DAĞIN ARDI DENİZ - HASAN AKARSU
DAĞIN ARDI DENİZ- HASAN AKARSU
Ayhan Aydın
Saray’da düzenlenen bir kültür etkinliğinde tanıştığım ve bana iki kitabını hediye eden; Şair-Yazar-Eğitmen Hasan Akarsu’yun, Dağın Ardı Deniz, isimli kitabını bir solukta okuyup bitirdim.
Ülkemiz şiir, öykü, roman konusunda önemli bir edebiyat birikimine sahip bir ülke. Ama edebiyatın, yazının her türünde yeterince ürün verilmediğinden zaman zaman yakınılır. Bu doğrudur da. Biyografi, Otobiyografi gibi türlerde yeteri kadar ürün verilmediği söylenir. Elbette bir de Gezi Yazıları var. Dünyayla kıyaslandığında Türk insanı ve belki Türk yazarı-şairi de yeteri kadar gezmiyordur. Gezmenin bir zorunluluk olduğuna inanlar, gezen insanın kültür dünyasını, hayal dünyasını geliştirdiğini söyleyenlerin sayısı da az değildir. Yurt içi, yurt dışı, hangi amaçla olursa olsun insanlar seyahatlerini bazen fotoğraflarla, bazen ise resimlerle kalıcı kılma yarışına da girerler. Ne hikmetse gezip gördüklerini, o anda hissettiklerini, gezdiği yerlerin kültürel-tarihsel zenginliklerini pek yazma gereği duymaz insanlar. Tutulan notlar bile sıradan bir insanın o geziyi bir başka zaman daha iyi hatırlamasını sağlayabilir. O geziyle ilgili izlenimler başka bir gezinin daha iyi geçmesini sağlayabilir.
Ama bir edebiyat, yazın türü olarak Gezi Yazılarının ülkemizde çok yaygın olmadığını söyleyebiliriz. Bunu yazan ben bu işin uzmanı değilim. Ama en azından sürekli okuyan, her türden kitap okuyan birisi olarak ve belli alanda yaptığı çalışmaları, gezi notlarını bilinçli bir şekilde kaleme alan birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu türde eser sayısı Ülkemizde gerçekten çok az. Şehirler, beldeler, ülkeler… İster günübirlik, ister uzun geziler, ister turistlik, ister iş, ister kültürel-sanatsal olsun, ben tüm gezilerin yazılmayı hak eden geziler olduğuna inanıyorum. Hele de bir şair, bir yazar elbette yaşadıklarını, gördüklerini bambaşka yazacaktır. O gezi değildir sadece kalıcı olacak, anımsanacak, o anlarla sınırlı değildir gezi yazılarının içeriği; o satırlarda mutlaka tarih, edebiyat ve yoğun duygular da var olacaktır.
Hasan Akarsu’yun Dağın Ardı Deniz isimli gezi yazıları kitabı gerçekten çok sürükleyici, öğretici, eğitici bir kitap olmuş. Akarsu güzel yurdumuzun birçok yöresine guruplar halinde veya özel gezilerindeki izlenimlerini aktarırken mutlak o yöreyle ilgili tarihsel-coğrafi bilgileri de bizimle paylaşmayı ihmal etmemiş. Benim de sık sık gitmekten çok büyük mutluluk duyduğum Balkan ülkelerindeki gezi notlarında ise gidilen ülkelerle ilgili doğru ve doyurucu bilgiler bulmak mümkün kitapta.
Gezi kitabı sizi gezdirmelidir… Gezi kitabının dili çok sade, akıcı, anlaşılır olmalıdır, şiirsel olmalıdır... Hele de Hasan Akarsu kitabında konuyla ilgili bölümlerde şairlerden dizeler de koyunca yazıya tadı bambaşka olmuş gerçekten.
Gezi yazılarına güzel bir örnek teşkil eden kitabı tüm dostlarımın okumasını tavsiye ederim; güzel yurdumuzu, Balkan ülkelerini ve dünyayı yeniden keşfetmek için haydi daha fazla gezelim, en azından daha çok gezi kitabı okuyalım.
Dağın Ardı Deniz, Hasan Akarsu, Öğretmen Dünyası Yayınları, Ankara, Nisan 2014, 128 Sayfa
Atarük Saray'da- Hasan Hüseyin Yalvaç Kitap
ATATÜRK SARAY’DA
Hasan Hüseyin YALVAÇ
Ayhan Aydın
ağacı kuşu dağı toprağı
destan olan memleketim
sen ki yoldaşısın Mustafa Kemal’in
devireceğiz daha nice çağı
Sone Yayınları Yayın Yönetmeni, Şair-Yazar, çok sevdiğim günümüzün önemli edebiyatçısı Hasan Hüseyin Yalvaç’ın bana hediye ettiği, “Atatürk Saray’da” kitabını geçen hafta okumuştum. Buram buram yurt kokan, bu toprağını insanına dair bir destan onun yazdığı şiir.
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e, Türkiye’ye ve geleceğimize yazılan umut dolu bir destan.
Kendisi aynı zamanda Saray sevdalısı bir şair, yazar.
Tekirdağ’ın her geçen gün büyüyen ama aynı dinginlikte kalabilen, havası güzel, suyu güzel, insanı güzel bir yurt parçası Saray.
Ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de ziyaret ettiği, devrimci-demokrat, hoşgörülü insanlarıyla yakın zamanda ziyaret etmekten, bir güzel kültür etkinliğine katılmaktan büyük mutluluk duyduğum Saray’a yazılmış güzel bir kitap.
Daha önce yazarımızın Saray Öyküleri, Saray Şiirleri kitaplarını okumuş onları sizlere duyurmuştum. Hasan Hüseyin Yalvaç Abimizin Sone Yayınları arasında çıkan “Atatürk Saray”da isimli kitabını da tüm sevenlerimin okumasını öneririm.
H.Hüseyin YALVAÇ, Atatürk Saray'da, Sone Yayınları, Türk Edebiyatına Yolculuk: 023, İstanbul, 2011 (2. Basım)
Sone Yayınları: 0212 5267891
Cağaloğlu Yokuşu, Ergüç Han, 5/12, Cağaloğlu, İstanbul
KUŞLUK-TAN ESİNTİLER- NECDET TEZCAN
KUŞLUK-TAN ESİNTİLER – NECDET TEZCAN
20 Ağustos'ta Tekirdağ Saray'da düzenlenen "Trakya'nın Dili, Trakya'nın Kültürü" isimli söyleşide dinlediğim, sonrasında tanıştığım Necdet Tezcan'ın bana hediye ettiği "Kuşluk-tan Esintiler" isimli şiir kitabını bir solukta okuyup bitirdim. Şiirlerini çok sevdiğim ve etkilendiğim Tezcan'ın kitabından bir şiirle sizlere merhaba demek istiyorum.
BEN / EKLER
Güz asmadan düşünler
Közlendi canevimde
Beklentilerimden bir rüzgar
Saklıydı el değmemiş
Onurla köşe kapmaca
Oynamaktı niyeti
Meşe gülü sarısında
Ülkeme soktuğun yaban
Hükmedeli pusuda
Her gün yeni canlar genç mezarlar
İki gözü iki çeşme Yörük gözüm
Acılarda plan / zehir ekler
Martı çığlıklarıyla çoğalır kanlı dağlar
Kuruyan menevişler kırılan dallar
Umar ararken kumrulardı eğribük
Sermayesi kan, can, gözyaşı bu nasıl örgüt
Uzar gider öfkeme eklenen yeni öfkeler
Bayram şekerimize kara kanlı ben ekler.
Kuşluk-tan Esintiler, Şiir, Necdet Tezcan, Güncel Sanat Dergisi, byg, Baygenç Ajans Yayınevi, Antalya, Şubat 2016, (Şiir sayfa: 17)
HACI BEKTAŞ TÜKENMEZ SEVDA YURDU
HACI BEKTAŞ TÜKENMEZ SEVDA YURDU…
Ayhan Aydın
53. Ulusal, 27. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri; 15-17 Ağustos 2016 tarihleri arasında Hacı Bektaş’ta gerçekleştirildi.
Şahkulu Sultan Dergâhı ekibiyle; 14 Ağustos Pazar günü akşam İstanbul’dan yola çıktık. İlk gün ziyaretlerimizle, sohbetlerle, söyleşilerle, Hacı Bektaş’ın havasını soluduk.
Resmi törenler; 16 Ağustos Salı günü Hacı Bektaş İlçesi’nin Çilehane Mevki’nde bulunan Kemal Kılıçdaroğlu Salonu’nda yapıldı. Resmi Açılışa; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, Vali İlhami Akbaş, eski bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, Alevi Bektaşi kurum ve kuruluş başkan ve temsilcileri, yazarlar, gazeteciler, inanç önderleri olan dedeler, babalar, dervişler, halk ozanları ile bu yılki “Hacı Bektaş Barış Ödülü” sahibi Alev Coşkun katıldı.
Yurt dışından ise Arnavutluk Tiran merkezli Dünya Bektaşiler Birliği Başkanı Edmond Brahimaj (Baba Mondi) de törenlerde hazır bulundu.
Resmi Açılış Töreni’nde; Alevi Bektaşi kurumları adına, Alevilerin 12 maddede özetlenen istekleri AVF (Alevi Vakıflar Federasyonu) Başkanı Remzi Akbulut, Kartal Cemevi Başkanı ve AVF II. Başkanı İsmail Saçlı ve bildiri metnini okuyan ADF (Alevi Dernekler Federasyonu) Başkanı Rıza Eroğlu’nun da hazır bulunmasıyla okundu, haklı istekler tüm Türkiye’ye duyuruldu.
Hacı Bektaş Belediyesi ve Alevi Kurumlarının birlikte organize ettikleri etkinliklerde; Alevilik Bektaşilik konusunda paneller, söyleşiler, ozanların katıldıkları dinletiler de yapıldı. Özellikle İstanbul’dan gelen Alevi Bektaşi dergâh, cemevi, dernek vakıf dedelerinin de katıldıkları cemlere yüzlerce insan katıldı.
Bir kez daha yurdun dört bir tarafından gelen Aleviler-Bektaşiler ve bu inanç ve kültür dünyasına ilgi duyan, muhabbet duyan binlerce can bir araya gelme şansına ulaştılar.
Ziyaretim ve Söyleşilerim…
Şahkulu Sultan Dergâhı’ndan Dergâh ekibiyle birlikte yola çıktığımız canlarımızla geldiğim, başta Erdal Ahi Dedemiz olmak üzere dedelerimizle birlikte yoğun üç gün geçirdiğim Hacı Bektaş’tan Perşembe gece vakti döndüm. (Aynı gece hiç uyumadım. Cuma günü Sabah 06.00’da bir kültür etkinliği için Şair-Yazar- Sone Yayınları Yayın Yönetmeni Hasan Hüseyin Yalvaç’la Tekirdağ Saray’a hareket ettim.)
Gezi boyunca yaklaşık 2 bin fotoğraf çektim.
Fazla söze gerek yok. Zaman geçiyor, belleğini yitirme konusunda çok ciddi kaygısı olmayan Alevi Bektaşi toplumu ve onun her birisi gerçekten de mükemmel tahlil ve konuşmalarıyla iftihar duyacağımız yöneticilerinin, bu konuda boy gösterenlerin yine tüm ilgisizlikleri, desteksizlikleri, projesizlikleri sonucunda teker teker elimizden kayıp giden değerlerimizi kaybetmenin acısını hep yaşıyoruz.
Son elli- altmış yılın “belleği” dedeler, babalar, zakirlar, ozanlar, yazarlar, analar, bilgili insanlar kendileriyle birlikte gözümüzün önünde bir büyük kültür varlığını kendileriyle birlikte toprağa götürüyorlar. Bu yok oluşa bizler ancak seyirci kalıyoruz.
Ben gerçekten de imkânsızlıklar içinde elimden geldiğince kendi kendime verdiğim bir görevi yapmaya, bunu ısrarla sürdürmeye çabalıyorum.
Bu kısa gezide de yine; “Geleneği Yaşatan Değerlerimiz”le söyleşiler yaptım.
Karacaahmet Dergâhı’nın ve Celal Dedemizin düzenlediği cemi ve Alevi Kurumlarının ortak düzenledikleri “Birlik Cemi”nin fotoğraflarını çektim.
Uzun zamandır görmediğim dostları görüp, sohbet edip, hasret giderme şansına ulaştım.
Ayrıca; kendi ifadesiyle 36 yıldır burada yaşayan, zamanla biraz “aksileşmiş”, kendi memleketimden Şiran Şinik’ten (Çambaşı’ndan) Mustafa Doğan Amca’yı görme şansına ulaştım.
Bu vesileyle Şahkulu Yönetimine, Erdal Ahi Dede’ye, Kadir Karakurt’a, beni iki gün boyunca ağırlayan her yere götüren Firdevs ve Bayar Göçer çiftine, Mahmut Aydın’a, Kamber Özcivan’a şükranlarımı sunarım.
BABALARLA SÖYLEŞİLER…
17 Ağustos 2016, Çarşamba, Bayar Göçer’in evinde söyleşi.
Baki Bayraktar Halifebaba (86), Av. Yazar Şakir Keçeli Baba, Doç. Dr. Özgür Savaşçı (Halim Baba), Mahmut Aydın Derviş’le Bektaşilik, yaşamları, yol erkân, günlük sorunlar üzerine söyleşi.
NAFİZ ÜNLÜYURT (1941)
Pazarören İlköğretmen okulu (1960 mezunu). Hacı Bektaş Kültür Derneği, 18 Ağustos 2016
Yaşamı, Anılar, ilk törenden bu yana Hacı Bektaş Törenleri, Hacı Bektaş Turizm Derneği çalışmaları, Hacı Bektaş’ta yaşam, inanç, kültür. Belediye Başkanlığı dönemi ve bugün.
ZÖHRE GÜVENÇ (1932)
18 Ağustos 2016, Perşembe günü Hacı Bektaş’ta yapılan söyleşi.
“Dede Memet” Mehmet Duran Güvenç Dede (1994 Hakk’a yürüyen (64)) ve Güvençlerle ilgili söyleşi.
Zöhre Ana, Hacı Bektaş’ın soyundan olduğuna inanılan ve “Çelebiler”lerle birlikte dedeler üstü bir pozisyonda hizmet yürüten “Güvenç”lerden Mehmet Güvenç çevresindeki inanç ve kültür dünyasını anlatıyor. Hacı Bektaş ilçesi, halkı, gelenekler, hanede yürütülen cemlerle ilgili bilgiler aktarıyor.
Zöhre Ana’nın kızı Zekine’nin oğlu Ali Öztürk (Malatya Arguvan’lı) çekimleri yaptı.
HALK OZANI GÜRCÜ İŞLEYEN DOĞAN'LA SÖYLEŞİ
Halk Ozanı
GÜRCÜ İŞLEYEN DOĞAN’la söyleşi
AYHAN AYDIN
Sevgili ozanım nerede ve ne zaman doğduğunuz, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Tokat Zile Ali Hoca Köyü’nde 02.10.1972’de doğdum. İlkokulu köyde bitirdim, bende çok büyük bir okuma isteğim vardı, ne yapıp ne edip okumam lazımdı. Babam rençberdi ama benim de okumama dayanamıyordu. Ben seni nereye göndereyim, nerede okutayım, diyordu. Dedim ki bunun yolu yok. Düşündü taşındı bir yıl gecikmeli gittim. Ankara’da ablam vardı baba dedim, git konuş ablam kabul ederse orada kalayım, dedim. Bu arada annemin yaptığı yemekleri de yemiyorumdum, bir garip olmuştum, aileden kopmuştum. Tamam kızım dedi onlara danışayım. Neticede gitti. Eniştemde tamam gelsin, demiş. Babam gittiği zaman ben bütün türbelere yalvarıyorumdum. Mezarlıkta bir türbe vardı oraya gittim Maviş oğlu (Mavoş Ocağı) denen bir ocağa çok yalvardım. (12 yaşına kadar çobanlık yaptım, oğlak ve kuzu otlattım. Ben kuzularla mutluydum. Çobanlık bittikten sonra bahçe bekleme işi çıktı.) Akşam eve geldim, babam da Ankara’dan gelmiş, kızkardeşim geldi beni karşılamaya “bacı, bacı senin işin oldu okula gideceksin” dedi. Ben çok mutlu oldum, tekrar türbeye döndüm eğilerek niyaz ettim eve yürümeye devam ettim. Eve geldiğimde babamın elini öptüm görüştük, tamam gideceksin, dedi. Anam göndermek istemiyordu, babama; bu kız artık büyüdü bunların başına tülbent al, dedi. Babam da ben böyle istiyorum, tülbent yok artık dedi, kızlarımı orduya göndersem gittiği gibi gelir. Babamın bana ayrıca düşkünlüğü vardı, beni bebek gibi severdi. Lise zamanlarında dedim ki artık kardeşlerimi sev onlar üzülür dedim.
Ankara Keçiören Kalaba Ortaokulu’na kayıt oldum (1984). Orada yarıyıl tatiline kadar gittim okula. Köyden gelmişim şehir hayatı farklı geliyordu bana ama hep sevdiğim insanlarla karşılaştım. Babamın bana sağladığı özgüvenle hep sağlam adımlar attım. Yarı yıldan sonra eniştemin işinden dolayı İzmit Gölcük’e taşındık. Gölcük İlköğretim Okulu’na kayıt oldum.
Gölcükte neler gördün?
Okuldaki öğretmenlerim çok yakın geldi, çok sevdim. Yasemin Genç adında bir arkadaş edindim. O zamana ait sevgi ve duygularımı o kızla yaşadım. Aynı sınıftaydık. Fethiye ve Zekiye süslü iki tane kardeş vardı, Erzincanlıydılar. Ortaokulun sonunda bir gün Fethiye’ye gittim kapı açık eğildim, baktım Hz. Ali’nin resmini gördüm, şaşırdım… aaa dedim. Fethiye de Oniki İmamlar orucunu tutuyordu. Gölcük’te bana yakın candan bir Alevi bulmak benim için mutluluk kaynağı oldu. Anneleri benim için hem annemin hem babamın yerini dolduruyordu.
Ne zamana kadar orada kaldın?
Ortaokul 3. Sınıfın birinci yarıyılında eniştem askere gitti. Bir arkadaşına söylemiş 3 ay sizde kalsın, okulu bitene kadar, diye. Onlar da kabul ettiler, ablam bu arada köye gitti. Ben de o ailenin yanında kalmaya devam ettim. Ben derslerime aşıktım, öğrendiğim bilgiler beni avutuyordu. Bu aşk; yanında kaldığım daha doğrusu “emanet olarak” bir süre yaşamak zorunda kaldığım ve çeşitli sıkıntılı dönemlerim olan bu süreçte beni ayakta tuttu.
Okul bitince sürekli mektuplaştığım sevgili babam Gölcük’e gelerek beni aldı. Tam köye gidecekken vedalaşmak için evlerine gittiğim Süleyman Amca’nın süprizi ile karşılaştım. “Kızım Zile’ye gitsen ne yapacaksın, köyde okuyamazsın burada okusan diye düşünüyorum çocuklara soruyorum, dedi. O anda arkadaşlarım olan çocukların hepsi biz de çok isteriz, bizimle kalsın, dediler. O gece onlarda misafir olduk, ertesi gün köye döndük, sonbaharda tekrar gelmek üzere.
Sonrasında Gölcük’e tekrar geldim, liseye başladım. Gölcük Kız Meslek Lisesi’nde üç yıl okudum, o evin dedesi İbrahim Hakkı Esenboğa Dede beni Tokat keçisi, diye severdi.
O sıralar Süleyman Süslü amca nereden bulmuşsa Tam Hüsniye isimli kitabı edinmiş eve getirmişti. Her akşam bize 2-3 sayfa okurdu, bu kitabı dinleye dinleye içime bir ilahi aşk doğdu. Çünkü o kitapta Hakk vardı, adalet vardı, sevgi vardı, haksızlığa karşı duruş vardı, tam bir irade gücü vardı ve içimdeki varlık depreşti, içimde olanlarla o kitapla iyice açığa çıktı. Bunu fark eden İbrahim Hakkı Esenboğa Dede bir gün okuldan geldiğimde beni yanına çağırdı Tokat keçisi gel buraya, dedi. Sende güzel bir varlık hissediyorum, senin bu aşkla başa çıkacağını zannetmiyorum. İstanbul’a gidersen sana bir mektup yazayım orada Adil Ali Atalay’ı bul sadece bu kişi seni anlar ve çözer rahat edersin, dedi. Aldım, teşekkür ettim, o mektubu nereye gittiysem yanımda taşıdım.
Lise bitti köye tamamen geldim. Babama dedim ki; benim bişeyler yapmam lazım, köyde bu şekilde duramam. Ablam o arada İstanbul’a taşınmıştı, onların yanına gittim (1990 Eylül).
Ben tasarruflu bir insandım, köydeki normal işlerimizin dışında ırgatçılık yaparak para biriktirdim. Bütün amacım okul masraflarını ve kitapları kendim alabilmekti.
İstanbul’daki yaşam nasıl devam etti?
Bağcılarda oturan ablam ve eniştemin yanına geldim. Kendime bir iş buldum. Yaşamımı böyle sürdürdüm. 1992 yılında Hacı Bektaş Veli törenlerinde sonradan eşim olacak halk ozanı Erdal Doğan ile tanıştım. Daha doğrusu Adil Ali Atalay bizi tanıştırdı. Yaşamımız birleşti. 1993 yılı Ekim ayında evlendik, 1994’de Zülfikar isimli evladımız dünyaya geldi. Şuanda Sultangazi Esentepe Mahallesi’nde yaşamımızı sürdürüyoruz.
İlk şiir deneyiminiz ve şiire olan bağlığınız ne zaman başladı, nasıl oldu?
Ortaokul son sınıfta öğretmenimiz Şadiye Sağlam, bizi şiir yazmaya özendirirdi, siz de şiir yazabilirsiniz, diye bizi teşvik ederdi. O zamanlar anneye, babaya, sılaya hasret olduğum için ben de bir şiir yazmıştım ve o şiirde kitabımda vardır.
AYRILIĞIN ÇARESİNİ BULMADIM
Özlüyorum ben anamı babamı
İyi olmaz derdimin yoktur dermanı
Gurbetliğin öldürüyor bu gamı
Ayrılığın çaresini bulmadım
Küçük yaşta düştüm gurbet ellere
Düşmek ister miyim dilden dillere
Kuş misali kondum daldan dallara
Ayrılığın çaresini bulmadım
Gürcü’yem ağlarsın deli divane
Bugün çok ağladım hem yana yana
Aylar geldi geçti oldu bir sene
Ayrılığın çaresini bulmadım (1987)
İşte bu şiiri o esnada yazdım. Ortaokulda bu tarzda şiirlerim de oldu.
Tam Hüsniye kitabını dinlediğimde duyduğum aşkın da etkisiyle ara ara şiir yazardım. Bu böyle devam etti. İstanbul’a gelinceye kadar yaklaşık 20 şiir yazmıştım. Şiir defterim eniştemin eline geçmiş bir gün dedi ki; baldız buraya gel, sen birine aşıksın ama benim haberim yok, dedi. Evet enişte aşığım ama ne ismi var, ne cismi var, içimde onu yaşıyorum, dedim. Meğer bu Hakk aşkı imiş.
Ben henüz İstanbul’u tanımıyordum, abim bekar evinde kalıyordu. Abime dedim ki; şu adrese git şu kişiyi bul o da gitmiş. Bankalar Caddesi’ndeki o kişiyi buldum haftaya beraber gideceğiz, dedi. Hafta oldu abimle beraber mektubu götürdük. Şiir defterimi de yanıma aldım, Adil Baba (Adil Ali Atalay) ile görüştük. Mektubu eline verdim, defteri de uzattım; şu şiirleri de yazıyorum bakar mısınız, dedim. Zarfı açtı mektubu okudu tamam kızım, dedi. Müsait oldukça gelirsin, dedi. Şiirlerime de baktı defteri geri verdi bana. İlk gittiğim gün birkaç tane yaşlı kişiler vardı orada, onları can kulağı ile dinledim.
Demek ki içimin yangını bundan dolayıymış, diye kanıya vardım, o muhabbet beni pişirdi soru işaretlerimi kaldırdı. Ara ara gidip geldim, bu aşka müptela oldum, aradığım şey bu muhabbetlermiş, dedim.
Ehlibeyt aşkı başladı. Ehlibeyt şiirlerini, insan sevgisini, doğa sevgisini, Hakk aşkını yüreğimde yaşayarak şiirlerimi böylelikle kaleme aldım.
1994 yılında eşimle birlikte ilk şiir kitabımız Can Yayınları’ndan çıktı; “Ehlibeyte Bir Deste Gül”.
Biraz köyünüzü anlatır mısınız, ziyaret yerleriniz, dedeniz var mı? Köyün geçimi nasıldı, şimdi köyle bir ilginiz var mı?
Köyümüzde insanlar tarımla uğraşıyorlar, hayvancılık yapıyorlar. Köyümüzün etrafı ormanlık güzel bir köydür, suyu boldur, her yerin suyu biter bizim köyün suyu bitmez.
Köyümüz eskiden, benim yaşadığım dönemde 150 hane kadardı, şimdi tahminen 50 hane vardır. Yazları annem köye gidiyor, ben 2-3 sene de bir gidiyorum ama eski tat ve samimiyeti bulamıyorum. Köyde aradığımı bulamıyorum, bir yabancılaşma yaşıyorum, zaten eski sohbetler de yok.
Ben köyde hep çocuklarla ve yaşlılarla konuşur sohbet etmeyi severdim. Akranlarımla haşır neşir olamazdım, annemde bunu söylerdi.
Köyümüzde olan Mavuşoğlu Ocağı’nın evlatlarının evleri var. Hasta olan çocuklar ama sadece çocukları o evlere götürüyorlar oranın yaşlı bir ebesi var, ocaktan az biraz kül alıyordu suyun içine atıp içiriyordu, hasta olan çocuklar iyileşiyordu. “Böör olmuş” yani hastalanmışlar, deyip çocukları oraya götürüyorlardı. Köyümüz üç parça Aşağı Köy, Yukarı Köy, Orta Köy diye birbirlerine yakınlar.
Köyümüzün yakınlarında;
Boran Baba (Deli Boran deniyor). Yağmur yağmasa da oraya çıkıyorlar, çok yağsa da oraya çıkıyorlar. Orada kurban kesip dua ediyorlar, ibadet ediyorlar.
Yeşil Kanat Ziyareti var. Söylencelere göre çok büyük yeşil kanatlı bir kuşun tepeye konduğunu görüyorlar oraya da Yeşil Kanat, diyorlar. Burada da aynı şekilde kurban kesip dua ediyorlar. Burada cem de yapılıyormuş. Cem için yakın köydeki dedeyi getiriyorlardı. Yücepınar ve Büyükaköz Köyü’nden dedeler gelip yapıyorlarmış. Sadık Doğanay isimli bir dedemiz varmış. Yücepınar’lı aynı zamanda da cemde aşıklık yapıyormuş. Çok iyi bir dedeymiş. Anam derdi ki, o saza vurduğu zaman, durduramadığımız ağlayan çockular birden sesini kesiyorlar.
Ali Hoca Ziyareti. Rivayete göre Ali Hoca isimli bir şahıs ilk bizim köye yerleşen kişi olarak biliniyor ve onu da aynı şekilde ziyaret edip kurban keserler, dilekte bulunurlar. Diğerleri bizim köyün uzağındadır.
Kalender Baba Ziyareti. Burayı da ziyaret ediyorlar, dua ediyorlar, kurban kesiyorlar, saz çalıp sohbet ediyorlar.
AŞIK MÜSLÜM SÜMBÜL'LE SÖYLEŞİ
Halk Ozanı
MÜSLÜM SÜMBÜL’LE SÖYLEŞİ
AYHAN AYDIN
Müslüm Sümbül ismi; Ali Ekber Çiçek, Mahsuni Şerif gibi kendine özgü sesi ve sazıyla uzun yıllar radyolardan, konser salonlarından ve plaklardan, kasetlerden yükselen lirik, yanık, etkileyici türkülerin, nefeslerin adı oldu.
O Âşıklık ve Ozanlık geleneğinin bambaşka halkalarından birisini temsil eder. Âşık Veysel gibi bir ayarda, bir tonda, bir yolda yılmadan, durmadan, ödün vermeden aynı tevazuluk ve kararlılıkla hedefine doğru yürüyen bir derviş gibi yol aldı türkülerin dünyasında.
Aleviliği özüyle benimseyip yaşayan ve yaşatan ozanlarımızdan olan Müslüm Sümbül titizliğinden hiç ödün vermedi, olduğu gibi göründü, hayat boyu gösterişe girmedi. Memuriyetine rağmen yurt içinde ve dışında nice konserlere katılan ve saygınlığından hep söz ettiren Müslüm Sümbül bugün de ozanlık geleneğinden, müzik dünyasından kopmuş değil.
Şiran Kırıntı’dan ozan dostu, müzik tutkunu ve gurbet adamı can dost Cemal Aydoğan’ın ifadesiyle; “tarlalarda, dağlarda keşke hep o “dağlar ile taşlar ile çağırayım mevlam seni” desin, “turnalar semahını çalsın”, “şu sazıma bir düzen ver”, “benim adım dertli dolap”ı söylesin yeter... Bu bize yeter... Gönlümüz hoş olur, güneş altında yandığmız tarlalarda soğuk bir su içmiş gibi oluruz, dosta ulaşmış gibi oluruz... Çeşminaz Aydoğan (Kara)’nın ifadesiyle de...” Ali Ekber Çiçek ve Müslüm Sümbül’den türküler denince “kemiklerimiz yaylaya giderdi”, öyle rahatlar, sevinirdik...”
Bu yurdu ilmik ilmik sevgiyle, kültürle ören ozanlarımızdan bir büyük sima olan Müslüm Sümbül’e aşkımız vardır, sevgimiz vardır, bugüne kadar verdiği hizmetlerden dolayı sağ olsun, var olsun...
Sevgili ozanım yaşam öykünüzü bize anlatır mısınız?
1940 yılında Sivas’ın Kangal İlçesi Kavak Köyü’nde doğdum. Babamın ismi Mehmet, annemin ismi Hatice. Ancak; ben 6 aylıkken annem vefat ediyor. Amcamın hanımı Elif beni büyüttü, bana annelik yaptı. Biz dört kardeşiz, ben en küçükleriyim. 1956’ya kadar her köylü çocuğu gibi köyde yaşadım. Davar güttük, çiftçilik yaptık.
İlkokulu Kavak Köyü’nde okudum. Köyümüz aynı zamanda nahiyeydi, 35 köy bize bağlıydı. 12 yaşında ilkokulu bitirmiş oldum. çalışmaya başladım, çiftçilik, koyun gütmek, öküzlere gitmek gibi işler yaptım. 16 yaşına gelmeden 12 yaşında, Devlet Demir Yollarında geçici işçi olarak çalıştım. O tarihlerde bizim oralara iki metre kar yağardı. Kar amelesi olarak çalışıyorduk. Kar nedeniyle; Samut Tekkesi, Karagöl, Boz Armut tarafından gelen tren yolu kapanırdı, biz onu temizlerdik. O tarihlerde çok buz tutardı, eski ismi Armağan şimdi ki ismi Kangal İstasyonunda burada bir gün tren raydan çıktı, buz nedeni ile makas açılmamış. Ben o zaman 12 yaşındayım, orada çalışan belki 150 kişi var, lokomotifi rayın üzerine getiremiyorlar. Benim becerim nedeni ile bu işi hallettik. İki adet fren demirlerini karşı karşıya ray demirlerinin arasına sıkıştırmak sureti ile lokomotifi rayın üzerine getirdim. O zamanın kısım şefi başımızdaki yol çavuşunu çağırarak, bu çocuğu bir daha yola götürmeyeceksin, dedi. İstasyonda kalacak makas başlarını kontrol edip temizliğe bakacak, dedi. Biz geçici işçi olduğumuz için herkesi yazın çıkarıyorlardı. Kısım şefi benim haberim olmadan bu çocuğu çıkarmayacaksınız, demiş.
Bizim orada taş ocağı vardı (düvenlere çakılan çakmak taşı çıkan ocak). Taş ocağı 15-20 metre aşağı iniliyor. Çalışma koşulları çok zor olan burada da, 14 yaşında çalıştım. Arı Şirketi vardı orada çalıştım. Hamal Köyü’nde ki Termik Santrale gidecek mazotları varillere doldururduk.
Yani Ayhan Bey; ilk gençliğimiz hep böyle yorucu çalışmalarla geçti.
Köyde okulda ki bir anımı da paylaşayım. İlkokul öğretmenim Sadık Öğretmen vardı. İstiklal Marşı’nı okurken beni öne çıkarır Müslüm Sümbül’ü takip edin, derdi. Hep bana okuttururdu.
Ben küçük yaşta sanata eğilim duydum. Hatta barut tabancası yaptım kendi kendime evin önünde silahı patlattım jandarma geldi, beni karakola bile götürdüler. Bu silahı kim attı dediler? Kendi çantamı kendim yaptım. Böyle becerilerim ve maceralarım vardır.
Sevgili ozanım köyünüzden bahsedin, yaşam, geçim koşulları, coğrafyası nasıldır, bize anlatın?
Bizim coğrafyamız kırsal bir bölge, ormanlık yeşillik yoktur. Geçimimiz hayvancılık, rençperlik, çiftçilikle sağlarız. O devirde gübre sanayi ürünleri yoktu. Tarlaları öküzle sürerdik, yeteri kadar toprağı hasıl edemezdik. Çiftçilik de yetersiz, tarım da yetersizdi. Bu zor koşullar nedeniyle bir gün düşündüm ki ben ne kadar çalışsam da benim sonum hüsran. O nedenlerle ben de köyden kaçtım.
Köyden mi kaçtınız! Nasıl oldu bu iş bize anlatır mısınız?
16 yaşında bir gün sabahleyin erkenden çıktım, babamın ve analığımın (babam ikinci kez evlenmişti) haberi olmaksızın köyden ayrıldım. Cebimde beş kuruş para yok. O zaman otobüs ulaşımı yoktu sadece tren vardır. Ben Armağan İstasyonunda trene binmedim, bize 10 km. uzaklıkta olan Bozarmut İstasyonuna gittim. Bunun nedeni Armağan İstasyonunda biri beni görürse haber verir, diye. O tarihte amcamın oğlu Ankara’da çalışıyordu, otobüs biletçisiydi. Onun hanımı Ankara’ya geliyor. Onun geleceği zaman treni ayarladım. Boz Armut İstasyonunda trenin gelmesini bekledim. Orada biletsiz, kaçak olarak trene bindim. Biletçi bilet kontrolü yaparken ben tuvalete kaçıyordum. Biletçi geçtikten sonra amcamın oğlunun hanımını aramaya başladım, bilet parası almak için. 2 vagon sonra kompartımanda yakaladım, tren parasını ondan aldım. Amcamın hanımı vermek istemedi önce babam ona kızar diye. Ancak; kompartımandakiler dedi ki, bu çocuğu dağda bırakırlar, diye bana 20 lira verdi, Oz zaman Ankara’ya geliş 18 lira 50 kuruştu ve ben Ankara’ya geldim.
Ankara’da askere gidinceye kadar çeşitli işyerlerinde işçi olarak çalıştım. Askerden döndükten sonra da 1964’de Ziraat Bankası’na girdim ve orada 1989 Ocak ayında emekli oluncaya kadar çalıştım.
Ziraat Bankası’nda çalışırken ben TRT’nin 1966’da açmış olduğu sınava girdim. 657 sayılı kanuna tabii olarak Ziraat Bankası’nda çalıştığım için buradaki sınava da gizli giriyorum. Sınavda başarılı olduğum zaman; biz yetişmiş veya yetiştirmek üzere sanatçı alacağız, ama siz memursunuz, dediler. Ben nota bilmediğim için, bankadan ayrılıp iki sene nota göreceksiniz, ondan sonra kadrolu sanatçı olabilirsiniz, dediler. Bu arada da ben evliyim, çocuklarım var, bunun benim için mümkün olmayacağını söyledim. Ancak; oranın şefi Osman Özdenkçi yarın tekrar saat 14:00’de sazınla gelebilir misin, dedi. Ben sazımla gittim. Türk Sanat Müziğinin Şefi Muzaffer İlkar ile beni tekrar dinlediler. Muzaffer İlkar’a Osman Özdenkçi sordu, hocam sazı ve sesi nasıl, dedi? Bu arkadaşta Anadolu’nun sesi ve sazı var, TRT’ye kazandırın, dedi. Ancak; bu arkadaş bir bankada çalışıyor, aynı zamanda da evli o nedenle bunu almamız zor olacak, biz de bunu düşünüyoruz ne yapabiliriz, diye sordu. Ben yerinizde olsam dedi mahalli sanatçı olarak alırım, haftada 1 gelir bandını yapar gider yine işine devam eder, dedi. Böyle bir kişi daha var, dedi. Kim o deyince Neşet Ertaş dedi. Alın bunların ikisini de mahalli sanatçı olarak dedi. Ve 1966’da biz böylece başladık. O zaman sadece Ankara TRT vardı, bir anda ikimizin ismi de patlama yaptı. Kısa zamanda yurtiçi ve yurtdışında konserlere gitmeye başladık. Bu arada 25 tane 45’lik plak, 12 kaset yaptım.
Diğer Makaleler...
- BAYRAM
- Makedonya - Arnavutluk Gezisi, 2016, Birinci
- SEMAH SEMPOZYUMU VE SEMAH BULUŞMASI YAPILDI
- ERARSLAN DOĞANAY
- Jan Yoors'un Çingeneler Kitabı Üzerine...
- Derviş Kemal (Kemal Özcan) ile uzun bir söyleşi
- Basın Kartı Sahibi Oldum...
- Halk ozanı Derviş Kemal Anıldı
- İstanbul Üni. İlahiyat Fakültesi'nde Söyleşi
- Musa Ağacık'la Söyleşi Yapıldı