HÜSAMETTİN AYDIN
HÜSAMETTİN AYDIN
(GAZETECİ - YAZAR)
Çok sevgili dostum Hüsamettin Aydın'ı 10 Ocak'ta kaybettik... Bir karlı kış gününde Karacaahmet'te sonsuzluğa uğurladık. Çocukları, yakınları vardı... Onun kalbi ise neşeyle dolar, sevgiyle atardı, herkesi kucaklardı bir anda. Cem Vakfı'nda birlikte çalıştık. Sonra oradan ayrıldık, dostluğumuz artarak sürdü... Sultanahmet'i mekan tuttuk... Divriği Gazetesi'nde, İlkezgi Sanatevi'nde, Can Yayınları'nda... Ama tüm sokaklar bizimdi... Hep sohbet, söyleşi, muhabbet... Zengin bir yaşam tecrübesi vardı. Hayatın türlü çileleriyle olgunlaşmış hayatı aslında daha detaylı yazılmalıydı. Rahmetli buna çok yaklaşmıyordu... Hayatı olduğu gibi yaşayan, algılayan birisiydi. Arkasında çok güzel sohbetler, muhabbetler bıraktı. Onu sonsuza kadar unutmayacağım... Benim çok sevgili dostum, sonsuzluk alemine bu kadar erken çekip gidiş niyeydi? Çok bıktın yaşamdan, bu kadar erken bıraktın bizleri?
Söyleşimizde bakalım bizlere neler anlatmıştı...
Bir Seyyid ailesine mensup olan Hüsamettin Aydın çok yönlü bir insan. Bir gazeteci olarak birçok insanla çalışmış, çeşitli derlemeler yapmış, çeviri kitaplara imza atmış, özellikle müzikle de içli dışlı olmuş bir aydın sima olan Hüsamettin Aydın’ın hayatından derlemeye çalıştığım hatıraları sizlerle paylaşmak istedim…
YAŞAMI, TANITIĞI GAZETECİ – YAZAR – OZANLAR.
O DÖNEMDEKİ DURUM...
Ben 1952’de Diyarbekir’de doğdum. Nüfus kaydım Mardin olarak geçiyor. O yörenin, Güneydoğu’nun, Diyarbekir, Siirt, Mardin, ve Urfa’nın bir kısmını alacak şekilde etkili olan bir Seyyid Ailesinin torunuyum.
Dedem Şeyh Hamid Şahı Mardin lakabıyla geçer. Nesep itibariyle Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’in Aliyul A’araç Kolu’ndanız. Seceremiz Bağdat, Musul, Mardin ve Diyarbekir Nakıbül Eşrafları tarafından tastik edilmiş olup, eski Bağdat Müftüsü Ruhul Maani tefsiri sahibi Seyyid Alüsu tarafından şiir şeklinde nazmedilmiş olup, bu şecere için; “bu şecerenin misni ve menendi yoktur” denilir. Bu şecere her yenilendiğinde 250 sene önceki şecere kaynak alınarak tastik edilmiş, demektedir. Dedelerimizin çoğunluğu Nakübül Eşraflıklar yapmışlardır, emir olarak görev almışlardır. Mesala dedelerimizden birçoğu Memlük Sultanı Padişah Kalavun zamanında Sultaniye Şehri’nde (Hazar Denizi’nin kıyısında) Katübül Eşraflık yapmışlardır. Sonra Musul’a geçmişlerdir. Oradan Siirt’e gelmişlerdir. Ordan da dedem Şeyh Hamit Mardin’e gelmiştir. Mardinlilerin isteği üzerine de orada kalmıştır. Türbesi Mardin Savur Yolundadır. Şeyh Hamit Kubbesi meşhurdur, civardan görülür.
Şeyh Hamit Dedemin torunlarından Seyyid Abdurrahman Hamidi, Abdülhamit zamanında saraya davet edilmiş ve altı ay Yıldız’da misafir edilmiştir. Ve o dönemde en müşkil matematik problemlerini halletmiştir. Ve çok enteresandır, beş yüz yıllık takvim yapmıştır. Dedem Şeyh Hamit’in torunu Sayidi Dara taa Çeçenistan’a kadar etkili olmuştur. Ne tekim, bu etkiyle olsa gerek Kızıltepe Viranşehir’deki Çeçenler bize bağlıydılar; dedem Şeyh Necim ve Şeyh Saiyid Dara’ya bağlıydılar.
Bizim şarkta üç yerde medresemiz vardı; şarktaki mollaların birçoğu bu medreselerden mezun olmuşlardır; Ahmediye Medresesi, Aynkaf Medresesi, Tınat Medresesi.
Aynkaf’ta yaşayan dedemin yeğeni olan Şeyh Fethullah El Hamidi, 1914 yılında Süryanilerin çıkarmış oldukları Aynvert İsyanı’nda hükümet ve o yörenin insanlarının bunları linç etmek istemesi nedeniyle o zamanki Süryani papazlarının Şeyh Fethullah Efendi’ye gelerek yardım istemesi sonucu; bu mübarek seyidimiz kendi oğlunu ve yiğenini o Hıristiyan köye göndermek suretiyle, hükümet ve halka demişler ki, “bunlar da benim yiğenimi ve oğlumu öldüreceklerdir, ben onlara emanet bıraktım; Bunlara kimse dokunmayacak ve zarar vermeyecek”.
O günden beri o yörenin Süryanileri bu Seyyidimiz Şeyh Fethullah Efendimize karşı bir şükran minnattarlığı içerisindedirler. Her Süryani evinde Şeyh Fethullah Efendi’nin fotoğrafını görmek mümkündür. O yöre insanının bize karşı çok büyük saygıları vardır.
Bizim atalarımız, dedelerimiz, seyyid olarak o yöredeki sadece barışı sağlamak üzere bir misyon üstlenmişlerdir.
Kendi müritleri olan yöre insanlarından; Türk, Kürt, Çeçen, Arap ayrımı yapmaksızın onlara doğru yolu, Hakk’ı tanıtmak, İslam irşadını, İslam tebliğini yapmaya çalışmışlardır. Ve mümkün mertebe itilafları çözmeye çalışmışlardır. Yöre halkı tarafından bilinir ve söylenir ki, bizim soyumuzudaki 7 yaşındaki bir çoçuk bir köye gittiği zaman, o köyde birlik ve beraberliği sağlamaya yetmiştir.
1926 yılında, bizim soyumuz yediden yetmişe kadar kadını erkeğiyle; Konya, Manisa, Balıkesir, Çorum illerine sürgün edilmişlerdir. Ancak o dönemin Ankara Hükümeti’nin bakan ve paşaları sürekli dedelerimize mektuplar yazmak suretiyle de özür dileme yoluna gitmişlerdir. Neticede 1930 yılında da kendi memleketlerine dönme fırsatını bulmuşlardır.
Anne tarafım ise; Tillo Şeyh Fakirullah diye bilinen Abbas soyundandır. Anne tarafım bir taraftan İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun torunudur. Yani annemin babası olan Şeyh Reşit Dedem, hem İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun hem de Tillo Şeyh Fakirullah Hazretlerinin torunudur. Zaten soyadımız olan Aydın da, Tillo’daki Aydınlar Köyü’nden gelmedir. O yüzden bize Aydın denilmiştir.
Böyle bir ortamda Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde doğdum. Ancak bazı sebeplerden dolayı, rahmetli babam Seyyid Cemalettin’in, ben o zaman 10 yaşlarındaydım, vefatı (55 yaşında) nedeniyle, bir müddet sonra Konya’ya geldik. Oradan Ankara’ya geldik.
Hayat Kırk Kapılı Bir Han
2016’dan Kalan
Hayat: Kırk Kapılı Bir Han…
İnişli çıkışlı bir yol hayat… Üzüntüler, sevinçler, acılar… Ama hep devam ediyor… İnsan bazen gerçekten hep düşünüp duruyor, hayatın gerçekten anlamı nedir, diye? Hayaller, umutlar çoğu zaman yarım kalıyor… Hayal kırıklıkları bazen insanı hayatı da sorgular hale getiriyor…
Herkesin ama herkesin öyküleri var: çok acı deneyimler, tecrübeler… Uzun hikâyeler…
Neyse bazen “Küçük Prense Mektuplar” diye kendimi kendime anlatıyorum, elbette dostlara da…
Son üç yıldır yaşadıklarım bir ilginç yazı konusu olur… Büyük hayal kırıklığı ve derin güvensizlik duyguları vardı. Belki de ben hayatı bazen çok ciddiye aldım, büyük ozan Nazım Hikmet’in dediği gibi. Ama o kadar da ciddiye alınmalı mı hayat? Yoksa inişli çıkışlı bu yolda çok da belli şeylere bağlanmamak mı lazım acaba?
Yüksek Lisansa Başlayamadım…
Hem zamanımı daha verimli değerlendireyim, hem gerçekten her zaman istediğim gibi yeni yeni şeyler öğreneyim diye, bu sene Yeditepe Üniversitesi Yüksek Lisans sınavına girdim. Her zaman ilgi duyduğum Antropoloji’de okuyup en azından kendi çalışmalarımı biraz daha disipline edeyim, dedim. Yazılı ve sözlü sınavları verdik, okumanın yaşı yoktur diye aşkla bir şeyler yapmak istedik. Ama ekonomik engellere takıldık…
Çalışmalar Hep Devam Etti…
Son üç yılda dağ – taş, dere- tepe, yirmi beş yıldır sürdürdüğüm Alevilik Bektaşilik çalışmalarını değil azaltmak, ara vermek daha da arttırarak sürdürdüm. Özellikle Balkanlar’a olan aşkımın çok derin olduğunu gördüm. Bu bölgeye birçok sefer yaptım son üç yılda… Hani diyorlar ya, okumak da, bilim de, araştırma da parayla (hatta zengin işi) olur, diye. Doğru söylüyorlar… Tüm bu işler gerçekten ekip işi, para pul, araç- gereç işi. Abartısız benimkisi amatör ruhun aşkla yoğrulmasından başka bir şey değil. Bu çabalara hiçbir zaman parasal gözle bakmadım. Yaşayacağım kadar param olsun ama bu çalışmaları yapayım, dedim. Birçok dostun yüz kere de söylesek halen bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde “zenginler kulübü” dedikleri Cem Vakfı’ndaki durumum da buydu. Bu çalışmalarımda; benim kişisel gayretlerim, dostlarımın ve kimi kurumların bana yaptığı desteğin dışında Cem Vakfı’nda bulunmak dışında bu kurumun bana doğrudan maddi bir desteği olmadı. Bunun anlaşılmak istenmemesini, hele de sözde kimi yazar ve kurum yöneticilerinin idrak edememelerini iyi niyete bağlayamıyorum. Açıkçası kıskançlık da var… Oturduğu yerde hiçbir şey üretmeyen, ama üretilen şeyleri de kıskanan bir yapımız var… Benim gibi özveriyle araştırmalarını yapmaya çalışan nice dostun olduğunu da biliyorum. Ama ne yazık ki, benim ki gibi biraz da komik bir şekilde, (hatta söz verdiği halde telefona çıkmayan, telefonda ses taklidi yapanlardan da) derlemeye çalıştığım amaca yönelik maddi destek isteklerinin dışında diğer bazı kişilerin elde ettikleri paralar ne olacak? Bunlar hiç sorgulanmayacak mı? Kimi kurumlar, kimi profesörler; Devletten gizli veya açık, iş adamlarından, kurumlardan, halktan toplanan yüz binlerce lira acaba bu toplum, bu inanç için mi harcanıyor, bunlar sorgulanmıyor.
En azından her zaman dürüst bir insan olmaya çalışan birisi olarak son üç yılda bana maddi manada destek olan, bazı çalışmalar yapmama olanak veren kişi ve kurumlara şükranlarım vardır…
Sağ olsunla, var olsunlar… İşleri her daim rast gitsin…
(Unuttuğum isimler varsa af’ola)
Ayhan Aydın
SADIK KAYA DEDE İLE SÖYLEŞİ
Geleneği Yaşatan Dedeler Konuşuyor…
SADIK KAYA DEDE İLE SÖYLEŞİ
Ayhan Aydın
Sevgili Dedem kendinizi tanıtmanızı istersek neler söylersiniz? Nerede ve ne zaman doğdunuz?
1955 yılında Tokat ilinin Turhal ilçesine bağlı Yeşilalan Köyü doğumluyum. İsmail’den olma, Şerif’ten doğma Sadık Kaya Dede’yim.
Hangi ocağı mensupsunuz?
Bostankolu Ocağı, Hünkar’a bağlıyız.
Bostankolu Ocağı hakkında neler söylersiniz?
Bostankolu; Kayseri’nin Ambarlı Köyü’nde 13. Yüzyıllarda Hz. Hünkâr (Hacı Bektaş Veli’nin) tarafından çiftçiyken bir el alıp verme meselesinden dolayı ismini alan asıl ismi Bahattin olan birisidir. Bahattin isimli birisi bostan dikiyordu. Özü Hakk’a ayan, Hünkâr’ı anlayan bir insan. Bu aydınlık Hünkâr’a ayan olur. Hünkâr bir gün dervişleriyle birlikte Kayseri üzeri seyahate çıkar. Bu gelen aydınlık yansımasını bulmak ister. Yani kalbine doğan ışığı bulur. Yanına varıp, hoş beş, selam yaptıktan sonra, çiftçiye ne yapıyorsun, diye sorar. Bostan dikiyorum, deyip selam verir. Tanışmada da Hacı Bektaş Veli’ye Hünkâr’ım, demiş. O zaman Hünkâr olduğumu anladıysan, mademki bir kavun veya karpuz getir de yiyelim, demiş. Demiş ki, ya Hünkâr’ım daha yeni başladım, yeni ekiyorum, dikiyorum, yeni sıram, daha olmadı ki, diye yanıt verir. Dervişlerden birisi, itiraz etme, diktiğin birinin köküne bak, der. Çiftçi Bahattin dönüp bakar ki, o anda üç tane meyve (kavun) yetişmiş. Koşarak gider, üç tane kavunu alır, gelir. Üçünden birisi orada Hünkâr dervişleriyle birlikte lokma yapar. Birini de kendi azığına, yanlarına alır. Birini de Çiftçi Bostancı’ya teslim eder, bunu da çocuklar yesin, diye eve gönderir.
Çiftçi, Bostancı bu hizmeti yaptıktan sonra bir beş on metre kadar ayrılır. Hünkâr ve dervişleri o anda sır olur, görünmez olurlar. Çiftçi Bahattin, eyvah ben Hünkâr’dan bir el alacaktım, diye düşünceye dalar. Nasıl bir daha onu bulurum diye, bir zaman düşünür. Ve akşam olur. Eve vardığında çocuklarıyla birlikte o kavunu lokma ettiğinde sofra ortalıkta iken, kapı çalınır. Aynı dervişleriyle birlikte Hünkâr içeri girer. Çitçi Bahattin Hünkar’ı görüp tanıyınca sevincinden gözyaşları döker, Hünkâr’ıma kavuştum, der. Hacı Bektaş Veli Sultan kendisini Hacı Bektaş olarak tanıtır. Niye ağlıyon çiftçi baba, diye sorar. Sevincimden ağlıyom, bir daha seni bulamam diye, seni de burada görünce sevincimden ağlıyom, der. Ve o almış olduğu lokmayı getirir, orda evin halkıyla birlikte Çiftçi Bahattin’i “Bostancı Kolum” diye nazarlar, el verir. İnsanların elinde yüzünde sivilce gibi bir şey olunca onu iyi etmesi için bunu nişane olsun, diye beyan eder. Orda sohbet edip ilim bilgilerini verdikten sonra, çiftçiden bir kolum olmadığından, yetiştirdiğim birisi olmadığından seni bu yolda, bu ocaktan “Bostankolu Ocağı” olaraktan, bu posta oturtuyorum, der. Bostancı Dervişlerimden diye bir rivayette de, Bostancı Kolum olaraktan seni dergâha kayıt ediyorum, der. Postu 11. Postan Hasan Halife’ye bağlayaraktan kayıt eder. Postun sahibi Hasan Halife’ymiş, onu oraya bağlıyor.
Peki, Bahattin dediğiniz Bostankolu kimmiş başka bilginiz var mı?
Bahattin Yani Bostankolu da üç kardeşmiş: Birisi Hasan Halife, birisi kendisi, Birisini de bilmiyorum.
Bostancı Çelebi Kayseri’nin Ambarlı (Nevşehir ile Kayseri arasında Kayseri’ye bağlı olarak biliyorum.) köyünde kalmış. Ana ocak merkezi orası. Köy halen varmış ama ben oraya gidemedim.
Yavuz Sultan Selim’in karşılarına çıkıp ortalığı karıştırmasından başlayarak Bostan Kolu Ocağı üç kola ayrılıyor: Kendisi yerinde kalıyor, Kardeşlerden birisi Sivas Sivrihisar tarafına gidiyor, diğeri Sakarya tarafına gidiyor.
Bostankolu’nun yani Çiftçi Bahattin’in üç çocuğu varmış. Bunlardan birisi Mudayım Dağı’na yerleşiyor, sonradan Bostankolu Köyü adını alan köyde kalıyor. Buna Hüseyin diyen var, Bayram diyen var. Çocuklarından birini Tokat’ın Dive Köyü’ne, çoban olarak veriyor. Orada bir aileye çalışıyor. Kardeşlerden birini de Tokat’ın Turhal ilçesinin Arapören Köyü’ne koyun çobanı olarak veriyor. Onun adı Bektaş. Bektaş ismindeki çobanı alır yaylaya gider. Yaylanın adı o zamanlar Vazanya’ymış. Bektaş orda çok uzun boylu çoban olarak kaldığından ağanın yaşlılık zamanı gelir. Bir gün Bektaş’ın yanına, yaylaya varır. Bektaş oğlum, çok zamandan beri kahrımı çektin, çok iyi bir insansın, temiz kalplisin, iyi niyetlisin diyerekten sohbet ederler. Benim yaşım geldi, sana bir büyük ikramda bulunmadığım için, bu yaylada aklığın yettiği kadar, gücünün yettiği kadar bir arazi çevir, der. Burası çok verimli bir yer olduğu için sana 150 de koyun veriyorum diye, bağış eder Çoban Bektaş’a.
O arazi Çoban Bektaş’a kalınca, Dive’deki kardeşini de alır yayına getirir. Der ki, kardeş burada arazimiz çok, birimiz çobancılıkla, birimiz de çiftçilikle uğraşıp, geçinip gidek, der. Bostankolu Köyü’ndeki babamızın gereken ihtiyaçlarını buradan temin ederiz, der. Burda Bektaş’ınan berebar; birisi hayvancılık, birisi çiftçiliğe çalışmaya başlarlar. Ve bunlar biraz daha çalıştıktan sonra, Ağa der ki, bunlara, siz akrabalarınızdan, tanıdıklarınızdan insanlar getirin, burada bir köy kurun, burayı size veriyorum der. Bir zaman sonra ağa gözlerini hayata kapatır. Bu iki kardeş orada devam ederler. Tokat Turhal Vazanya Köyü olarak nüfusu kayıt olurlar. Burda bir kardeşlerine (öz değil üvey ama Bostankolu olarak geçiyor) Samsun’dan İledik (Ladik olabilir?) bir kadınla evlendiriyor. O kadınla birlikte kadının bir yakını da oraya geliyor, Hasan isminde, o da o kabileye dâhil oluyor. Burda; Erdoğanlar, Zabanlar, Gürer’ler diye üç kabile vardır, olmuşlar. Bu köy halen devam ediyor ama ismi Ayranpınar Köyü oldu.
Seyyid Dursun Doğanay Dede Hakk'a Yürümüş...
Seyyid Dursun Doğanay Dede Hakk'a Yürümüş...
Geleneği yaşatan, çok farklı ve renkli bir kişiliği olan, İzmir'de Yunus Emre Derneği'ni kuran, kendisiyle söyleşi de yaptığım, Baba Mansur Ocağı dedelerinden aynı zamanda halk ozanı Seyyid Dursun Doğanay'ın 8 Aralık'ta Hakk'a yürüdüğünü bugün öğrendim. Devri daim olsun, hizmetleri, eserleri, birbirinden güzel şiirleri, dostluklarıyla her daim yaşasın...
Yavuz Top'la Söyleştik..
YAVUZ TOP’la Söyleştik…
Değerli üstadımız Yavuz Top ile Şahkulu Sultan Dergahı Vakfı, Bilgi ve Dokümantasyon Arşiv Merkezi için zengin içerikli bir söyleşi yaptık. Tuzla'da bizlere kapısın ve yüreğini açan Yavuz Top abimizle birlikte; Bu çekimleri gönüllü yapan Kameraman Mahmut Akdemir'e, Gönül İnsanı Haşim Turhan'a, Divriği Gazetesi Yayın Yönetmeni Yahya Kemal Bayar'a, Ozan Ferman Taka'ya şükranlarımla...
FERMAN TAKA'YLA SÖYLEŞİ
Şiirleri, Öyküleri, Desenleriyle Bir Kültür Sevdalısı…
FERMAN TAKA’yla Söyleşi
Kendisi inşaat ustası, iç dekorasyon işleri yapıyor, geçimini bu işten sağlıyor. Ama çocukluğundan beri hayallerinde olan, düşlerinde olan doğa sevdası onu aynı zamanda şiirler yazan, öyküler kaleme alan, kendi uğraşlarıyla desenler yapan bir sanatsever-kültür sevdalısı yapmış. Ferman Taka’dan bahsediyorum; aşk dolu yüreğiyle erenlerin, ozanların dünyasında gezinen, sohbetten, dostluktan, müzeleri gezmekten, doğadan hoşlanan Taka’yla bir söyleşi yaptım…
Ayhan AYDIN
Sevgili Ferman Taka, kendinizi anlatmanızı istesek neler söylersiniz, ne zaman ve nerede doğdunuz?
8 Mayıs 1959’da Erzurum Aşkale Sarıbaba Köyü’nde doğmuşum.
Köyde kaldınız mı?
17 yaşıma kadar köyde kaldım.
Köyde neler yaptınız? Çocukluğunuzu anlatır mısınız?
Çok mutlu bir çocukluk dönemim geçti. Çocukluğumda doğada gördüğüm o renkleri, gökyüzünün güzelliği, suların berrak ve temiz akması beni doğa tutkunu yaptı. Çiçekleri, böcekleri, ağaçları ve tüm canlıları doğayla bir bütün olarak gözlemlemek en büyük zevkimdi. Doğada gördüğüm şeyler gece rüyalarıma yansırdı. Gündüz uzaktan baktığım tepeleri, çayırları gece rüyalarımda gökyüzünde uçarak izlerdim. Kuşlarla gökyüzünde dans ederdim. Bu gibi rüyalar benim sabahları mutlu şekilde uyanmamı sağlardı. Askerden sonra yurtdışına gittim. Yirmiye yakın ülke gezdim. Farklı kültürler tanıma fırsatını buldum; farklı insanları, farklı yerleri gördüm. Farklı inançtaki insanlarla birlikte çalışırken onları tanıdım. Ve insanlarda şunu gördüm; insanların dininin, milliyetinin, cinsiyetinin önemli olmadığını iyilerin iyi, kötülerin kötü olduğunu gördüm.
Diğer Makaleler...
- Halk Ozanı Hüseyin Çeker İle Söyleşi
- Şahkulu Sultan Vakfı Alevi Akademisi Güz 2016 Bitti
- ŞAHKULU AKADEMİSİ DERSLERİ DEVAM EDİYOR
- ŞAHKULU'NDAN 2016 MUHARREMİ BÖYLE GEÇTİ...
- ŞAHKULU ALEVİ AKADEMİSİ DERSLERİNE BAŞLADI
- HZ. HÜSEYİN, KERBELA VE MUHARREM
- Mehmet Ersal'dan Akademi'de İlk Ders...
- ŞAHKULU SULTAN ALEVİ AKADEMİSİ 2016 GÜZ DÖNEMİ
- TARIK AKAN
- Harabati Baba Tekkesi'ne Sahip Çıkalım