlendirilmiş olup diğer insanlara örnek teşkil edecek bir hayat sürer. Bu görevle görevlendirilen bir kimse diğer insanlar gibi yer, içer ve bütün beşeri ihtiyaçlarını görür. Ancak diğer insanlar gibi yaşamasına rağmen beşeri arzular ve ihtiyaçlar karşısında hiçbir zaman aşırıya kaçmayarak yaşamını sürdürür. Bu makama ve mertebeye erişmiş bulunan kemâl sahibi bir kimse, şeriat emirlerini de en ince teferruatına kadar gerçek bilgi ve gerçek hâl ve kemâl ile uygulaması gerekir. Bu gibi kimseler, birlikte ve çoklukta daima salat içinde bulunurlar. Bu kimselerin dışı halk ile içi ise Hak iledir. Ancak, insanlar bunu ten gözü ile fark edemezler. Çünkü onlar sadece bu gibi kimselerin dış hallerini görebilirler. Bu gibi kimsenin kemâlini ancak, ilim ve hâl ile kemâl mertebesine ulaşan kimseler fark edebilir. Bu mertebeye de toplamdan sonra ayırma makamı denir. Bu konuda Hazret-ı Ali’nin şu sözü çok önemlidir. “Her şeyi birbirinden ayrı görmek ve toplamamak “Şirk”; her şeyi toplayıp aralarındaki ayrılıkları görmemek “zındıklık”; ancak, her şeyi hem birbirinden ayrı hem de birbirinin aynı görmek ise “Tevhid” tir. Açıklamaya çalıştığım bu üç yolculuk veya üç makam, Hazret-i Ali’nin bu güzel açıklamasından ibarettir.
AKIL – İMAN – VE TESLİMİYET
Bu bölümde de yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım insanın, akıl, iman ve teslimiyet bakımından nasıl bir varlık olduğuna açıklık getirmeye çalışacağım.
Akıl, Hz. Peygamberimizin: “İlk yaratılan aklımdır” dediği akıldır. Akıl, “Bağlamak” anlamında da kullanılan, yani bir şeyi, bir başka şeyle bağlayarak, bunlar arasında bir bağlantı kurup, sentez yaparak bir sonuç çıkarma ve bir sonucu elde etme özelliğidir.
Akıllı kimse, bir takım bilgileri, kıymetleri bir araya getirip birbirine bağlayarak ortaya yepyeni bir sonuç çıkaran kimsedir.
Zeki kimse, o an için menfaatine ne uygun geliyorsa, o an için menfaati neyi gerektiriyorsa ona göre hareket eden kimsedir.
Zeka ise, kısa vadeli ve günlük işlerin çözümlenmesinde geçerlidir.
Aklın iki boyutu vardır:
Birincisi “avam” boyutu: Avam, yani cahil kimse demektir. Bu gibi kimseler, sadece bu dünyayı düşünür ve yaşam biçimlerini, bu dünyanın zevki ve sefası üzerine oturtmuşlardır. “Ölüm ötesini” hiçbir zaman düşünmezler. Tüm düşünceleri, yaşamları boyunca kendilerine yarar sağlayacağına inandıkları şeyleri elde etmektir.
İkinci boyutu ise: Ölüm ötesidir, yani ölümden sonrasını düşünme boyutudur. Bu düşünce sahipleri, tüm yaşamını hem bu dünyaya göre hem de ölümden sonraki hayata göre düzenlerler ve en makbul olanı da budur. Cenab-ı Allah, Ku’ran’ın pek çok yerinde “o aklını işletenler var ya” demektedir. İşte, aklını kullanan ve onu en iyi şekilde işleten insan, Allah’ın ilmiyle bilgilenen, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanan, her zaman Allah’ın iradesini kullanan insandır.
Ancak, akıl bazen zeka oyunlarına gelerek “vehim” hükmü altında kalabilir. Vehim, gerçekte olmayan fakat, var sayılan veya var olduğu halde yok sayılan kuruntulardır. Akıl daima mevcut donelere göre, sonuç elde etmeye çalışır, yani beş duyu kanalından gelen bilgileri ortaya koyar ve onları akıl yoluyla birleştirerek sonuç elde eder. Elde edilen sonuca göre de kendisine bir yol çizer.
İşte insan, çizdiği bu yolda emin adımlarla yürüyebilmesi için “akıl denen aleti” çok iyi kullanmalıdır. Çünkü halk arasında “Şeytan veya iblis” olarak bilinen insanın öz benliğinden başka bir şey olmayan kendi “nefsi” ona daima kötülük yaptırmak isteyecek ve onun Hakk’a yaklaşmasına engel olmaya çalışacaktır. Bu hususta Ku’ran’da şöyle denmektedir: “Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefs, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emir eder. Ama Rabbim çok affedici, çok esirgeyicidir.” (Yusuf, 53) Görülüyor ki nefsimiz bize, Rabbimizin merhamet ettiği durumlar hariç, devamlı olarak kötülük yapacaktır. Çünkü, bu onun asil görevlerinden biridir.
İblis veya şeytan dediğimiz aslında bizim “nefsimiz” dir, benlik duygumuzdur. “Ben varım” dediğimizde, söylemiş olduğumuz “Ben” sözü, aslında bizim öz nefsimizdir. İnsan denen varlık, bir beden ile hiçbir surette bölünmeyen ve yok olmayan bir “ruhtan” var olmuştur. Bu ruh ve bedenin bazı istekleri vardır. biz bunları nefsi istekler ve bedeni, yani tabii istekler olarak ikiye ayırıyoruz:
Nefsi istekler, devamlı olarak insanın benliğini ön planda gösterme ihtiyacı olarak kendisini gösterir. Herkes tarafından beğenilmek, yüksek mertebelere ulaşmak gibi, insanı tanrısal duygulardan uzaklaştıran fiillerdir.
Bedeni veya tabii istekler, güzel yemek, güzel içmek, güzel uyumak, güzel sevişmek gibi kendi tabiatına uygun bir biçimde yaşam sürdürmektir. Bunlar, nefsin istediği şeyler olmayıp bedenin ihtiyacı olan şeylerdir.
İnsanın devamlı olarak şu üç zihinsel oluşumun etkisinden kurtulamamıştır:
1 – Nefis; biz bu nefse “Ben” kelimesi ile hitap ettiğimiz zaman, o “Ben” hakikatte benim nefsim olmayıp, “nefs”in hakikati olan Allah’ındır. Bu sebepten Hz. Peygamberimiz: “Men arefe nefsehu fakad arefe Rabbehu, yani nefisini bilen Rabbini bilir” demiştir. Bu sebepten “nef”, “Rububiyet” ten sayıldığı için, aklına gelebilecek her şeyi yapmak ister. Çünkü onun aslı, Rabba ait hakikattır! Rab ise her dilediğini dilediği gibi yapandır!.
Eğer aklımıza bir fikir geldi ise bu fikri, genel idare sistemi içerisinde yerine oturtup düşünelim; bu yapacağımız bu işin, bizim tabiatımıza mı uygun; yoksa var kabul ettiğimiz, ancak aslında var olmayan izafi benliğimize mi uygun; yoksa kendi haki katımızı bilmemize, yani Allah’a yönelmemize, Allah’ı bilmemize dolayısıyla kendi özümüzü öğrenmemize vesile olabilir mi diye düşünüp bu değerlendirmeyi ona göre yapmalıyız.
Akıl çok geniş boyutta düşünür ve insanı, devamlı olarak maddenin ötesindeki bir boyutta kendini bulup değerlendirme yapacak biçimde düşünmeye sevk eder. Ancak, ‘vehim’ aklın, beyne ulaştırdığı fikirleri, gerektiği gibi değerlendirmesine mani olmaya çalışır. Çünkü, vehim ‘nefs’ i devamlı olarak kendi etkisi altında tutmağa çalışır. Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse, o zaman o akıl sahibi için tehlike başlamış sayılır. O akıl sahibi, vehmin etkisiyle gerçekleri göremeyip, dalalete düşer. Aşağıların aşağısı sayılan ‘Esfel’ e iner ki, bu durum o akıl sahibini hayvandan daha aşağı mertebelere düşürür. Eğer akıl, vehmi kendi hükmü altına alırsa, o akıl sahibi, ‘velayetin,’ en üst mertebesine kadar çıkar!...
Gelmiş geçmiş tüm evliyalar, arifler ve kemale ermiş kimseler, bu mertebelere, ‘vehim kuvvetinin tasarrufuyla’ gelmişlerdir. Yani gerçek dışı olanları gerçek gibi ve gerçekleri de gerçek değilmiş gibi gösterme tutsaklığından kendilerini kurtarıp, gerçeği, hakikati görmüşler ve akıllarını bu yolda kullanmasını bilmişlerdir.
Akıl, bazı hallerde, tüm bağlantıları gereği gibi değerlendiremeyip, herhangi bir yanlış fikrin etkisinde kalabilir.
Bu durum da vehim, hemen o anda harekete geçip, hükmünü icra eder. Çünkü, onun beklediği fırsat doğmuştur. Bu tehlikenin önüne geçebilmek için biz bu defa ‘İman’ denen düşüncemizi devreye sokacağız. Cenab-ı Allah, Kur’anın pek çok yerinde ‘iman’dan bahsetmektedir. Hz. Peygamberimiz, ‘Mi’rac” olayını gerçekleştirirken, ‘Sıtrat-ül Münteha’ ya, kadar akıl yoluyla (Cebrail) gitti. Cebrail, bana Allah’ü Teala buraya kadar izin verdi, buradan sonra sen yoluna yalnız devam edeceksin diyerek, Arş’ın ilk basamağında kaldı. Arş’ın ilk basamağından sonra Allah’ın Resul’ü, “iman ve tefekkür” le yoluna devam edip, Allah’ın huzuruna çıktı.
İşte, aklın da hükümsüz kaldığı gerçeği burada kendisini göstermiş bulunmaktadır. Bu durumlarda insan, “iman” kuvvetine sarılmalıdır.
İman, tamamen teslimiyete dayanır, herhangi bir kimse, gelip sana aklının ve mantığının o anda kabul edemeyeceği bir teklifte bulunsa ve bu fikrin senin için hayıra vesile olacağını söyledi diyelim. Sen bu kimsenin sözlerine itimat edip, hiçbir vehime kapılmadan, teslimiyet gösterip bu işi yaptın ve sonunda hakikatten hayırla sonuçlandığını gördün, işte o vakit sen teslimiyet ve iman sayesinde vehmini yendin demektir.
Eğer sen, teslimiyet ve iman ederek o kimseye güvenmeseydin, vehmin seni o fiili yapmaktan alı koyacaktı ve sonu senin için hayıra vesile olacak bir sonuçtan mahrum edilmiş olacaktın.
Tasavvufta bütün tarikatlar, bu teslimiyeti ele alırlar ve bu düşünceden hareket ederek, yol ehline bu düşünceyi iyice belletirler. Ölüm ötesi yaşam konusu, tamamen teslimiyet ve iman esasına dayanır. Hatayi Hazretleri, “teslimiyet seni Hakk’a götürür” diyor. Doğrudur, eğer insan; akıl, iman ve teslimiyetin üçünü bir arada kullanır, bu yolda ilerlerse ulaşamayacağı hiçbir hedef yoktur. Maneviyatla ilgili bir konuda, istikametini belirleme sırasında sen “imanını” kullan! Ancak, belirleyeceğin yolda yürürken de akılla yürün ki bastığın zemin sağlam olsun!
İLİM- İNSAN VE HALİFELİK
Buraya kadar yazılarımda Tanrı mevhumu, iman akıl, yaradılış ve insan konuları üzerinde pek çok açıklamalar yapmaya çalıştım. Genellikle insan konusu üzerinde durdum, insanı anlatmaya çalıştım. Çünkü, Cenab-ı Allah, insana çok önem vermiş ve onu şu Kur’an ayetine göre yeryüzünde kendisine halife yapmıştır: “Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım’’demişti de onlar şöyle söylemişlerdi: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysa ki bizler seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz. ‘ Allah da onlara: “Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim’’ dedi.(Bakara, 30) Bir başka ayette de: “Yemin ederim ki biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) denmektedir. Görülüyor ki Cenab-ı Allah, insana, çok değer vermektedir.
Ancak insan, kendisinin bu yönünü tam olarak anlayamamaktadır. İnsan denen bu kutsi varlığın, kendisini bilebilmesi ve kendi mahiyetini anlayabilmesi için, Hıristiyan ve İslam bilginleri bu konu üzerinde çok durmuşlar ve bu konuda pek çok çalışmalar yapmışlardır.
Yunan filozoflarından olan ve İslam büyüklerince de “Nebi” kabul edilen “Fisagor’’, “Delf” tapınağının büyük ustalarındandır. Fisagor’a göre insan, ceset ruh ve kutsal nefs’ten meydana gelmiştir. İnsan ruhu da, hayvani ruh ve izafi ruh olarak ikiye ayrılmaktadır. Hayvani ruh, izafi ruhun hammalıdır, yani onun taşıyıcısıdır. İzafi ruh, hayvani ruhu kullanmaktadır ve bu hayvani ruhta insanın nefsidir ve insana düşen görev ise, ameli kuvvetlerini geliştirerek nefini terbiye etmektir.
Fisagor’a göre insan, aklını kullanıp ilim ve hikmet sahibi olmalı ve bu ilmi sayesinde her şeyi hayrı ve şerri birbirinden ayırabilmeli, hem tüm kainatta hem de en küçük varlıkta Hakk’ı görmesini bilmelidir.
Yine Yunan filozoflarından olan ve ahlak felsefesinin kurucusu sayılan “Sokrat” ta insana çok önem vermiş ve her şeyden evvel insanın kendisini, kendi nefsini,kendi özünü bilmesini ve kendi mahiyetini öğrenmesini istemiştir. Bu sebepten de Yunanistan’da bulunan meşhur “Delf” tapınağının üzerine kazınmış bulunan “kendini bil” sözünü kendisine bir düstur olarak kabul etmiştir.
Ben fakir de Sokrat’ın ilham aldığı bu “Kendini Bil” vecizesinden hareket ederek şu aşağıdaki dörtlükleri kaleme alıp, bu konu da siz sayın okuyucularıma bazı konular üzerinde açıklama yapma fırsatı bulacağımı ümit ediyorum.
KENDİNİ BİL
Vahdet’in sırrına ereyim dersen
Vücudun şehrine gireyim dersen
Tüm âlemi aynı göreyim dersen
Önce kendi özünü bilmen gerek.
Küntü kenz’in sırrına ermek için
Tüm âlemi kendinde görmek için
Hak sende olduğunu bilmek için
Önce kendi özünü bilmen gerek.
Eğer can gözünü açmak istersen
Sırat-ı burada geçmek istersen
Tüm cihanı aynı göstermek istersen
Önce kendi özünü bilmen gerek.
Enel – Hak sırrına erişmek için
Tüm varlığı bir gözle görmek için
Birlik makamına ulaşmak için
Önce kendi özünü bilmen gerek
Hakkı Baba Hakk’ı bileyim dersen
Hakk’a hakk’el ya kin olayım dersen
Sen kendi kendini bileyim dersen
Önce kendi özünü bilmen gerek
Yukarıdaki dörtlüklerde anlatmaya çalıştığım konu çok açıktır. Alevi- Bektaşi inancına sahip olan bizler, çeşitli ibadetlerle Allah’a olan kulluk görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. Yapmış olduğumuz ibadetlerin başında Alevi-Bektaşi “Ayin’ül – Cem’leri ve bu Ayin’ül Cem”lerde yapılan toplu ibadetlerdir ki bu gibi ibadetler,vahdete dayalı ibadetlerdir, yani birliğe dayalı ibadetlerdir. Eğer, bu gibi ibadetlerde ikiliği ortadan kaldırıp birliği sağlayabilirsek, vahdet-i vücut mertebesine ulaşabilirsek ve böylece kendi özümüze dönebilirsek, Hak ile Hak olma mertebesine ulaşabiliriz. Eğer kemâl sahibi bir kimse,ikiliği ortadan kaldırıp, “Huu!” sözünü dile getirse, kendisi “Huu!” olur ve “Huu!” dediği vakit kuldan Allah’ın yaradılışı zâhir olur. Çünkü, o anda kulun dilinden söylenen söz Allah’tır. “Huu!” kelimesinin sırrı da budur. Kemâl sahibi ne zaman “Huu!” dese, “Huu!” dediği zaman kendi varlığını tamimiyle yok ederek “ölmeden önce ölünüz” hadisi gereğince tüm benliğinden geçerek, içte ve dışta kendi benliğinden hiçbir şey bırakmaz ve kendisini tamamen “Huu!” deryasının içinde bulur, bir damladan ibaret bulunan vücudunu bu deryada yok eder, kendisinden hiçbir nam ve nişan kalmaz. “Huu!” deryası, aslında vahdet deryası, aşk deryası, mutlak vücut deryası ve nur deryasıdır.
Cenab-ı Allah, bir küdsi hadiste: “Yerime ve gögüme sığmam, ancak, mü’min kulumun kalbine sığarım” demektedir. Bir de şu hadislerde: “Mü’minin kalbi Allah’ın hazinesidir; Mü’minin kalbi Allah’ın aynasıdır; Mü’minin kalbi Allah’ın evidir; Mü’minin kalbi Allah’ın arşıdır” denmektedir. Bu hadislere göre, insanın kalbi, yani gönlü çok önemlidir. Aşık Veysel de bir şiirinde:
“Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasaydı
Eğlenecek yer bulaman gönlümdeki köşk olmasaydı’’ diyor.
Burada insana düşen görev, Hakkın durağı, evi, köşkü, hazinesi olan gönlü, her türlü kötülükten korumaktır. İnsan, gönlüne Hakk’ın rızasından başka hiçbir şey koymamalıdır ve onu her türlü tehlikelerden korumalıdır. Madem ki insanın gönlü, Allah’ın hazinesidir ve insan da bu hazinenin bekçisi ise, onu tüm kötü fikirlerden korumalı ve gönlünde Allah sevgisinden, muhabbettin den başka düşüncelere yer vermemelidir. Eğer hazine bekçisi gaflete dalıp görevini ihmal ederse ve Hakk’ın hazinesini korumayıp hırsızlara yağma ettirirse, halinin ne olacağını, hazinenin sahibine nasıl cevap verilebileceğini hiç düşündüğünüz mü? Görevini yerine getirmeyen, Allah’ın evini veya hazinesini hırsızlardan koruyamayan ve onları yağma ettiren birisini Hak sevmez ve ona hain gözüyle bakar. Bu gibi hâller, günlük hayatımızda da cezasız kalmaz. Hele hele bu işten zara görecek olan insan, bu ihmalkarlığını Allah’a karşı yapmış olursa, bu kimsenin hâlini varın siz düşünün.
Eğer özetleyecek olursak, bütün mesele insanın kendisini tanıması kendi özünü bilmesi meselesidir. Bu da ancak bilgi sahibi olmakla mümkündür. Kur’anda: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” denmektedir. “Alimin bir saatlik ibadeti, cahilin yetmiş yıllık ibadetinden üstündür” denilmiştir. Şurası çok iyi bilinmelidir ki, görünen ve görünmeyen âlemlerin sırrı da ancak bilgi ile ortaya çıkarılabilir. Tüm bu bilgilere sahip olabilecek yegâne varlıkta insandır. Bu sebepten insana çok değer verilmiştir ki, tüm evrenin özü ve kainatın sırrı insanda saklıdır. Ancak insan, kendisinin bu vasıflarını bilememektedir. Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım ve bundan sonra anlatacağım gerçekleri anlamak ancak, insanın kendisini tanıması, kendi özünü bilmesi, aklını işletip, akıl ile ulaşamadığı yere de imanını kullanarak mümkün olabilir.
Pek çok yerde insanın Allah’ın halifesi olduğunu söylemiştim ki bu doğrudur. Halifelik makamı ancak, peygamberlerin, kâmil insanların veya velilerin ulaştığı en yüksek mertebedir ki, yukarıda söylediğim gibi, bu bilgi işidir. Hakk’ın tam zuhurundan ibaret bulunan bu makama, muhabbet makamı, aşk makamı denir ki bu makam, tüm makamlarının ve hâllerin en üstünü olan en yüksek ilimidir, bilgidir.
İşte kâmil insan veya Allah’ın halifesi dediğimiz insan, tüm bu saydığımız vasıfları kendisinde toplayan insan demektir. Bu gibi kimseler, mükemmelliğin en üstün mertebesine ulaşmış olup, hem bu dünya hayatını hem de ahiret hayatını ortaklaşa yaşarlar. Bu kimselerin bir eli Hakk’ta bir eli halktadır ki onlar, peygamberlerin ilimlerini elde etmiş, bu sebepten de bir ilim meselesinden başka bir şey olmayan halifelik sırrına vakıf olmuşlardır.
Özetleyecek olursak, bu gibi kimseler, her türlü gönül hallerine hitap edebilen, yaratan ve yaratılanla ilgili bilgilere sahip bulunan, her mertebenin gereğini eksiksiz yerine getirerek Hakk’a da halka da hakkını vermiş olular ve böylece Hak ile halk arasında birleştiricilik görevlerini sürdürürler ki bu görevlerini yerine getirirken de daima Hakk’ı zikrederek hiçbir suratte ondan ayrı kalmazlar.
Eğer, istersek bizlerde âriflerin ve kâmillerin yürüdüğü yoldan yürüyerek, onların ulaştığı makamlara ulaşmaya çalışabiliriz. Çünkü, Cenab-ı Allah, insanı en mükemmel yaratmış, onu her türlü bilgiye isti’datlı kılmıştır. Ancak, insanın bu istidadını geliştirmek için bedeni gıdalara ihtiyacı olduğu gibi ruhi gıdalara da ihtiyacı vardır. Hatta insanın bedeni ihtiyaçlarından daha fazla ruhi minnetlere ihtiyacı vardır. Çünkü insan bedeni ile değil ruhu ile insandır. Sadece bedeni minnetlerin, gıdaların peşinde koşup ruhi nimetteler ve gıdalara önem vermeyen, canlı bir ölüden başka bir şey değildir. Ruhi nimetler ve ruhi gıdalar ise Allah’ın daima seninle beraber olduğunu unutmamak, daima onu hatırlayıp onun hâli ile hâllenmek, onun ilmi ile ilimlenerek, gönlünü daima ilâhi bilgiye açık tutmaktır. Bunun da başlıca yolu, şekilcilikten kurtularak, yukarıda da anlattığım gibi “Huu!” deryasına dalarak zikir, secde, tespih ve tefekkür ile daima Allah’a ibadet halinde olmakla mümkündür.
RUHLARIN ÖZELLİKLERİ – CENNET VE CEHENNEM
Yukarıda da açıkladığım bir kutsî hadiste Cenabı-ı Allah, “Ben gizli bir hazine idim bilinmek ve kendime muhabbet duymak istedim, yani zati meylim olduğu için bütün yaratıklarla birleşip bilinmeğe muhabbet ettiğim için halkı yarattım”diyor. Buradaki yaratma yoktan var ediş şeklinde olmayıp zâtın kendisini bir hâlden diğer bir hâle geçirmesiyle meydana gelmiştir. Bütün bunlar ‘Elest’ denilen, yani “Kalùbelâ” adı verilen zamanda meydana gelmiştir. Cenabı-ı Allah önce ruhları halk etti ve onlara: “Elestü birabbiküm” diye seslendi, yani “Ben sizin Rab biniz değil miyim” diye sordu. O vakit bütün ruhlar, “Evet! Sen bizim Rabsimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Buna şu Ku’ran ayetini örnek gösterebiliriz: “Hani Rabbin, ademoğullarının, bellerinden zürriyetlerini alıp onlara öz benliklerini şahit tutarak sormuştu: ‘Rabbiniz değil miyim?’ onlar: Rabsimizsin buna tanıklık ederiz’ demişlerdir.” ( A’raf, 172 )
Hıristiyan bilginlerinden ‘Yeni Eflatuncular’, renk ile gelen ruhların Allah’ın öz varlığından olduğunu, derece derece inerek cisimlerle birleşerek kendilerini cisimlerde gizlediklerini, fakat tekamül kanunu gereğince de cansız cisimlerden nebatlara, nebatlardan hayvanlara ve hayvanlardan da nefsini saflaştırarak aslına kavuşma şevki içersinde derece derece yükselerek insanlarda tecelli etmeye ve oradan da Hakk’a ulaşmağa çalıştıklarını savundular.
Bu felsefi ve mistik görüş, İslam bilginlerince de benimsenmiş ve bu yolda bir takım manevi gelişme ve ruhsal yolculuk gibi konular ele alınmıştır. Ruh ve Nefis hakkında Ku’ranın pek çok yerinde bilgi verilmiş ve dolayısıyla bu bilgilere dayanarak tasavvuf felsefesinde bu konuya çok önem verilmiştir. Bu gelişmeler ışığında da nefis veya ruhla ilgili olarak aşağıdaki şu sıralamalar yapılmıştır.
Ruhların şekilleri ve her yerde bulunmaları: Şeklen, kırmızı, siyah veya beyaz olarak çok değişik renklerde görülebilen ruhlar, bir kıvılcım, bir şule, bir ışığı andırırlar. Burada ruhun rengini yapan maddedir. Ruhlar için zaman ve mekan söz konusu değildir. Ruhların fezada dolaşması, tefekkür gibidir,yani düşünce nereye odaklanırsa, ruh ordadır. Aslında düşünen ruhtur, tefekkür ise ruha izafettir. Ruhlar maddeden etkilenmez ve her istediği yere girebilirler. Hava, su,ateş ve toprak gibi maddeler, ruhu etkilemezler. Ruh, aslında nurdur, yani Allah’ın nurudur. Ku’ran da Nur Suresi ayet 35’te: “Allah-ü nürus semaveti”, yani “Allah, göklerin ve yerin nurudur” denilmiştir. İşte, bu sebepten Allah ve Allah’ın nuru her yerde ve her şeyde mevcut denmektir.
Ruhların hepsini tüm varlığı kaplamış bulunan “Sultani Ruh, Külli Ruh ve Şuur” kaplamıştır. Hayvani ruh, bir çok örtülerle kendisini gösterdiği gibi, pek çok adlarla da anılmaktadır ki bunların başında ‘İnsan’ ve ‘cin’ gelmektedir.
Ruhlar, kemal derecelerine göre şu sınıflara ayrılmışlardır:
1) Kemale erişmiş olan ‘ulvi’ ruhlar,
2) Orta derecede bulunan ‘lâtif’ ruhlar,
3) Henüz kemale erişmemiş olan ‘adi ve süfli’ ruhlar olarak üç sınıfta toplanmıştır.
Ruhların genel olarak şu üç sınıf içerisinde bulunduğu söylenmektedir:
1) Arzın üzerinden itibaren, yani ilk kademelerde adi ve sülfi ruhlar bulunmaktadır. Bu ruhlarda ‘madde’, ruhu etkisi altına almıştır.
2) İkinci kademede ve orta derecede iyi huylu ruhlar bulunur. burada ‘ruh’, maddeyi etkisi altına almıştır.
3) Üçüncü sınıf ruhlar ise en yüksek mertebede, yani melekut âleminde bulunan ‘saf’ ruhlardır. Bu ruhlar, tamamen maddeden arınmış saf ruhlardır ki bunlara ‘Ali’ ruhlar da denir.
Bu gibi saf ruhlarda maddeden eser kalmamıştır ve bu ruhların bölümleri de yoktur. Bu gibi ruhlar, her türlü maddiyattan arınmış ali ve saf ruhlardır ki, bunlar,ezeli ve ebedi mutluluğa nail olan ruhlardır.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım tüm mevcudatı kaplamış olan ruhlar, aslında birdir. Ancak, yaradılış ve suret bakımından idrak unsuru olarak başka başka isimler altında anılırlar. Ruh, yaşamı boyunca kaldığı bedenden ayrılıp letafet kazandığı ve ruhlar âlemine dahil olduğu zaman, dünya hayatında olduğundan daha fazla idrak eder. Ruhların kemalleri artıkça idrakleri de artar.
Süfli ruhların çok cahil olmalarına karşılık ulvi ve âli ruhlar çok şey bilirler ve çok akıllıdırlar. Ruh tüm mevcudatı kaplamış olmasına rağmen, mevcudat, maddiyat, letafet bakımından aynı ruhtan meydana gelmiş ve dereceleriyle kesafet ve letafeti paylaşmıştır. İnsan denen varlıkta, hem ruh bakımından hem de madde bakımından derece derece gelişerek seyrini ve devrini tamamlamaktadır.
Azaptaki ruhlar hariç bütün ruhlar ışığa gereksinim duymazlar çünkü, onlar için karanlık söz konusu değildir. İnsanlar arasında meczup olarak tanımladığımız insanların Allah’ı gördüğü gibi âli ruhlarda Allah’ı görürler ve idrak edebilirler. Ancak sûfli ruhlar Allah’ı sadece his edebilir ve ilâhi emirleri doğrudan doğruya alamayıp ali ruhlar aracılığı ile alabilirler. Bütün bu söylediklerimiz, İslâm ve Hıristiyan âlimlerin yapmış oldukları ruhlarla ilgili çalışmaların sonucu elde ettikleri varsayımlara dayanmış olmalarına rağmen gerçek payı oldukça büyüktür. Şu Ku’ran ayetini de verdikten sonra cennet ve cehennem konusuna dönmek istiyorum.
Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindedir. Ve size, ilimden sadece az bir şey verilmiştir.” (İsra, 85)
Buraya kadar ruhlar hakkında genel bir bilgi vermeye çalıştım. Şimdi kendi kendimize soralım, acaba bizim ruhumuz yukarıda açılmaya çalıştığım ruhlardan hangi sınıfa dahildir. Görüldüğü gibi ‘Süfli’ ruhlar en aşağı sınıfı temsil eden cahil ve şamatacı ruhlardır. Yüksek sınıfı temsil eden ilim sahibi âlim ruhlar ise ‘Ulvi’ ruhlardır. Her ikisinin üstünde bulunan ruhlar ise ‘Âli’ ruhlardır.
Burada bilmemiz gereken en önemli husus şudur. Cenab-ı Allah, ana rahminde iken insana kendi ruhundan üflemektedir. Buna şu Ku’ran ayetlerini örnek verebiliriz: “Yemin olsun ki biz insanı topraktan oluşan bir özden yarattık.” (Müminün,12) “Ve onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman ...” denmektedir.( Hicr,29) Bu fiziki bedenimizi kullanan ruh, aslında Cenab-ı Allah’ın ana rahminde iken insana üflediği ruhtur, yani tanrının kendi ruhudur. Cenab-ı Allah, bu ruhu insana ana rahminde iken üflediği zaman tertemiz,saf,latif ve hiçbir renkle renklenmemiştir. Ancak bu dünyaya gelip akıl balik olcunca, giderek renklenmeğe başlar ve letafetini kaybederek kesafete bürünür. Kesafet kesb eden ve renklenen ruh ise, devamlı olarak aslına, yani Allah’tan uzaklaşır. Latif ve saf olan bir ruh ise giderek aslına, yani Allah’a yaklaşır.
Ruhun lâtif ve sâf hale gelmesi, o ruhun sahibi olan bedene bağlıdır. Bilgili âlim bir
kimse, her zaman nefsi ile mücadele ederek nefsini terbiye edecektir ve nefsinin esiri olmayıp onu kendi kontrol altında tutacaktır. Bedenin belirli gıdalara ihtiyacı vardır ki bunlar, acıktığı zaman yemek yemek, uyku uyumak, bedeni dinlendirmek gibi buna benzer şeylerdir. Eğer bir kimse, bedenin gereksinimlerini yerine getiremezse o beden giderek zayıf düşer ve bir gün hastalanır hiçbir iş göremez hâle gelir. Bedenin ihtiyaçları gibi ruhun da pek çok gıdaya ihtiyacı vardır ve ruhun gıdaları arasında Tanrıya ibadet, zikir, tespih, tehvid gibi ilâhi ibadetler, müzik dinlemek, güzel olan her şeyi sevmek ve daha fazla maneviyatla ilgili şeyler, ruhun gıdaları arasında yer alır. Müzik ruhun gıdasıdır derler, bu doğrudur. Eğer biz ruhumuzu ilâhi bilgiler ve güzel şeylerle besleyip güçlendirirsek onu “ulvi” veya “âli” bir ruh haline getirebilirsek, ölümsüz olan ruhumuz,bizim bedenimizi terk ettiği zaman daha güçlü ve daha tekamül etmiş bir bedende yerini alacaktır. Böylece, ruhumuz bizim bedenimizi terk ettiği zaman “cennette” yerini alacaktır. Çünkü, bizim bedenimiz bir rafine görevini tam olarak yerine getirir, hayatımız boyunca pek çok renklere boyanıp giderek kirlenen ve saflığını kaybeden ruhumuzu rafine edip temizlerse, ruhumuz cennete gider.
Eğer, ruhumuzu gerektiği gibi besleyemezsek ve onun gereksinim duyduğu güzel şeyleri, yani ilâhi bilgi, ibadet, tespih, tehvid, müzik ve tüm maneviyatla ilgili gıdalar yerine onu giderek kirletecek olan yalan, şehvet, hırsızlık ve buna benzer kötü gıdalarla besleyerek, ruhumuzun zayıf ve cılız kalmasına yol açarız. Buda onun “süfli, adi ve cahil” bir ruh olarak kalması demektir ki bu ruh, bizim bedenimizi terk ettiği zaman, güçsüz ve cılız kalacağı için en basit bir bedene, yani devrana en iptida yi bir bedenden başlayacak demektir ve bu da “cehennem”dir. Mutassavvuflar, bilgiyi “cennet”, cehaleti ise “cehennem” olarak kabul etmişlerdir. Cenab-ı Allah bir kutsî hadisinde: “Ben tüm varlıkları insanın emrine verdim ve insanı da kendimle varlıklar arasında berzah noktası, yani birleştirici bir kavşak noktası yaptım” diyor.Görülüyor ki insan, varlıklarla Allah arasında bir birleştirici ve kavşak noktasıdır, aynı zamanda “kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsü” vazifesini de yerine getirmektedir.
KAMİL İNSAN VE İLİM
Bundan önceki yazılarımda devamlı olarak insan. İlim, akıl, iman, nefis ve ruh üzerinde durdum. Özellikle Allah ile insan arsındaki bağı kurmaya çalıştım. İnsanın Allah nezrinde nasıl bir varlık olduğunu uzun uzun anlatmaya çalıştım. Bu bölümünde de Allah’ın ilmiyle ilimlenmiş vasıflarıyla vasıflanmış, Allah’ın tüm sıfatlarını üzerinde toplamış olan ve tamamen Allah’ın iradesine göre hareket eden kâmil insan veya âriflerden bahsetmek istiyorum. Kâmil insan, bedeni ve görünüşü itibariyle küçük âlemi temsil eder mana bakımından ise büyük âlemi temsil eder. Çünkü, Cenab-ı Allah, kendisine ait olan duyma, görme, hayat, kudret, irade, kelam ve bunlara benzer pek çok sıfatlarını insana vererek onu yeryüzünde kendisine halife yapmıştır. Bu sebepten de Cenab-ı Allah, bir kutsi hadiste: “Kulum bana nafilerle yaklaşır ve bende o zaman onun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü ve duyan kulağı olurum” demiştir.
Nafilenden maksat, ilâhi ilimlerdir, yani Allah yolunda, gereğinden daha fazla ibadet ederek Allah’a yaklaşmaktır. Nafile, aynı zamanda tüm tabiat hükümlerinden sıyrılıp ruhu yükseltmektir.
İlâhi ilimlere gelince, bu ilimlerin en makbulü “ledün” ilmidir. Bu ilim, Nebiler, Veliler veya hikmet sahibi olan âriflere mahsus bir ilimdir. Ledün ilmi, sayısı pek az bulunan üstün vasıflara sahip olan kimselere, ilham ve öğretme yoluyla verilen bir ilimdir. Bir Ku’ran ayetinde “kullarımızdan öyle bir kul buldular ki ona katımızdan bir rahmet bir hikmet ve ilim vermiştik” denilmektedir.(Kehf,65) yine Ku’ran’da “bazı gizli sırları sadece ilimde yüksek payeye erişmiş ve aklı selim sahipleri düşünüp anlayabilir’’ denilmektedir. ( Al-i imran 7)
İşte, kâmil insan, Allah’ın tüm gizli sırlarına vakıf olmuş O’nun ilmiyle ilimleşmiş O’nun haliyle hallenmiş, O’nun sıfatıyla sıfatlanmış kimsedir. Kâmil insan, dışa ait olaylarla içe ait olayları ayrı görmez, o her iki olayın tam ortasında bulunur ve her ikisini de aynı şekilde kabul eder ve her ikisine de aynı seviyede önem verir. Allah ile eşya arasında tek bir kavşak noktası, yani birleştirici vardır o da yalnız ve yalnız kâmil insandır. Kâmil insan Allah ile âlemler arasında tam ortada bulunur ve her iki âleme ait gerçek bilgilere vakıftır ki, bu da onu her iki âlemin tek hakimi durumuna getirmiştir. Bu duruma yükselmiş bulunan kâmil insan, Allah ile insan arasında meydana gelen olayları, bir ahenk içerisinde yürütür ve hiçbir suretle her iki âleme ait işleri birbirine karıştırmaz, birini diğerinden üstün görmez, birinin hakkını diğerine geçirtmez. Şu Ku’ran ayetini örnek gösterebiliriz: “Birinin suyu tatlı susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarında bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’ dur.” (Furkan,53)
Şu Ku’ran ayetinde: “Haleknel insanî fi a sene takvim”, yeni “yemin ederim ki bir insanı en güzel biçim de yaraktık” denmektedir. (tin,4) görülüyor ki insanoğlu her türlü bilgiye istidatlı yaratılmıştır. Yukarıda anlattığımız kâmil insan da bizler gibi yer, içer ve tüm insani ihtiyaçlarını görür, her türlü gereksinimini yerine getirir ancak, gerçeğe ulaşmış olması ve başkalarını da uyandırma, yani irşad etme görevini de kazanmış olmasından dolayı hiçbir zaman beşeri arzuların hükmü altına girmez, hiçbir zaman aşırıya kaçmaz, her şeyin hakkını vererek yaşamını idame ettirir.
Her türlü bilgiye istidatlı yaratılmış bulunan insan, içe ve dış âleme ait bilgileri iyi kavramadıkça, her iki âleme ait bilgileri birleştirmedikçe, varlık hakkında tam bir bilgi sahibi olamaz yani “Kabe kavseyn” mertebesine ulaşmadıkça kâmil veya arif insan olmaz. Kabe Kavseyn, iki kavs demektir ki hilal şeklinde ki Ay’ın iki ucu, yani iki ucun tam ortası demektir. İşte kâmil, insan bu kavsın tam ortasında bulunmamaktadır. Böylece her iki kavse de aynı mesafede bulunur. Kâmil insan için, hiçbir zaman ikiliğe yer yoktur. Onun için daima birlik vardır, yani vahdeti vücut vardır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım dışa ve içe ait bilgileri bir araya getirmekle insan kemal mertebesine ulaşıp, kâmim insan olabilirse de bununla da yetinmeyip, en mükemmel insan olmanın yollarını aramalıdır, yani “ekmel” insan olmalıdır. Bu da ancak kalbi saflaştırmak ve cilalamak süratiyle ulaşılabilecek bir mertebedir. Eğer insan, kalbini saflaştırıp cilalayabilirse ve bu kalbini her şeyi net ve temiz olarak gösteren bir ayna yapabilirse, Hak orada tecelli eder ve böylece o kimse, “Hz. Muhammed”in ulaşmış olduğu “Ev Edna” makamına ulaşmış olur. Ev Edna makamı Hakk’ın tam zuhurundan ibaret bulunan “muhabbet” makamıdır, muhabbet makamı bir insanın kazanabileceği tüm makamların ve hallerin en üstünü olan bir makamdır. Bu makam sevgiye dayanır, bunun aslı sevgidir. Cenab-ı Allah bir küdsi hadisinde, “Ben bir gizli, hazine idim ve bilinmek istedim kendime muhabbet duymak istedim” diyor kendisine muhabbet duymak ise insanı sevmesiyle mümkündür. Hümanist duygulara kapalı ve insancıl duyguları körleşmiş bir insan topluluğu, hayvandan başka bir şey değildir. Ku’randa: “Allah sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı şefkatlidir..” denilmektedir. (Maide,54) işte bu ayetten de anlaşıldığına göre, insanın insanı sevmesi, insanın insana muhabbet duyması demektir ki, bu da yukarıda söylemiş olduğum Peygamberlerin, kâmil insanların, ariflerin ve velilerin ulaştığı “Ev Enda” makamıdır. Alevi – Bektaşi Ayin’ül-cem’lerinde ikiliği ortadan kaldırıp, kırklar ceminde olduğu gibi kırkı bir, biri kırk edebilirsek, yani tek bir vücut olabilirsek, birlik mertebesine erişir, Hak ile Hak olup “Ev Enda” makamına ulaşabiliriz.
Bütün bu anlatmaya çalıştığım mertebeler ancak ve ancak bilgi işidir, ilme dayanır. Bizi bu ilâhi sevgiye götürecek olan yol da bilgi ve ilimdir. Kur’anda,: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” demektedir. (Zümer,9) Bunun için de “Evreni” çok iyi tanımalıyız ve buradan da kendi özümüze inmeliyiz. Dışı ve içi kendisinde toplayan gerçek ilim işte budur. Kur’anda: “Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır” denmektedir. (Yusuf,76) Görülüyor ki bilgi sonsuzdur, biz ne kadar bilgili olursak olalım, bizden daha fazlasını bilen biri olduğunu unutmamalıyız. Kur’anda: “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz nereye dönerseniz orada onun yüzü vardır...” (Bakara,115) ve yine “Allah göklerin ve yerin nurudur”denmektedir.(Nur,35) Bir başka ayette de: “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır...” denmektedir. (Nisa, 126) Eğer bir insan, evreni ve âlemleri gerektiği şekilde anlar ve Allah’ı bunlardan ayrı görmeyerek bir saat tefekkür hâlinde kalabilirse, bin yıl ibadet ve zikir etmekten daha fazla Allah’a yaklaşmış olur. Bunun anlamı şudur: “Hakk’ın vücudunun varlık süratinde görülmesi veya Allah’ın kendi vücutnu halka emanet olarak giydirip, kendisinin varlıklarda göstermesi şeklindedir.”
Biz bir ağacın kökü, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçeği veya meyveleri olduğunu görüyoruz fakat, buna rağmen bu ağaca baktığımız zaman, bu bir kök, bu bir dal veya bu bir yapraktır demek yerine, bu bir ağaçtır diyoruz. işte, bunun gibi bu âlemlere, yani evrene baktığımız zaman varlıkların isimlerini teker teker söylemek yerine sadece Allah diyoruz. ancak hiçbir zaman varlıklara teker teker Allah diyemeyiz varlık varlıktır, Allah Allah’tır. Yukarıda söylediğim gibi, bu konuya vakıf olmuş bir kimse, tefekküre varıp tüm varlıklarda Allah’ı müşahede etse, ibadetin en büyüğünü yerine getirmiş sayılır. Bunun için de âlimin bir saatlik ibadeti,cahilin senelerce yaptığı ibadete bedeldir denmiştir.
Tefekkürden maksat, bir an için Allah’ı müşahede etmektir. O anda insan Allah ile bütünleşir ki bu da ruhun terbiyesi demektir. Nebiler ve veliler, ruhlarını bu yolla terbiye etmişlerdir.
Kul Allah’a olan kulluk görevini Allah’a ibadet ederek yerine getirmeye çalışır. Bunun da başlıca yolları, namaz, niyaz, tespih ve zikir gibi ibadetlerdir. Ancak, zikir denilen şey, öyle boş yere söz söylemek, boş yere tespih çekmek olmamalıdır. Gerçekte hakiki ibadet, bilgidir ki, bu da tüm isimleri ve sıfatları yok edip şekillerden arındırarak kendisini zatta yok etmektir ve böylece Hak ile bâki olmaktır. Zikir, her fırsatta, her suretle, Allah’tan bilerek söz etmek ve ondan söz ede ede de Allah hakkındaki bilgiyi tamamlayarak ona yaklaşmaktır.
Çok değerli sayın okuyucularım! Allah, insan, ruh, akıl gibi konularda gücümün yettiğince sizleri bilgilendirmeye çalıştım. Ben bir âlim, bir filozof değilim ben ancak araştırarak elde ettiğim ilâhi bilgileri bir araya getirip kendi düşüncelerimi de onlara katarak sizleri bilgilendirmeye çalıştım. Bunları yaparken de en fazla baş vurduğum kaynaklar Ku’ran ve küdsi hadisler oldu. Bunu yapmamdaki tek amaç, sadece insanları ilim öğrenmeye alıştırmak ve bu yolla onları gerçeğe ulaştırmaktır. İlim denildiğinde akla ilk gelen müspet ilimlerdir. Ancak, burada bahse konu olan müspet ilimlerin yanında ilâhi ilimler, ilâhi bilgilerdir. Bilgi, maddeden başlayıp derece derece yükselerek en sonunda varlıkların, yaratanın kendisine ve sırlarına ait gerçek bilgiye dayanır. İnsanlar, bir takım mucizeler peşinde koşma yerine gerçek bilginin peşinde koşup onu Hindistan’da olsa bulmalıdırlar. “Hazret-i Ali Keremullahi Veche, “ilim nerede olursa olsun siz onu arayıp bulun” demiştir. Peygamberimiz de, kendisinden mucize isteyenlere, Ku’ranı göstermiş ve böylece gerçek bilgiye işaret etmiştir.
Sözü, devamlı olarak ilim veya bilgiye getiriyorum. Çünkü, her şey dönüp dolaşıp bilgiye dayanıyor. Bütün mertebeleri hakkıyla bilen bir kimse, Hakk’ın kendisinde tecelli ettiğini ve kendisinden başka hiçbir şeyin olmadığını bilir ve bu bilgi mertebesine yükseldiği zaman da bütün kötülükleri terk eder. Böylece daima iyi ve ulvi hallere yönelmiş olur ki bu hallere ulaşmak şan ve şeref sahibi olmaktır, yani cennettir. Cahil insan ise, kendisini süfliyetten kurtaramamış insan demektir ki, süfliyet cehennemdir. Görülüyor ki süfliyette kalıp cahillikten kurtulamamak cehennem, iyi olan halleri yaparak ulviye yükselmek ise cennettir.
Yazılarıma son verirken, sözü tekrar insan veya kâmil insana getiriyorum. Çünkü kainatta ne varsa en küçük zerreye kadar Allah’ın varlıkları, Allah’ın zerreleridir ki her biri kendi nispetinde Allah’tır. İnsan ise tüm bu zerreleri özet olarak kendisinde toplamış ve tüm varlığın özü olmuştur. Bu durum da bütün kainat insan olmuştur ki, dolayısıyla de insan bütünüyle Hakkın sureti üzere yaratılmış olur. Böyle olunca da insan Hak olmuş olur.
KAYNAKLAR (BİBLİYOGRAFYA)
Faydalanılan Eserlerden Bazıları:
1- Orhan Hançerlioğlu : Düşünce Tarihi, Yükselen Matbaacılık LTD. ŞTİ 1970 – İstanbul
2- Abdülbaki Gölpınarlı : Yunus Emre, Altın Kitaplar Yayınevi 1991 İstanbul
3- Enver Behmen Şapolya : Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi Türkiye Yayınevi 1964 İstanbul
4- Seyyid Muhammed Nur : Varidat Şehri Esma Yayınları 1994 İstanbul
5- Prof. Cavit Sunar : Tasavvuf Felsefesi, Ankara İlahiyat Fakültesi Yayınları 1974 Ankara
6- Prof. Cavit Sunar : Melamilik ve Bektaşilik Ankara İlahiyat Fakültesi Yayınları 1975 Ankara
7- Ahmed Hulisi : Hz. Muhammed’in Açıkladığı Allah, Kitsan 1994 İstanbul
8- Ahmed Hulisi : Akıl ve İman Kitsan 1995 İstanbul
9- Hakkı Saygı : Demir Baba Velâyetnamesi, 1997 İstanbul
10- Hakkı Saygı : Otman Baba Velayetnamesi, 1996 İstanbul
11- Hakkı Saygı : Şeyh Safi Buyruğu ve Rumeli Yöresi Erkanları 1996 İstanbul
MUHARREM ORUCU VE MATEM
Muharrem erkânı ve Muharrem orucunun sonunda kesilen kurban hakkında bilgi verir misiniz?
Bu erkân da yine ibadet cemi içerisinde yer alan bir hizmet bölümüdür. Murarrem erkânı; Muharrem’in 1. gününden itibaren On iki gün oruç tutulur ve her günün sonun da cem evlerinde bir araya gelinir, oruç bozulduktan sonra Kerbelâ ile ilgili kitaplar okunur, sohbetler yapılır, mersiyeler söylenir. On üçüncü günü kurban kesilerek Muharrem erkânı yapılır. Bunun gerekçesi de şöyledir:
Kevser Suresinde Hz. Peygamber’imizin soyunun kevserden, yani Hz. Fatıma ile Hz. Ali’den geleceği müjdesi veriliyor. Bundan dolayı da Hz. Peygamber’e, “şükret, kurban kes” deniyor. Biliyoruz ki Kerbelâ’da sadece Zeynel Abidin sağ kaldı ve Ehl-i Beyt soyunun günümüze kadar gelmesini sağladı. İşte Muharrem orucu sonunda kesilen kurban, Zeynel Abidin’in sağ kalıp Ehlibet soyunun günümüze dek devam ettiği için kesilen şükranlık kurbanıdır. Muharemin on üçüncü günü bir araya gelinir, o gece tutulan oruçların, kesilen kurbanların kabulü için Allah’a dua ve niyazda bulunulur.
Alevi-Bektaşi inancında muharrem ayı içerisinde Kerbelâ şehitleri için tutulan orucun aslı nedir ve Kuran’da yeri var mıdır?
Evet vardır. Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağırma vaktine, on geceye” (Fecr Suresi, 1) diyor. Yine Kuran’da: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır” (diyor. Bu ayetler: Muharrem orucu ile ilgilidir. Çünkü sizden öncekilere farz kılındığı gibi demekle, Hz. Muh Bakara Suresi, 183) Muhammed öncesi peygamberleri kastediyor. Çünkü Kuran’da: “Sizden önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın” deniyor. (İsa, 77)
İşte, Hz. Muhammed öncesi tutulan oruç, Muharrem orucudur, bu orucu Hz. Peygamber’imiz de tutmuştur. Öyle ise hangi peygamberler bu orucu tutmuştur? Kuran yorumcuları şöyle açıklıyorlar:
1. Adem Peygamber, 10 Muharrem günü eşi Havva ile buluştuğu zaman, yüce Allah’a şükranlık orucu tutmuştur.
2. Nuh Aleyhisselam, 10 Muharrem günü tufandan kurtulunca, şükranlık orucu tutmuştur. Ayrıca o gün gemide kalan erzakları bir araya getirerek aşure pişirmiştir. Aşr, on demektir, aşur veya aşura, Muharrem’in onuncu günü pişirilen buğday tatlısıdır.
3. Hz. İbrahim Peygamber, Nemrut’un attığı ateşten kurtulunca, Allah’a şükretmek için oruç tutmuştur.
4. İshak veya İsmail Peygamber, kurban olmaktan kurtulunca, şükranlık için oruç tutmuştur.
5. Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu zaman şükranlık için oruç tutmuştur.
6. Eyüp Peygamber, ağır dertlerinden kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.
7. Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.
8. Musa Peygamber, Firavun’un gazabından kaçarken, Kızıl Denizin, mucizevi bir şekilde kendisine yol vermesinin şükranlığı için oruç tutmuştur.
9. İsa Peygamber, şükranlık için oruç tutmuştur
10. Allah’ın Resulü, Hz. Muhammed Mustafa da Emevilerin zulmünden kurtulmak için Medine’ye hicret etti. Medine’ye sağ salim dönmesinin şükranlığı olarak on gün oruç tuttu ve aşure pişirdi.
İşte, isimlerini saydığımız bu peygamberler, kendileri için kurtuluş, kavuşma ve müjde günü sayılan bu günlerde, bir gün kendileri için, birer gün de kendisinden önceki peygamberlerin tuttuğu orucu tutmuşlardır. Bu peygamberler için kurtuluş veya müjde günü sayılan on muharrem günü, Hz. Peygamber’in torununa felaket ve musibet günü olmuştur.
Muharrem orucu kaç gündür ve nasıl tutulmalıdır?
a) Muharrem orucu olarak, on gün peygamberlerin tuttuğu oruç tutulur ve buna iki gün de Kerbelâ şehitleri için ilave edilir. İsteyenler, Müslim ve oğulları için de üç gün oruç tutmaktadır.
b) Aslında bu oruç bir nevi yastır. Muharrem ayı, Mah-ı Muharrem ayıdır ve Muharrem ayı, yüreği Ehl-i Beyt sevgisiyle yanan her Müslüman için bir matem günüdür. Bu günlerde içi Ehl-i Beyt sevgisiyle dolu olan her Müslüman’ın, mahzun olduğu ve matemlerinin tazelendiği günlerdir. Çünkü, bugünler: Hazret-i Muhammed’in öperek, severek, koklayarak omuzunda gezdirdiği, sevgili torunu, Hazret-i İmam Hüseyin’in “Kerbelâ” denilen yerde, iktidar hırsıyla içi kararmış Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından aile efradı ve yakın dostlarıyla birlikte şehit edildiği günlerdir.
c) Oruç, Rumeli’de ve özellikle Bektaşiler arasında kaç gün dayanabilecekse o günler için niyet eder, çok az yemek yer, ancak kesinlikle su ve sıvı yiyecekler yenmez.
Anadolu Alevileri arasında ise yukarıda söylediğim gibi, On iki gün tutulur. Oruca niyet edilir, gün içerisinde hiçbir şey yenmez, su ve sıvı içecekler içilmez. Gün battıktan sonra çok hafif bir şeyler yenir ve koyu çay içilir. Bazı yörelerde gece saat 12’den önce çok hafif bir şeyler yiyip tekrar niyet edilir. Bazı yörelerde ise sabah şafaktan önce kalkıp çok hafif bir şeyler yenir ve tekrar niyet edilir. Doğrusu da böyle olmalıdır ve büyük küçük tüm aile fertleri beraber olmalıdır.
ç) Muharrem orucu, aynı zamanda matemdir, yastır. Bu günlerde, genellikle düğün, dernek yapılmaz, Tahtacılar ağaç kesmezler, kesici aletleri kullanmaktan kaçınırlar, kurban kesilmez, kan akıtılmaz, herhangi bir tartışmaya girmemeye çok özen gösterilir.
Aynaya bakılmaz, traş olunmaz, banyo yapılmaz, çamaşır yıkanmaz. Ancak, günümüzde, büyük şehirlerde yaşıyoruz, her birimiz bir kurumda çalışıyoruz. Toplum kurallarına uymamız gerekiyor, işimiz icabı temiz olmamız gerekiyor. Bu durumda olan kimselerin, yıkanması, traş olması ve temiz giyinmesi gerekiyor. Bunlar günümüzün gereğidir, zaman bize uymaz, biz kendimizi zamana uyduracağız.
Oruç nedir ve nasıl tutulmalıdır?
Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Oruç deyince hemen aklımıza hiçbir şey yememek ve aç durmak gelir. Aslında oruç bu değildir, oruç tüm azaların orucudur. Yani beden orucudur, bunu şöyle sıralayabilirız:
Elin orucu; oruçlu olan bir kimse, hiçbir vesile harama el uzatmamalıdır.
Dilin orucu; oruçlu olan kimse hiçbir vesile yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.
Belin orucu; oruçlu olan bir kimse, zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.
Gözün orucu; oruçlu olan bir kimse, hiçbir şeye kötü gözle bakmamalıdır. Gafletten uzak durulmalıdır.
Kulağın orucu; oruçlu olan bir kimse, tüm kötü fiillere kulağını kapamalı, yasaklanmış olan şeyleri duymamalıdır.
Nefsin orucu; oruçlu olan kimse, tüm nefsani duygulardan uzak durmalıdır, şehvetten kendisini korumalıdır.
Kalbin orucu; oruçlu olan kimse, her an Allah’la beraber olduğunu bilmeli, hiçbir vesile Allah’tan uzak olmamalıdır, her an için tefekkürden uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden ötürü, Allah’a şükretmelidir.
İradenin orucu; Cenab-ı Allah, ahseni takvim üzere, yani en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak “irade sıfatı” vermiştir. Oruç tutabilen bir kimse, iradesine hakim kimsedir. Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir. Eğer biz, nefsimizin her istediğini ona verecek olursak, onun tutsağı oluruz. O vakit irademiz elimizden gitmiş, onun tutsağı sayılırız. Ama, acıktığı zaman yemek, susadığı zaman su vermezsek, herhangi bir kötülüğe sebep olabilecek fiili yerine getirmezsek, o vakit biz irade sahibi sayılırız ki, bu da bizi kemalata ulaştırır.
Ruhun orucu; Cenab-ı Allah’ın kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. Nasıl ki, müzik ruhun gıdasıysa, buna benzer tüm ibadet ve taatlerimiz de ruhun gıdasıdır. Buraya kadar saydıklarımızı gereği gibi uygulayabilirsek, bu hareketlerimizin tümü, ruhun gıdasıdır.
Aslında oruç, sadece, Muharrem ve Hızır veya diğer sayılı günlerde tutulan oruç olmamalıdır. İnsan kendini bildikten itibaren tüm hayatı boyunca oruçlu olmalıdır. Örneğin bir kimse, ikrar verip musahip olur, muntazam Hakk, Muhammed, Ali yoluna devam ederse, her sene görgüden geçip üzerinde kul hakkı bulundurmazsa, hayat boyu oruçlu sayılır. O Allah’tan, Allah’ta o kulundan razı olur.
Kerbelâ olayı her yıl on gün öne alınarak uygulanmaktadır. Sabit bir tarihte yapılamaz mı?
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Eski Kameri aylar: Muharrem, Sefer, Rebiyülevvel, Rebiyülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Bu On iki ayın toplam gün sayısı, 355’tir. Oysa, güneşin ilkbahar ılım noktasından iki geçişi arasındaki zaman birimi olan gerçek yıl 365 gün, 5 saat, 48 dakika, 46 saniyedir. Demek ki miladi takvim ile kameri takvim arasındaki fark, 10 gündür. Dolayısıyla Arabi aylar ve Muharrem ayı her yıl 10 günlük bir kaymayla, yaklaşık 36 yılda bir dönüşünü tamamlar ve aynı yere gelir.
Cumhuriyete kadar ülkemizde kullanılan takvim, Arabi (Kameri) takvimdir. Bütün dünya gerçek yıla en yakın takvim sayılan “Gregoriyen” takvimine geçmiştir. Bu takvime göre her 3 yıldan sonra gelen Şubat ayı 28 yerine, 29 gün kabul ederek, gerçek yıldaki 5 saat 48 dakika, 46 saniyelik küsuratı tamamlamaya çalışılır.
Bunu böyle belirttikten sonra Kuran’da Haram aylarla ilgili ayeti inceleyelim: Sana haram ayı, yani onda savaşmayı sorarlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. İnsanları Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir günahtır. (Bakara 214)
Arap Yarımadası’nın her yerinde özellikle Hicaz’da çok eskiden beri yılın dört ayı haram (yasak) sayılır ve bu aylarda savaş yapılmaz, kan dökülmezdi. Bu aylar, yılın sOn iki ayı ile gelecek yılın ilk ayıdır, yani Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Ve bir de yılın yedinci ayı olan Recep ayıdır. Recep ayı ortada ve tek ay sayıldığından buna, Recep’ül-feda, yani yalnız recep denirdi. Bu aylarda oymaklar arasında savaşlara ve çatışmalara son verilir, halk her yerden Kâbe’yi ziyaret için Mekke’ye gelir ve panayırlarda alışveriş ederlerdi. Ayrıca bugünlerde aralarındaki anlaşmazlıkları, hakem kurulu katında uzlaşmaya çalışırlardı. Kuran ayetinden de anlaşılacağı gibi, bu aylara saygı dışı davranışlar en büyük günah sayılırdı.
Hz. Muhammed döneminde de Araplar, istedikleri zaman savaşabilmek ve avlanabilmek için bir yıl “muharrem” ayını haram saymışlar, bir yıl da muharremden sonra gelen “sefer” ayını haram saymaya başlamışlardı. Bu hileye baş vuran Araplar, böylece savaş yapılması yasak olan bu ayı, başka bir ay sayarak savaşa giriyorlardı. İşte bu kasıtlı ve hileli yöntem, Hicretin 8. yılında aşağıdaki ayetle kaldırıldı.
“Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için “haram ayını”, bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah. Kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” (Tövbe, 37) denilmektedir. Şimdi birileri kalkıp, muharrem ayı içerisinde olan bir olayı, mart ayı içerisinde ve sabit bir günde uygulamaya koymağa çalışıyor. Nitekim Hz. Muhammed ve Hz. Ali devrinde de Muharrem ayı, yıl içinde dönmüştür. Kerbelâ olayından sonra İmam Zeynel Abidin ve ondan sonra gelen imamlar ve onun soyundan gelen Hacı Bektaş-ı Veli döneminde de Muharrem ayı yıl içinde dönmüştür. (Hakkı Saygı Baba)