Balkanlar’da Türkler, Aleviler, Bektaşiler
Balkanlar’da Türkler, Aleviler, Bektaşiler
AYHAN AYDIN
Balkanlar; benim büyük sevdam. 2000/2017 yılları arasında yaklaşık yirmi beş kez hemen tüm ülkelerine geziler yaptığım, araştırmalarımı yoğunlaştırdığım, aynı zamanda; oradan buraya gelenlerle çok yoğun temaslarım olan Balkanlar (Rumeli), Trakya bölgesiyle birlikte benim sevdamdır. Hakk kısmet ederse, hayatım boyunca her türlü imkânsızlıkları yenip, oralara gidip, bilgiler derlemeye devam edeceğim. Bu yazıyı da daha çok oradaki gözlemlerim eşliğinde yazıyorum.
Anadolu ve Balkanlar; birbirini tamamlayan, tümleyen parçalar.
Öyle ki Anadolu’nun da, Balkanlar’ın da tarihine baktığımız zaman çok renkli, çok boyutlu, geçmişi uzun bir kültür tarihiyle karşılaşırız.
Çok farklı etnik kökenli insanın yaşam alanı bulduğu bu topraklarda birbirinden oldukça farklı dinler ve inanç sistemleri de bir şekliyle varlıklarını sürdürebilmiş.
Hıristiyanlığın birçok kolunun, mezhep ve tarikatlarının hayat alanı bulduğu bu topraklarda Yahudilik yanında farklı inançların karışımı olan yapılar da boy verebilmiş, Bogomilizim gibi.
İslamiyet ise Anadolu ve Balkan topraklarına Türkler sayesinde girebilmiş.
Ama İslamiyet’in Anadolu ve Balkanlar’da ilerleyebilmesi bugün kendilerine Alevi, Bektaşi gibi isimler verilen ve o zamanlar da yine farklı isimlerle anılsalar da öz bakımından bir olan Vefailer, Haydariler, Torlaklar, Işıklar vd. Kalenderi kollarıyla yani Alevi-Bektaşi İslam inancıyla mümkün olabilmiş.
Altı yüz yıl boyunca ne Anadolu’da, ne de Balkanlar’da yaşayan Alevi-Bektaşi inancı, kültürü, öğretisi birbirinden kopmamıştır.
1354’lü yıllarda Süleyman Paşa komutasında Evronos Paşa, Ece (İce) Sultan, Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli), Şeyh Bedreddin’in dedesi Gazi İsrail, Gazi Abdülmümin, Hacı İlbeği gibi nice eren, alp eren ve dede, baba gibi kutlu kişilerin öncülüğünde başlayan beş yüz yıldan fazla buralarda dostluk köprülerinin kurulmasına vesile olan batini temelli, tasavvuf temelli bu büyük hareket, belki de tarihin en ilginç insan yerleşimlerinin de tarihlerinden birisiydi.
1877/1878 Türk/Rus Savaşı, 93 Harbi diye de bilinen büyük bozgundan sonra ise insanlık adına yine büyük bir trajedi yaşanmış, hiçbir tarihçinin hiçbir şekilde tam ortaya koyamadığı gibi yüzlerce yıl yurt edindikleri topraklarda yaşayan farklı dinden, farklı kökenden, farklı diller konuşan insanlara zulmetmemiş olsalar bile Türklere, eşi görülmemiş mezalimlikler uygulanmış milyonlarca Türk barış içinde yönettikleri, yaşadıkları bu topraklardan vahşice koparılıp atılmak istenmiştir.
Birinci ve İkinci Balkan Savaşları (1912/1913)’den sonra bir de Birinci Dünya Savaşı’nın (1914) patlak vermesiyle her zaman işlerine gelince Türkleri düşman gören, gösteren, Türklerin yaptıkları sözde haksızlıkları dile getirme gayretine düşen Batılılar veya dünyanın “akıllı ulusları” bir vahşete kulaklarını tıkayarak Balkanlar’da yüzbinlerce Türkün canına kıyıldığını, yolda ölmeleri için her türlü zalimane yöntemlerle sürgün edildiklerini duymamış, bunu hiç dile getirmemişlerdir.
Değil ki Osmanlı, Selçuklu döneminde bundan çok çok daha önce Balkanlar’a yerleşen buraları yurt edinen Türkler, Anadolu’ya geldikleri 1000’li yıllardan çok önce bu topraklarda şehirler kurmuşlar, uygarlığa katkı sunmuşlar, dillerini konuşmuşlardır. Fakat bu somut gerçekler bile fazla dile gelmez, getirilmez.
Biz Türkler her zaman başımıza vuruldukça daha azla yetinen, masum, alçakgönüllü bir millet olarak “tevekkül” sahibi olmuşuz, bu hale dönüştürülmüşüz.
Elbette zaman değişti, Balkanlar’da nice devletler kuruldu. Şimdi kalkıp bu ülkelerin iç işlerine karışılınamaz. Fakat burada yaşayan Türkler, dilleri, kültürleri yok edilmek istenen insanlarımız, Osmanlı’dan önce buralara gelip uzun zaman geçtiği için artık çok ayrı yapılar gösterseler de özü bizim gibi olanlar… Ve damgamız olan zamanında on binlerle ifade edilen ve yıkıla yıkıla, yakıla yakıla, yok edile edile sayıları her geçen gün azaltılan ve kültürümüzün, inancımızın altın taçları tarihi eserlerimiz; dergahlarımız, tekkelerimiz, camilerimiz, hanlarımız, hamamlarımız, kapalı çarşılarımız, yollarımız, kalelerimiz, köprülerimiz, konaklarımız… Binlerce ama binlerce ata yadigârı… öz varlığımız olan yapılar; bunlar ne haldedir, bunların yok edilmemesi için daha fazla çalışılamaz mı?... yüz yıl içinde on binlercesi yok edilen bu eserlerden geriye kalanlar hiç değilse muhafaza edilemez mi?...
En önemlisi de oralarda yaşayan halkımızın daha fazla yanında olarak, onların kültürel yönden yozlaşmalarının önüne geçmek, dillerini, inançlarını, kültürlerini yaşamaları konusunda daha fazla mücadele verilemez mi? Elbetteki yapılabilir tüm bunlar. Ama nerede bu irade, nerede bu anlayış?
Balkanlar’da hangi inançtan olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun altı yüz yıl boyunca açların karınlarının doyduğu, çok uzaktan bacasındaki dumanın tütmesinden orada bir yaşam ve davet bulunan dergah ve tekke bacaları yolda kalmışlara bir klavuz ve Hızır olarak yetişen sadece Alevilerin/Bektaşilerin değil herkesin can damarları olmuştur. Buralar bir ilim irfan; eğitim-kültür merkezleri olarak da sadece Türklerin değil, tüm Balkan halklarının hafızalarındaki temel aşk, sevgi, muhabbet “ocakları”na dönüşmüşlerdir.
Geniş toprak parçalarının verimli kullanıldığı ve çevreye bir bereket getiren, dervişlerin eğitimle ve yaşam koşullarıyla olgunlaştıkları, kitapların okunduğu, büyük ozanların yetiştiği bu inanç merkezleri aynı zamanda dinlerin ve dillerinde birbirleriyle kaynaştıkları bir köprü vazifesini görmüşler; Türk kültürünün ve İslamiyet’in bu topraklarda benimsenmesinin de temel yapı taşları olmuşlardır. Fütüvvet ehli, kamil insanların, erdemli insanların, Tanrı’ya, Hakk’ı insanda gören gönül erenlerinin, kökenlerine bakmadan tüm kapılarını çalanlara sadece gönülleni, ellerini, yüreklerini değil hayat tecrübelerini de aktararak umutsuz, işsiz, mutsuz insanlara hayır kapılarının açılması için rehberlik yaptıkları bu binlerce ışık yuvası Balkanlar’ın hayat kaynaklarından birisi olmuştur.
Erenler, alp erenler, dedeler, babalar, ozanlar Horasan’dan kalkıp geldikleri ve dünyada eşi benzeri olmayan güzellikteki bu coğrafyada Balkanlar’da, dört bir tarafta çerağlarını yakmışlar ve aynı zamanda gönüllerde kandil olarak nadanlara karşı Hakk ve hukuk savaşçıları olarak Türk kültürün, dilinin, edebiyatının buralara taşınmasını, buralarda altı yüz yıl yaşamasına vesile olmuşlardır. Yaraların sağaldığı, dertlilere derman sunulan bu ocaklar, insanlığın şifa merkezleri olmuş, Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da bu belki de bazen daha fazla bu pınarlardan beslenmişlerdir. Kutlu kişilikleriyle binlerce erene ev sahipliği yapan Balkanlar’da Anadolu toprağında olduğu kadar yatırlar, türbeler yapılmış, insanlar onlara her zaman hayır duada bulunmuşlardır. Doğru olmayı, dürüst olmayı, insan olmayı öğütleyen bu Alevi-Bektaşi inanç ve toplum önderleri dedeler, babalar temiz ahlaklarıyla, herkesi kucaklamalarıyla, bilgileriyle, alçakgönüllü olmalarıyla insanların kalplerin kazanmışlar, onların gönüllerinde silinmez yerler edinmişlerdir. Onların anıları her zaman taze olarak yaşamaktadır.
Balkanlar’a Türk göçleri sürekli devam etmiştir.
Alevi-Bektaşi öğretesinin yayılması sürerken bazen de ters yönde göçler de olmuş; Balkanlar’dan da Anadolu’ya yoğun göç dalgaları yaşanmış. Tarih bunu böyle yazıyor.
Dolayısıyla Anadolu’nun da kültür ve inanç dünyasının zenginliği neyse Balkanlar’ın da kültür ve inanç dünyasının zenginliği aynıdır.
Buradaki Türk hakimiyetinin ve iskan politikalarının farklılığı Balkanlar’ı altı yüz yıl Anadolu’dan koparmadan gerek devlet yönetiminde, gerekse toplum yaşamında hep önemli ve canlı olmasını sağlamıştır.
Fakat ne hikmetse cumhuriyet tarihinden sonra iş tersine dönmüş, bizler çarçapuk unutmuşuz Balkanlar’ı.
Niçin unuttuk, nasıl unutturulduk, bilmiyoruz ama ortada çok ciddi bir hatanın ve eksikliğin olduğunu seksen yıl sonra bile hala inkar etmeye kalkıyoruz.
Bu unutuşun tek nedeni altı yüz yıl boyunca Türk hakimiyetinde olan topraklarda çeşitli devletlerin kurulmuş olması mıdır?
Oradaki Türk nüfusunun az olması mıdır?
Zaman içinde yanlış politikalarla Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanımızın sürgün sayılabilecek zorlamalarla “Anavatan”a “davet edilmeleri midir” ?
Tüm bunların sorunun yanıtı olduğunu sanmıyorum.
Tuna boylarını aşıp Viyana kapılarına kadar uzanan bir büyük kültürün yaşatıcılarına acaba Türk Devleti biraz ayıp etmedi mi?, hala bu ayıp devam etmiyor mu?
Aynen Anadolu’da olduğu gibi, Balkanlar’da da inancını, kültürünü yaşama konusunda türlü sıkıntılar çeken milyonlarca Türk Alevi/Bektaşi her türlü zorluğa karşı hayat mücadelesi verip, bir zamanlar birlikte yaşadıkları, hatta hâkimiyette oldukları halde herhangi bir ayrımcı muameleye tabi tutmadıkları bazı ulusların devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar düşmanca muameleye tabi tutulmalarına rağmen dillerini unutmamış, inançlarını unutmadan cemlerini yapmayı sürdürmüşlerse bunda bir hikmet aramak gerekir.
Elbette Osmanlı yönetiminde ve hatta cumhuriyet döneminde de Anadolu’daki Aleviler’in yaşadıkları dramlara karşı, hala bu inanç canlı bir şekilde yaşıyorsa bunda bir hikmet aramak lazım.
Buradaki hikmet Alevi-Bektaşi öğretesinin ve bu inancı yaşatanların Ehlibeyt aşkıyla, Alevi-Bektaşi tasavvufuyla kendi varlıklarını, her şart altında yaşatmak isteklerinden başka bir şey değildir.
O nedenlerle Balkanlar’da da yaşasa, Anadolu’da da yaşasa, İran’da da yaşasa, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Alevilerin-Bektaşilerin ortak, kollektif bir bilinçlerinden bahsetmek, aslında yozlaştırılmak istense de ortak bir “belleklerinin” olmasından bahsetmek gerekir.
İşte bugün Bulgaristan’da, Deliorman’da cemler sürüyorsa, bugün Yunanistan’da Seyyid Ali Sultan aşkına sazlar çalınabiliyorsa, bugün Makedonya’da Harabati Dergahı’nda, dergahın malları yağmalanmaya çalışılırken hala bir avuç insan hayatları pahasına mücadele verebiliyorlarsa, bu Alevi-Bektaşi inancının ortak değerlerinden kaynaklanmaktadır.
Altı yüz yıl Balkanlar’da kültür ve inancın yaşamasına devam etmesi için, orada bulunan insanlarımıza ulaşmak için, sorunlarını çözebilmek için, onların tanıtımlarını yapabilmek için, çok zor ama onurlu bir işi yaparak bir Balkan politikası oluşturulmalıdır. Bu politikayı hem Türkiye Cumhuriyeti, hem Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşları, hem de araştırmacı/yazarlar yapmalıdırlar.
Bu çerçevede her zaman Alevi İslam inancının evrenselliğine katkıda bulanan çalışmaları desteklemek gerekir.
Bu konuda çok somut adımların atılması gerekir.
Balkanlar’da; Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Romanya’da gerçekleştirdiğim gezilerde elde ettiğim notların izinde şu anda Balkanlar’da yaşayan Alevilik Bektaşilik, bu inanç ve kültüre ait türbe-dergah-ocak yapılarının durumu ve şu andaki halleriyle ilgili bir gazeteci olarak notlarımın ve bunları bir sempozyumda bilim insanlarıyla paylaşmanın, buradaki inanç ve kültüre ait şu andaki bilgiler birinci elden ulaşılmış olması bakımından oldukça önemli olduğuna inanıyorum.
Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
Bulgaristan’da Ulu Erenler ve Onlarla Anılan Büyük Ozanlar
Ayhan Aydın
Odman Baba ve Akyazılı Çevresinde İki Alevi Ozan: Muhyiddin Abdal ve Yemini
Odman Baba ve Akyazılı Sultan inancı çevresinde yetişen bir büyük Alevi Bektaşi (Hurufi) ozanı da Muhyiddin Abdal’dır. XV. Yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. Yüzyılın ilk yarısında yaşadığı söylenen, şiirlerini Halkbilimci İbrahim Aslanoğlu’nun derlediği Muhyiddin Abdal Rumeli’nin yetiştirdiği, bu dergâhların içinden çıkmış bir büyük ozandır. O da taşkın bir Ehlibeyt sevgisiyle şiirler yazarken, dünya güzelliklerini şiirlerinde konu etmiş, varlığın yaratandan dolayı güzelliğini, onun bir eseri olduğunu dile getirmiştir. Muhyiddin Abdal’ın türbesi Edirne yakınları’nda askeri bir alanda olup, ziyaret etmek oldukça güçtür.
Hızır’ın suyu benim
Ab-ı hayat bendedir
Kevser dileyen gelsin
Kadr ü berat bendedir
Üş ben ile sen benim
Delil ü burhan benim
Levh ile Kur’an benim
Savm ü salat bendedir
Geldi iman hassası
Gitti gönül gussası
Ali Hamza kıssası
Ol hikayet bendedir
On dört mafsal on parmak
Can ile Hakk’ı görmek
Yedi deniz dört ırmak
Şatt ü Fırat bendedir
Musa ile Tur benem
Cennet ile hur benem
İki benem bir benem
Bin kainat bendedir
….
Muhyiddin’im eğlence
Düş oldum gizli gence
Hem yetmiş iki rence
Özge necat bendedir
Devamını oku: Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
MUZAFFER BAL'DAN ETKİLEYİCİ BİR GÖÇ HİKAYESİ
MUZAFFER BAL’LA BİR GÜZEL ÖYKÜ VE ÖYKÜ KAHRAMANI KAZANDIK
AYHAN AYDIN
Uzun yıllardan beri tanıdığım ve takdir edip, çok sevdiğim, şiirlerini büyük beğeniyle okuduğum, özellikle Alevilik konusunda da araştırmaları olan, toplumcu, çevreci, hümanist yanıyla, bol bol okuyan, sorgulayan bir kimliğe sahip Muzaffer Abi’nin bu uzun öyküsünü gerçekten de bir çırpıda okuyup bitirdim.
Muzaffer Bal’ın diğer özellikleri yanında aynı zamanda bir öykücü olduğunu da bu kitabıyla anlamış oldum.
Anadolu ve Rumeli sevdalısı bir insan olarak, aynı zamanda; Yaşar Kemalleri, Reşat Nuri Güntekinleri, Sait Faikleri, Anadolu’nun tüm ozanlarını çok seven, bilen, hayatı boyunca okumayı ihmal etmeyen birisi olarak, elinizdeki kitabı büyük bir aşk ve özlemle kucakladım.
Anadolu bu, yaz yaz bitmez... Ne Fikret Otyamların röportajlarıyla, ne Turan Erolların, ne Balabanların fırçalarıyla, ne de Ahmet Ariflerin, Fazıl Hüsnü Dağlarcaların, Nazım Hikmetlerin dizeleriyle tam anlayabiliriz bu kutsal ve bereketli toprakları; yani ulu ozanlar, ulu evliyalar yurdu yani erenler yurdu Anadolu’yu.
Öyküsü bol, destanı bol, türküsü bol, aynı zamanda çok yaralı bir coğrafyanın ismidir ayaklarımızı bastığımız; bu mitolojilerin beşiği ve en az on iki bin yıllık bir geçmişi olan tılsımlı topraklar...
Nice kavimlerin gelip geçtikleri, konakladıkları, farklı kültürlerin bir birlerini sürekli besleyip etkiledikleri gizemli inançların, yaşamların öykülerini bağrında barındırır bu yaralı topraklar.
Çoğu zaman nazlı seher uykularını zalimlerin atlılarının sesleri bölmüş, güvercinlerin apansız kanat çırpması gereken masmavi gökyüzünü kanla karışık kara bulutlar, gülistanında ötmesi gereken bülbüllerin yerine akbabalar bürümüştür ortalığı. Zaman bazen çok çabuk akıp gitmişken, bazen de sanki durmuş, donmuştur insanlıktan yana bu üç tarafı denizlerle çevrili, yalçın dağların doruklarında karların her zaman saklı olduğu, ovalarında üzümün, incirin, bin bir türlü ürünün salkım saçak her zaman bereketle fışkırdığı bu güzelim memlekette.
Kıyım, zulüm, kan ve gözyaşının tarihidir aynı zamanda Anadolu’nun tarihi.
Rum’u, Ermeni’si, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkez’i, Süryani’si, Tatar’ı hep bir, bu kardeş toprağın insanıdır elbette.
Verimli ovalarından bereket fışkıran bu cennet yurt köşesinde aslında herkese yeter su da vardır, altın başaklı buğday da vardır, bal da bol bulunur. Doymayacak karın olmaz, gülmeyecek yüz bulunmaz istense.
Ama gelin görün ki sevgili dostlar yeter ki, kardeşi kardeşe, insanı insana kırdıran emperyalizmin kullandığı faşizm boy vermesin, yeter ki dostluk fidelerinin filizleri ezilmesin bir kez, sonrasında hep büyük dramlar, insanın anlatmaya utanacağı acı öyküler kaplar ortalığı.
Keşke insan insana kıymasa da, “hoşgörü, barış, kardeşlik, merhamet, sevgi, kucaklama, yardımlaşma” zorunluluktan dolayı yapılan eylemler, edimler, duygular, sözler olmasa…
Ama yok; ilahi ki savaş olacak, kan akacak… Ama yok; ilahi ki savaş olacak, binlerce insan ölecek!
Ama yok; ilahi ki savaş olacak on binlerce insan sürgün olacak, kaybolacak, sonsuzluk içinde ebediyen anasız-babasız- sevgisiz yaşamak zorunda bırakılacak!
Anadolu’da da belki çok daha eskisi vardır ama Troya’dan beri bu işgaller, bu kan ve gözyaşı hep var olmuş…
Hele de Birinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nda (1914-1918) yaşananlar, en acı yazgısıdır Anadolu’nun yaşadığı belki de.
Ama ne yazık ki, ne yazık ki binlerce, yüzlerce yıl sonra da, sanki bu toprakların kaderiymiş gibi halen bugün de bu zihniyette olan, işgalci kafalarla dünyaya bakanlar, emperyalistlerle işbirliği yapanlar, bu güzelim toprakları yönetiyorlar.
Geleneği Yaşatanlar, Etkinlikler Mart 2019
Yolumuzu, Geleneğimizi Ve Tüm Güzellikleri Yaşatalım…
Ayhan Aydın
Gösteriş Merakı Bizi Tüketiyor...
Tüm dediğimiz; büyük büyük cemevleri filan yapılması değil, Aleviliğin - Bektaşiliğin yaşaması ve yaşatılması, anlatılması için çaba harcanması meselesi her şey... Çörek olmuş, börek olmuş, Ehlibeyt'i sever olmuş... Azla yetinip yol almış ulularımız, atalarımız... Altlarındaki deri koltuklar az geldi, binalara bina eklemek, gösteriş meraklısı olarak her siyasinin önünde el pençe divan durmak bugünkü Alevi kurumlarının başındakilerin birer davranış kalıbı oldu... Yolu yürütelim beyler yolu yürütelim... Konser Aleviciliğini, gösteriş Aleviciliğini bırakalım artık... Bırakmazsanız, zaten konser hastası olan biraz da duygularına yenilen bu kalabalık yığınların dışındaki gerçek Aleviler sizleri oralardan atar gider... Eline saz alan; Şah Hatayi'nin, Pir Sultan Abdal'ın ulu ozanlarımızın deyişleriyle insanların duygularını sömürüp bunu birer geçim kapısı yapıyor... Bir de ağlayıp duruyorlar... Hangi Alevi sanatçısının maddi durumu kötüdür? Alevi kurumları bu sanatçıları zengin etmeyi bırakıp, bu alanda araştırma yapacak genç beyinler yetiştirmezseler, akademisyenler yetiştirmezseler, akademi kurmazsalar, eğitime-bileme-araştırmaya-basına, yolun yaşamasına hizmet etmezseler; bu ulu yola ihanet ederler... Bu ne savrukluk, bu ne gösteriş merakı, bu ne yol erkan bilmemektir ey erenler, ey bacılar, ey gençler... Herkesi suçlayacağımıza biraz da dönüp kendimize bakalım ey güzel canlar... Yola birlikte gidilir, Yol Cümleden Ulu'ysa, bir kendimize gelelim, biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz, diyelim ey güzel insanlar...
VERİMLİ BİR GÜN
AYHAN AYDIN
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı Sayın Muharrem YILMAZ başkanlığında, 22 Mart Çarşamba günü, Vakfın kültürel çalışmaları çerçevesinde bir dizi etkinlikle dolu dolu bir gün geçirdik.
Osmanlı Arşiv çalışmaları çerçevesinde akademisyenler Murat Alandağlı ve Muhammet Ceyhan ile bugüne kadar yapılagelen çalışmalarla ilgili bilgi alış verişi yapıldı. Yeni çalışmalara dolu dizgin devam etme kararı dile getirildi.
Araştırmacı-Yazar-Şair-Yönetmen Dursun Özden’le Alevilik ve Pir Sultan Abdal Belgeseli ile ilgili çok yararlı bir sohbette bir araya geldik.
Bilgi Üniversitesi’nde dünya çapında Osmanlı sosyo-kültürel yapısı hakkında çalışmaları olan Prof. Dr. Suraiya Faroqhi ile buluştuk.
Akşam ise; Alibeyköy’deki Banaz Köyü Kültür ve Dayanışma Derneği’nde dostlarla bir araya geldik.
Can dostlara yönelik Nevruz ve Alevilikle ilgili bir sunumum oldu.
Muharrem YILMAZ, Murat Alandağlı ve Muhammed Ceyhan; Vâkıf çalışmaları hakkında oradaki başkan ve derneğe omuz veren canlara bilgi aktardılar.
Muharrem YILMAZ, bu sene gerçekleştirilecek Banaz Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri konusunda tüm katılımcıların fikirlerine baş vurdu. Yaklaşık üç saatlik sohbette, Pir Sultan Abdal’ın sürdüğü yol gereği dayanışma, birlik ve muhabbet duyguları dile getirildi.
Bu verimli günde güzel çalışmalar yapılmış oldu.
Muhabbet ehline aşk ile…
GELENEĞİ YAŞATANLAR: ZAKİR CAFER DOĞAN
AYHAN AYDIN
Uzun yıllardan beri Yolumuzu ve Geleneğimizi Yaşatanlarla yaptığımız söyleşilerimiz devam ediyor.
26 Mart 2019, salı günü, zakirlik geleneğinin önemli temsilcilerinden; Malatya Arguvan Ermişli (Germişi) köyünden, birçok dedeyle cemler yürütmüş dünyalar tatlısı Zakir Cafer Doğan'la Acıbadem'deki evinde ve Şahkulu Sultan Dergahı'nda yaklaşık 7 saatlik bir çekimimiz oldu.
Almanya Köln merkezli Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü-Hacı Bektaş Veli Vakfı adına Can Tv.'nin profesyonel desteğiyle yaptığımız tarihi çekimlerle önemli bilgiler derledik.
Geleneği yaşatıp bu yola canı gönülden hizmet edenlere aşk olsun...
GELENEĞİ YAŞATANLARIN İZİNDE, YOLUNDA, SÖYLEŞİLER…
AYHAN AYDIN
Alevi Bektaşi Yolu’nun değerlerini var eden, bugün de bu geleneğin taşıyıcısı olan öncü isimler, yine topluma rehberlik yapmaya devam ediyorlar. Alevilik bir öğreti olarak, bir inanç ve kültür olarak cemleriyle, sohbetleriyle, muhabbetleriyle sürüyor.
Bugün de; yine dede dediğimiz, pir dediğimiz, rehber ve mürşit dediğimiz inanç önderleri yani bugün de bu yolun öncü isimleri, Pir Sultan Abdal gibi deyişleriyle hem yolu yaşatan ve bu yolun bilincini kuşaktan kuşağa aktaran, taşıyan, aşılayan ozanlar aynı ilkelerle yolu yaşatıyorlar.
Otuz yıldır olduğu gibi, yine bizler de aynı hizmetler içindeyiz; söyleşiler, alan araştırmaları, çekimler, kayıtlar hep devam ediyor.
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı (Pir Vakfı)’nın bilimsel- kültürel çalışmaları çerçevesinde, sözlü kültür ve tarih çalışmaları da sürüyor.
Vakıf adına, 25 Mart 2019 Pazartesi günü, Esenyalı’da Esenyalı Seyyid Seyfi Cemevi’nde tarihi çekimler gerçekleştirdik. Vakıf Başkanı sayın Muharrem Yılmaz’ın desteği ve yardımlarıyla, Can Tv.’den de profesyonel destek alarak, yaklaşık 7 saatlik söyleşiler gerçekleştirdik, kayıtlar yaptık.
Bugün bu yolun yaşatıcılarından, yol önderlerinden çok sevgili Musa Küçük ve Ali Küçük Dedelerle, yine sazı ve sözüyle yolu yaşatan çok sevgili Bektaş Özcan Dede ve Gülser Özcan Ana’yla, aynı şekilde ozanlık geleneğinin önemli temsilcilerinden çok sevgili Ali Cevat Yürekli’yle çekimler yaptık. Onların yaşamları, Alevilik, yol, cem, ozanlık, gelenek, ocaklar, Pir Sultan Abdal ve diğer konularla ilgili hem söyleşi, sazlı sözlü muhabbet ve bunların kayıt çekimleri gün boyu sürdü.
Bu yola bir çıkar beklemeden hizmet eden tüm dedelerimize, analarımıza, babalarımıza, rehberlerimize, zakirlerimize, âşıklarımıza, sadıklarımıza ve ozanlar piri Pir Sultan Abdal’ın yolundan giden gerçek ozanlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Onlara şükranlarımız vardır…
Muhabbet ehline aşk ile…
CAN TV.’DE ERENLER KATARI
Ayhan Aydın tarafından hazırlanıp sunulan, Erenler Katarı, programında 27 Mart 2019 Çarşamba günü, Konya Ereğli Özgürler Köyü söyleşileri yer alacaktır. En büyük üzüntüm gençlerimizle yaptığım söyleşilerin teknik bir nedenle burada yer alamaması. O gül yüzlü gençlerimizden özür diliyorum. Bunu telafi ederiz. Kısmetse nisan sonunda bu can feda insanlarımıza tekrar ulaşacağız. Muhabbet ehline, aşk ile...
Program Türkiye saatiyle 19.00'da Can Tv.'de.
ADİL ALİ ATALAY’LA KISSADAN HİSSELER
AYHAN AYDIN
Günümüzün önemli Alevi değerlerinden, geleneği yaşatan büyüklerimden, bir söz, sohbet ustası Adil Ali Atalay (Vaktidolu) yaşamın içinde, yaşamı seven ve ona anlam katan bir ozanımız-yazarımız... Onunla sohbet etmek çok mu çok zevkli... Artık elimizde her zaman kamera taşımasak da, cep telefonlarının marifetleri var...
Yine Cağaloğlu'ndaki Can Yayınları'na gidince bir sohbete tutulduk... Bunu da kayıt altına alıp, sizlerle paylaşmak istedim...
Bu yolu, bu geleneği, bu aşkı yaşatanlara ne mutlu...
Adil Babamız başımızdan eksik olmasın...
Muhabbet ehline aşk ile...
28 Mart 2019, Perşembe
Cağaloğlu
Sarıgazi Cemevi’nde Akademi’de Söyleşi
AYHAN AYDIN
30 Mart 2019 cumartesi günü, Sarıgazi Cemevi'ndeki Alevi Akademidemisi’nde yaklaşık 4 saatlik seminerde beni yalnız bırakmayan dostlara muhabbetlerimi sunuyorum.
Bu tip çalışmalar ciddi manada önemlidir. Tüm cemevlerimizde, dernek ve vakıflarımızda bu tür etkinlikler yapılmalıdır.
Herkesle ve benimle de candan ilgilenen çok sevgili dedemiz Hüseyin Elmas ve Ergül Şanlı ve diğer görevli canlarımıza da çok teşekkür ediyorum...
ANADOLU
DURSUN ÖZDEN
benim annem anadolu
canım annem, meleğim, kamım
kokladım saçlarını kına yeşili – gün
konuşan o ellerini öptüm, sustun
kadife tenine dokundum, ince-ağır
hep küçük bir kızınım ben, hadi çağır
her dem dua eder, parmakları kapalı
o gönül kapısı açık, sevgisi sebil akar
hızır gibi “ohhh çok şükür!” görümlük
balköpüğü gözlerin, ne de güzel bakar
odunu, közü, kömürü, külü suya akar
gözyaşım tutkulu ırmak, nil güne döndü
aç kapıyı anne, her sözün gelincik tarlası
anadolu ekini bereketli, unut dar günümde
kelam oldun, kalem oldun, kamil oldun, yazıcım
hasan dağı burcunda, saçların saman sarısı, çiğdem
ak sarayda gelin başı, taç yaprakta ak damla-nil yolu
suzan, suyun mavi gözü, ulu ışık, benim annem anadolu.
(lilith tabletleri, dursun özden, Yoleri Yayınları, sayfa: 77, haziran 2015, İstanbul)
METİNER ORHAN DEDE'YLE BARIŞ TV. SÖYLEŞİSİ
METİNER ORHAN DEDE’YLE BARIŞ TV. PROGRAMI
(İMAM ZEYNEL ABİDİN OCAĞI
MALATYA – ARGUVAN – MİNEYİK (KUYUDERE) KÖYÜ)
(14 ŞUBAT 2014)
AYHAN AYDIN
Ayhan Aydın: Sevgili dostlar, hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum. Yeni bir programda daha sizlerle olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Erenler katarındayız; erenler, veliler, dervişler, babalar, dedeler, seyitler, kamberler, ozanlar, âşıklar, zâkirler. Nice nice büyük kavramlar, ulu kavramlar ve büyük bir inanç sistemine sahip sadece Anadolu’ya özgü değil, Rumeli dediğimiz Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Kırım’da ve Afrika’da, Ön Asya’da, İran’da ta Hindistan’a Pakistan’a kadar uzanan Ehl-i Beyt sevenlerin buluştuğu büyük bir inanç Alevi - Bektaşi yolu.
Evet, sevgili dostlar, Alevi olmak kolay değil. Alevice yaşamak kolay değil. Ama hemen söyleyelim çok da zor değil. Bütün dünyanın inanç sistemleri elbette ki belli kurallar üzerinden çizilir. Ve bizi yaratan yüce yaratıcıya ulaşmak insanoğlunun elindedir. İşte mezhepler, dinler, tarikatlar, yollar bunların tümü insanlara o aydınlık yola ulaşmak için birer vesile kılınmıştır. Dolayısıyla sevgili dostlar hepsi yüce yaratıcıya ve insan-ı kâmil olma yoluna giderken birer vesileden başka bir şey değildir. Ama yolumuz kurallarla örülüdür. Kuralsız hiçbir şey olmaz. Biz insanlar o büyük yaratıcının ruhundan üflediği ve ete kemiğe bürünerek insanoğlu olarak görülen biz canlılar eğer ki o büyük yaratıcının buyruklarına uyarsak doğru yola müstakîm, tarik-i müstakîm yoluna doğru ilerlemiş oluruz ve dünyada da seçilmişler zümresi oluruz. Güruh-u naci oluruz. Çünkü insanlar boy boy, soy soy. Nice uluslar, milletler, dinler harman olmuş bu dünyada. Hangi birini birbirinden seçebilir, ayırabiliriz. Hangi bir inancı küçümseyebiliriz. Hele Alevilikte yetmiş iki millete bir nazarla bakmak vardır.
O yüzden sevgili dostlar, bizim pirlerimiz, mürşitlerimiz, rehberlerimiz, ulularımız bize anlayacağımız dilden nasıl insan olunması gerektiğini öğretmişlerdir. İşte insan olma okulu olan Alevilikle ilgili bugünkü program konuğumuz uzun yıllarını bu hizmetle geçirmiş, büyük bir ocağın evladı olarak, O’na layık olma gayretinde, İmam Zeynel Abidin dediğimiz zaman bütün ocakların, bütün dede ve pirlerin önünde eğildikleri, niyaz ettikleri bir ulu pirin, bir mürşidin yolundan, soyundan, boyundan gelen ve Cem Vakfı’nda da büyük emekleri olmakla birlikte bütün kurumları bir dede olması hasebiyle kucaklayan, sarıp sarmalayan bir güzel insan, bir değerli önderimiz sevgili Metiner Orhan dedemiz.
Efendim, hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Metiner Orhan: Eyvallah.
Ayhan Aydın: Sevgili dostlar, Alevilik, ocaklar, dedeler, dar, didâr, musahiplik bunları hep duyuyoruz ve programlarımızda da siz değerli izleyenlerimizin anlayacağı şekilde işte pazartesi günleri bilim insanları, akademisyenlerle; Çarşamba günleri de dernek ve vakıflarla kurumlarla ve Cuma günleri de dede, baba, ozan kimliğine sahip insanlarla bunları konuşuyoruz. İşte bugün de bunu anlatabilecek yetkinlikte olan sevgili dedemizi ağırlıyoruz. Sevgili dedem programımız süresince Aleviliğin temel değerlerinden bahsedeceğiz. Tarikata gireceğiz, dara gireceğiz, musahipliğe gireceğiz ama ilk önce değerli bir dedemiz ama yıllar, çok uzun yıllardan beri de toplumun içinde olan bir dedemiz. Hani dedeler olur, hepsi birbirinden üstündür de bazıları daha çok mücadeleci olur. Kurumların içerisinde yer alır, cem yürütür, sanatçılarla ozanlarla içli dışlı olur, onları tanır. Elbette ki kimseyi birbirinden ayırmıyoruz ama sizin böyle güzel hasletleriniz var, o yüzden sizin gibi kâmil, bilge bir dedemize soralım. Gerçekten hani bizi Alevisiyle, Sünnisiyle, genciyle yaşlısıyla, Balkanlar’da, Rumeli’de Bektaşileriyle, Avrupa’da, Kanada’da, Avustralya’da biliyorum ki internet üzerinden biliyorum ki farklı yollarla izliyorlar. O yüzden gerçekten sizce Alevilik nedir?
Hızır
Metiner Orhan: Tabii, bugün Hızır orucumuzun ikinci günü. Başlıklarıyla da ön bilgilerini vermekte de fayda görüyorum kısa kısa. Hazreti Hızır, bundan 4000 sene önce yani Semavi dinlerin başlangıcı olan bir devirde kıssası geçen bir isimdir. Tevrat ile beraber Hazreti Musa ile beraber var olduğu Kur’an’ımız da Helkef mağara suresiyle geçen bir isimdir. Kullardan bir kul, diye geçen ve Hazreti Musa’nın da hocası olduğu önemli hadis kaynaklarında geçen, Allah’ın ilmi olan ilmi ledünü’ne sahip bir nebi de olsa kendisiyle beraber Hazreti Hızır ve kardeşi İlyas peygamber, Zülkarneyn peygamberle beraber ölümsüzlük suyunu aramaya çıkan isimdir. Zülkarneyn peygamber yecüc mecüc kabilesinin insanlar üzerindeki baskılarını önlemek için ayrılır, bu iki kardeş ölümsüzlük suyunu bulurlar, bu çıktıkları ve buldukları gün üç gündür. Bu manada da üç gün oruç tutulur. Ama çeşitli yörelerde yedi gün tutan vardır. Onlar nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlar. Genel gerçek bu ve işte Hıdırellez de 6 Mayıs’ta bu iki kardeşin Hz Hızır’ın ve Hz. İlyas’ın birinin karada birinin denizde yaşadığını kaynaklar söyler. Çokta iyi bildiğimiz her yörede de kutlanan bahar bayramı diye de bilinen baharın uyanışıyla beraber Hıdırellez de budur. Hızır ve İlyas peygamberin birleşmesidir. Bu manada Doğu Anadolu bölgesinde olduğu gibi Hıdır ismi Hızır demektir. Bu insanların bu manadaki bugün tuttukları oruçlarının, kestikleri kurbanların ve yapacakları ibadetlerin kabul makbul olmasına hem Yüce Allah’tan hem âlemlerin rahmeti Muhammed Mustafa’mızdan hem onun emaneti Ehl-i Beyt’inden ve de Hızır peygamberden hem diliyor hem niyaz ediyorum.
Ayhan Aydın: Allah, Allah.
Hüseyin Gazi Metin Dede'yle Gelenek Üzerine Bir Söyleşi
Geleneği Geleceğe Aktaran Çağdaş Bir Ses
Pir Sultan Abdal’ın Yolundan Giden Bir Halk Ozanı
HÜSEYİN GAZİ METİN DEDE
Divriği Çamşıhı Şahin Köyü’nde, 1939 yılında doğan Hüseyin Abdal Ocağı’ndan Hüseyin Gazi Metin Dede, maden ocaklarının kıvılcımlarını ezen- ezilen ikilemi ekseninde ördüğü dünya görüşünü besleyen damarlar olarak hissetmiş.
Dünyada herkesin bir ve kardeş olabilmesinin yolunun adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini görmüş, bunu hayat ilkesi edinmiş. Her zaman haklının yanında, işçinin yanında, horlananın yanında yer alırken, Alevilerin de bu dünya en çok haksızlığa uğrayan kitlelerden birisi olduğunu fark etmiş.
Erenler yurdu Sivas’tan tüm dünyaya uzanan ünüyle sazını her zaman, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu ozanlarının karanlıkları yırtan, güvercin aydınlığında bir barış dünyası özleyen duygularıyla çalmış, yazdığı şiirleri de bu duygularla bezemiş.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminde uzun yıllar örgütlü mücadeleyi savunan Hüseyin Gazi Metin Dede, yurtdışında da özellikle Alevi gençlerinin ve kadınlarının yetişmesi için cemler yürütmüş, muhabbet meydanları açmış, gönüllerde silinmez izler bırakarak “devrimci dede” ünvanını almıştır.
Kendisiyle yaptığım uzun söyleşiden derlediğim bu yazıda; Halk Ozanı Hüseyin Gazi Metin Dede’nin dedelik kurumunu, Çamşıhı yöresinin etkili olan dedelerini, yörede yürüyen yol ve erkân hakkındaki bilgilerini ilginize sunuyorum.
Ayhan Aydın
(Gazeteci – Yazar)
Çok sevgili dedem, halk ozanlığıyla ilgili olan sorularımızı yazılı olarak yanıtlamıştınız.
Şimdi Hüseyin Gazi Metin’in yaşantısını kendi dilinden dinleyeceğiz; nerede doğmuş, nasıl yetişmiş, kimlerin yanında yetişmiş, hangi dedeleri tanımış, nasıl bir eğitimden geçmiş, bunları öğrenmeye çalışacağız. Biraz dedelik konusu üzerinde duracağız. Daha sonra ezilmişliklerin üzerinde duracağız ve daha sonra da esas konumuz olan dedelik müessesinin günümüzde ki görünümleri, problemleri, sıkıntıları dedenin bu yönde ki fikirlerini alacağız.
Evet dedem hoş sefa geldiniz, güzellikler getirdiniz, gözlerinizi nasıl bir ortamda açtınız, nasıl bir dünyada açtınız? Köyünüzden, bölgenizden, ananızdan, babanızdan biraz bahsedelim bakalım?
Şimdi sevgili can, ben Sivas’ın Divriği kazasının Çamşıhı yöresinden Şahin köyündenim. Nüfus cüzdanımda 1941 yazsa da 1939’da dünyaya gelmişim. Efendim Mahmut Dededen, Hatice anneden doğma sekiz çocuktan biriyim.
Bizim soyumuzda geleneksel olarak mı dersin ne derseniz deyin bu kültürün birinci taşıyıcısı olan saz sanki bizim ocağımızla da ilgili bir şeydi. Köyümüzde ilkokul vardı. Uyandım ki başımda bir saz asılı. Sorduk kimin sazı, diye. Dediler ki bu saz, deden Hüseyin Ağa’nın sazı. Hüseyin Ağa derlermiş Seyit Hüseyin aslında asıl ismi. Çok müthiş saz çalarmış Âşık Ali Metin’den de o iyice. Sanki böyle diyorum ki saz benden doğacak torunlarım kalksınlar, bizim bu kültürümüzü yürütsünler, bunu eline alsınlar, yerde koymasınlar, garip koymasınlar gibi bize sesleniyordu sanki. Biz de o sazı aldık elimizi başladık pirin himmetiyle hizmetlere. O zamanın behrinda Âşık Ali Metin ile aynı evin çocuklarıydık, amcamın oğlu olduğu için sazımı o düzenliyordu, en çok da, Battal Karababa vardı, rahmetli oldu ondan büyüktü, o düzenliyordu. Diğer bir Âşık Hüseyin vardı o ara sıra düzenliyorlardı halamın oğlu Feyzullah Çınar aynı zamanda kaynım o benden yaşça büyük olduğu için o biraz düzenliyordu. İşte Mahmut Erdal o da akrabam, yakınım onlar bizim sazı ufak tefek düzenliyorlardı.
Biz çalmaya başladık önce onlardan aldığımız parçalardan meydana çıktık yöresel parçalarla başladık. Yine bizim yöreyle ilgili olan, Âşık Veysel biliyoruz ki Çamşığıyla ilgili olan, Sivrialan, Emlek yöresi ve birçok yerde bulunuyor. Onunda ustası yine bizim büyük dedemiz Ali Ağa diye geçer onun kitabında da geçer Çamşıhlı Ali Ağa diye geçer, o da bizim yakın akrabamız, amcamızdır. Onun hocası da Çamşıhlıdır. Kalktık; bana deden gibi bir saz çalan yok, deden gibi söyleyen yok, sen de onun adısın dediler, bundan tabii ki biz etkilendik. Sazımızı elimize aldık bu üstatların manilerini çalmaya başladık, ayrıyeten biraz büyüyünce yöresel şiirler yazmaya başladık azda olsa. Askere gidenlere işte ne bileyim aman yaman işte sevda şiirleri ufak tefek bir şeylerimiz oldu. Köyümüzde çobanlık da yaptım, babam orta yollu bir ailenin çocuğuydu, beş on parça tarlası vardı, çiftçilik de yaptım, tırpan da vurduk… Velhasıl zamanı gelince askere gittik. Askerlikte jandarma onbaşı olarak görev yaptık. Oradan da askerlik dönüşümüzde Divriği’de demir madenlerine işe çağırıldık ve işe girdik. İşe girince bizim bu dünyamız birazcık daha değişti. Elbette herkesin olduğu gibi bizim de hasımlarımız vardı. Madende emeğin ne demek olduğu, yemeğin ne demek olduğunu, ezilenin ne demek olduğunu, işverenin ne demek olduğunu bu kutsal maden ocağından öğrenmiş olduk. Öğrenince de burada bir sınıfa katılmış olduk. Bunu öğrendikten sonra hepimizin ortaklaşa bir düşmanın olduğunu; memleketi sömürenlerin, fakir fukarayı ezenlerin, insanları ırka şuna, buna bölerek çıkarını sağlayanların bizim gerçek hasmımız olduğunu o kutsal maden ocağında anlamış olduk. Bu arada da şiirlerimiz birazcık daha gelişti.
Ondan sonra sağ sol kavramını orada kavramış olduk. Bizim yerimizin de nerede olacağı zaten belli, tarihten belli ezilen kimse onun yanında bizim yerimiz var. Hayatta hemen hemen kimseyi ayırmayı hiç bilmeyen bir toplumumuz var, bana öyle geliyor. Sınıfımızı bu maden ocağında tayin etmiş olduk. Burada işçilerin, insanların Alevi, Sünni demeden, sağ, sol demeden bir araya geldikleri zaman sevgili Ayhan, haklarını aldıklarını gördüm ve bunları yaşadım, grevler yönettim sazımla sözümle. Ne zaman ki işveren oyununa geldikleri zaman ya sen bizdensin, Elhamdülillah sen çok Müslümansın onun peşine niye gidiyorsunuz, dediğimiz zaman, bölündüğümüz zaman o zavallının da hakkının kaybolduğunu gördüm, benim de hakkımın kaybolduğunu gördüm. Ve söyledim o zaman işveren sana mükâfat verdi mi? Yok. Derdin neydi kurban olduğum, bak hak bir, ezen belli, ezilen belli hepimizin bir olması gerekiyor diye o insanları ikna ettik. Sendikalaşmayı savunduk, bunu da başardık.
Çağdaş Sünni dediğimiz o kökenden ılımlı adamlarından en azından sosyal demokrat adamlardan sendikayı aldık ve iyi bir sendika yönettiğimize inanıyorum ve insanları da takdir ediyorum. Buradan sendikamız Türk-İş’e bağlıydı o zaman işte Türk-İş’in biraz düzen yanlısı olması ortaya çıktı. Şura bura derken mücadele verdik sendikamızı Türk-İş’ten daha doğrusu Sarı Sendika’dan, devrimizi sendikayı yer altı madenine geçirmeyi başardık. Tabi ne başaracaksın orada seni dürbünle görüyorlar yukarıda biliyor musun birileri seyrediyor sizi. Seyrettiler haydi babam bir de 12 Eylül darbesi çıkarttılar karşımıza. Yerimiz de vardı, yurdumuz da vardı, geçerliliğimiz de vardı sendika işçi alımlarında üç sendika heyeti giriyordu üç de giriyordu, disiplin kollarında 12 Eylül darbesi geldi güzelce sendikamızı, yerimizi, yurdumuzu hepsini elimizden aldı ve bizi de sorguya çekti. Suçumuz ne? Hak aramak. Başka bir suçumuz da yok. Yargıdan sonra velhasıl zorunlu emekli ettiler bizi. Bakıyorlar kimler bu işin elebaşları onları görüyorlar tabi kendileri not etmişler. Onların not defterlerinde yazılı zaten herkesin kim olduğu. Hani nasıl insan adam ahirete göçtüğü zaman diyorlar ya işte birileri din adamları, solcuların sol tarafına koyacaklar defterleri, sağcıların da sağ tarafına koyacaklar defteri bizim orada defterimizi bu tarafımıza koydular demek ki, bizi sildi çıkardılar.
Ankara’ya geldim, Ankara’ya geldiğimde 1991’de bir kiralık ev tuttuk orada oturduk. Onun dışında fazla bir gelirim yoktur, emekli gelirim var. Pir Sultan Abdal Derneği Dikmen’deydi gittim hemen ona üye oldum, Halk Ozanları Derneği’ne üye oldum, 1968 kuşağının kurmuş olduğu derneğe üye oldum, başından beri yaşamım bu benim. Sevgili Ayhan sivil örgütlenmeye çok değer veririm ben.
Nedir sivil örgütlenme size göre?
Sivil örgütlenme şudur Sayın Ayhan Aydın Bey, şimdi bir insan hakkını alabilmesi için, kimliğini ortaya koyabilmesi için, varlığını meydana koyabilmesi için, kültürünü sürdürebilmesi için kurulan örgütler. Bunun illegal örgütleri de vardır, legal örgütleri de vardır ve mevcuttur. Adamına göre nereye kafan sarıyorsa gider oraya üyeliğini yaptırırsın. Şimdi örgüt olmadığı zaman her şeyi bir zaten hâkimiyetin eline bıraktığınız zaman düzenin adamına bıraktığınız zaman ebet ananız ağlar. Birileri yanlış görürler, yanlış yorumlarlar, şudur budur derler ama ben yanlış yorumlamıyorum. Biz de bir atasözü vardır; öküz öküzün boynunda çamur görmezse rahat durmaz. Mecbur eğer ki baskı varsa, eğer ki zulüm varsa, eğer ki işsizlik varsa, eğer enflasyon varsa, eğer ki faşizm varsa bak bunun altında faşizm de var tabi ki, birilerinin bir tarafta adam gibi örgütlenmesi gerekiyor. Bananecilik dünyadaki en büyük kötülüktür, kalleşliktir, adam işi değildir. Bana ne, diyen adamların çoluğuna çocuğuna geleceğine büyük zararı vardır. Sivil örgütlenmede demin belirttiğim gibi aklı başında örgütlenmelere değer veririm. Ben de bu örgütlere kaydımı yaptırdım. Seçim oldu bizi uygun görmüşler Pir Sultan Abdal Derneği’ne seçtiler zatıâliniz de biliyorsunuz. Halk Ozanları Vakfı yönetim veriyorlar hala veriyorlar. Seçildik burada iyi bir mücadeleye girdik biliyorsunuz. Örgütlenme nedir? Maraş’ta niçin yandık örgütsüzlüğümüzden, Malatya olaylarını biliyorsunuz, Hamitoğlu olaylarını biliyorsunuz. Niçin o kadar evler yıkıldı, insanlar vuruldu, kırıldı, yandı? Örgütsüzlüğümüzden. Erzincan’da defalarca, Sivas’ta defalarca, Çorum’da Gül Sazak olayları oldu. İnsanlarımız zarar gördü, efendim buna benzer İstanbul’da Gazi olayları oldu. Bunlar belli ki bizim örgütsüzlüğümüzden ileri geldi.
Devamını oku: Hüseyin Gazi Metin Dede'yle Gelenek Üzerine Bir Söyleşi
Diğer Makaleler...
- OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİN ALEVİLER BEKTAŞİLER AÇISINDAN ÖNEMİ
- PİR VAKFI ÇALIŞTAYI, PİR HABER AJANSI
- Veli Asan Hakk'a Yürüdü
- Kutluay Erdoğan, Şahkulu Dergahı’nda Anıldı
- P.S.A. 2 Temmuz Eğitim Ve Kültür Vakfı’ndan Tarihi Çalıştay
- KONYA EREĞLİ ÖZGÜRLER CEMEVİ’NDE HIZIR CEMİ
- Metiner Orhan Dede'yle Bir Söyleşi, 2016, Şahkulu
- Avrupa Gezisi İzlenimleri (6 Eylül - 16 Ekim 2018)
- Alevi Akademisi’nin Almanya’da Düzenlediği 6. Ocakzadeliler Buluşması (24-26 Aralık 2018)
- Avrupa'daki Can Dostlara Derin Minnet Duygularım Vardır...