Dursun Gümüşoğlu Baba İle Alevilik - Bektaşilik ve Kızıldeli Üzerine
DURSUN GÜMÜŞOĞLU İLE ALEVİLİK – BEKTAŞİLİK VE
SEYYİD ALİ SULTAN – KIZILDELİ ÜZERİNE SÖYLEŞİLER
Sevgili izleyiciler, insanlığın önüne yeni ufuklar açarak, onları türlü dertlerden kurtaran, onların daha mutlu bir dünyada yaşamalarına olanak sağlayan formülleri onlara sunan, Bâtınî İslam Yolu’nun, Tasavvuf Yolu’nun öncüleriyle, önderleriyle söyleşilerimize devam ediyoruz.
Yüzyıllar boyunca insandan yana, insan onurundan, insan sevgisinden yana tavırlarıyla tarihe mal olmuş büyük ışık kaynaklarından söz etmeye devam ediyoruz. Yunusların, Hacı Bektaşların, Mevlanaların yolunu sürenlerle birlikteliğimiz sürüyor.
Dosttan dosta sohbetlerimiz, geleneği yaşatan aydınlarla, dedelerle, babalarla, analarla, ozanlarla birlikteliğimiz devam ediyor.
Programlarımızda aydın simaları ağırlıyoruz. Onların aydınlık dünyalarıyla geçmişten bugüne, güzellikler üretenlerin dünyalarına yolculuk yapıyoruz. Sizlere yaklaşık bir saat boyunca doğrudan, doğruluktan bahsetmeye çalışacağız. Erenlerin izindeyiz, erenlerin yolundayız, dürüstüz, doğruyuz. Hiçbir zaman haksızlıklar yapanların yanında olmadık. İmam Hüseyin’leri örnek aldık, İmam Hüseyinlerin felsefesini yaşatıyoruz.
Sevgili dostlar; çok tarihi bir mekânda, çok değerli bir aydınımızla birlikteyiz. Onunla söyleşeceğiz, sohbet edeceğiz. Yine erenlerden, yine dergâhlardan, yine tekkelerden bahsedeceğiz.
Şu anda Yunanistan’da Evros denilen, Meriç denilen vilayete bağlı, Dimetoka (Didimitiho) Kasabası yakınlarındaki Ruşenler (Russo) köyü sınırları içinde 600 yıllık bir ilim ve irfan kaynağındayız, gözenin başlarından birisindeyiz, yeryüzündeki en önemli Bektaşi Tekkeleri’nden, merkezlerinden birisindeyiz; Seyyid Ali Sultan’ın makamındayız, Ocağı / Tekkesi / Dergâhı içindeyiz.
Araştırmacı – Yazar, bu yolun günümüzdeki öncü isimlerinden, değerli insan Bektaşi Babası Dursun Gümüşoğlu ile birlikteyiz. Böylesine tarihi bir mekânda, böylesine önemli bir insanla da söyleşi yapmak ayrıca güzel bir şey, mutluluk veriyor bize.
AYHAN AYDIN
BİRİNCİ SÖYLEŞİ İNANCIN TEMEL BOYUTLARI
Efendim merhabalar, selamlar, seviler olsun size. Merhabalar.
Nasılsınız efendim?
Böylesine bir mekânda olmaktan dolayı da özellikle iyiyiz. Bugün hayatımızın özel anlarından birisi. Bir yandan 10 Kasım, Yüce Atamız’ı kaybettiğimiz, gönüllerimizde yaşattığımız çok özel bir zaman, 10 Kasım 2007. Bir taraftantan da, belki de gelmeyi hayal etmediğim, olamaz dediğim, olamaz diye düşündüğüm, bir mekândayız. Seyyid Ali Kızıldeli Sultan’ın makamında olmak ayrıca bir yoğun bir duygu yaşamamıza sebep oluyor. İki yönlü bir duygu bu hem manevi anlamda, hem zâhiri anlamda bir duygu yoğunluğu bu. Çok farklı duyguların içinde olduğumuz bir durum bu. Bundan dolayı da şükrediyoruz Hakk’a.
Siz Atatürk sevdasıyla gönülleri coşanlardansınız. Yurt sevgisiyle gönüllerinde güller açanlardansınız. Ben biliyorum; erenlerin izindesiniz, araştırmalarınız, incelemeleriniz hep bunlar üzerine. Efendim, büyük önderin de elbetteki ilham aldığı, hayran olduğu, o Türk Kültürünün, Türk Benliğini en güzel cıvıltılarını duyduğu, hissettiği, erenler yatağındayız, Rumeli’deyiz, Yunanistan’dayız. Büyük Önder’in de doğduğu yerlerdeyiz, belki bugün ölüm yıldönümü ama o bizler için hep bir varlık âleminde, doğumda, yeni doğuşta, yeni güzellikler içerisinde, yeni üretimleri içinde, belki kendisi de velilerden bir veli, erenlerden bir eren… Türlü donlara bürünüp bugünlere gelen bir ulu… Büyük önder İmam Ali’den, Pir Hacı Bektaş Veli’ye, Hacı Bektaş Veli’den, kendisine Atatürk’e uzanan bir aydınlık yolun yolcusu, en büyük temsilcisi.
Peki, sevgili hocam; biraz tarihe yönelsek, derinliklere gitsek, bize bu mutlulukları yaşatan, insanlığın erdemlerini yaşatan, erenler nasıl bir yoldan geliyorlar, nerelerden geliyorlar, kökleri nerelerdedir bu yolun? Buralardan başlasak efendim.
Öncelikle bugün yüce Atamızın ebediyete intikalinin seney-i devriyesi olması münasebetiyle, bir iki şey söylemeden olamayacak diye düşünüyorum. Şüphesiz ki yüce Atatürk’ün doğduğu toprakların havasını teneffüs etmek çok muazzam bir duygu. Farklı hisleri yaşadığımız anlar içinde bulunuyoruz. Atatürk bugün bizim zâhiri âlemde yaşamımızın var olmamızın vazgeçilmezi; ilkeleri, yaşamı, sözleri açısından vazgeçilmesi mümkün olmayan, tartışmasız bir önder. Diğer bakımdan da manevi anlamda baktığımızda, Hacı Bektaş Veli ve onun yetiştirmiş olduklarının izinde bir kavşak noktasında bulunuyoruz şu anda. Fakir naçizane tarihi bir gün yaşıyorum. Allah cümleye böyle günler yaşamak nasip etsin, diye söylemek ihtiyacı hissediyorum.
Bazen sorarlar neden bu Atatürk ile Hz. Ali resimleri yan yana, diye? Birisi bize göre manevi âlemin padişahı, velâyetin başı, Hz. Peygamberin en önemli sadık dostu, onun yatağında yatıp, onu zâhiri anlamda korumaya çalışmış çok farklı bir insan. Bir diğeri de ülkemizi düşmanlardan kurtaran ileride bir hadise gelirse nasıl davranmamız gerektiğini anlatan, çok istisna bir lider. Geçenlerde Nutku okuyordum, Gençliğe Hitabesi’ni okuyordum. O Gençliğe Hitabesi’nde öyle güzel şeyler söylemiş ki, haşa insanın Kur’an âyeti diyesi geliyor. Allah’ın bir tecellisi. Şüphesiz ki Allah’ın tecellisi olmadan hiçbir şeyin olması mümkün değil. Atamız, o kadar bugünleri görmüş, ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntıları görebilmiş ve her şarta uygun, bir sayfanın içinde ama o bir sayfanın içinde her şeyin gizli olduğu, bir nutku var. O nedenle de bu özel günde de onu söylemeden geçemeyeceğim. Tekrardan konumuza dönelim isterseniz.
Gönüllerde silinmez izler bırakmış, gönül padişahlarının birinin kutlu makamındayız, mekânındayız sevgili dostlar. 600 yıl öncesinden bizlere sesleniyor, 600 yıl öncesinden insanlığın en büyük onuruyla, sevgisiyle bizlere sesleniyor… Burada yaşayan babalar, dedeler insanlığın onurunu yaşatmışlar bugünler getirmişler. Seyyid Ali Sultan Dergâhı’da, erenler yatağındayız. Nice nice büyük insanın yetişmiş olduğu bir ilim, irfan yuvasındayız, ocağındayız.
Peki, bu erenler, veliler hangi düşünceden besleniyorlar, nereden geliyorlar? Coğrafyanın neresindeydiler, nereden nereye hareket ettiler? Balkanlar’a doğru nasıl geldiler? Bunun öyküsünü sevgili hocamızdan almaya çalışacağız, evet efendim?
Söylenecek şey çok elbette, ama bazılarını kısa kısa anlatmaya çalışalım. Kur’an-ı Kerîm’de Adem’den bahsederken, “ben size bir halife atayacağım, ona secde ediniz”, diyor. Şimdi bütün melekler secde ederler, fakat şeytan secde etmez. Adem’in, Şeytan’ın atlatmasıyla Cennet’ten kovulmasıyla, Adem Peygamber’den Hz. Muhammed Mustafa yani hatemül enbiya’ya kadar bir sürü peygamber gelir geçer. Bunlardan bizim de en çok bildiklerimizden birisi İbrahim Peygamber’dir, Musa Peygamber’dir, İsa Peygamber’dir ve en son bir daha peygamber gelmeyecek olan Hz. Muhammet’tir. Bütün İslam Âlemi’nin ortak kararıdır hatemül enbiya olduğu. Son kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Ondan sonra bir kitap gelmeyecektir. Ama Kur’an-ı Kerim’in sözlerinin yani ayetlerinin anlaşılabilmesi için mutlaka her dönem veliler gelmiştir, veliler yetiştirilmiştir. Bu Cenab-ı Allah’ın kâinatı yaratış nedenidir. Ayrıca peygamberlerle veliler arasındaki en büyük fark; peygamber kendisini beyan etmek zorundadır, veli kendisinin veli olduğunu beyan etmek zorunda değildir. Peygamber kendisine inanları arayıp bulmak zorundadır, tebliğ edicidir. Veli ise kendisine müracaat edenlere tebliğ eder. Her peygamber, nebi de velâyet gizli gelmiştir ama Hz. Muhammet’ten sonra onun manevi emanetlerini teslim ettiği Hz. Ali yani Şah-ı Merdan’a sır olarak gelmiş, ondan da günümüze kadar böyle gelmiş, günümüzden sonra da böyle devam edecektir.
Bütün bâtınî ekoller, tasavvuf ekolleri, ufak tefek farklarla bunu böyle kabul ederler. Bizim inancımız olan Bektaşilik genel manada söylemek gerekirse Alevilik bu inancı bu şekilde böyle kabul eder. Hz. Peygamber’e peygamberlik haberi geldikten, kendisine bu tebliğ edildikten sonra, bir takım şaşkınlıklarolur. İlk zaman insanlar buna tepkide bulunurlar. Bu aşamada peygamber büyük mücadelede bulunur, bu dönemde ona ilk biat eden Hz. Ali ona en büyük desteği veren kişilerden birisi olur. Hz. Peygamber’den sonra dört halife dönemi olmuştur. En son halife Hz. Ali kendisi istememesine rağmen, halkın genel talebi üzerine, zâhiri olarak hilafete geçmiştir. Yani görevi yürütmeyi kabul etmiştir. İki türlü hilafet ya da padişahlık vardır; birisi zâhir padişahlığı yani dünya saltanatı, ülkeyi yönetmekle ilgilidir. Birisi de bâtın padişahıdır. Veliler asla zâhir padişahlığına heves etmezler. Bir insan bir kişinin veli olup olmadığını merak ederse; zâhiri anlamda görüntüye, gösterişe bir merakı var mı, yok mu? Gösteriş varsa, Hz. Peygamber’in bu konuda bir hadisi var; “gösterişin azı bile şirktir” diyor. Şirkse Cenab-ı Hakk’ın asla kabul etmediği, dinin ilkesine son derece taban tabana ters olan bir şeydir. Hz. Ali bir mecburiyetten dolayı hilafet makamına getiriliyor ama daha sonra ise bilindiği gibi katledilir.
Peki, katledilme nedeni denir? Tarihsel olarak baktığınız zaman bir topluluk, bir sınıf, bir iktidar yenilirse gizli gizli tekrar iktidara gelmek için gayretler devam eder. İşte günümüzde birçok şeye cevap olacak şeyleri, buralardan yakalayabiliriz. Şöyle ki Hz. Peygamber, cahiliye dönemindeki din anlayışına muhalefeten İslam anlayışını getirdi. Merkezinde insan olan, merkezinde insanın kutsallığı olan, köleliğe karşı çıkan, insan haklarına sonuna kadar sahip çıkılan, insanın en kutsal varlık olduğunu vurgulayan yine Kur’an-ı Kerim ayetlerine dayanarak, kabul eden bir inanç sistemidir.
Peki, eski inanç sistemi neydi? Eski inanç sistemi, pek çok aşirette, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü tarihen sabit olan bir hadisedir. Buna göre de Kur’an-ı Kerim’de kız çocuklarının diri diri gömülmemesi, öldürülmemesi, onların da rızkının Allah tarafından verildiğine dairayetler vardır.
Konuyu toparlamak gerekirse Hz. Peygamber’in insan merkezli, insan sevgisini temel alan Tanrı’ya sevgiyle yaklaşma, yanaşma düşüncesinden yola çıkan bir inanç sistemi vardır. Bir de eski geleneklerini din diye devam ettirmeye çalışan bir mücadele gurubu var. Biz bunu Emeviler’de, daha sonra da Abbasiler’de olarak görmekteyiz.
Arapların Cahiliye dönemi adetlerini İslam inancıymış gibi devam ettirdiğini görüyoruz. Esasen bütün çelişki buradan başlar ve buradan devam eder. Burada iki nokta vardı; Hz. Ali ve çocukları yani On İki İmam dediğimiz nesilden nesile devam eden Ehlibeyt’tin devamı ve torunlarıdır. Hazret-i Hüseyin’in torunlarına “Seyyid”, Hz. Hasan soyundan olanlara da Şerif denilmektedir. Hz. Peygamber’in manevi emanetlerini, günümüze ulaştırmaya canıyla, kanıyla azmetmiş olan insanlardır.
Bir de İslam’ı cahiliye döneminin adetlerini kendi zevkleri, kendi yaşam anlayışlarıyla kendi ihtiraslarıyla günümüze kadar getiren bir mücadele grubu var. Ondan sonra Hz. Hasan’ın zorla iktidara getirmek isterler, fakat bunu kabul etmek istemez. Hz. Hasan’ı da yarı yolda bırakırlar. Hz. Hasan bu iş uzamasın diye beş maddelik bir sözleşme yapmak zorunda da kalır. Buna rağmen ikna edilmiş insanlar vasıtasıyla karısı tarafından zehirlenerek katledilir. Hz. Hüseyin herhangi bir sözleşmeye de yanaşmaz, çünkü babasının akıbetini, Ehlibeyt’e yapılan zulümleri, Hz. Hasan’ın zehirlenmesini bilir. Bilindiği gibi Kerbela’da 72 kişiyle birlikte şahadete razı olur. Ona bir valilik verilseydi hiçbir problem olmayacaktı.
Katledilmesi de söz konusu olmayacaktı, aksine taltif edilecekti.
Hz. Hüseyin’in önünde iki yol vardı; ya Yezit’e biat edecekti, ya da babasından, atasından Şah-ı Valeyet’ten, Hz. Peygamber’den kendisine intikal eden emanete sahip çıkacaktı. Yani canın vermek karşılığındabâtınî İslam yorumunun emanetlerini gelecek nesillere ulaştıracaktı. Pek çok insan diğerini yaptı. Yezit’e biat etti. Küfe’de birçok insan söz vermişti. Birçok insanın biat etmesi belki onların canlarını kurtardı, ama onların adları dahi anılmıyor. İkrarlarından döndükleri için de lanetleniyorlar. Kerbela’da da Türkler İmam Hüseyin’i özellikle korumaya, kollamaya çalışıyorlardı. Hatta kendisi de tüm her şeyi bırakıp Türkistan’a, Türk illerine gidip orada yaşamak, İslam’ı oralarda yaşatmak istiyordu. Buna müsaade edilmedi. Orada bir mucize olarak İmam Zeynel Abidin’in çok küçük olması, kimi ifadelere göre 7 veya 9, kimi ifadelere göre 13 yaşında ve hasta olması münasebetiyle aileden erkek olarak bir tek o hayatta kalır. Hz. İmam Hüseyin bir gece evvel ona manevi emanetleri devreder. Kerbela hadisesinde Zeynep Anne, İmam Zeynel Abidin’i kurtarır.
Ehlibeyt soyundan gelen ve onlara gönülden bağlananlar Türki diyarlara, Horasan’a giderler. Orada İslam’ı yaymaya başlalar. Oradan kaçan, canını kurtaran Ehlibeyt mensupları, evlatları da İslam’ın o güzel, o basit, kolay anlaşılır, her tarafta günah gören anlayış dışındaki İslam anlayışını Horasan’da Türkler arasında yayarlar. Bu vesileyle de Ahmet Yesevi’ye, oradan Hacı Bektaş Veli’ye, ondan da günümüze kadar ulaşan bir seyir takip eder.
Bu seyir kutlu bir seyir, inanç bazında da örnek alınması gereken, insanlık tarihinin de en yüz akı sayfalarından birisi. Sadece İslamiyet’in değil insanlığın da yüz akı bir seyir. Çünkü onur var, şeref var, inanç ve din uğruna, namus uğruna, değerler uğruna hayatını feda etme var…
Fedakârlık var, fedakârlıkların en büyüğü var. Bir yanda da kaçma, gizlenme var, Muaviye’nin kurmuş olduğu, Emeviler’in devam olarak yüzyıllardır kovuşturma var, işkence var, insanlıktan çıkmış zihniyetlerin zalimliği var. Bin kere mazlum olsan da, tek bir kere bile zalim olma, diyen bir anlayış var. Bu anlayışta rehberler var bu yolda. En büyük korumacığı da Türklerden görüyorlar. Türkler Ehlibeyt’e en büyük yardımlarda bulunuyorlar, onları sinelerine sarıyorlar, onları koruyup yaşatıyorlar. Dolayısıyla Ehlibeyt Türk bilinciyle, Türk benliği ve Türk varlığıyla örtüşüyor, bütünleşiyor. Ve oradan da Anadolu’ya doğru bir yolculuk başlıyor.
Malum Türkler Orta Asya’dan dalga dalga gelmişler tarihin muhtelif dönemlerinde. Nüfus çok kısa zamanda artıyor. Bir zaman sonra artan nüfusla orada o topraklar onlara yetmemeye başlıyor. Göç halinde yaşıyorlar. Veya bazen kuraklıklar oluyor, savaşlar oluyor, salgın hastalıklar oluyor. Zaten at sırtında, çadırlarda yaşayan topluluklar, onlar da böyle durumlarda çadırlarını toplayıp hareket edebiliyorlar. Örneğin Balıkesir Edremit’te Tahtakuşlar Köyü’ndeki müzede de o çadırları görüyoruz. O çadırlar hemen toparlanıp, kurulabilen bir özelliğe sahipler. Hayvanlarla birlikte göç edebiliyorlar. Diyar diyar dolaşıyorlar, daha sonraları yerleşik hayata geçmeye başlıyorlar. Semerkant’ta, Buhara’da büyük medeniyetler kurmaya başlıyorlar. Evet, insan milliyetçi olmalı, milliyetçilik insanın ruhundadır. Ama bizler milletimizi üstün görürken, başka milletleri de hakir görme gibi bir hakka sahip değiliz. İnsanın doğasında vardır, kendi milletini, kendi kültürünü üstün görme, insanları sevme anlayışı. Araplar’da bu milliyetçilik duygusu biraz hat safhada. Yani tarihsel seyir açısından söylüyorum. Kendi dışındaki insanlara Mevali diyorlar, onlara köle muamelesi yapıyorlar, onları aşağılıyorlar, onlardan kız alıp vermiyorlar. Buradaki en büyük darbeyi Türkler ve İranlılar yiyor. Bugünkü İran’da şeriat anlayışı var. Ben daha önceki dönemleri kastediyorum; Şah İsmail Hatayi ve ondan önceki dönemlerde İslam anlayışı Türklerle benzer özellikler gösteriyordu.
Arapların baskılarıyla insanlar kendilerini itilmiş, zulme uğramış hissediyorlar. Başka, diğer, zulme uğramış bir taraf olarak da mazlum olan bu kesimler arasında bağlantı olmuş. Yunus Emre’deki “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı hoş görürüz (severiz)/ Yaratandan ötürü”. Bu düşünceler Ali düşüncesinin zirve noktasıdır. Onun devamıdır, başka bir şey değildir. Yine Kur’an-ı Kerim, Tin Suresi’nde diyor ki; “incire, zeytine emin belde olan Mekke üzerine yemine ederiz ki biz insanı en güzel biçimde yarattık”. Yani insan yaratılmışların potansiyel olarak en mükemmelidir, en kutsal olanıdır. Cenab-ı Hakk’ın hilafeti layık gördüğü makamdır. Meleklerin bile secde etmesini emrettiği bir makamdır. İnsan ahlaklı yaşamaması halinde esfel-i safiline iner.
İnsanın iki yönü vardır. Eğer nefsi yönünü tercih ederse en aşağı seviyeye iner. O zaman Yezit’tir onun sembolüdür. Eğer güzellikleri tercih ederse Hüseyin’dir. Burada Yezit ve Hüseyin insana bir bakış açısı veriyor.
Yoksa 1400 yıl önce burada bir katliam olmuş diye tüm dünyamızı zindan etmemizin bir anlamı yok. Evet, bu o ıstırabı hep yaşarız; ne zaman İmam Hüseyin ve Yezit konusu aklımıza gelse içimiz kan ağlar. Ama bizlerin 1400 yıl öncesini yaşayan değil, aksine bu olaydan ders alan ve günün şartlarına uygun yaşayan insanlar olmamız gerekiyor.
Hacıbektaş’taki dergâhta olduğu gibi, Seyyid Ali Sultan Dergâhı Meydanevi Kapısının üstünde de mührü-i Süleyman var. Mühr-i Süleyman’ın altı yönü yani şeş ciheti, kuzey-güney, doğu-batı, evvel-ahir, bâtın ve zâhirin kavşak noktasıdır. Yani önemli olan andır, anı yaşamaktır. Yoksa mazi mazide kalmıştır, istikbal de varmak istediğimiz meçhul olan yerdir. Kişi anını yaşamalı, geçmişten ders almalı, gelecek için de bütün hayatını harap etmemelidir.
Tekrar toparlayacak olursak; Türkler Ehlibeyt’i bağırlarına basarlar. Türklerin Orta Asya’daki Şaman gelenekleriyle Ehlibeyt’in kutsallığı arasında da büyük benzerlikler vardır. İbadeti kolay bir algılama tarzıyla yapmışlardır. Göçebe insan oldukları için göçebeliğe göre ibadet şekilleri geliştirmişlerdir. Hakk’ı tefekkürün ibadetin en doğru şekli olduğunu idrak etmişlerdir. Bu daha ileriki yüzyıllarda nasıl olmuştur? Baktığımız zaman, XII. XIII. Yüzyılda bugünkü manada Alevilik-Sünnilik gibi bir olgu yoktu. Net ayrımlar söz konusu değildi. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail (Hatayi) arasındaki siyasi mücadeleler ve savaşlar dinsel taraflılıkları da beraberinde getirmiştir.
İşte bu Ehlibeyt’ten insanlar, Seyyid-i Saadat dediğimiz kişiler o dağdaki, beldedeki insanlara, Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’nin ilim ışığını aktarmaya çalışmış, o insanların gönüllerine ferahlıklar vermiştir. Böylelikle Gök Tanrı dininden İslam’a yönelmesine vesile olmuştur. Bu değişimde Türklerin Orta Asya’daki gelenekleri ve yaşam algısının önemi büyüktür. Genellikle göçebe olanlar Aleviliği, yerleşik olanlar dönemin şartları gereği Sünniliği tercih etmişlerdir. Tümüyle Türklerde Ehlibeyt sevgisinin varlığı da göz ardı edilmeyecek bir gerçektir.
Ehlibeyt Türkler’e sığındıktan sonra gerçek kimliğiyle yaşamaya başladı, Anadolu’ya gelirken İslamiyet’in temel değerlerini de, bu topraklara getirdiler ve yaşattılar.
Peki hocam, Anadolu’da böyle bir manevi dünya içerisindekiler, Babailer var, onun içinden Hacı Bektaş Veli çıkıyor. Ve bu manevi dünyadaki kültür atmosferinde, nasıl bir gelişim gösteriyor, yaşıyor?
Göçebe kabileler bundan çok etkileniyorlar. Kentlerde durumlar daha farklı oluyor. Mısır’dan, Arabistan’dan gelen ulemalar daha katı kurallar uygulamaya başlıyorlar. Dolayısıyla köyle, şehir arasında farklar ortaya çıkıyor. Mesafeler açılmaya başlıyor tarihsel açıdan baktığımız zaman. İki türlü zincir vardır; birisi nur zinciri, birisi de soy zinciri. Soy zinciri babadan oğula geçen bir sistemdir, buna Seyyid-i Saadat diyoruz, Peygamber soyu demektir. Dedelik kurumu da böyle geliyor, bir anlamda onun üzerine inşa edilmiştir. Bir de, el almak suretiyle gelen sistem vardır. Zaten dedelik de olsa el almak zorunluluğu söz konusudur. Ama bunun dışında da, eğitimle, irşatla devam eden bir sistem de vardır, Anadolu’ya gelinceye kadar. Şimdi bunlar; Cüneyt-i Bağdadi, Ahmet Yesevi, Lokman Perende, Hacı Bektaş Veli’ye geliyor. Bundan başka Balkanlar’a doğru Seyyid Ali Sultan’ı görüyoruz. Otman Baba’nın, Demir Baba ile devam ettiğini görüyoruz. Anadolu’ya baktığımız zaman Abdal Musa, Geyikli Baba, Kaygusuz Abdal’ı görüyoruz. Karadonlu Can Baba onun yanında yetişiyor Kıbrıs’a gidiyor. Sarı İsmail Sultan Deniz Tavas’a gidiyor. Kazak Abdal yine aynı şekilde Denizli’ye gidiyor ve Osmanlı coğrafyasının her tarafına yayılıyorlar. Oralarda gönülleri fethetmeye gidiyorlar. Bu işin bir başka da var. Osmanlı’nın üç kıtaya yayılmasında Bektaşi dervişlerinin son derece önemli katkısı bulunmaktadır. Bu bizim duygusal bakış açımız değil, aksine; Fuat Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar isimli eseri bunun özellikle üzerinde durur ve diğer tarihçiler de bunu dile getirirler.
Hakk erenler olarak kabul edilen bu insanlarına büyük bir saygı duyarlar. Onlar gidip gönülleri fethetmişler, insanların daha özgür bir yaşam ortamına kavuşmaları, bu Bektaşi Dervişlerinin vasıtasıyla olmuştur.
Hacı Bektaş Tekkesi’nde yetişenler özellikle batıya gitmişlerdir. Peki Anadolu’nun doğusunda, güneyinde durum nasıldı? Diye sorabilirsiniz.
Orada da Seyyid-i Saadat dediğimiz dedeler, pirler, rehberler vasıtasıyla Hormek,Kureyşan, Şeyh Hasan vb. aşiretlerinin irşatları da Seyyid-i Saadat dediğimiz dedelerin sayesinde olmuştur.
Ehlibeyt sevgisi temelinde, o insanların gönüllerini fethetmiş, yüzyıllarca kavga dövüş olmadan, insanları bir arada tutmaya ve o ilahi aşk ateşiyle ve Allah-Muhammed- Ali sevgisiyle birarada tutmuşlardır.
Allah’ı Kainat’ın tek yaratıcısı olarak görülmüştür. Allah, Muhammed Ali birlikte anılması çoğu zaman istismar edilmektedir. Buradaki üçleme Hıristiyanlık’ta “baba – oğul – kutsal ruh” üçlemesiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Bunları söylemek isteyenler, Hıristiyan misyonerleridir. Hıristiyan misyonerler de ABD.’nin ve CIA’nın Türkiye’deki sözcüleridir, dolayısıyla böyle bir bağ yoktur. Bunlardan ısrarla kaçınmak, onların güler yüzlü aldatmalarına kapılmamak gerekir. Bu coğrafyada 75 milyon insanın bir arada yaşaması, ülkemizin toprağından bir avuç bile verilmemesi bizim inançlarımızın gereğidir. Türkiye’den başka yaşanacak bir vatan da yoktur. Yetmiş iki millete de bir gözle bakmak zorundayız. İşte bu Seyyid-i Saadat dediğimiz kişiler, Ehlibeyt sevgisiyle halkı bir arada tutan insanlardır.
Bu kişilerin şecereleri vardı, Selçuklu Devleti ve Osmanlı Padişahları tarafından da Seyyid-i Saadat’tan olanlara ve o türbelere, kısmen özerklik tanınmış, vergiden, askerlikten muaf tutulmuşlardır. Yani Osmanlı Seyyid-i Saadat’a bu anlamda, özel bir önem vermiş, ilgi göstermiştir.
Yani iki türlü eğitim tarzını tespit ediyoruz. Birincisi Kızılbaş-Alevi dediğimiz kesimin, Anadolu’daki Türkmen topluluklarının onların ibadet, irşat ihtiyaçlarını gideren, onları yüzyıllar boyunca bir arada tutan, dedelik başlığı altında toplanan Pirlik, Mürşitlik, Rehberlik dedikleri bir önemli kurum vardır. Dedeler aynı toplumda yetişen insanlara hizmet veriyorlardı. Bunların dışında Ehl-i Sünnet’ten veya Hıristiyanlardan, Bektaşiliğe geçmek isteyen insanlar vardı. O insanlara da tekkeler vasıtasıyla hizmet edilmiştir. Bir anlamda baktığımız zaman köy Bektaşiliğine, Alevilik, şehir Bektaşiliğine de Bektaşilik denmiş. Bektaşiliğe dair tüm hizmetler tekkelerde yapılmış, yürütülmüş. Pek çok kişinin de Hıristiyanlık’tan İslamiyet’e bu vesileyle geçmiş olduğunu biliyoruz. Çok büyük insanlar bu dergâhlardan, tekkelerden yetişmişlerdir. Çünkü o dönemdeki büyük asitaneler, tekkeler bugünkü ilahiyat fakülteleri gibi hizmet görmüştür. Bunların da başında Hacı Bektaş Veli Dergâhı; Seyyid Ali Sultan Dergâhı, Antalya’da Abdal Musa Dergâhı; Mısır’da Kaygusuz Abdal Dergâhı gibi sayısız dergâh vardır. O dergâhlar kapatıldıktan sonra elimize geçen belgelerden biz bunu anılıyoruz.
Efendim çok çok teşekkürler. Bugün yaşayan Aleviliğin – Bektaşiliğin köklerine doğru bir yolculuk yaptık, çok güzel bir seyirdi bu. Ehlibeyt sevgisiyle başladık, onların değerlerinin Türkler tarafından kabul edilip benimsenmesi üzerinde durduk. Anadolu’ya geliş ve bu inanç ve kültürün de Anadolu’da kökleşmesini sizden dinlemiş olduk. Çok çok teşekkür ederiz efendim. Gönlünüze, yüreğinize, dilinize sağlık efendim.
Nine nice güzelliklerde görüşmek üzere… Aynı bayrak altında, toprak bütünlüğümüzde, nice senelere kavuşmak cümlemize nasip olsun, inşallah…
Tarihi bir mekânda, tarihi bir söyleşi yaptık. Alevi – Bektaşi inanç dünyasının manevi dünyasına doğru bir yolculuk yaptık. Tekrar görüşmek dileğiyle…
Seyyid Ali Sultan Dergâhı, 10 Kasım 2007
Yunanistan
DURSUN GÜMÜŞOĞLU İLE SEYYİD ALİ SULTAN VE SEYYİD ALİ SULTAN DERGÂHI ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Efendim çok sevgili Dursun Gümüşoğlu’yla yaptığımız söyleşiler devam ediyor. Tarih kadim Bektaşi Tekkelerinden Seyyid Ali Sultan Tekkesi’ndeki çekimlerimiz, söyleşilerimiz devam ediyor. Şu anda da yine çok tarihi bir mekân içindeyiz. Tarihi Meydanevi içinde söyleşimiz devam ediyor.
Efendim; erenler Rumeli’ne doğru ilerlerken, gelirken üç farklı güzergâh izliyorlar; bir kısmı kuzeyden, bir kısmı güneyden ilerlerden, bir kısmı da orta kısımdan yol alıyorlar. Sol Kol denilen tarihi bir yoldan geçilerek kuzeye doğru fetihler sürüyor. Doğu kolunda süren fetihler de, bugün Türkiye sınırları içinde bulunan, Trakya’mızda bulunan, Doğu Trakya dememiz de bir sakınca yok; çünkü Trakya aslında bildiğiniz gibi aslında bir bütün. Yunanistan içinde kalan bölümüne Batı Trakya deniliyor. Batı Trakya da Yunanistan’daki topraklarla sınırlı değil, Bulgaristan’dan da toprakların olduğunu söylemeliyiz. Dolayısıyla Balkanlar, Trakya, Rumeli geniş coğrafyaları nitelendiriyor aslında. Bu hatırlatmalarla birlikte İstanbul’un Bizans’ın merkezi olduğunu söyleyelim, İstanbul’un fetlinden çok önce Rumeli topraklarının Türklerin elinde bulunduğunu belirtmiş olalım. Edirne ve ilçeleri, Bulgaristan’da Varna ve çevresindeki yerler fethedilmişti. Güneyde kalan yerler ise Selanik’e kadar alınmıştı. Ve Makedonya sınırını takip edip Arnavutluk ve daha kuzeye doğru giden ortadaki yol boyunca da birçok kent alınmıştı. Kosova’ya varılmıştı. Ama bu fetihler alp – erenler, erenler sayesinde de olmuştu bir anlamda ama yine belirtmeliyiz ki bunlar aynı zamanda gönül fetihleriydi.
Sevgili hocamız bu konularda neler söyler efendim?
Seyyid Ali Sultan karşıya geçince, yani Gelibolu’ya geçince, bir takım olaylar olur. İnsanlar bu fetihler karşısında geri çekilirler, bu kargaşalıkta Hıristiyanlar içinden bir kadın gelir, der ki benim de oğlum vardı, o da tutuklananlar arasında kalmış, adı Dimitri, onu almak istiyorum. Seyyid Ali Sultan da ona bul ayır, der. Yani çocuğunu bul ve ayır, der. Bu menkıbeden dolayı olayın geçtiği yerin ismi de Bolayır olarak kalmıştır. Daha sonra kuzeye doğru ilerlerler fakat nehiri geçemezler. Bu nehiri nasıl geçelim diye sesli düşünürlerken, ip salın, derler. Buranın ismi de İpsala olarak kalır. Yine fetihlere devam ederlerken acıkırlar, et yemek isterler, onları uyarmak isteyen, etlerin zehirli olduğunu söyleyen birisi de Mal kara, der. Malkara ismi de buradan kalmadır. Bir yerde de çok susarlar, Mehmet Gazi’den su isterler. Mehmet Gazi de, bastığı yerden bir keramet gösterir ve su çıkar ve su çıkınca da, hayırı buldu anlamında, Hayrabolu ismi de oradan gelir. Güneşin doğuşuna hayran kaldıkları bir yere de Gündoğan ismini verirler. Şu andaki Meriç Nehri civarındadır.
Menakıpname’nin içinden alıntı yaparak söylemeye çalışıyorum, yine yollarına devam ederken, Seyyid Ali Sultan’ın üzerinden örtüsü düşer, çocuklar da alırlar, örtüyü karşı tarafa götürürler, karşı tarafın askerleri de inin alın, anlamında işaret yaparlar oraya İn, ez denilir, Enez ismi oradan gelmiştir. Bakarlar ki aslında karşıdakiler asker değil, üzerlerine örtü örtmüş kadınlarmış, Ferecik giysisi giymişler. Oraya da Ferecik ismi verilir. Kırklar yollarına devam ederler. Seyyid Ali Sultan bir çınar ağacı getirir, diker. Bu çınarın bulunduğu yere Dedeağaç denilir. Bugün de hala orası Dedeağaç olarak bilinir, bildiğimiz Dedeağaç. Başka bir yerde her yerin çamur, balçık olduğunu görürler, buradan nasıl geçeceğiz derler. Gömülün içine der, orası da Gümilcine olarak kalır. Seyyid Ali Sultan yanlarındaki erlerle birlikte gelirler. Seyyid Ali Sultan erlere antreman olsun diye, güreş tutmaya başlarlar. Ama bu çok uzar, etrafı düşman sarar, bunlar ne zaman güreşi bırakırlar denince de, ancak horozlar öttüğü zaman güreşi bırakırlar denir. Bunlar kolay, kolay yorulmazlar, denir. Orada da Seyyid Ali Sultan bir keramet gösterir; horozlar vaktinden önce öterler, askerler vaktinden önce güreşi bırakırlar. Kimin yenildiğini anlamak içinde, kimin sırtında kum varsa o yenilmiş olarak kabul edilir. Dolayısıyla günümüzdeki Kırkpınar Güreşleri’nin de temelini Seyyid Ali Sultan atmıştır. Buradaki erler çok yorgun oldukları için düşman tarafından şehit edilirler, onları bulunduğu yere de Kırkpınar ismi verilir. Bizim milli sporumuz olan güreşlerin temeli de o zamandan atılır, bu da çok önemli bir şeydir. Bu da menakıbnamede anlatılmaktadır.
Bu Seyyid Ali Sultan Velâyetname çok önemli. Seyyid Ali Sultan’ın yaşamına yakın bir devirde yazılmış çok önemli bir belge. Seyyid Ali Sultan bir seyyid. Yaşamı hakkında neler biliyoruz.
Seyyid Ali Sultan’ın yaşamı hakkında çok ayrıntılı bir şey bilmiyoruz. Menakıbnameler var ama onun yaşamı hakkında detaylı bilgilerimiz yok. BabasıHüseyin Ata’dır. Horasan erenlerindendir. Elimizde daha önce yayınlanmamış bir belge var. Sadık Abdal’ın ifadeleri vardır. Sadık Abdal, Seyyid Ali Sultan’ın dervişlerinden birisidir. On üç yaşında buraya gelir. Seyyid Ali Sultan’ın ve çevresindeki dervişlerden çok etkileniyor. Yirmi iki yaşında Seyyid Ali Sultan’dan nasip alır. Seyyid Ali Sultan, Sadık Abdal’ın mürşididir. Onun şiirlerinden yola çıkarak bazı şeyleri tespit ediyoruz. Şiirlerinde şunlar var: Eyledi Rum elini, ol dahi düşmandan ahz
Cümleden oldu şecâ’atde zamânında mezîd.
” Rumeli’ni düşmanlardan kurtardı, kahramanlıkta zamanın en üstün kişisi oldu, anlamında söylüyor.
Ki zemânetde kamu teşnelere virdi hem âb
Akıtdı huşk-ı zemîne çeşme-i mâ’-ı cedîd
Ki afetlerde herkese su verdi, kuru zeminde, kuru çeşmelerin suyunu akıttı, yeniden oraya hayat verdi. Eserde kullanılan dil, Osmanlı’da en üst düzeyde insanın anlayacağı bir düzeydedir. Dolayısıyla Dergâhta yetişen bir insanın ilmi derecesinin ne kadar yüksek olduğunu, Arapça’yı, Farsça’ya dolayısıyla Osmanlıca’yı ne kadar iyi kullandığını yine şiirlerinden görüyoruz. Yine şiirin devamında kerametlerinden bahseder. Bunları uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Menakıpnamedeki kerametlerin Sadık Abdal’ın şiirlerine yansıdığını, bunları birer öğeler olarak aldığın görüyoruz. Yine
Ki kerâmât anın bu nice hezâr oldı zuhûr
Ki kalemlerle yazılmaz anın ol şerh-i medîd
Onun binlerce kerameti ortaya çıktı, ki onlarkalemlerle yazılmaz, yorumu oldukça uzuncadır.
Didiler ismi bülendine anın “Seyyid Ali”
Dahi mahlasına “Kızıl Deli” dinildi güzîd
Adı Seyyid Ali’dir ama mahlas olarak Kızıldeli ismi verildi.
Akrabâdır ana sultân Hacı Bektaş-ı Velî
Ya’nî evlâd-ı Alî aslı şerîf ile sa’îd
Hacı Bektaş’ı Veli onun akrabasıdır diyor. Yani Seyyid-i Saadat olduğu, yani takma bir isim olarak Seyyid değil sadece, Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği, Horasanlı olduğu, Horasan’dan Anadolu’ya geldiği, oradan da manevi bir işaret ile Orhan Gazi ile bir olduğu ve Orhan Gazi ile birlikte Rumeli’nin fethinde bulunduğu belirtilmiş oluyor.
Kosova Savaşı’na katıldığı söyleniyor sevgili hocam?
Pek çok savaşlara katılmış. Onun Osmanlı’ya katkıları sadece Orhan Bey’le sınırlı değil. Ondan sonra da devam ediyor.
Uzun bir ömrü var?
Evet, uzun bir ömrü var. 1412-13’de kadar yaşadığı söyleniyor. Biz de bunu iddia edebiliriz. 1420’de söyleniyor ama biraz daha temkinli yaklaşmak zorundayız. Tespitlerimiz bu dergâhın 1. Murat döneminde kurulduğu yönündedir. Bazı kaynaklar Yıldırım Beyazıt’ın Tekke’yi yaptırdığını söylüyor. Orhan Bey zamanında burasın çevresindeki arazinin Tekkeye gelir olarak kaydedildiğini görüyoruz. Ferman şimdi elimizde olmasa da, daha sonraki tahrir kayıtlarında padişahlar değişse de, eskiden vergiden muaf olan yerler, belgelerde yine de işleniyor. En eski tarih olarak 1402’de buranın vakfiyelerinin bu Dergâha verildiğini, dolayısıyla Seyyid Ali Sultan’ın bu Dergâhta hizmet ettiğini biliyoruz. Kapının girişindeki tamir kitabesinde de, 804 diyor, bu tarih de 1401-2 tarihine denk geliyor. Giriş kapısının üzerindeki 1759 tarihli kitabeyi Derviş Ali diye bir zat yazmış. Burasının 804 yılında yapıldığını da belirtmiş. Ben de geldim bunu tamir ettim, eksiklerim var, kusura bakmayan manasında sözler yazmış, çok zarif bir ifade kullanmış.
Efendim bu tekke, dergâh birçok yönden çok önemli. Bir kere Seyyid Ali Sultan, o bir seyyid, onun çocukları olduğunu biliyoruz. Evleniyor, burada bir yuva kuruyor, aile kuruyor, Dergâhla birlikte, Dergâhın içinde belki, tam bilemiyoruz. Fakat belli bir süre sonra burada Bektaşilik gelişiyor. Mücerretlik erkanını uygulayan Balım Sultan burada yetişiyor. Belki Osmanlı tahrir belgeleri, diğer tarihi kayıtlar çok daha dikkatlice incelenince çok daha ciddi neticelere ulaşılacaktır zamanla Rıza Yıldırım gerçekten çok önemli bir hamle yaptı, yayınlanmak üzere, yayınlanmadığı için de bir şey söyleyemiyorum. Yayınlandıktan sonra onları da gündeme alabiliriz fakat, birçok Osmanlı arşivi belgesi çevrildi, biraz sonra değineceğimiz Ahmet Hezarfen’in çalışmaları da bu konuda. Bir de Suraiya Faroqhi’nin İngilizce Yayınlanmış önemli bir makalesi var bu Dergâhın özellikle ekonomik boyutuyla ilgili tarihi belgelere dayanan bir önemli makalesi var. Türkçe’nin yayınlanması gerekiyor. (Hiç unutmuyorum, onun o belgesinin yayınlandığı dergiyi Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulup fotokopisini çekmiştim. Uzun süre kimseye bunu çevirttiremedim. En sonunda da Rıza Yıldırım’la birlikte Ankara’da Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’ne gidip konuyu gündeme getirmiştik. Sonradan da konuyla ilgili Hacı Bektaş Araştırma Dergisi’nde Özel Kızıldeli Sayısı yayınlandı, bu makalede orada yer aldı.)
Seyyid Ali Sultan bir alp – eren savaşçı bir öncü ama burada bir ölümsüz tekke kuruyor, o hayattayken bu tekke gelişiyor, çocukları oluyor, çocukları belki vakıf üzerinde söz sahibi oluyorlar ama belli bir dönem sonra varlık gösteremiyorlar, bu sefer de bu yola hizmet eden mücerret dervişler ve babalar gelip burada hizmet yürütmeye başlıyorlar. Burayı da zamanın en büyük inanç merkezi ve mücerretlerin mücerret erkanı yürüttükleri en önemli merkezi haline getiriyorlar. Böyle birçok özelliği barındırması bakımından da ilginç.
Önceki konuşmalarımızda da benzer şeyler söylemiştik. Timur’un Anadolu’ya işgal ve yağmalaması, Yıldırım Beyazıt’la olan savaşta Yıldırım’ı yenmesinden dolayı büyük bir boşluk yaşanıyor. Anadolu’da belki de sönmek üzere olan Hacı Bektaş Veli Erkanı’nı,buradan Balkanlara giden gönül erleri Bektaşiliği gittikleri coğrafyalarda yaşamaktaydı. Balım Sultan’ın babası Mürsel Gazi onun Seyyid Ali Sultan’ın yakın arkadaşıydı. Mürsel Gazi de de bir Dergâh kuruyor. İsmini tam bilemediğmiz diğer Dergâhlar daha sonradan kurulmaya devam ediyor. Müceretlik sistemi Anadolu’ya da dolayısıyla Balkanlardan geliyor. Hz. Peygamber evli miydi? Evliydi. Hz. Ali evli miydi? Evliydi. Mücerretlik mutlak olması gereken bir şey değildir, bazı özel şartlardan dolayı olması gereken bir şeydir. Hıristiyanlık evlenmemiş, kendisini tümüyle Hakk’a teslim etmiş kişilere özel bir sevgi göstermekteydi. Gönülden niyetlenmiş, bu yola hizmet etmek isteyen canlar mücerretlik üzerine niyet edip nasip almışlar. Evlenmemek üzere nasip almışlar. Dağ başlarında insanların her türlü ihtiyaçlarını göğüslemeye, kahırlarını çekmeye, onların gönüllerini aydınlatmaya çalışmışlar, büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Mücerretlik bir ihtiyaçtan doğmuştur. İşte kimileri gelip Balım Sultan geldi bu sistemi bozdu, diyerek bazı iddialarda bulunuyorlar. Bunlar son derece yanlış şeylerdir. Aksine İsa Peygamber’in de evli olmaması pek çok Hıristiyan’ın da Müslüman olmasına vesile olmuştur.
Peki, Seyyid Ali Sultan’tan da, bir dönem Balım Sultan’dan önce yani, kendisi de Hacı Bektaş Dergâhı’nda postnişin oluyor?
Bizim Rıza Yıldırım’la konuşmalarımızda da dile getirdik, Balkanlar’a sefere çıkınca Habip Emirci’yi kendi yerine bıraktığı söyleniyor ama bu konuda daha tedbirli konuşmamız gerekiyor. Her şey tam açığa çıkmış değil henüz. Tam bilgimiz yok, üstelik Abdal Musa da, Geyikli Baba da o dönemde yaşamış, peki o insanlar o dönem neredeydiler, bunu tam yerine oturtmak için biraz daha tedbirlik konuşmamız lazım. Bazı kaynakların ifadesine göre; Seyyid Ali Sultan bir dönem Hacı Bektaş postuna oturdu. , bu Balkanlar seferine Orhan Bey’in yanına gelirken, Rumeli’ye sefere gelirken, kendisinin yerine Habip Emirci’yi kendi yerine postnişin olarak tayin edip Balkanlar’a geldi, şeklinde bilgi var. Dolayısıyla bilimsel şüpheciliği elden bırakmamak, duygusallığa kapılmamak gerekir, diye düşünüyorum.
Dergâh’ın arazileri geniş, oldukça geniş bir vakfiyesi var?
Bunun benzerini Abdal Musa Dergâhı’nda da görüyoruz. Suraiya Faroqhi’nin Anadolu’da Bektaşilik isimli eserinde, Osmanlı arşiv belgeleri taranarak kimin nerede ne kadar arazisi vardı, ne kadar gelirleri vardı, Dergâhlar kapatılınca ne oldu, bunlarla ilgili ayrıntılar var. Abdal Musa’nın arazileri bir bakıyorsunuz Tekke’nin, Türbe’nin bulunduğu yerden Uçarsu’yun bulunduğu yere kadar uzanıyor. O dergâhın vakfiyesinin içinde oluyor. 500 kadar büyük baş, 2000 kadar küçük baş hayvanın olduğunu, yüzlerce, binlerce dönüm arazinin olduğunu, bu arazilerin ekilip- biçildiğini, bu ekim-biçim sonunda da bunların gelip-geçene yedirilip içirildiğini, biliyoruz. Hatta doğuya sefere gidenler Hacı Bektaş Dergâhı’na gelir, orada Yeniçeri dinlenir, hayır dualar da bulunulurlardı. Yine Yeniçeriler ulufe dedikleri üç aylık maaşlarını alırlarken, gülbank çekerler. Gülbank’ta da işte biliyorsunuz. “Allah, Allah, baş üryan, sine püryan, kılıç al kan, bu meydanda, dökülen kanlar, nice başlar kesilir olmaz hiçsoran. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz padişaha ayan, üçler, yediler, kırklar, gülbangı Muhammedi, nur-i nebi, kerem-i Ali, Pirimiz HünkârımızKutbu’l-aktab Hacı Bektaş Veli demine, devranına hü diyelim, hü!”
Hocam biraz da inanç yapısına dönelim? Oradan da günümüze gelelim. Burada Alevilik – Bektaşilik iç içe. Bir seyyidlikten bahsediyoruz, ama sonra babalık, dervişlik sitemi var. Günümüze doğru gelirsek bir Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan) Süreği var. Balım Sultan Erkânı var ama Kızıldeli Erkânı’nda farklılıklar var. Burada neler söyleriz?
Evet, ne kadarını söyleyebilirsek. Hz. Pirin Velâyetnamesi’nden baktığımız zaman, post, çerağ, nasip, dervişlik, halifelik… Bu kelimeler, bugünkü Bektaşiliğin de uyguladığı öğelerdendir. O dönem okunan duaları bilemiyoruz. Hz. Pir hangi duayı okurdu, şüphesiz ki Hz. Pir hangi duayı okusa bizim kabulümüzdür. Onun nutku, onun hafızasından geçmiş olması bizim için yeterlidir.Biz meseleye böyle bakarız, ama bu ayrıntıların, mutlaka bir uygulama şekli vardı. Ana hatlarıyla uygulamalarıVelâyetnameden öğreniyoruz. Daha sonra Balım Sultan’ın bir takım kuralları güncellemiştir diyebiliriz.
İkrar törenlerinde okunan ayetler, tercümanlar, gülbanklar var. Erkânlar arasında bazı farklar olması da doğaldır. Gerek Anadolu’da dedelerin uyguladıkları erkanlar arasında, gerekse Bektaşi babalarının uyguladıkları, gerekse de buradaki Rumeli’deki erkanlar arasında ufak tefek farklar vardır. Ana hatları aynıdır, ama ayrıntılarda farklılıklar vardır. Bunu da bir zenginlik olarak düşünmek lazımdır. Bir cenazede imamların mutlaka Türkçe okuduğu kısımlar vardır, ama hepsi aynı olmak zorunda değildir.O anda imamın diline ne gelirse onu söyler. Dualarda da yöresel bir takım farklılıklar olmuştur. Tabii bir de aradan yüzyıllar geçiyor, yüzyıllar geçince bir takım ihtiyaçlar değişiyor. Fakat ana yapıların aynı olduğunu görüyoruz. Balım Sultan Erkânı’ndaki “Taht-ı Muhammedi” bakın burada Seyit Ali Sultan Dergâhında da aynısı var. Aynı Taht-ı Muhammedi bakıyorsunuz Hacı Bektaş Dergâhı’nda da var. Ocak var. Ocak, burada hamların pişip, çiğlerin olgunlaştığını sembolize ediyor. Bolluğu, bereketi ifade eden çok önemli bir faktör. Hacı Bektaş Veli Yeniçeri’ye kazan bağışlamıştır, bereketin daim olduğunu göstermek içindir. Onun için bunlar çok önemli öğelerdir. Velâyetname’de sofra öğesi vardır. Burada ayrıntılarda ufak tefek farklılıklar olabilir, asıl itibariyle taban tabana bir zıtlık yoktur. Çıkış noktası aynıdır.
Geleneği Yaşatanlar; Geleneği birikimleriyle, geleneğin onuruyla bu yolu bugünlere getirenlerin izini sürüyoruz, dostan dosta sohbetimiz devam ediyor. Tarihi bir mekândan Seyyid Ali Sultan Dergâhı’ndan, Meydanevi’nden sizlere sesleniyoruz, sevgili yazar dostumuz Dursun Gümüşoğlu’yla birlikteliğimiz sürüyor. Seyyid Ali Sultan, Kızıldeli hakkında sohbet ediyoruz.
Efedendim Seyyid Ali Sultan hakkında ne kadar söz sözleyesek azdır. Sırf Velâyetnamesi üzerinde dursak bir program olur. Oradaki önemli bilgileri işlesek çok yerinde olur. Tarihsel süreçle Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesi’ndeki süreç büyük paralellik gösteriyor. Bu da son derece önemli bir durum arz ediyor. Sizlerle birlikte de konu üzerinde çalıştığımız rahmetlik, ışıklar içinde yatsın Ahmet Hezarfen’in bir çalışması var. Bu Cem Vakfı Yayınları arasında çıktı. Tarihi Belgeler Işığında Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) Sultan Dergâhı ismiyle yayınlandı ve bu kitap belgelerden oluşuyor. Seyyid Ali Sultan’la ilgili bilinen bilgiler var burada. Ahmet Hezarfen’in bu eserinde Seyyid Ali Sultan ile ilgili Osmanlı Arşivlerinden yapılan çeviriler var. Orijinal belgeler de çevirisiyle birlikte veriliyor. Belgelerin transkripsiyonu şeklinde bu kitap yayınlandı. Efendim bu kitap neyi ifade ediyor?
Seyyid Ali Sultan, Kızıldeli hakkında şu ana kadar çok ciddi eserler yayınlanmadı. Daha önce Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba’nın Ayyıldız Yayınları’ndan çıkan bir kitabı var. O kitapta da yine metnin orijinali de var. Şimdi bu kitapta da ruhu şad olsun Ahmet Hezarfen’in, Seyyid Ali Sultan’la ilgili dönem dönem topladığı belgeleri burada yayınlanması için nacizane benim de bir katkım oldu. Bunları bir araya getirip, önsöz de koyarak birlikte yayınladık. Bizim deminden beri anlattığımız konularla ilgili bu kitapta da önemli bilgiler var. Dergâhın tarihsel yönünü destekleyen Osmanlı Arşiv belgeleri var.
Şimdi onlardan birkaç tanesini söylemeye çalışayım; 1412 yılında Musa Çelebi Döneminde, Şeyh Bedreddin Simavi’nin de yaşadığı bir dönemde, burada bu dergâha verilen bir belge var. Seyyid Ali Sultan Dergâhı’nın taşınır, taşınmaz mallarının vergiden bağışlandığı dile getiriliyor. Kimsenin onlara zarar vermemeleri gerektiği vurgulanıyor. Bu tarihteki belgeyle buraya önem verildiği, mallarının korunması gerektiği vurgulanmış oluyor.
1568 tarihindeki bir başka belgede de Hıristiyanlar Kızıldeli Dergâhı’nın hakkını vermemesi nedeniyle bu kişilerin yakalanıp cezalandırılmaları gerektiğine ilişkin bir hatt-ı hümayun var.
Yine 1568 tarihinde İran elçisi yanındakilerle birlikte bu köye, dergâha gelir, ziyaret eder, dönünce yollarının üzerindeki kadılara; onların hizmetlerini karşılamaları, onlara hizmette kesinlikle kusur etmemelerini, herhangi bir olumsuz harekete meydan vermemeleri buyrulmaktadır.
1826 tarihinden bir belge var. Biliyorsunuz bu tarihte Yeniçeri Ocağı kapatılıyor. Yeniçeri Ocağı, III. Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu, Murat döneminden sonra, askere alma düzeni değişir. Askere artık daha eğitimsiz ve liyakatsız kişiler alınır, askerlik kalitesi düşer, Türkmenler’le saray yönetimi arasında da ayrımlar artar ve bu 1826’ya kadar böyle devam eder. II. Mahmut bu tarihte Yeniçeri Ocağı’nı kapatma kararı alır. Orduyu dağıtır, Bektaşi Tekkeleri’ni de buna paralel bir şekilde kapatır. Ama saltanat da o kafayla ayakta kalamaz. 100 yıl sonra da zaten cumhuriyet kurulur.
Bu tarihte Bektaşi Tekkelerine artık bir ön yargılı bakışın ön plana çıktığını görüyoruz. O tarihte Tatar Panayır’ında toplanan insanların Matem dolayısıyla Seyyid Ali Sultan Kızıldeli Dergâhı’na yapacakları ziyaretin engellenmek için buraya gelen insanların “tevkif edilmesi” kararı verilir. Bunun fermanın görüyoruz bu kitapta. Burada 70-80 kişiyi yakalarlar, zindana atarlar.
1830 tarihinde dergâhın mallarının isteyene satıldığını, gelirin de devlet hazinesine aktarıldığını görüyoruz.
1400’lü yıllarda Bektaşiliğe ve Dergâha büyük bir ilgi ve destek varken, bu 1826’dan sonra tam tersine dönüyor, tekke kapatılıyor, ayrıca buraya gelen insanlar bile tutuklanmaya başlıyor. Yeniçeriliğe karşı girişilen şeyler tekkeler için de geçerli oluyor.
Kendi ülkemizdeyiz, evet burada da zaman zaman Aleviler-Bektaşiler kendilerini gizlediler, ibadetlerin yapamadılar, baskılar gördüler. Çok şükür şu anda böyle bir durum yok, çoğu şey yapılıyor. Ama bu Bulgaristan’da, Yunanistan’da bu insanlar muazzam sıkıntılar yaşadılar, azınlık içinde azınlıktılar. Türk olmak buralarda bir azınlık, bir de Sünni olmamak, Hanefi Mezhebinden olmamak bir başka ayrılık, dolayısıyla katmerli bir ıstırabın, bir çilelin pençesinde senelerce bu inançlarını en kıt imkânlarla, yaşamaya, yaşatmaya çalıştılar.O nedenlerle bu kitap pek çok soruya yanıt vermeye uygun diye düşünüyorum.
Yeni kitaplarla, gerek Seyyid Ali Sultan’ın yaşamı, gerek dönemi, gerek Velâyetnamesi, bu inançla ilgili, bu Dergâhla ilgili yeni bilgilere ulaşırız. Bir kültür abidesi olan, bir inanç, irfan merkezi olan şu anda içinde bulunduğumuz yerle ilgili, kamuoyu daha iyi aydınlatırız, halkımız aydınlanır. Çünkü buralardan çok büyük ozanlar yetişmiş, biz belki birkaç tanesini sayabildik, söyleyebildik ama burada büyük bir kıyım oldu, büyük bir zulüm oldu, büyük bir yağlamalanma oldu. Tarihin kanlı gözyaşları sel olup aktı. Eğer burayı bir İran elçisi gelip ziyaret ettiyse ki, tarih de çok önemli, o tarihi de vurgulamak gerekir. Şah İsmail – Yavuz Sultan Selim mücadelesinden sonra bile İran’dan gelen mihmanlar ağırlanıyor, Osmanlı Devlet yapısı çok hassas İran’a karşı o dönemde, buna rağmen o elçiler ağırlanıyorsa, gelebiliyorlarsa böyle yüzlerce binlerce insanın feyz aldığı Dergâhın 1826’dan sonraki durumu içler acısı.
Şu anda da üzülerek söyleyelim ki, maalesef, darbe üstüne darbe yiyen bu tekke Yunan İç Savaşı’nda da ağır tahribata uğruyor ve yasaklı bölge oluyor. Burası yasaklı bölge olması nedeniyle, ziyaretleri de engellendiği için, şurada beş on yıl öncesine kadar harabe halde kalıyor. Yine canlar ziyaret ediyorlardı ama imkânlar sınırlı olduğu için, bir şey yapamıyorlardı. Şu anda da, Tekke’nin büyük yaraları var. Bu yaraların sarılması gerekiyor. Tarihe karşı bir sorumluluğumuz ve borcumuz var.
Seyyid Ali Sultan’a karşı Türk olarak Alevi – Bektaşi olarak bizlerin sorumluluğu olduğuna inanıyorum, buraya el uzatmak gerekiyor.
Alevi –Bektaşi kurum ve kuruluşları duyarlı olmak zorundadır, buranın yaralarının sarılması gerekmektedir.
Seyyid Ali Sultan inanç yapısında, bu ocağı, bu Dergâhına bağlı olanlar Yunanistan’da, Batı Trakya’da Bulgaristan’da Kırcaali, Mestanlı, Koşukavak’ta da insanlarımız yaşıyorlar. Yani Yunanistan sınırına yakın Bulgaristan’daki bölgelerde de hayli Seyyid Ali Sultan talibi var.
Tabii Türkiye’de Trakya’da Edirne Uzunköprü Yeniköy tümüyle bu Dergâh çevresinden giden canlarımızın yaşadıkları bir beldemizdir. Daha birçok yerde Meriç’te, Edirne’nin içinde, Bursa’da, Kırklareli Babaeski’de, İstanbmul’da, Silivri’de birçok yerde Seyyid Ali Sultan / Kızıldeli ocağına bağlı, bu süreği, bu yolu süren canlarımız var. Onlara da selam olsun. (Ayrıca; Türkiye’nin başka yerlerinde de Seyyid Ali Sultan / Kızıldeli Ocağı merkezleri, yerleşimleri, talip kitlesi var. O da apayrı bir araştırma konusudur.) Binlerce insan inanç önderlerine, köklerine, yolların bağlı olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
Son olarak hocam sizlerin ekleyeceği, söyleyeceği şeyler var mıdır?
Şimdi burada çok özetle bir şey söylemek gerekirse, zulüm ne kadar kuvvetli olursa olsun, insanın gönlüne tesir edemiyor. Gönül başka bir şey, hiçbir şey, hiçbir kuvvet, insanın gönlündeki imanı zedelemeyi yetmiyor. Bu inançlar açısından da böyledir, ülkelerin bağımsızlıkları açısından da böyledir. Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var, misali, gönüllerinde bu insanlar yaşatıyorlar, insanların genelde imkânları kısıtlı oluyor ama yaşıyor.
Çok teşekkür ederiz; sağ olun, var olun, dilinize gönlünüze sağlık, teşekkürler.
Sevgili dostlar; bir programın daha sonuna geldik, tarihi bir mekândan sizlere seslenmeye çalıştık, hayli de soğuk bir ortamdı, onu da söylemek gerekir. Kasım’ın onundayız. Olağanüstü bir soğuk var, buraya kar yağdı. İlk karla karşılaşmamız da burada oldu. Dışarıda fırtınalar esiyor, bizler sizlere buradan gücümüz yettiğince dağarcığımızdakini sizlere vermeye çalıştık, umarız yararlı olmuştur, hoşça kalın, dostça kalın, yeni programlarda buluşmak dileğiyle efendim.
Seyyid Ali Sultan Dergâhı, 10 Kasım 2007
Yunanistan
Ahmet Yaşar Ocak İle Balkanlar Üzerine Bir Söyleşi
Alevilik – Bektaşilik Konusunda Bir Simge İsim
Ahmet Yaşar Ocak’la Balkanlar’la İlgili Bir Söyleşi
Bugün; çok uzun yıllarda beri sadece takdir etmekle kalmadığım, çok yararlandığım, gerçek anlamıyla Alevilik – Bektaşilik konusunda çok yetkin eserler veren, kalıcı, ölümsüz eserler veren bir önemli bir tarihçimizle birlikteyiz.
Bizler toplum olarak tuğla yıkıcıyız, duvar yıkıcıyız, tuğlaları üst üste koymayan bir toplum olduk. Belki geçmişte daha hüsnüniyet sahibiydik. Değerlerini kaybeden bir toplum geleceğini de kuramaz, çizemez. Yurt kavramı için de, vatan kavramı için de geçerli, bilim içinde geçerli batıyı batı yapan, üniversiteyi üniversite yapan, elbette ki daha önceki yapılan çalışmalara verilen önem, duyulan saygı ve her şeyin onun üzerinde devam etmesi. Ülkemizde değer bilmezlik var, kadir kıymet bilmezlik var. Bir de basite kaçmak var. Bu nedenlerle alın teri dökmeyen, emek vermeyen emeğin değerinden anlamaz. Bütün bilim dallarında ve hayatın her alanında bu geçerli bir altın kuraldır. O nedenlerle emek verenlere ne mutlu, emeğin değerini bilenlere ne mutlu, Ahilik geleneğinde olduğu gibi, namuslu üretimlerde bulunanları kutlamak, ama hangi alanda olursa olsun gerek insanlığa, gerek topluma yararı olmayan, zararı verebilecek çalışmaları da dışlamak bir gereklilik, bir sorumluluk, zorunluluk.
Bugün ise, her alanda olduğu gibi Alevilik Bektaşilik konusunda da, tarihi çalışmalar konusunda da tam aksiyle karşı karşıyayız. Belki birilerinin hayaline bile getiremeceği, hiçbir zaman kaynakları birinci elden okuyarak, değerlendirerek, yeni ufuklar açan, bu çalışma çoğulculuğunu yaratan, bir zemin oluşturan insanlar bazen görülmüyor, görülmek istenmiyor. Eleştiri şöyle dursun, eleştiri yapabilmek de bir kabiliyet işi, bir kültür işi. Ön yargılarla hareket ederek, kendi siyasi – politik argümanlarını kullanarak, birilerini toplum önünde saf dışı etmek için çeşitli tertipler var. Biz bunlara karşıyız. Aleviliğin değerlerinden birisi de, Ahiliğin değerlerinden birisi olduğu gibi, değergamlıktır, diğergamlıktır, kadir kıymet bilmektir. Bu kadir kıymet bilmenin de ötesinde gerçekleri teslim etmektir, yerli yerine oturtmaktır.
Kimse kusura bakmasın; İrene Melikoff gibi, Ahmet Yaşar Ocak gibi eline su dökemeyecek bazı isimler hadlerini aşarak, bazen eleştirinin sınırını aşıp, karalamalarda da buluyorlar. Bunları da geçelim, Ayhan Aydın yüreklidir, olduğu gibi bir insandır.
Ülkemizde İslam Tarihi konusunda, Türk Tarihi konusunda, bugün bizim konuşuacağımız Alevi – Bektaşi tarihi konusunda da, bir çığır açan, yeni bir kapı açan çok değerli bir hocamız var; Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak. Onu uzun yıllar boyunca Hacettepe Üniversitesi’nde gördük, şimdi de TOBB’daki çalışma ofisinde ziyaret ettik.
Ayhan Aydın
Devamını oku: Ahmet Yaşar Ocak İle Balkanlar Üzerine Bir Söyleşi
Son Dönemin Önemli Bektaşi İnanç Önderi – Şairi HAYDAR CEMİL BABA
Son Dönemin Önemli Bektaşi İnanç Önderi – Şairi
HAYDAR CEMİL BABA
Can dostlar; hakkında bazı araştırmalar da bulunan, kitaplar da yazılan, 1900’lü yılların başında İstanbul’da doğan ve Haydari mahlasıyla şiirler de yazan Haydar Cemil Baba, son dönem önemli Bektaşi babalarından ve şairlerinden birisidir.
Konuyla ilgili yazılar yazan gerek Bedri Noyan Dedebaba, gerek Turgut Koca Baba, gerekse de bu konuda bilimsel araştırmalar yapan; Prof. Dr. Şükrü Elçin, Prof. Dr. Filiz Kılıç, Prof. Dr. Tuncay Bülbül, Doç. Dr. Orhan Kurtoğlu hocalar da onun İstanbul’da iyi bir eğitim almış, kendisini olağanüstü bir şekilde yetiştirmiş, çok donanımlı bir insan olduğunu yazmaktadırlar.
Can dostlar; hayatının önemli bir kısmı İstanbul’da geçen, bir vesileyle Balkan topraklarına giden Haydar Cemil Baba, Balkanlar’da derin izler bırakmış bir büyük Bektaşi değerimizdir.
Aslen Arnavut kökenli olup, tüm eserlerini Türkçe yazan ve belli bir eğitim almış Haydar Cemil Baba, Haydari mahlasıyla hemen her alanda oldukça fazla şiirler de yazan, son dönem önemli Bektaşi babalarından ve şairlerinden birisidir.
Kendisiyle 9 Mayıs 2004 Razgrat’ta bir söyleşi yaptığım ve yörede Haydar Cemil Baba’yı son tanıyan ve onun muhibi olan şimdi rahmetlik olan Zeynel Abidin Ruhani (82), Haydar Cemil Baba’nın 1962’de öldüğünü söylemişti.
Bulgaristan Razgrat Yonkovo (Yunus Abdal) Köyü doğumlu Araştırmacı – Yazar Ahmet Hezarfen, 1946 yılında kendisinin öğretmenlik yaptığı Deliorman’daki Kızılbaş köylerinden Kızılburun’dayken Haydar Cemil Baba’yla tanıştığını hem yazılarında, hem de kendisiyle yaptığım söyleşilerde bana iletmişti. Ahmet Hezarfen; Haydar Cemil Baba’nın, Tutrakan’da Denizlerli Ali Baba Tekkesi’nde postnişinlik yaptığını, Mustafa Efendi’nin sohbetlerinde çok bulunduğunu, Onun felsefi konulara giren çok birikimli bir insan olduğunu belirtmekteydi.
Makamını ziyaret ettiğim, Bulgaristan’da son muhibbiyle söyleşi yaptığım ve bir başka yazımda biraz daha geniş söyleyeceğim gibi somut olarak Makedonya’daki Bektaşiler üzerinde de derin etkiler bıraktığını gördüğüm Haydar Cemil Baba’yı bu vesiyle sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz…
Ahmet Hezarfen ve Hakkı Saygı’yla birlikte ilk kez Balkan toprağına ayağımın bastığı 2000 yılında da, bizzat üçümüz giderek her ne kadar kapısı kapalı olsa da, dışarıdan da olsa Türbedeki kabrini ziyaret etmiştik. Nihayetinde de Veysel Bayram’la sonrasında yine aynı türbeye gidip kabrini ziyaret etmiştik. Nihayetinde ise Ondan çok derin bir şekilde etkilenen şimdi rahmetlik olan bir canımızın anlattıkları ise tarihe geçecek niteliktedir. 9 Mayıs 2004’de Razgrat, Demir Baba yakınlarındaki Mumcular köyünde ziyaret ettiğimiz şimdi o zaman 82 yaşındaki Zeynel Abidin Ruhani büyüğümüz Haydar Cemil Baba’nın 80 zahiri (Sünni)’yi Bektaşi yapan, çok alçak gönüllü, üstün bilgilere sahip, muhabbeti çok ama çok tatlı, alim bir insan olduğunu anlatmış, küçük yaşta bağlandığı Haydar Cemil Baba’yı bir mürşit olarak bildiklerini söylüyordu.
Zeynel Abidin Ruhani onun o kadar derin bir etkiye sahip önder olduğunu söylüyor ki, o vefat ettikten sonra bile bizler onun muhipleri her zaman toplanır, o bize nasıl öğrettiyse bir baba bile olmasa, on yıl, yirmi yıl, otuz yıl onun aynı saygısını sayıp kendimizce yolumuzu sürmeye çalıştık. Ama o öldükten sonra zaten birçok insan Türkiye’ye göçtü, bir kısmı Bektaşiliği be canım, diye bana anlatmıştı… (O tarihi söyleşinin kayıtları Şahkulu Sultan Dergahı’ndadır.)
Gostivar, Zdunje (Zudunya (e)) 9 Eylül 2016, Bir Konuşmada;
Sohbetimizde; çok genç yaşında yüksek bilinç düzeyi olduğu görülen Cemal Bekiri (46); “türlü türlü Bektaşiler var. Ama bence en güzeli Hz. Pir Balım Sultan’ın reformcu, kâmil, çerağları yeniden yakan, evliyullahın yolunu temsil eden yorumudur”, diyor.
Selam Bekiri (44) ise, Tahir Emini Baba’dan el aldıklarını, yol yaşının 18 (28 Kasım 1998) olduğunu, Bektaşiliğin insan yolu olduğunu, sevgi ve hoşgörü yolu olduğunu, yolunu çok sevdiğini söylüyor. Haydar Cemil Baba için “Seyran” denildiğini söylüyor. Yani bu seyyah baba manasında kullanılıyormuş. Eşi Şenliye Bekiri (41) de kendisiyle aynı tarihte yola girmiş.
(Bence son dönem Bektaşi babaları içinde ayrıcalıklı bir yere sahip ve Türkiye’den Balkanlar’a gelmiş, bu yörede de kalmış, Bulgaristan’da 1960’lı yıllarda Hakk’a nail olmuş Haydar Cemil Baba bile bir Bektaşi babasında olması gereken özelliklerin bir örneğini teşkil etmesi bakımından ayrıca incelenmeyi hak ediyor. Bunu; özellikle, muhipsiz, müritsiz kisve giyip, posta oturan kendisine Bektaşi Babası – Dervişi, diyenlerin daha iyi düşünmesi gerekir.)
Ortak sohbette şu önemli bilgileri derliyorum…
Recep ile Muharrem iki kardeşlermiş. Bunlar Haydar Cemil Baba’nın muhipleriymiş. Recep Bekiri Nebi Bekiri’nin, Muharrem ise Derviş Abdülmüttalip Bekiri’nin dedesiymiş.
1931 ve 1935’de Haydar Cemil Baba Gostivar Zuydna Köyü’ne gelmiş. Nebi Bekiri’nin biraderinin ismini o koymuş. (Hasan-ül Askeri. Şimdi Hakk’a yürümüş.) Recep Bekiri’nin mürşidi Haydar Cemil Baba’ymış.
Devamını oku: Son Dönemin Önemli Bektaşi İnanç Önderi – Şairi HAYDAR CEMİL BABA
YENİDEN BULGARİSTAN’DA OLMAK…
YENİDEN BULGARİSTAN’DA OLMAK…
Bir başka sevda benimkisi, bir aşk hali, bitmez tükenmez bir merak, araştırma isteği… Balkanlar yani Rumeli toprakları sanki büyülü bir dünya sürekli sürekli bende gitme hissini uyandırıyor, beni kendisine çekiyor.
Burası Anadolu gibi kadım uygarlıklar köprüsü. Nice nice ismi bilinen, bilinmeyen dil, din, kültür gelip eğlenmiş derin izlerini bırakmış ama tümden terk etmemiş aynen Anadolu gibi bu kutsal ve bereketli toprakları.
Türklerin buradaki serüveni bin yıllık. Nasıl ki Anadolu’ya geldiyseler bu Balkan topraklarına da gelmişler, kendilerine özgü inançları, kültürleri buralara taşımışlar ama buradaki kültürlerden de derinden etkilenmişle, kendi kimliklerini yeniden oluşturmuşlar, benzersiz tarihe yapılar, eserler, düşünceler ortaya koymuşlardır.
1263’de Sarı Saltık, sonrasında 1354’de Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) ve onlarla birlikte nice er ve erenler gelip yerleşmişler nice nice ocaklar / tekkeler ve nihayetinde köyler, beldeler kurmuşlar buralarda.
1378 – 1478 arasında yüz yıl ömür süren Otman Baba Bulgaristan Haskova yöresinde ocağını tüttürüp dergâhını kurup çerağlarını uyarırken yine buraya çok yakın olan ve kentin kurucusu olarak söylenen Gazi Kırca Ali’nin geliş döneminden önce veya yakın bir zaman diliminde geldiği söylenen Elmalı Baba (Asıl isminin Ebul Vefa olduğu da söyleniyor.) bugünkü Kırcaali Mestanlı İlçesi Mandacı Köyü yakınlarında aynı ocağı yakıp dergâhını kurmuş.
Yöre kültürü hakkında kaynak kişi hüviyetindeki Güney Bulgaristan Cem Derneği başkanı çok sevili Mustafa Ali Mustafa’nın aktardığı bilgiye göre ise; halk inancı gereği Abdal Musa da bu yöreye gelmiş, Elmalı Baba’yla görüşmüş, onun kerametlerini takdir edip, bu yörede onun hizmet yürütmesinin gerekli olduğunu söyleyip tekrar Anadolu’ya dönmüş.
Tüm Balkanlar’da yüzlerce değil, binlerce türbe var. Yüzlerce köy, ilçe, il Türkler tarafından kurulmuş. Tüm Balkanlar’a baktığımız zaman 1550’li yıllara kadar yani Macaristan Budapeşte’deki Gül Baba’ya kadar erenlerin göçü, irşat hareketleri devam etmiş. Burası gerçek anlamda Erenler Yurdu olmuş.
Bugün de çok büyük sorunlara rağmen bu bilinci, bu ruhu, bu inancı yaşayan, yaşatan binlerce insan da Alevi – Bektaşi toplumu olarak başta Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Bosna – Hersek ve Romanya’da yaşama devam etmektedirler.
İlk kez Bulgaristan’a 22 yıl önce gitmiştim. Rahmetlik Araştırmacı – Yazar ve bana Balkanlar’ın kapısını açan pirim Ahmet Hezarfen, Hakkı Saygı Baba ile birlikte çok kısa sürede büyük işler başarmıştık. Böylece 8 kez araştırma, inceleme gezilerim oldu, bir kitaplık malzeme toplantı. Ama yapılanlar bunun çok ötesinde şeylerdi; ilk dedeler toplantısını Bulgaristan’da Dulova (Akkadınlar) Beldesi’nde yaptık. Buradan Cem Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Toplantıları için dedelerin, babaların ama özellikle ana sultanların gelmesi için insanüstü gayretler gösterdik. Yüzlerce program, yazı, çekimler, fotoğraflar… Bir nevi onların sesi olmaya çalıştık. Bugüne kadar büyük özverilerle ve hiçbir maddi karşılık beklemeden, kendi cebimizdeki paranın da son lirasını bu çabalar için harcadık.
Derken, buradaki çalışmalarımızdan rahatsız olan, halkın bize ilgi ve sevgini kıskanan, tümüyle özgün olan yapının korunması gerektiğini söylediğim cem / dede ve gelenek yapılarının Türkiye’deki sistemlere benzetmek için, kişisel tatminsizliklerini buradaki saf ve tertemiz insanlar üzerinden gidermek için çıkar savaşına girenler beni engellediler. Öyle bir engelleme ki, benim en büyük aşklarımdan birisini elimden aldılar, benim yıllarca Bulgaristan’a girişimi engellemek için tertip kurdular.
Ayhan Aydın’ı Bulgaristan’da ve Balkanlar’da kim istemez?
Alevi – Bektaşi Yolu geleneksel çizgisiyle hiçbir müdahale olmadan yaşasın dediğim için, bunun aksini yapanlar istemez,
TİKA’dan, Valiliklerden, Belediyelerden ceplerinden tek kuruş ödemeden, aldıkları kaynaklarla bir turistlik turdan başka bir şey yapmadan, kişisel tatminlere yönelenler istemezler,
Budaki yüzyılların geleneğini yıkıp, Türkiye’de kendi ocağının / tekkesinin sistemini buraya dayatmak, buranın doğal yapısını yok etmek isteyenler istemezler,
Kendi kendilerine burada dede, baba atayıp Türkiye’deki tatminsizliklerini burada gidermek isteyen sözde dedeler, babalar bizi burada istemezler,
Doğrular ortaya çıkmasın, ne yaptığımız yazılmasın, görülmesin, duyulmasın diyenler istemezler…
Türkiye’den Diyanet’in, TİKA, Belediyelerin sağladığı olanakları istismar edip, gidip kaplıcalarda geceleyip, sonrasında biz şu türbeleri gezdik, şunları yaptık diyerek yalan söyleyen sahte dedeler, babalar elbette bizlerden hoşlanmazlar, çünkü mert bir insan, Otman Babaların yolundan giden bir insan olarak gerçekler neyse ortaya koyan insan olduğumuz için bizi istemezler.
Şu anda bunları okurken bile; ne gereği var bunların adam, sen gezileri yazsana, niye yazarsın bunları deyip sözde Aleviliği koruyan, sözde dedeleri seven ikiyüzlüler de bizden hoşlanmazlar.
Çünkü inancını, ikrarını, özünü kaybeden bir toplumla karşı karşıyayız… Yapılan hatalara, yola zaran veren uygulamalara sesi çıkmayan bir toplumla karşı karşıyayız…
Özünü dara çekemeyen bir toplumla karşı karşıyayız.
Ben dünyanın en dürüst insanı değilim belki ama bugüne kadar hiçbir gün yalan bir haber yapmadım, kimseye iftara atmadım, gerçekleri çarpıtmadım.
30 yıl boyunca girdiğim her hane benim anam / babam olan bir hane oldu, kan kardeşim oldu, hiçbir yerden maddi bir beklentim olmadı, çok şükür bu toplum bizi elbette ki sonunda işsiz de, parasız da bıraktı.
Ama bizler çoğunun inanmak istemediği gibi, kendi özlerinde olmadığı için para için, mevki için yollara düşmedik…
Tek kuruş almadan adım atmayan sözde dedelerden, sözde gazetecilerden, sözde dernek başkanlarından, bir maskara gibi her yöne dönen ve hep farklı telden öten televizyonculardan olmadık…
Her nerede olursak olalım, tümüyle doğruları dile getirdik…
Kısa Gezi…
Uzun yıllar sonunda bir de uzun zaman bekledikten sonra çıkan vizeyi aldık ama elimiz ayağımıza dolandı, çünkü topu topu 5 günlük bir vize vardı önümde ve bunun iki günü de geçmişti bile. Kan ter içinde eve geldim, apar topar bir küçük bavula kıyafetleri doldurdum, doğru metrobüs ve Çorlu yolu! Çünkü bir minübüs ertesi gün 06.00’da Çorlu’dan kalkıyor Bulgaristan Haskova ve Kırcaali’ye… Sağ olsun uzun yıllardan beri çok güzel çalışmalar yaparak örnek bir cemevi başkanı olan Muzaffer başkan imdada yetişti, otogara yakın bir otel ayarladı. Geç vakit doğrudan oraya gittim. Sabah yola çıktık. Kırcaali’de beni bekleyen Güney Bulgaristan Cem Derneği Başkanı çok sevgili Mustafa Ali Mustafa da aynı sevinci benimle paylaşıyordu. Çünkü aynı bilinçte insanlar olarak, Türkiye’den buraya nice nice gelen kafileleri o ağırlamış, onlarla ilgilenmiş ama o da benim gibi yapılan yanlışlardan şikâyetçi olan bir canımızdı.
Eve gidip çayımızı içtikten sonra, doğruca Haskova yakınlarındaki Otman Baba Tekkesi’ni ziyaret ettik.
Buraya çiğdemler açmış, leylekler yuvalarına konmuş, çok azalsa da rençberlik yapanlar kırda bayırda işlerine bakıyorlar. Otman Baba Türbesi Tekke Köyü içinde. Köyde köy muhtarını bulduk, bize candan davrandı. Sonra türbedarı alıp Türbe ziyaretini yaptık. Daha sonra ise buradaki dedemiz geldi. Onlarla söyleşiler yaptık. Burada baharla birlikte gönüllü temizlik yapan, boya badana yapan gençlerimiz görünce ayrıca mutlu oldum. En son ziyaretimizden sonra türbe önünde aşların pişirilmesi ve lokma yenilmesi için birçok ek bina yapılmış. Evvelden cemlerin yapıldığı odaların ve orada bulanan çeşmenin yıkılmasının yanlış olduğunu söyleyen dede, ziyaretçilerinin eksik olmadığını söylüyor.
Ertesi gün ise, Kırcaali Mestanlı, Mandacı Köyü sınırları içinde kalan ve Ünal Tahsin isimli bir milletvekilinin öncülüğünde yeniden çok ciddi şekilde restore edilerek yapılan Elmalı Baba Tekke’ne vardık. On yıl önce açılışı yapılan Avrupa’dan olduğu kadar Türkiye’den Prof. Dr. İzzettin Doğan, Doğan Bermek, Arnavutluk’tan Baba Mondi (Edmond Brahimaj) gibi çok değerli isimlerin de katıldıkları etkinlikte ben de vardım. Binlerce insanın katıldığı tarihi bir gün olmuştu. Cem Tv.’de de çekimler yapmıştı. Her iki gezimize yola girmiş Hüseyin canımız da katıldı.
Üçüncü gün ise dönüşten önce, sürekli merak ettiğim, Kırca Ali’nin türbesini ziyaret ettik. Kırcaali merkezde Merkez Kırcaali Camisi’nin avlusunda bulunan Gazi Kırca Ali’nin Kırcaali kentinin kurucusu olduğu söylenmektedir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi olmasa da, şimdi yerinden birkaç yüz metre uzakta olup, ayak altında yok olmaması amacıyla getirilip, müftülük tarafından cami avlusuna konulmuş, 7 köşeli etrafı açık bir türbe yapılarak halkın her zaman ziyaret etmesi sağlanmış.
Böylece 3 günlük Bulgaristan gezimi tamamlayıp yola revan olduk. Sınıra kadar yine münibüsle geldim. Sınırdan sonra Çorlu’ya gitmek yerine, doğrudan İstanbul’a gelen bir otobüsle otogara geldim. Tranvay, Metrobüs ve taksiyle eve ulaştım, hatta sevincimi Çeşminaz / Cemal Aydoğan ailesiyle de paylaştım, sonrasında gül yüzlü Haskıs Halamlara varıp oğlu Cibo’da çay bile içtim.
Bitmez tükenmez bizim sevdamızı, bitmez tükenmez bizim dertlerimiz….
Konuyla ilgili daha uzun bir yazı yazacağım, şimdilik bunları özetledim.
İşsizlik çok yaman bir şey… Bu dar günlerimde bazen dostların desteği oluyor. Tümüyle sıkıntılarıma yardımcı olsun diye, Alevi – Bektaşi Kültür Enstitüsü Başkanı çok sevgili Gülizar Cengiz’in gönderdiği parayı bu gezi için harcadım. (Dört bin T.L. bu desteği vize ve ulaşım için harcadım.)
Bu geziyi yapabilmek birçok insanın anlayamayacağı şekilde çok önemliydi. Bir önemli gedik kapandı benim için.
Başta Gülizar Cengiz’e, Muzaffer Birdal’a, Mustafa Ali Mustafa ve sevgili eşine çok teşekkür ediyorum.
Bizim özümüzün ne olduğunu, ne için yollara çıktığımızı bilen can dostları da sevgiyle kucaklıyorum…
Bu erenlerin kurduğu ulu yol; içte ve dışta her türlü karanlık tertibe, oyuna, çıkara, benliğe rağmen sonsuza kadar yaşayacaktır.
Bu yolda bedel ödeyenler anılacak, menfaat perestler eninde sonunda bertaraf olacaktır.
Muhabbet ehline aşk ile…
Ayhan Aydın
8 Nisan 2022
Aleviler, Siyaset, Belediyeler ve Cemevleri
Aleviler, Siyaset, Belediyeler ve Cemevleri
Alevi – Bektaşi toplumu kimliğini ve inancını rahatlıkla ortaya koyup yaşayamayınca, bu çağda da yeni yeni kimlik sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Olay göründüğü kadar zor olmadığı halde olduğu halde yine işin içine “siyaset” daha doğrusu “siyasal İslam” giriyor, sorun büyüyor.
Her seferinde siyasi aktörler Aleviler ve Alevi toplumunun istekleri konusunda adım atmak isteyince Türkiye’nin Vatikan’ı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve hala devlet yönetiminde onun kadara etkili Tarikat Yapısı buna engel oluyor.
Tarihler boyunca kendi görüşleri, kendi varlıkları dışında bir başka doğruyu, uygulamayı, yorumu “sahih” görmeyen bu din sömürücüleri, siyaseti dinin emrine sokmayı başarıyor, Türk devlet yapısında Osmanlı’nın bir nevi sonunu hazırlayan her daim sözde dini değerlerin dediği oluyor, inançla ilgili kararlarda otoritelerin buyruklarına uyuluyor. Ve bu ülkeye yazık ediliyor.
Alevi- Bektaşi Öğretisi, değerleriyle yaşayan, yaşaması gereken toplumsal yapısı ön planda olsa da nihayetinde bir inanç – ahlak öğretisidir.
Her insan topluluğu elbette ki yaşadığı coğrafyadaki insanlarla, toplumla sosyal ilişkilerinde öğretisinin gereği uyumlu bir şekilde yaşar, kendini sosyal davranışlarıyla ortaya koyar.
Alevi- Bektaşi Öğretisi’nde aslında Tanrı’ya ulaşmak, maneviyatını yaşamak için belli mekânlara çok da ihtiyaç yoktur. İnsanın yaşadığı, yer ile gök arasındaki her yer onun ibadethanesi’dir. Çünkü Alevilik – Bektaşilik mekânlara, şartlara, şekillere sığmayacak kadar evrensel bir insanlık yoludur.
Gerçeği söylemek gerekirse bu manevi yapının dışında aslında Alevi – Bektaşi toplumunun inanç merkezlerini kullanmalarının arkasında yatan gerçek tümüyle bu öğretinin bir başka boyutunda, bir diğer yanında saklıdır; Alevi – Bektaşi öğreti bütünlüğü bir topluluk içindeyken daha çok anlam kazanır, hedefini ulaşır.
Din bir sosyal yapıdır ama herkes evinde de ibadet edebilir. Ama bunca ibadethanenin varlığı da dinlerin sosyal ihtiyaca da yanıt verdiğinin göstergesidir. Bunun gibi Alevi – Bektaşi Öğretisi de toplum içinde insanın varlığını, özünü yine toplum hiyerarşisi içinde bulmasıyla bir anlam bulduğu için ocaklara, tekkelere, dergâhlara, cemevlerine ihtiyaç duymuştur.
Bir insan- ı kâmil, yani, pir ve mürşitlik makamına erişmiş erenlerin yolundan giden bir olgun insan ve insanların huzurunda arınıp / paklanmayı hedefleyen Alevi – Bektaşi Öğretisi’nde en temel unsur insanlar arası uyumun, huzurun ve birliğin sağlanması, eşitliğin ortaya konulmasıdır.
Yaşadığı toplumsal kesim karşısında her türlü yükümlülüğünü bu yolun ahlak öğretileri doğrultusunda yerine getirip getirilmediğinin bir nevi muhasebesinin yapıldığı meydan evi, yüz yüzü (cemal cemale) gelebilme özgürlüğünün ve özgün yapısının sembolüdür. Alevilik – Bektaşilik’te rızalık vardır, muhabbetle birçok şey yaşanır…
Kesilen kurbanlar, yenilen lokmalar, muhabbetler, sohbetler, yapılan cemler hepsi bir bütünlükte, birlikte ve sadece insanlarla yani toplumla bir arada olmakla anlamlıdır. Bu meydanda sadece gönül vardır. İnsan olma durumu vardır, toplum karşısında her insan beşerdir, düşer kalkar anlayışıyla hatası varsa da gönül alma erdemiyle toplumsallaşma bilinci vardır…
Elbette ki tarihler boyunca Alevi – Bektaşi toplumunun da cenazesi ortada kalmamış, her can bedenen toprak ananın bağrına şu veya bu şekilde sırlanmıştır. Aleviler de kendi inanç ritüellerini yerini getirerek, her türlü insani ve dolayısıyla inançsal görev ve yükümlülüklerini yerine getirmişlerdir her türlü baskının, zulmün olduğu dönemlerde de.
Şimdilerde…
Kentleşme denildi, şehirleşme denildi, kimlik bunalımı, kimlik arayışı denildi, ihtiyaç denildi, mecburiyet denildi… Her şey denildi ve tüm bunlar doğrudur da…
Dede – talip, pir – mürşit, ocak- dergâh – tekke – türbe bütünlüğü ve bu geleneksel yapılardaki yüzyılların büyüsü, ahengi, döngüsü bozuldu, yeni bir çağa girildi.
Tarihler boyunca, Aleviler – Bektaşiler; çok büyük zulümler, baskılar, kıyımlar, hepsinden de daha ölümcülü aşağılanmalar, ötekileştirmeler, toplumdan ve yaşamdan dışlanmalar yaşadılar, birçok haktan mahrum oldular bu kadim uygarlıklar ve inançlar toprağında.
Devlete hâkim olan yapıda inanç ve kültür kimlikleri farklı diye, devletin bizzat kendisi, dini, askeri, her türlü bürokrasisiyle insanı insandan ayırdı.
Devlete hâkim olan zihniyet tarihler boyunca bu topraklara en büyük kötülüklerden birisini bizzat ayrıştırıcı (zehirli / ağulu dili), yazıları ve kararlarıyla yaptı: Alevileri – Bektaşileri devletten, yaşamdan, inançtan dışladı, dışlamak istedi.
Alevi – Bektaşi toplumu son 30-40 yılda hayli bocalamalar yaşadı. Büyük bir aşkla, sevgiyle, özlemle, tepkisellikle, kimliğini bulmak, yaşamak ve de ayrıca haykırmak için kendi kurumlarını örgütledi dernek ve vakıflar kurdu, inanç ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek için ibadethane olarak cemevlerini yaptı.
Bu zamanda yola hizmet veren, hiçbir karşılık beklemeden enerjisini bu uğurda harcayan çok çok emektar insanlar oldu, Alevisiyle Sünnisiyle kişiler, kurumlar, belediyeler Alevi toplumunun ihtiyaçlarını gidermek için yapıcı gayretlerde bulundular.
Devleti yönetenler bu konuda siyaset gereği birçok adım atmak istedi, atar gibi göründü, yine her zamanki çıkarcı ve kurnaz yapısıyla sorunu çözemezsem de kendi Alevi’mi, Alevi kurumları’mı yaratırım, diyerek hayli yolda aldı.
En baskıcı dönem olan AKP’nin şu son dönemin de bile İçişleri Bakanı bir danışmanını görevlendirerek, şehir şehir, köy köy gezerek, dernek ve vakıfları, cemevlerine gidip yasak savma, yapıyı içerden fethetmenin her türlü yolunu kullandılar, bir mesafe de kat ettiler.
Bu arada belediyeler hiç boş durmadılar; birçoğu iyi niyetli olmakla birlikte Alevi toplumunu, sorunlarını görüp kalıcı, akılcı, bilimsel yol ve yöntemlerle sorunları çözmek yerine “Alevileri” aynen devlet gözüyle görmeye başladılar. Bu oy potansiyeli vatandaşlar topluluğunu kendime biraz daha kalıcı nasıl kazandırabilirim’in derdine düştüler.
Türkiye’de şimdi belediyelerin hemen hiçbir katkısı olmayanlar ve yoğun bir şekilde belediyelerin yaptıkları dâhil hemen tüm cemevleri adeta belediyelerin birer hizmet binaları oldular.
Burada şeffaf olmayan, suistimallere açık olacak şekilde cemevlerine personel alımı, çeşitli etkinliklerin yapılması bile belediyeler tarafından organize edilir olmuştur.
Kurum yöneticilerinin birçoğu Alevi – Bektaşi erkânını yok edecek şekilde, belediyenin iaşesini temini, cem salonunu nasıl düzenleneceğini, halılarını yıkatmayı da, temizliğini yaptırmayı da yani birçok görevini yerine getirmeyi belediyeye bağlamış, belediyenin eline avucuna bakacak kadar kendi asli görevlerini unutan bir hazırcı, çıkarcı cemevi yönetimi zihniyetiyle karşı karşıya kaldık.
Bir yanda devlet erkânının, vali ve kaymakamların “muharrem iftarları”nda boy gösteren kurum başkanlarımız aynı şekilde belediyelerin en önemli “protokolleri”nde boy göstemeyi en büyük mutluluk kaynağı olarak görüp, protokole girmeyi “masa kapma” yarışına da dönüştürdüler.
Hatta Valiye gidip cemevi ihtiyaçları yerine kendi kişisel isteklerini gündeme getirmeyi, belediyenin hizmetlerini yermeyi; Belediye başkanına gidip “bir büyük toplum temsilcisi” hüviyetiyle birçoğu kendi kişisel ihtiyaçları için istekte bulunup devletin kendilerini ihmal ettiğinden dem vuran kurum başkanlarının bir kısmı, bu toplumun inançlarını bahane edip tarikat şeyhleri gibi davranmaya başlamışlardır.
Hazırları görevlerini tam yapamazken, yeni yeni Alevi kurumlarının boy vermesi tümüyle çıkar hesaplarından kaynaklanan davranışlardır.
Alevi – Bektaşi toplumunun tarihsel değerlerini ortaya koyacak, yaşadığı sorunlara çözüm yolları gösterecek, Türkiye’de ve dünyada Alevi –Bektaşi varlığını bilimsel olarak ortaya koyup araştırmalar yapacak bir Alevi – Bektaşi Araştırma Merkezi kuramayan bu topluma öncülük yapmaları beklenebilir mi?
Halkın ve özellikle gençlerin, kadınların düşünsel, kültürel, sanatsal, edebiyat üretimlerde bulunacakları yapıları bünyelerinde otuz yıldır oluşturmayanların, demokratik olmayacak şekilde başkalarına fırsat verip, paylaşımcı olamayan yönetimlerin Alevilik – Bektaşilik konusunda sorun çözücü olduklarını söyleyebilir miyiz?
30 yıldır bu topluma fazla bir şey vermeden, önündeki en büyük engeller olan Alevi kurum yönetimleri otokrat yapılarıyla Türkiye’deki siyasi yapının birer figüranı olarak Aleviliğe zarar vermeye başlamışlardır.
35 yılı bu toplum içinde geçen, hizmetse hizmetini yapmaya çalışan bir sade Alevi vatandaşı olarak bazı sorular soruyorum.
Belediyelerin çalışmaları, çabaları, destekleri elbette her şeyden önce insan olarak takdir edilmesi gereken şeylerdir.
Bir haksızlık varsa o haksızlık karşısında bu halkın oylarıyla göreve gelmiş yerel yönetimlerin de bu halkın ihtiyaçlarını karşılamaları kadar doğal bir şey yoktur.
Fakat tüm bunların sınırı nedir?
• Alevi – Bektaşi öğretisi nihayetinde kendine özgü bir inanç ve kültürel, sosyal yapıysa; siyasetle Alevi kurumlarının bu kadar içli dışlı olması doğal mıdır?
• Alevi – Bektaşi toplumunun “maddi yetersizlik” gibi çok somut bazı gerekçelerle de olsa, her şeylerini belediyelere bağlamaları Alevi – Bektaşi değerlerine ne kadar uygundur?
• Alevi – Bektaşi örgütlerindeki yapılanmanın dışında, cemevlerinde görev alan veya belediyelerde Alevi kimliklerinden dolayı işe alınanların Alevilikle ne kadar bağlantıları vardır?
• Belediyelerin Alevi kurumları üzerinden işe aldıkları personelin bir kısmının Alevi kurum başkanlarının yakınları olması ahlaki ve vicdani midir?
• Cemevlerindeki yönetimlerin oluşması, çalışmaları, gelir – giderleri, faaliyetleri, hedefleri halka ve kamuoyuna açık bir şekilde yerine getirilmemeli midir?
• Bir yandan İçişleri Bakanı, AKP adına cemevlerinin ihtiyaçlarını tespit etme ve sorunlarını giderme konusunda tümüyle siyasi menfaat için bir çaba içindeyken; özellikle CHP’li belediyelerin Cemevleri üzerinden, buraların yönetimini belirleme, çalışanlarını yönlendirme, faaliyetlerini koordine etme siyaseti gütmesi acaba kimin ve kimlerin işine yarıyor?
Sevgili okurlar;
Alevi – Bektaşi Öğretisi yüzyıllar boyunca kendi özgün haliyle bugüne gelmiş, temel – değişmez ahlaki bütünlüğü onu diğerlerinden ayıran, vicdani olduğu kadar toplumsal bir denge unsuru da olmuş benzersiz bir yapıdır.
Benim görebildiğim kadarıyla belediyelerin bazı birimlerine hâkim olan zihniyet, Alevi – Bektaşi değerlerini, hedeflerini, sorunlarını öncelemeyen, kurum yöneticilerinin gönlünü almayı amaçlayan, sazla – sözle – gösterişle insanların duygularını kullanıp, duygular üzerinden siyaset yapma zihniyetine bürünmüştür.
Dert Gezer Derman Gezer İtikattadır Nazar
İtikatını, gönlünü, benliğe teslim etmeye başlayan bu topluma da gerçekten gerçek pirlerin, yol ulularının, aydınların, benliğini yenmişlerin, gerçek ozanların, bilge insanların, yolun değerlerini zaman zaman hatırlatmaları gerekir.
Yoksa ben mi çok fazla abartıyorum, her daim bu tip şeyler olmuş muydu tarihler boyunca?
Ama sanmıyorum, her zaman belli değerler her daim hatırlanır, hatırlatılırdı bu yapıda.
Ya da ne diyelim; bu çıkar, reklam çağında Alevi – Bektaşi toplumu, Alevi – Bektaşi değerler sistematiğinin gereği gibi muhabbet eyleyip, benliği, egolarını yenenlerle yollarına devam edip, geleceğe bu kadim öğretiyi taşıyabilecekler mi?
Elbette “yolun sahipleri vardır”.
Ama o yolun sahipleri sahipliğini yerinde ve zamanında, ayarında yapmak zorundadırlar.
Çünkü Yol Cümleden Uludur.
Hakk bu güzel yolumuzu geleceğe taşıyanlardan, yolun değerlerini yaşatanlardan, sağduyu hiçbir zaman elden bırakmayanlardan eylesin.
Muhabbet ehline aşk ile…
Ayhan Aydın
23 Mart 2022
Mart 2022; Haberler, Etkinlikler, Ziyaretler, Hatırlatmalar
MART 2022
NOTLAR, HABERLER, ETKİNLİKLER, HATIRLATMALAR
Kul Duran
Duruldu Duran'ım gül açtı çağı
Boş kalır mı sevenlerin ocağı
Başladı zamana yolculuk çağı
Ömür bitti baştan sona gel oldu
Dost neydem neydem
Halk Ozanımız Kul Duran'ı sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Devr-i daim, devr-i asan, menzili mübarek olsun... Nurlarda yatsın...
10 Mart 2022
2017'de kaybettiğimiz çok değerli sanatçımız Emre Saltık'ı ölüm yıldönümünde sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz... Nurlar içinde yatsın...
11 Mart 2022
Devamını oku: Mart 2022; Haberler, Etkinlikler, Ziyaretler, Hatırlatmalar
Diğer Makaleler...
- Muzaffer İlhan Erdost'u Sevgi ve Saygıyla Anıyoruz...
- Haşim Turhan Dağdaki Derviş
- BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…
- Dini Her Şeye Alet Etmek
- HEP BERABER KADIKÖY'DE OLACAĞIZ
- Yaralı Ülkem
- Alevi Kurumları Arasında Geniş Katılımlı Ortak Birlik Toplantısı
- Hızır Uğradı / TACİM BAKIR DEDE'yle Söyleşi
- Bizi Alaattin'in Sihirli Lambası Kurtarabilir mi?
- Harşit Vadisi