Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: İkinci Bölüm
ALEVİ YAZARLARI ALEVİLİĞİ ANLATIYOR-10 (BİRİNCİ BÖLÜM)
EZELİ DOĞANAY
Ayhan Aydın ( Gazeteci Yazar) (*)
Alevilik ile ilgili 1950 yılına kadar sanıyorum “Hüsniye”, “Ebu Müslimi Horasani”, “Saadete Erimişlerin Bahçesi”, “Bektaşiliğin İçyüzü” ve “Buyruk” gibi kitaplar vardı. 1990 yılından sonra bu konuda oldukça fazla kitap yazıldı. Elbette yazılması çok iyi. Siz bu konuda bu kadar fazla kitap yazılmasını neye bağlıyorsunuz?
Yayınlanan kitapların gerçekten önemli bir bölümünü okuyan birisiyim. Kitap her şeye rağmen iyidir. Hangi konuda olursa olsun ne kadar çok kitap yazılırsa bunun yararına inanan bir insanım. Ama tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de her alanda her yıl binlerce kitap yayınlanmaktadır.
Alevilik gibi; devletin ve toplumun merkezine yerleşitirilmiş, yerleşitirilmeye çalışılan resmi bir “din, mezhep ve inanç” karşısında dışlanan, yok sayılan bir öğreti hakkında tüm baskılara, engellere rağmen kitaplar yazılması da elbette güzel bir şeydir.
Ama diğer dünya ülkelerinden durum nedir tam bilmiyorum fakat ülkemizde kitap yayıncılığında, bunun gibi elbette Alevilik Bektaşilik konusundaki kitap yazınında bir furyanın olduğunu söylemem gerekir.
Alevisi, Sünnisi, Şiisi (Caferi), çok farklı inanç kökeninden, bu arada çok farklı meslek formasyonlarından, çok farklı kesimlerden, akademiden, gazetecilik dünyasından onlarca hatta yüzlerce ismin bu alanda kitaplar yazması başlı başına gerçekten bir yazının konusu.
Bununla ilgili bir denemeyi çok önem verdiğim ve alanında uzman bir bilim insanı olan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak yıllar önce yazmıştı. Gerçekleri dile getirdiği için bizim bazı yazarlar ve yayınevleri tarafından taşa tutulmuştu. O ise bunu hiç önemsememişti. Şimdi bazı kitaplar üzerinden giderek ben de bazı eleştiriler yazabilirim, kendi çapımda. Ama bir söyleşi boyutunda rahatlıkla şunları söyleyerek özetleyeyim görüşlerimi.
Bir kere yazılan kitapların yazarlarının en az yarıdan fazlasının bu konuda yetkin ürünler ortaya koyabilecek kapasitelerinin olmadığı söylemeliyim. Genel kültür, genel bilgi ve bu alanda uzun zamana dayanan araştırma-inceleme-gözlem verileri oluşmadan kitapların yazılıp, hemen çar çabuk piyasa sürüldüklerini görüyorum.
Alevi olsun, Sünni olsun kökeni hiç önemli olmamak üzere; tez canlılıkla, zaman zaman ticari kaygıyla, siyasi kaygıyla, bir yerlere gerçekten mesaj vermek kaygısıyla, hobi olarak, diğer kart vizit etiketlerine bir yenisi ekleme fütursuzluğuyla, yöreselcilikten kurtulamamanın verdiği amansız mikro milliyetçilikle, ocak taassubuyla, basit önermelerinin konuyla ilgili çok önemli olduğu iddiasıyla yüzlerce, binlerce kitap piyasayı doldurdu.
Bir zamanlar işporta pazarında yerlerde gezinen Alevi kitapları ciddi kitap satış noktalarında yerlerini alsalar da, bugün Alevilik Bektaşilik konusunda yazılan kitaplara eski ilginin olmadığını da rahatlıkla söylemek zorundayım. İşte bunda bu alanın gerçekten de ciddi manada sömürülmesinin de etkisi vardır.
Bazı yazarlar özellikle aynı kitabı farklı başlık, kapak resimleriyle farklı yerlerde yayınlatarak gerçekten bu işin ticaretini yapmışlardır. Somut olarak gördüklerimi burada yazsam gerçekten bazıları utanır, o yüzü kızarmayan yazarların, yayınevlerinin yaptıkları karşısında. Şimdi Alevi camiasının gözyaşı döküp bir büyük isim olarak andıkları bir yazar, hiç Osmanlıca bilmediği halde, Osmanlı Arşiv belgelerinden bir başkasının (başkalarının) çevirdiği belgeleri sahiplenip kitabın üzerine kendi ismini yazabilmiştir. Yine bir başka Alevi yazar bir başka kitaptan çalıntı yaptığı için mahkeme kararıyla yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Başkalarına yazdırılıp kendi ismini koyanları mı ararsınız, Skandallara imza atıp sözde çevirerek tezine dayanak yaptığı belgelerde sahtekarlık yapanı mı ararsınız? Hangisini yazalım?
Açık açık söylemek gerekirse; gerçek anlamıyla Alevilik Bektaşilik konusunda bilgi sahibi olmak isteyen kim olursa olsun, bir insana kitap önerirken gerçekten çok dikkatli olmak gerekir.
Neden bu böyle?
Yukarıda söylemeye çalıştığım noktayı biraz daha genişletirsek, gerçekten ehil olmayan eller tarafından kaleme alınan kitaplardan söz ediyoruz.
Peki, ehil olmak ne demektir?
Alevilik Bektaşilik konusu, ne hikmetse daha çok da Alevi Bektaşi kökenliler tarafından zannedildiği gibi, basit bir araştırma alanı değildir. Bilakis araştırma alanları içinde en zor alanlardan birisidir. Bu nedenlerle, yıllar önce konunun önemini de biraz vurgulamak için Alevi Sosyoloji isimli bir de kitap yazan Prof. Dr. Hüseyin Bal’ın dediği gibi, bu alan üniversitelerde bir disiplin olarak, bağımsız bir bilim dalı olarak okutulabilecek ciddiyetle bir alandır.
Tarih, Sosyoloji, Etnoloji ve elbette Antropoloji’nin doğrudan alanı olan Alevilik Bektaşilik konusunda yetkin ürünler vermek hiç de zannedildiği gibi basit bir çaba ürünü olarak ortaya çıkmaz. Aleviliğin Bektaşiliğin bugününü çalışsanız bile tarihini, onun yayıldığı coğrafyayı, sosyal yapıyı bilmeden yetkin ürünler verebilir misiniz? Dolayısıyla Alevi Tarihi ise başlı başına tarih biliminin alanı içindedir. Size yüzlerce eser gösterebilirim ki, değil tarih, sosyoloji, antropoloji alanının temel kurallarını çiğnemek, en bilinen tarih kani kronoloji bilgileri bile yanlış yazılmış sözde Alevi Tarihi kitapları vardır.
İnsanların gerçekten bilgisiz olması, bu konuyu merak ediyor olmaları, bu konuda büyük bir boşluğun olması, biraz da bu kitap furyasını doğurdu. Üç kitap okuyan Alevi kitabı yazarı oldu. Yazar olmak, gazeteci olmak kolay değildir. Ama ülkemizde her şey basite indirgendiği için, sanki üst üste yirmi otuz kitap yığıp onlar içinde işine geleni, kendi dünya görüşüne uygun olanı, hoşuna giden bölümleri alıp, bunları bir ilkokul çocuğunun ders yapma mantığıyla alt alta yazmak yazar sanıldığı için biz bugün bu noktadayız. Alevilikle ilgili kitap yayınlayan Alevi Yayınevlerinde de profesyonellik olmayınca imla hatalarıyla dolu kitapların sayıları elbet yüzleri aştı.
Türkiye’de eksik olan “eleştiri kültürü” ve kitaplar, yazılar konusunda da “eleştirmenlik” amatör boyutuyla bile Alevilik Bektaşilik’te ve Alevi Bektaşi yazınında, daha doğrusu medyasında hemen hiç yok. Bu da bu konudaki en büyük handikaplarımızdan birisi.
Devamını oku: Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: İkinci Bölüm
Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: Birinci Bölüm
YAZARLAR ALEVİLİĞİ ANLATIYOR
EZELİ DOĞANAY
8 Ayhan Aydın (Gazeteci/ Şair/ Yazar)
1. Sevgili Ayhan, Alevi aydınları içinde önemli bir yere sahipsiniz. Gazeteci-Yazar kimliğiniz dışında aynı zamanda çağdaş bir seyyahsınız. Alevi Dernek Kurum Vakıf ve partileri yakından izleyen gözlemleyen ve yazan bir kalemsiniz. İki önemli Alevi kurumu olan TBP (Türkiye Birlik Partisi) ile Cem Vakfı (Cumhuriyetçi Eğitim ve kültür Merkezi) bu iki kurum’un Devlet tarafından kurulduğu söyleniyor. Cem Vakfı ile ilgili bizatihi Süleyman Demirel “2 Temmuz 1993'ten sonra yükselen Alevi muhalefetini bastırmak için Cem Vakfı’nı biz kurduk. Bu vakfın başına da İzzettin Doğanı getirdik, bu görev için de İzzettin Doğan seçildi…”
Bu haber birçok basın yayın organında yer aldı. İsterseniz ilk sorumuz bu olsun. Uzun Yıllar Cem Vakfında koordinatörlük yaptınız. Bu konu da neler söyleyeceksiniz?
Ben bu konuda bir analiz yapabilecek güçte değilim. Bildiğim; devlet içinde devlet olduğu, devletin bir kolunun tam anlamıyla faşizme hizmet ettiğidir. Türkiye’de tek bir devlet, tek bir devlet anlayışı yok. Daha çok seküler dediğimiz laik, üniter, yönünü batıya çevirmiş, çağdaş görünümlü, “vatan-millet” bütünlüğü olsa da, tam ırkçı olmayan askeri ve mülki bürokrasi erkânı da bu devletin içinde. Ama Hrant Dink’i öldüren ve tüm Ermenilerin ve tüm Rumların ve tüm Çerkezlerin ve tüm Arapların ve tüm Kürtlerin ve tüm Alevilerin ve tüm “Türk, Hanefi Sünni – Sağcı” olmayan herkesin yok edilmesi gerektiğini, en azından asimile edilmesi gerektiğine inananlar da yine bu devletin içinde. Aynı şekilde devlet dediğimiz bütünlükteki tüm polisleri, tüm askerleri, tüm bürokratları tek kefeye koymak bundan tek tip devlet anlayışı çıkarmak da bence çok zordur.
Ama “resmi ideloji” diyebileceğimiz, genel manada sağcı bir dünya görüşüne göre ülkeyi yönetmek isteyenlerin, özgürlükleri tekellerinde tutup bir hapishane şeklinde bir ülke yaratmak anlayışıysa söylenen evet Türkiye bugün böyle bir devlet, böyle bir ülke. Aslında eskiden beri de böyleydi bu ülke. Birilerine göre cennet iken, halkın önemli bir kesimine göre cehennem olan bir despot yönetim anlayışının hâkim olduğu bir demir yumruklu sistemin adı oldu Türkiye Cumhuriyeti ismi.
Bu bütünlükte; bazen biraz şirin görünerek, bir elinde çiçek olsa da arkasına sakladığı diğer elinde baldıran zehri taşıyan bir devletle karşı karşıyayız. Attığı adımlara şüpheyle bakmamız gereken, sürekli özgürlükleri, özgünlükleri, evrensel değerleri hep tırpanlayıp, sürekli kendi ideolojisini hakim kılmak isteyen, her türlü hak – hukuk anlayışını kısıtlayıp, yaşamı kendisinin rahatı için kurgulayanların ilk önce kafalarında sonra da aynı karanlıktaki odalarda şekillendirip tüm sistemi kendi lehine çevirmek için, gerekirse her türlü hakkı yok etmek için yeni numaralarla yeni hamleler yapan bir sinsi bir devlet var karşımızda.
Ama bu sadece Türkiye için mi geçerli? Belki de tüm dünyadaki devletlerin temel mantığı da budur.
Bu açıdan bakınca devletin kendi dünya sistemine, görüşüne göre hareket eden yapıları, gurupları, kurumları desteklemesi, koruması, kollaması doğaldır. Ve de kendi istediği gibi hareket etmesi için böyle yapıları kendisinin oluşturması, kendisinin solcusunu, Alevisini, Kürdünü yaratması da doğaldır.
Ben BP ve CEM Vakfı’nın doğrudan devlet tarafından kurulduğuna dair bir bilgiye sahip değilim. Bu belki doğrudur. Ama bu kurumların devlet dediğimiz yapıyla diyaloglarından çıkan sonuçlara bakarak bir genelleme yapmaya çalışırsak, aslında bu konuda çok ama çok şey söylememiz gerekir. O zaman ben size derim ki, Cem Vakfı ve BP ile sınırlarsanız işi, olayın tüm boyutunu gerçekten kaçırırız. O yüzden aslında İzzettin Doğan’ın ismi çıkmış, devletin tepesinde en sevilmeyen kişi olarak söylenen kişi davet edince Alevi kurumlarını birçoğu bu davetlere katıldı. Yezit dedikleri adamın bir de üstelik Muharrem Sofralarında yer aldılar. Alamadıysalar bile, için için orada olmak istediler. Bizim toplumda bir ezilmişlik psikolojisi vardır. Belki kendileri “adam değildir” ama sözde bu toplum adanı, bu onurlu toplumun sözde beklentileri adına, önünü ilikleyerek hazır ola geçen nice nice kurum yöneticisi, yazar-çizer, “faşist, yezit” dediği insanların önünde el pençe divan durmuş, durmak istemişlerdir. Efendim ben oraya gittiysem, kurumum adına gittim, davete icabet etmek gerekir, kurumumun sorununu dile getirmek fırsatı için gittim, artık bunları aşmamız gerekir, diyerek hareketlerine kılıf arayanlar yine şimdi devlet aleyhine atıp tutmaktadırlar.
Yani ilk başlarda devletin adamı dedikleri İzzettin Doğan’ın lüks arabalarda, devlet korumasıyla, devlet erkanında yer almasını eleştirenlerin en azından bir kısmının İzzettin Doğan’ı için için kıskanıp, aynı ayrıcalıklara sahip olmak için, için için nasıl hayıflandıklarını biliyorum. Çünkü çelişkili davranışlarından bunlar ortaya çıkıyor.
Biz birbirimizi biliriz, diye bir söz vardır. Hiç eğip bükmeyelim, kurum başkanları veya bu toplum adına ileri gidenlerin, toplum adına diye istediklerin birçok şeyin, attıkları birçok adımın aslında kendileri için istekler ve adımlar olduğunu biliyorum. Ben burada İzzettin Doğan ve yanındakileri aklamak için konuşmuyorum. Gerçekleri dile getirdiğime inanıyorum.
Sizin sorduğunuz devletin kendisinin kurduğu yönündeki kıstas önemli ama bu konuda elde belge yok. Denebilir ki bu işler zaten kapalı kapılar arkasında gizli yapılır. O da doğru olabilir.
Yeri gelip devletin şu kurumundan destek alıyorlar, diyerek diğer kurumları eleştiren Alevi kurumlarının, bakıyorum hemen hemen tümü devletin bir kurumundan doğrudan maddi destek alıyorlar. Bunu söyleyince, onların cevabı: “canım bu kültür etkinliği, Kültür Bakanlığı’ndan elbette para alacağız” şeklinde oluyor. Devlet aynı devletse, verilen paranın kaynağı ha TİKA olmuş, ha Kültür Bakanlığı olmuş, ha Diyanet İşleri olmuş fark eder? Ya da eder mi? Siz elbette fark eder diyebilirsiniz ama “devletten kaynak aldı”yla başlayan devletle işbirliğinin sınırlarını çizmek gerekmez mi? Buna da elbette diyorsanız, elbette tüm bunları da konuşmamız lazım.
Devlet bürokrasisinde olan bir insanla bir özel sohbetimizde, Ayhan Bey, ben sizin bu kurum başkanlarına çok şaşırıyor ve de bu topluma üzülüyorum, demişti. Neden? Deyince, başbakanla ve devlet yetkilileriyle Aleviler adına konuşmaya gelen bazı Alevi dernek başkanlar hep kendi kişisel isteklerini sıralıyorlar, demişti.
Sanırım 1998 yılıydı. Devletin bütçesinden TBMM’den çıkan kararla Alevilere o zamanın parasıyla sanırım 425 milyar lira verilmişti. Bu para ciddi bir paraydı. Bu parayla neler yapılmazdı ve yapılmaz ki? Bu parayı diğer Alevi kurumları adına Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı yetkilileri almıştı. Değerli Ezeli Dost, inan bu paranın nerelere harcandığı hala meçhul. Bu kurumun yöneticileri hala bu konuda kamuoyuna çok net bir bilgi veremediler.
Cem Vakfı’nda uzun yıllar özveriyle çalışan, bu kurumun en azından kalıcı ciddi bir şekilde Alevi - Bektaşi toplumu adına hizmet verdiği düşüncesiyle, bir araştırma merkezi kurar, insanları toparlar diye, insanüstü gayret eden birisiydim. Orayı evim gibi bellemiştim, büyük özveriyle çalışmalar yaptım. Ama en büyük darbeyi şahsen ben yedim hem başkanından, hem yöneticilerinden. Ben bir insanım ve Aleviyim, adice bir şekilde dışlandım oradan. Onlara sürekli halka öğüt vermek için kullandıkları “kul Haklarım” helal etmiyorum zaten. İnsansalar ve Aleviyseler bunun anlamını anlarlar zaten.
Ben orada çalıştığım için bu kurumu bana sordunuz sanırım. Ama bence aynı perspektifte Alevi kurumlarının tümünü birden değerlendirmek lazım, zaafları yönünden Alevi kurumlarının hemen tümünün bir bütün olduğunu gördüm, görüyorum, ben buna inanıyorum.
Kısacası ben hangi kurumun devlet tarafından kurulduğunu, örtülü veya açık olarak desteklendiğini bilmiyorum.
Dışarıda devletin aleyhinde atıp tutan hangi sözde yazar- çizer- kurum başkanı- dede- baba- ozan- toplum önderi- denilen kişilerin çıkarları için kendilerini satarak hangi menfaatler karşılığında devletin kapısında kişiliksizleştiklerini de tam bilmiyorum.
Sağcı katillerin önünde iki büklüm olan ama toplum önünde en solcu görünüp, Alevi kurumlarında kahraman olan, menfaati için kendisini satabilen bazı yazarlar var bunu biliyoruz ama bence bunların tümünü bir bütün olarak değerlendirmek lazım.
Devamını oku: Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: Birinci Bölüm
Alevi Bektaşi Etkinliklerine Dair Bazı Sorunlar- Sorular...
Alevi Bektaşi Etkinliklerine Dair Bazı Sorunlar- Sorular...
AYHAN AYDIN
Abdal Musa etkinliği davetiye metnini görünce, sabah sabah bir iki satır yazamadan duramadım...
Ne diyeyim kalem utansın, dilim durmaz benim...
Türkiye'de Alevi Bektaşi etkinliklerindeki kargaşa uzun yıllardır devam ediyor. Aleviliğin evrensel değerlerine yakışmayacak şekilde, bir "işporta pazarı" alanına dönüşen etkinlikler bir ölçüde uzak doğudaki, Hindistan v.s. yerlerdeki dini ve sosyal etkinliklere benziyor. Bu hemen her yer için böyle. Bunda etkinliğin yapıldığı yerlerdeki yöneticilerin bir kısmının gerçekten olanaklarının yetersiz olmasının yanı sıra, her türlü eleştiriyi sırıtarak dinleyip "elimizden gelen bu kadar" deyip, Kültür Bakanlığı veya başka yerlerden aldıkları kaynakları bilinçli kullanmamalarındaki pişkinlikleri kadar, İstanbul'da koltuklarında oturup, o yöreden gelen heyetlere çay kahve içirip, onlara bir yemek yedirdikten sonra bir an önce başlarından gönderen Alevi kurum yöneticilerinin de suçu var.
Çamurun, pisliğin içinde, bir kamyon dolusu çekirdek çöpünün içinde Alevi Anma Etkinliği...
Gerçek anlamıyla işporta pazarlarının içinde Anma Etkinliği...
Ben kentsoylu birisi değilim, cemevlerinde ve halkımın evlerinde hep konuk oldum.
Ama bu kepazelik yeter artık! Ulu pirlere layık olamıyoruz, Aleviliğin Bektaşiliğin yüce değerlerine layık olamıyoruz... Bazı yazarlar da diyebilir ki, halk bu ne yapalım, etkinliğe nasıl geliyorlarsa, nasıl rahat ediyorlarsa, nasıl ibadet ediyorlarsa biz onlara karışamayız. İyi o zaman türbenin hemen yanına sıçan insanları da hoş görelim o zaman! Bu kadarı da dünyanın hiç bir yerinde yok, bu gerçekten yeter artık...
Korkuyorum yirmi beş-otuz yıldır yaşadığımızı bu sene de yaşayacağız: keşmekeşin içinde, birileri nutuk çekecek, birileri alternatif etkinlik yapacak, sözde bazı sanatçılar saatler boyunca beklenecek ki, himmet eyleyip bizim ulu ozanlarımızın eserlerini söylesin, sanki onları hiç dinlememiş açlıkla zavallılaştırılmış insanlar da saatler boyunca onları beklesinler, dinlesinler...
Düşünün, Aleviliği Bektaşiliği ve bu güzellikleri yaşamak, öğrenmek, insanları dinlemek için bu etkenliklere gelen gençleri düşünün; Alevisi, Sünnisi, hangi dinden, inançtan olursa olsun gençleri düşünün... O gül yüzlü gençlerimiz çamurun içinde o bağırtıları, çığırtıları görünce ne hissederler, ne hissediyorlar? Hiç de iyi bir şeyler hissetmiyorlar elbette. Bizim buna hakkımız yok, Aleviler adına, Bektaşiler adına yola çıkanlar, bir kere bunları da düşünsünler...
Ancak yemek- içmek, ben daha bilgiliyim, akıllıyım dedirtmek için nutuk çekmek...
Bu son olsun artık, bu son...
İki sene önce Çeşminaz- Cemal Aydoğan'larla birlikte tanık olduk, Keskin'deki Haydar Sultan Türbesi'ni ziyaret edelim, dedik. Avlunun içinde başı kesilmiş tavuklar, leğenlerde yıkanan çamaşırlar, türbenin içinde serin olsun diye oynanan okey oyunları, bağırtılar, çığırtılar. Yirmi otuz kişi burada yaşıyor... Hünkar'la aynı çağda yaşadığı söylenen Anadolu'nun ulu pirlerinden Haydar Sultan'da yaşananlar...
Bu arada Hacı Bektaş Veli Etkinlikleri'nin Ekim ayına alındığını öğreniyoruz...
Gizli olan bir gerekçe de, "yazın Çingeneler çok geliyor, onları engelleyemiyoruz, temizlik sorununu çözemiyoruz, bu kadar kalabalıkla baş edemiyoruz" şeklinde görüşler var... Her tarafı dökülen gerekçeler... "72 millete bir nazarla bakan" ulu Hünkar'ın diyarında insan ayırmak, Çingene deyip insanları dışlamak... Ben daha önce de söyledim, şekle bakmayın, bugünkü bazı davranışlara bakmayın, o Çingene diye küçümsenen insanlar belki bugünkü Alevi kimliğini sergileyenlerden daha da Alevice yaşıyorlardır ve onlar bu dergahlara sahip çıkacaklardır. Temizlik evet büyük sorun. Bunu çözememek ise hepimizin büyük ayıbı. Ama İstanbul ve çevre illerdeki CHP'li belediyeler olarak orada boy gösteren yetkilileri imkanları dar olan Hacı Bektaş İlçesi'ne daha fazla yardımcı olmalıdırlar.
Böyle her isteyen istediği gibi davranırsa, bizim halimiz ne olur?
İki üç sene önce, iki ayrı Alevi gurubu Hacı Bektaş'da iki ayrı mekanda toplandılar. Toplantıların konusu ise "birlikti". Evet yalan değil ayrıntısını yazmalıyım aslında; birisi Garipdede Cemevi'de, birisi de Kültür Merkezi'nde toplanan iki ayrı Alevi gurubu ve konuları "birlik"! Bir araya gelemeyenlerin yapacakları birlik toplantısından ne çıkar? Elbette hiçbir şey çıkmaz, çıkmadı da... Her iki guruptakiler, siyasiler yine kendi kişisel görüşlerini dile getirdiler, sonra darmadağın olup çekip gittiler... Alevilerin mekanında, yine Aleviler adına bir şey konuşulmadı, herkes kendisini anlattı, kendi dertlerini dile getirdiler.
Bu kafalar beton duvarlara çarpa çarpa yıllarımızı tükettiler, bu bozuk zihniyetler...
Birlik olunmazsa, gösterişe işler yapılırsa, biz daha çok boşu boşuna toplantılar yapar, bir gün Yezit zihniyetinin karşısında, asimilasyoncu devlet anlayışının karşısında birlik kurar da, gençlerimizin önünü açar, Alevice Bektaşice yaşarız!...
Bu kafalarla daha çok o güzel günleri özleriz!..
Kurumların paralarıyla uçaklara binip, yeyip içip nutuk çekerek daha çok halkımızın beklentisi olan birlikleri kurarız!..
Abdal Musa'nın aydınlığı umarım bir gün insanların akıllarını başlarına getirir de, bu büyük öğretiye yakışır etkinlikler yaparız.
Muhabbet ehline...
Muzaffer Bal'la Şiran'da Alevilik Üzerine...
Muzaffer Bal’la Söyleşi (II.)
Alevilik - Şiran Köylerinde Alevilik, Yazın Çalışmaları…
Söyleşinin bu ikinci bölümünde Muzaffer Bal’ın Şiran’da Kırıntı merkezli Alevi köylerindeki Alevilikle ilgili kimi gözlemlerini paylaşıyorum.
Uzun yıllardan beri tanıdığım, saygı duyduğum, ilkeli bir yaşam sürdüğüne inandığım, hayata rasyonel bakan, devrimci dünya görüşünü devam ettiren, kültür, sanat, edebiyat, çevre konularında yenilikçi ve gerçekçi düşünebilen çok değerli Muzaffer Bal’la uzun zamandan beri bir söyleşi yapmak istiyordum.
İstanbul’a öğrencilik dönemimde geldiğimde ilk tanıdığım simalardan birisi olan Muzaffer Bal’ı, Cağaloğlu’ndan Kor-Koral Yayınları’ndan tanıyorum. Aslında birçok ortak noktamız var ama her zaman da yakın olamadık… Ama üreten, yaratan, gerçekleri dile getiren, duygusal, sürekli okuyan, araştıran, yenilikçi hayatı olduğu gibi kavrarken tüm güzellikleri ve çirkinlikleriyle hayat denen muamma içinde kendisi olmayı başarabilen çok sevdiğim bir kişilik olarak da hep saygı duyduğum bir figür olarak karşımda duruyordu. Aslında onunla bir on gün kadar baş başa kalmak iyi olurdu… Her zaman Altınoluk’a davet etti, ben gidemedim… Herhalde bir zaman yaratıp bunu gerçekleştireceğim…
İçimizden birisi olarak, solcu olsun, sağcı olsun “gündem belirleyen” medyanın yok saydığı, benzerleri gibi, bir değerli yürek, bir araştırmacı, şair, çevre aktivisti olarak Muzaffer Bal’la bu söyleşinin çok yerinde olduğunu düşünüyorum… Evet, ülkemizde binlerce kitabı olan, tanınan, meşhur olan yazar çizer var… Ama binlerce de, “isim yapmamış” yazar var… Ülkemizin bir garip hali de budur… Dergiler, solcu gazeteler de hep belli isimler üzerinden yürür gider… Artık binlerce kez tekrarlanan, tüm yaşamı binlerce kez yazılan solcu yazarlar- şairler dışında da, çok ünlü olmasa da yüzlerce çok değerli yazar, ozan var bu ülkede… Onlara da kulak verilmelidir…
Ayhan Aydın
Siz okuyan, araştıran bir insansınız. Alevilik konusunda, Kürtler konusunda da hayli kitap okudunuz, ayrıca sohbetlerden, dostluklardan, söyleşilerden de büyük bir izlenimiz oldu.
Siz Alevilik konusunda neler söylersiniz?
Ben daha çok Alevilik olarak kullanmak isteniyorum, Kızılbaşlık olarak kullanmak istiyorum. Alevilik üst kimliktir. Kızılbaşlık ocak geleneğini içerir. Eskiden Kızılbaşlık olarak bilinirdi, bence de doğrusu budur. Ben Kızılbaşlık olarak kullanmak isterim.
Nedir o zaman Kızılbaşlık?
Kızılbaşlığı, çok tanrıcı bir inancın devamı olarak görüyorum.
Özellikle Tabiat Tanrı dediğimiz, dağlara, taşlara, sulara önce tanrılaştırıp, sonra kutsallaştıran bir inanç olarak görüyorum Kızılıbaşlığı. Bu sadece Kızılbaşlar’a da özgü bir inanç değil, bu bence bütün insanlığın, inançların geçtiği bir evredir. Tek bir inanca doğru evrilmeye başlandığı zaman, Yahudilik Hristiyanlık, Müslümanlık tek tanrıcılığa doğru evrilirken, Kızılbaşlar da aynı şekilde tek Tanrıcılığa doğru evrilmeye başlar. Fakat bir farklılık gösterir. Bu farklılık da şudur; Kızılbaşlılar da Tanrı artık gökyüzünde değil, kendi içlerindedir ve Tanrı’yı insanlaştırarak insanı tanrı olarak kabul etmeye başlar. Ulu ozanların söylediği gibi, ben olmasaydım, sen olmazdın, derler Tanrı’ya. Bu olmasaydı zaden Kızılbaşlık’taki, ben seni yarattım, sen sonra beni yarattın görüşü olmazdı.
Aynı zamanda Kızılbaşlık, eski tabiat inançlarını yok etmemiş, silip atmamıştır. Örneğin Dağ Tanrısı’nı kutsal hale getirmiş, Tanrılıktan çıkarıp kutsal hale getirmiş. Suyu aynı şekilde Tanrılıktan çıkarıp kutsal hale getirmiş.
Hepimizin bildiği gibi Ardıç Ağacı Kızılbaşlık’ta çok kutsal bir ağaç. Onu hala korumakta ve bu geleneği sürdürmektedir.
Bu tabiat inancı, tabiatın korunmasını da beraberinde getirmiş ama ne zamana kadar?
İslamiyet’in Kızılbaşlar üzerinde etkili olduğu zamana kadar bu inanç devam etmiş. Ondan sonra tabiata eskisi kadar değer verilmemiş, zaman zaman ormanlar kesilmiş, yaktırabilmiş. Fakat bunu İslamiyet öncesinde göremiyoruz. Daha öncesinde tabiata daha bağlı, tabiatı daha fazla koruyan bir topluluk olduğunu görüyoruz.
Örneğin Hıdırellez (Hıdırlez) günü bir gün bile olsa bu önemli günde, yaş bir şeyin koparılması yasaklanmış, inanç olarak. Yaş hiçbir şeye dokunulmuyor Kızılbaşlık’ta o gün.
O gün çalışılmıyor, tabiata zarar vermiyor. Bunu çok bilinçli mi yapıyorlar, yapmıyorlar mı, bilmiyorum ama bu bence Tabiat Tanrı’dan dolayı bu kalıntıyı sürdürüyorlar. Bu başka toplumlarda da var. Zeus Ateri (Büyük Tanrı) kutsal orman ilan ediyor. Ormanları kendi toplumundan korumak için kutsal ormanlar ilan ediyor. Buraların Tanrılar tarafından korunduğu söylüyor. Böylece o ormanların kesilmesini engelliyor. Kendisi de tabiata çok inanmış, tabiatın unsurlarını tanrılaştıran bir toplum var.
Bana göre, kısaca tek tanrıcılığa doğru evrilen Kızılbaşlık, esasında bir göçebe toplumların inancı, yerleşik toplumların inancı değil.
ŞAHKULU KİTAP FUARI
*İkinci Alevi Kitap Fuarı 15-18 Haziran’da!*
Geçtiğimiz yıl Türkiye’de ilk kez yapılan “Alevi Kitap Fuarı”nın ikincisi
bu yıl 15-18 Haziran tarihleri arasında yapılıyor. Dört gün sürecek “2.
Şahkulu Alevi Kitap Fuarı”na 40’a yakın yayınevi ve 30’un üzerinde yazar ve
araştırmacı katılacak. Fuarda, imza günleri, söyleşiler, dinletiler ve
masal anlatımları yer alacak.
Alevi-Bektaşi kitaplarını kapsayan “2. Şahkulu Alevi Kitap Fuarı” 15
Haziran Perşembe günü saat 13:00’de kapılarını kitapseverlere açacak.
Aynı gün 12 bin kitabın, yüzlerce görselin ve süreli yayının bulunduğu
“Şahkulu Bilgi Merkezi” de Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili olarak
araştırma yapan, yapmak isteyen kişilere hizmet vermeye başlayacak.
İstanbul Merdivenköy’deki Şahkulu Vakfı’nın 8 dönümlük bahçesi üzerinde
açılacak kitap standlarında Can, Cem, Cumhuriyet, Demos, Everest, İletişim, Kapı, Kaynak, La ve Yurt gibi yaklaşık 40 yayınevinin Alevilik-Bektaşilik üzerine yayınladığı kitaplar yer alacak. Yayınevleri dışında fuarda Şahkulu, Karacahmet, Garip Dede, Pir Sultan Abdal, Sarıgazi Cemevi, Hubyar, Güvenç Abdal gibi Alevi kurumları da kendi yayınlarıyla yer alacaklar.
Dört gün sürecek ve her gün 11 ile 21 arası açık olacak olan Şahkulu Alevi
Kitap Fuarı’na çok sayıda yazar ve araştırmacı katılacak, yazarlar
kitaplarını imzalayacak, söyleşiler yapacak.
Fuar akşamları dinletilerin de yapılacağı 2. Şahkulu Alevi Kitap Fuarı’nda,
Çocuklara masal da anlatılacak.
2. Şahkulu Alevi Kitap Fuarı 18 Haziran Pazar akşamı sona erecek…
Şahkulu Sultan Dergâhı Vakfı
Fuar hakkında daha geniş bilgi için:
(0216) 368 55 25 veya 05322418774
Adres: Merdivenköy Mah. Ayışığı Sokak. No: 7 Kadıköy / İstanbul
www.sahkulu.org
mail: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
facebook.com/SahkuluSultan
YRD. DOÇ. DR. MEHMET ERSAL'la Söyleşi
YRD. DOÇ. DR. MEHMET ERSAL
(İZMİR KÂTİP ÇELEBİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜM ÖĞRETİM ÜYESİ)
AYHAN AYDIN
Çok sevgili Hocam; Akademik çalışmalarda alan araştırmalarından elde edilen verilerin ne şekilde mükemmel kullanılabileceğine ilişkin en güzel örneklerden bir kısmını verdiniz. Kitaplarınızı okuyan birisi olarak bunu söylüyorum. Dipnotlara varıncaya kadar dikkatlice okuyunca titiz bir çalışmada hem yazılı kaynakların, hem de yaşayan kaynakların çok önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Sizin ocaklar-dedeler-belgeler üzerine yaptığınız çalışmalar beni çok umutlandırdı.
25 yıldır bu dünyanın içinde bulunan birisi olarak bazen çok güzel şeyler de oluyor, diyeceğimiz şeyler de oluyor.
Size kişisel sevgimin dışında bu yönünüz, genç, dinamik, yılmayan, sempozyumlar organize eden, dedelere- babalara-âşıklara/ozanlara bu aşkınız, dergâhlara bu ilginiz beni çok sevindiriyor, umutlandırıyor… Keşke sizin gibi on yirmi genç akademisyen olsa da, işin çehresi değişse diyorum.
Bu vesileyle “Akademisyenlerle Söyleşiler Kitabımın” yeni baskısında sizin de görüşlerinizin mutlaka olmasını arzu ediyorum.
Sorularımı yanıtlarsanız çok memnun kalırım.
Şimdiden bin muhabbetlerimle…
Ayhan Aydın
Çok sevgili Hocam;
- Her şeyden önce sizdeki bu aşk hali nedir? Bu çalışmaları yaparken gerçekten neler hissediyorsunuz, bir işi sevgiyle yapmanın başarıdaki etkilerinden/ faydalarından bahsedebilir misiniz? Bize çalışmalarınızı anlatabilir misiniz?
Öncelikle güzel düşünceleriniz için teşekkür ederim. Aşk ve bu kavramın içinin nasıl doldurulacağını düşünce gerçekten kolay olmadığını tekrar hissettim. Dünyaya gelen birçok insan mutlu olmadıkları hayatları yaşıyorlar. Bir insan için en zor hayat sevmediği bir işle geçen hayat olsa gerek. Ben bu konuda kendimi gerçekten çok şanslı hissediyorum. İşimi, gerçekten seviyorum. Öncelikle bir akademik kurumda bilim insanı olarak çalışmanın mutluluğunu hayatımın her anında hissediyorum. Araştırmayı, daha doğrusu keşfetmeyi seviyorum. Halk bilimi anabilim dalında çalışmalarımı yürütmem ise mizacıma en uygun tercihi yaptığımı düşünmemi sağlıyor. Ben, çocukluğumdan bu ana gelinceye kadar masa başında oturmayı hiç sevmedim. Halk Bilimi alanında sahada olmak benim hareketli yaşam tarzımla da uyumlu bir tablo sergiliyor. Asıl aşkı veren ise çalışma saham olan Alevilik.
Ben Isparta ilinin Senirkent ilçesinde doğmuş bir anne ve babanın üç çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişim. Çocukluğum Isparta merkezde geçti. Ailemin, Senirkent’te bağ ve bahçelerinin olması anne ve babamın memleketi ile irtibatlı olmamı sağladı. Her tatilim ilçe ortamında işlere yardımcı olmakla geçti. Annem, Kutup İbrahim Dede Ocağı’ndan Gök Hüseyin Sezer Dedenin torunu, Babam ise Alevi bir baba ve Sünni bir annenin evladı olarak dünyaya gelmiş. Babaannem, eskilerin tabiri ile Osmanlı bir kadındı. Evdeki yegane otoriteydi desem yalan olmaz. Dedem, sözünden pek çıkmazdı. Çocukluğumda Alevilik Sünnilik laflarını çok duyduğumu söyleyemem. Duyduğumda da çok anlam veremezdim. Lakin Gök Hüseyin Dedenin evi benim için çok esrarengiz bir ortamdı. Hüseyin Dede, çocukluğumda korkulan bir otorite idi. Evine çok sık gitmesek de gittiğim anlar, bugün bile zihnimdedir. Evinin altı şarap mahzeniydi. Tonluk ahşap şarap fıçıları ve evin içinde dolaşırken insanların sağa sola kaçışmaları bugün bile aklımdadır. Alevilik çalışmalarına başlayınca onun inançsal otoritesini daha iyi anladım. Annem, sık sık Dedesinin evine gidemezdi. Babaannem zaman zaman ona takılırdı. Ne olduğunu çok anlayamazdım. Klasik, gelin kaynana kavgası gibi gelirdi. Sonra bu işin içinde inançsal aidiyetler olduğunu daha rahat gördüm. Anneannem ve ailesinde Bektaşilik merkezli ritüeller devam ediyordu. Ama babam ve ailesi, babaannemin etkisi ile zamanla yolun tabiri ile dönmüştü. Dedemin, kardeşlerinden de yola devam edenler hala var. Senirkent’in kurucu unsuru olan Alevi toplulukların çoğu gibi onlar da zamanla Sünnileşmişti. Üniversite yıllarımda olayları ve kahramanları daha net gördüm. Akademisyen olmaya karar verince bana ve bu topraklara ait olan özü, mayayı araştırmak istedim. Alevilik çalışmanın da birçok zorlukları içinde barındırdığını burnumu her sürttüklerinde anlasam da sorduğun aşkı Alevi toplumu üzerine yaptığım çalışmalarda içimde hissettim.
Yüksek lisans eğitimine başladığımda atalarımın topraklarındaki inancı araştırma kararı verdim. Senirkent’e bağlı Uluğbey beldesinde medfun Veli Baba Sultan adına kurulu ocağı, tez konusu olarak seçtim. Konuyu belirledikten sonra Uluğbey beldesindeki dedeler ve mürşid ile irtibatlara geçtim. Bütün kapıların hemen açılacağını düşünürken koca bir yaz ikna turları yapmak zorunda kaldım. Ocağın Mürşidi rahmetlik Yumurtacı Halil Dede’ye neden beni içeriye almıyorsunuz sorusunu yönelttiğimde “Evladım bu kapıya çok gelen oldu. Ama bizi değil, kendi isteklerini yazdı” diye cevap verince anladım topluma hep don biçildiğini. Sonra uzun uğraşlar sonrası içeriye girdim. İlk saha çalışmam Muharrem ayına gelmişti. “Akşam, kitap okuma var, gel” diye haber verince gittim. Mustafa Karatürk’ün evindeydik. Ev, cenazesi o gün defnedilmiş bir evden farksızdı. Bir kişi, Fuzuli’nin Hadikatü’s Süeda adlı eserini okuyordu. Herkes, hüngür hüngür ağlıyordu. Ben edebiyat bölümünü bitirmiş ve yüksek lisans yapan bir kişi olarak metindeki terkibleri anlamazken okuma yazma bilmeyen kadınların gözlerinden gözyaşları kesilmiyordu. O anı anlamlandıramadım. Ertesi günü Yumurtacı Halil Dede’ye giderek biraz da müstehzi bir eda ile “siz bu okuduğunuz kitabı anlıyor musunuz” diye sordum. Cevap, “Öz ağlamadan göz ağlamaz” oldu. O gün zihnime bir ok saplantı. Özünü ağlatan bir toplum ile karşı karşıyaydım. Her gün yeni bir şey öğreniyordum. Veli Baba Sultan Ocağı ile ilgili çalışmam tamamlanınca Alevilik adına her şeyi öğrendiğim zannına kapıldım. Mevcut literatürü okuyunca anlatılan birçok hususun yanlışların tekrarı olduğunu fark ettim. Aslında yapılan çok çalışma yoktu. Saha boştu ve Alevilik adına yazılan birçok araştırma akademik analizlerden çok Aleviliği tanımlama gayretindeydi. Aleviliğin içeriden bir gözle akademik anlamda yazılması düşüncesi ve özü ağlayanlarla bir arada olma aidiyeti yeni ocakları ve erkanları keşfetme aşkına dönüştü. Bu aşk beni motive ediyor. Bazen motivasyonum bozulduğunda erenler bir dağın başında ya da bir derenin çukurunda bir âşık, sadık talip ya da kâmil dede ile karşılaştırıyor. Bana bir cümle kuruyorlar ve dünya yeniden inşa oluyor. Bu sebeple dedelerin, âşıkların sık sık dillendirdikleri gibi “yolca giden yorulmaz” düsturu ile bu ülkenin ve dünyanın birçok yerinin dağında, taşında izine ve yoluna rastladığım erenlerin dünyasını akademik araştırmalarla literatüre kazandırmaya çalışıyorum.
- Alan dediğimiz şey nedir? Sosyal Bilimlerde Sosyolojik-Antropolojik olarak alan araştırmaları neyi ifade ediyor? Dünyada farklı alanlarda yapılan alan araştırmalarına bakıldığında yurdumuzdaki durum nedir?
Alevilik’le Bektaşilik’le ilgili konuşmalarınızda, konferanslarınızda, her zaman “Türkiye’de keşke Alevilik’le ilgili alan araştırmaları/arşiv çalışmaları çok önce başlasaydı” diyorsunuz. Ama bazen yine çok da güzel işler zamanında aslında yapılmış da, diyorsunuz.
Saha çalışmaları Antropolog, Halk Bilimci ve Sosyolog gibi bilimsel disiplinler bağlamında çalışan bilim insanları için akademik veriye ulaşılan alandır. Türklerin dili, kültürü ve tarihi üzerine çalışmaları ilk başlatanların yabancı araştırmacılar olduğunu üniversite eğitimine başlayan her öğrenci fark eder. Bizim kültürümüzün yarattığı eserlerin birçoğu da bugün yurt dışındaki kütüphane ve müzelerdedir. Birçoğunu bugün bile yasal izinlerle görmeye çalışmaktayız. Batılı araştırmacılar, biz can ve vatan derdindeyken bizi araştırmış, sahada çalışmış ve mevcut birikimi ülkelerine taşımışlar. Modern bilimin ve matbaanın Batı’da bizden birkaç asır önce temellerinin atılması saha çalışmalarının ve bunlardan toplanan verilerin metedolojik analizlerinin erken dönemlerde yapılmasını sağlamıştır. Batılı araştırmacılar, halk ve ilkel kavramlarının içini saha çalışmaları ile topladıkları veriler ile doldurmuşlardır. Batı’da uzun bir dönem Türkler ve onların yarattıkları kültür evreni medeniyetten uzak halk olarak tanımlandığı için derleme yapılacak saha olarak görülmüştür. Bu sebeple de Türklerin yaşadıkları coğrafyada özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşan ve günümüzde de yoğun bir şekilde sürdürülen saha çalışmalarının varlığını devam ettirmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında saha çalışmalarına önem verilmeye başlandığını Halk Evlerinin yayın organlarında ve Türk Ocağı gibi kurumların dergilerinde saha çalışmaları ile toplanan verilerin yayınlanmaya başladığını görmekteyiz. Cumhuriyet ile bir anlamda saraylardan halka ve sahaya inildiğini söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında bu konuda hatırı sayılır saha çalışmaları yürütülmüştür. Ama yeterli olmaktan çok uzaktır. Özellikle Türk kültürünün zenginliği düşünüldüğünde mevcudun belirli bir kısmının saha çalışmaları ile toplanmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet ile kurulan Üniversitelerde de saha çalışmalarına dayalı çalışmalardan ziyade metin merkezli çalışmalara yoğunlaşılmıştır. Metin merkezli çalışmaların artışı saha çalışmalarının azalması sonucunu doğurmuştur.
Saha çalışmaları maddi ve manevi birçok zorluğu beraberinde getirdiği için birçok araştırmacı masa başı metin ya da arşiv merkezli çalışmalara yönelmiştir. Gelişmiş ülkelerdeki araştırma kurumlarında saha çalışması merkezli çalışmaların yoğun bir şekilde yapılmaya devam ettiğini görmekteyiz. Hatta şunu rahatlıkla diyebiliriz ki kendilerine ait olanı kayıt altına alan birçok gelişmiş ülkenin araştırmacıları farklı olan ile ilgili saha çalışmalarına yönelmişlerdir. Ülkelerinden çok kapsamlı saha çalışmalarına dayalı proje destekleri almaktadırlar. Bizim geç kalmışlığımız geleneksel olan birçok unsurun kayıt altına alınamadan yok olmasına neden olmuştur. Özellikle sözlü aktarımın güçlü olduğu Türk kültürü açısından yaşam ve aktarım ortamını kaybeden unsurların tespiti günümüzde mümkün değildir.
- Peki, hocam bunu bize anlatır mısınız; Alevilik konusunda Alan Araştırmalarıyla neyi ifade ediyorsunuz? Alan niçin önemli, bugün halen önemli mi? Bugüne kadar neler yapılmalıydı, neler yapılamamış?
Alan araştırması çalışmalarının problemlerinden ve eksiklerinden kısaca bahsettikten sonra asıl konumuza gelirsek Alevi toplumu üzerine son yirmi yıla kadar gerçek anlamda bilimsel disiplinle yapılmış bütüncül bir saha çalışmasından bahsetmek bana göre mümkün değil. Alevi inanç sistemi kapalı toplum olması sebebi ile yazılı aktarımdan çok sözlü aktarım ile bilgi dağarcığını aktarmaya devam etmiştir. Geleneksel yapı inanç zümresinin anlaşılmasında ve tanımlanmasında birçok problemli önermelerin ortaya konulmasına neden olmuştur. Öncelikli olarak şunu net bir şekilde tecrübelerimle söyleyebilirim ki saha çalışmaları ile Alevi toplumun temel dinamiklerini kaydetmeden toplum üzerine yapılacak yorumların ayakları yere basmaz. Alevilik konusu üzerine çalışmaya başladığımda her bilim insanı adayının yaptığı gibi mevcut literatürü okumaya başladım. Okudukça zihnimdeki bilginin netleşip ve konu üzerinde derinlikli bilgiye sahip olacağımı düşünürken her okuduğum eserde zihnimde daha bulanık bir veri havuzu oluştu. Saha çalışmalarına başladığımda ise soru işaretlerinin cevap bulmaya başladığını gördüm. Alevilik üzerine çalışan her araştırmacı öncelikli olarak mevcut bilgi havuzunun bulanıklığından bir kepçe tasına alıp yola çıkmaktadır. Zaten kapta bir kepçe de Sünni toplumun tanımlaması vardır. Daha da önemlisi araştırmacıların birçoğunun zihninde bir Alevi tanımı vardır ve buna uyanı kabul etme eğilimi yüzünden tespitlerinden istediklerini yorumlamayı tercih eder. Son otuz yılda Alevi toplumu içinden çıkan araştırmacı ve inanç mensuplarının mevcut literatüre ve iftiralara cevap niteliğindeki belirli bir amaçla yazılan eserlerdeki metodolojik yaklaşım problemleri ve benzer ifadeler sahaya inmekten başka bir çıkış kapısı bırakmamaktadır.
Diğer Makaleler...
- ÂŞIK KADİR TÜRK’le Söyleşi
- Ozanların Dostluk Yolunda İlerleyen: NECLA YILDIRIM’la Söyleşi
- Ozan HÜSEYİN ERDOĞAN’la Söyleşi
- Dedeler ve Bazı Sorular…
- HACI CIRIK’LA SÖYLEŞİ
- ŞEYH BEDREDDİN - Uzun İnce Bir Yol
- ŞAHKULU BÜYÜK OZANLAR BULUŞMASI
- ALİ MERDAN BULUT DEDE
- Halk Ozanı BİNALİ AKTAŞ İle Söyleşi
- Ressam GÜLLÜZAR FİLİS TONKUŞ’la Söyleşi