ELLİNCİ YAŞ ŞİİRİ
ELLİNCİ YAŞ…
Bedeninin zırhları içinde debelenen çocuk
Haydi, koş, koş çok uzaklarda bir utkun var
İçindeki fırtınaları dizginleyemeyen çocuk
Haydi, koş koş yarım kalan hayallerin var
Kulakları çın çın öten hırçın, yaramaz çocuk
Seni çağıran sokaklarda bin bir umudun var
Bir o yana, bir bu yana hep çırpınan çocuk
Durma, durma yarın denen bir gelecek var
Dertleriyle hamur gibi yoğrulan çocuk
Üzülme çok, evrende nice yıldızların var
Hayali, merakı dağlar gibi olan çocuk
Rüzgârla dolu gemilerin, okyanusların var
Harabelerin çiçeği, hayat yorgunu çocuk
Gözlerinde aşk ateşi, sevgi çağlayanın var
Kalbi yorgun, zaman zaman durgun çocuk
Yenilme zamana, ayaklarında daha nice anlar var
Hiç durma hiç durma yürü yürü asi çocuk
Volkanların yanında filizlenen nice hayatlar var
Yarınları yine kendi eliyle kuracak çocuk
Gerçek öğretmenin hayat denen muamma var
Yaşam senin, dostluk senin, dünya senin çocuk
Tekrar tekrar usanmadan onaracağın yüreğin var
At yorgunluklarını deli dolu koş koş yine çocuk
Belki yaşanmamış daha nice nice güzel yılların var
Ayhan Aydın
16 Nisan 2019 Salı
BİR GENÇ - ŞİİR
BİR GENÇ
Kayboluverdi birden apansız
Kalabalıklar içinde bir genç
Sonra arka arkaya
Umutlar, hayaller, utkular
Gitti peşi sıra
Ve umutsuzluk
Havada savrulan sararmış yapraklar gibi
Sardı beni
Ve yine aynı yalnızlık
Tarihi binalardaki kasvetli hüzün gibi
Çöktü üstüme
15 Ocak 2018
Şiran Yeniköy'de Kullanılan Bazı Kelimeler
GÜMÜŞHANE ŞİRAN YENİKÖY’DE KULLANILAN YEREL BAZI KELİMELER VE DEYİMLER (2015)
Derleyen: Ayhan Aydın
Doğduğum ve altı yaşına kadar yaşadığım köyüm olan Yeniköy aslında yörenin de Alevi inanç merkezi olan Kırıntı Köyü’nden ayrılmış küçük bir köydür. Gerek Ankara’da, gerek İstanbul’da köylülerimden hiç kopmadan yaşadım. Onlarla ve zaman zaman da gittiğim köyümle hep iç içe yaşadım. Bu zaman içinde aslında çok daha fazla kelime derledim. Bunların bir kısmını kaydetmedim veya ihmal ettim. Elde ettiğim bazılarını buraya kaydettim ki, başka arkadaşlar bunları çoğaltsınlar…
- Sinece: Kurnaz, içten pazarlıklı, fırsatçı.
- Zodama: Biraz kaba, haddini bilmez, patavatsız.
Hıh… Zodamaya Bak!..
- Elihor: Kızgın, öfkeli.
Çok elihor (elihollu)‘lular: Birbirlerine çok kızgınlar, dargınlar.
- Elemeşkere: Alenen.
- Sakametlik Çıkarma: Aksilik çıkarma.
- Heyiklemek: Dalıp gitmek.
- Ecinni: Cinli
- Dolukmak: Aşırı bir duygusallıkla ağlamaya yakın bir duruma gelmek, ağlamak.
Babaannesiyle, dedesinden bahsettikçe doluktu derken dayanmadı zarıl zarıl ağladı.
- Dıravacı: Nadan, inkârcı, dedikoducu, kadir kıymet bilmez.
- Ac, Dıravacı: Cimri, dedikoducu, güvenilmez.
- Taat: güç, kuvvet, istek.
Oraya gitmeye Taatım yok.
- Omuzları Yaylaya Gidiyor: Huzur bulup, mutlu oluyor, keyf alıyor, çok çok haz duyuyor, coşuyor.
Töybe, töybe! Amcalarına gidince adımın omuzları yaylaya gidiyor.
- Müteesir Olmak: Üzülmek.
- Müteesir Olma: Gönlünü geniş tut, üzülme, kafaya takma.
- Maat Olmak: Sahip olmak.
- Taattim yok. Gitmeye taatim yok: Gücüm yok.
- Uyuntu: Cevval olmayan, atik, hareketli olmayan, (sünepe), işgüzar, için için kendini ağırdan satan.
- Coruh: Çok zayıf, halsiz, besisiz.
- Hecil olmak (ecil): Utanmak, büyük utanç duygusuyla kızarmak.
- Gargış: Beddua.
- Gördügen: Gördüğüne.
- Kütah: Zay, ziyan, eziyet.
Gurbet elde ömrümü kütah ettim.
Balkanlar’da Türkler, Aleviler, Bektaşiler
Balkanlar’da Türkler, Aleviler, Bektaşiler
AYHAN AYDIN
Balkanlar; benim büyük sevdam. 2000/2017 yılları arasında yaklaşık yirmi beş kez hemen tüm ülkelerine geziler yaptığım, araştırmalarımı yoğunlaştırdığım, aynı zamanda; oradan buraya gelenlerle çok yoğun temaslarım olan Balkanlar (Rumeli), Trakya bölgesiyle birlikte benim sevdamdır. Hakk kısmet ederse, hayatım boyunca her türlü imkânsızlıkları yenip, oralara gidip, bilgiler derlemeye devam edeceğim. Bu yazıyı da daha çok oradaki gözlemlerim eşliğinde yazıyorum.
Anadolu ve Balkanlar; birbirini tamamlayan, tümleyen parçalar.
Öyle ki Anadolu’nun da, Balkanlar’ın da tarihine baktığımız zaman çok renkli, çok boyutlu, geçmişi uzun bir kültür tarihiyle karşılaşırız.
Çok farklı etnik kökenli insanın yaşam alanı bulduğu bu topraklarda birbirinden oldukça farklı dinler ve inanç sistemleri de bir şekliyle varlıklarını sürdürebilmiş.
Hıristiyanlığın birçok kolunun, mezhep ve tarikatlarının hayat alanı bulduğu bu topraklarda Yahudilik yanında farklı inançların karışımı olan yapılar da boy verebilmiş, Bogomilizim gibi.
İslamiyet ise Anadolu ve Balkan topraklarına Türkler sayesinde girebilmiş.
Ama İslamiyet’in Anadolu ve Balkanlar’da ilerleyebilmesi bugün kendilerine Alevi, Bektaşi gibi isimler verilen ve o zamanlar da yine farklı isimlerle anılsalar da öz bakımından bir olan Vefailer, Haydariler, Torlaklar, Işıklar vd. Kalenderi kollarıyla yani Alevi-Bektaşi İslam inancıyla mümkün olabilmiş.
Altı yüz yıl boyunca ne Anadolu’da, ne de Balkanlar’da yaşayan Alevi-Bektaşi inancı, kültürü, öğretisi birbirinden kopmamıştır.
1354’lü yıllarda Süleyman Paşa komutasında Evronos Paşa, Ece (İce) Sultan, Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli), Şeyh Bedreddin’in dedesi Gazi İsrail, Gazi Abdülmümin, Hacı İlbeği gibi nice eren, alp eren ve dede, baba gibi kutlu kişilerin öncülüğünde başlayan beş yüz yıldan fazla buralarda dostluk köprülerinin kurulmasına vesile olan batini temelli, tasavvuf temelli bu büyük hareket, belki de tarihin en ilginç insan yerleşimlerinin de tarihlerinden birisiydi.
1877/1878 Türk/Rus Savaşı, 93 Harbi diye de bilinen büyük bozgundan sonra ise insanlık adına yine büyük bir trajedi yaşanmış, hiçbir tarihçinin hiçbir şekilde tam ortaya koyamadığı gibi yüzlerce yıl yurt edindikleri topraklarda yaşayan farklı dinden, farklı kökenden, farklı diller konuşan insanlara zulmetmemiş olsalar bile Türklere, eşi görülmemiş mezalimlikler uygulanmış milyonlarca Türk barış içinde yönettikleri, yaşadıkları bu topraklardan vahşice koparılıp atılmak istenmiştir.
Birinci ve İkinci Balkan Savaşları (1912/1913)’den sonra bir de Birinci Dünya Savaşı’nın (1914) patlak vermesiyle her zaman işlerine gelince Türkleri düşman gören, gösteren, Türklerin yaptıkları sözde haksızlıkları dile getirme gayretine düşen Batılılar veya dünyanın “akıllı ulusları” bir vahşete kulaklarını tıkayarak Balkanlar’da yüzbinlerce Türkün canına kıyıldığını, yolda ölmeleri için her türlü zalimane yöntemlerle sürgün edildiklerini duymamış, bunu hiç dile getirmemişlerdir.
Değil ki Osmanlı, Selçuklu döneminde bundan çok çok daha önce Balkanlar’a yerleşen buraları yurt edinen Türkler, Anadolu’ya geldikleri 1000’li yıllardan çok önce bu topraklarda şehirler kurmuşlar, uygarlığa katkı sunmuşlar, dillerini konuşmuşlardır. Fakat bu somut gerçekler bile fazla dile gelmez, getirilmez.
Biz Türkler her zaman başımıza vuruldukça daha azla yetinen, masum, alçakgönüllü bir millet olarak “tevekkül” sahibi olmuşuz, bu hale dönüştürülmüşüz.
Elbette zaman değişti, Balkanlar’da nice devletler kuruldu. Şimdi kalkıp bu ülkelerin iç işlerine karışılınamaz. Fakat burada yaşayan Türkler, dilleri, kültürleri yok edilmek istenen insanlarımız, Osmanlı’dan önce buralara gelip uzun zaman geçtiği için artık çok ayrı yapılar gösterseler de özü bizim gibi olanlar… Ve damgamız olan zamanında on binlerle ifade edilen ve yıkıla yıkıla, yakıla yakıla, yok edile edile sayıları her geçen gün azaltılan ve kültürümüzün, inancımızın altın taçları tarihi eserlerimiz; dergahlarımız, tekkelerimiz, camilerimiz, hanlarımız, hamamlarımız, kapalı çarşılarımız, yollarımız, kalelerimiz, köprülerimiz, konaklarımız… Binlerce ama binlerce ata yadigârı… öz varlığımız olan yapılar; bunlar ne haldedir, bunların yok edilmemesi için daha fazla çalışılamaz mı?... yüz yıl içinde on binlercesi yok edilen bu eserlerden geriye kalanlar hiç değilse muhafaza edilemez mi?...
En önemlisi de oralarda yaşayan halkımızın daha fazla yanında olarak, onların kültürel yönden yozlaşmalarının önüne geçmek, dillerini, inançlarını, kültürlerini yaşamaları konusunda daha fazla mücadele verilemez mi? Elbetteki yapılabilir tüm bunlar. Ama nerede bu irade, nerede bu anlayış?
Balkanlar’da hangi inançtan olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun altı yüz yıl boyunca açların karınlarının doyduğu, çok uzaktan bacasındaki dumanın tütmesinden orada bir yaşam ve davet bulunan dergah ve tekke bacaları yolda kalmışlara bir klavuz ve Hızır olarak yetişen sadece Alevilerin/Bektaşilerin değil herkesin can damarları olmuştur. Buralar bir ilim irfan; eğitim-kültür merkezleri olarak da sadece Türklerin değil, tüm Balkan halklarının hafızalarındaki temel aşk, sevgi, muhabbet “ocakları”na dönüşmüşlerdir.
Geniş toprak parçalarının verimli kullanıldığı ve çevreye bir bereket getiren, dervişlerin eğitimle ve yaşam koşullarıyla olgunlaştıkları, kitapların okunduğu, büyük ozanların yetiştiği bu inanç merkezleri aynı zamanda dinlerin ve dillerinde birbirleriyle kaynaştıkları bir köprü vazifesini görmüşler; Türk kültürünün ve İslamiyet’in bu topraklarda benimsenmesinin de temel yapı taşları olmuşlardır. Fütüvvet ehli, kamil insanların, erdemli insanların, Tanrı’ya, Hakk’ı insanda gören gönül erenlerinin, kökenlerine bakmadan tüm kapılarını çalanlara sadece gönülleni, ellerini, yüreklerini değil hayat tecrübelerini de aktararak umutsuz, işsiz, mutsuz insanlara hayır kapılarının açılması için rehberlik yaptıkları bu binlerce ışık yuvası Balkanlar’ın hayat kaynaklarından birisi olmuştur.
Erenler, alp erenler, dedeler, babalar, ozanlar Horasan’dan kalkıp geldikleri ve dünyada eşi benzeri olmayan güzellikteki bu coğrafyada Balkanlar’da, dört bir tarafta çerağlarını yakmışlar ve aynı zamanda gönüllerde kandil olarak nadanlara karşı Hakk ve hukuk savaşçıları olarak Türk kültürün, dilinin, edebiyatının buralara taşınmasını, buralarda altı yüz yıl yaşamasına vesile olmuşlardır. Yaraların sağaldığı, dertlilere derman sunulan bu ocaklar, insanlığın şifa merkezleri olmuş, Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da bu belki de bazen daha fazla bu pınarlardan beslenmişlerdir. Kutlu kişilikleriyle binlerce erene ev sahipliği yapan Balkanlar’da Anadolu toprağında olduğu kadar yatırlar, türbeler yapılmış, insanlar onlara her zaman hayır duada bulunmuşlardır. Doğru olmayı, dürüst olmayı, insan olmayı öğütleyen bu Alevi-Bektaşi inanç ve toplum önderleri dedeler, babalar temiz ahlaklarıyla, herkesi kucaklamalarıyla, bilgileriyle, alçakgönüllü olmalarıyla insanların kalplerin kazanmışlar, onların gönüllerinde silinmez yerler edinmişlerdir. Onların anıları her zaman taze olarak yaşamaktadır.
Balkanlar’a Türk göçleri sürekli devam etmiştir.
Alevi-Bektaşi öğretesinin yayılması sürerken bazen de ters yönde göçler de olmuş; Balkanlar’dan da Anadolu’ya yoğun göç dalgaları yaşanmış. Tarih bunu böyle yazıyor.
Dolayısıyla Anadolu’nun da kültür ve inanç dünyasının zenginliği neyse Balkanlar’ın da kültür ve inanç dünyasının zenginliği aynıdır.
Buradaki Türk hakimiyetinin ve iskan politikalarının farklılığı Balkanlar’ı altı yüz yıl Anadolu’dan koparmadan gerek devlet yönetiminde, gerekse toplum yaşamında hep önemli ve canlı olmasını sağlamıştır.
Fakat ne hikmetse cumhuriyet tarihinden sonra iş tersine dönmüş, bizler çarçapuk unutmuşuz Balkanlar’ı.
Niçin unuttuk, nasıl unutturulduk, bilmiyoruz ama ortada çok ciddi bir hatanın ve eksikliğin olduğunu seksen yıl sonra bile hala inkar etmeye kalkıyoruz.
Bu unutuşun tek nedeni altı yüz yıl boyunca Türk hakimiyetinde olan topraklarda çeşitli devletlerin kurulmuş olması mıdır?
Oradaki Türk nüfusunun az olması mıdır?
Zaman içinde yanlış politikalarla Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanımızın sürgün sayılabilecek zorlamalarla “Anavatan”a “davet edilmeleri midir” ?
Tüm bunların sorunun yanıtı olduğunu sanmıyorum.
Tuna boylarını aşıp Viyana kapılarına kadar uzanan bir büyük kültürün yaşatıcılarına acaba Türk Devleti biraz ayıp etmedi mi?, hala bu ayıp devam etmiyor mu?
Aynen Anadolu’da olduğu gibi, Balkanlar’da da inancını, kültürünü yaşama konusunda türlü sıkıntılar çeken milyonlarca Türk Alevi/Bektaşi her türlü zorluğa karşı hayat mücadelesi verip, bir zamanlar birlikte yaşadıkları, hatta hâkimiyette oldukları halde herhangi bir ayrımcı muameleye tabi tutmadıkları bazı ulusların devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar düşmanca muameleye tabi tutulmalarına rağmen dillerini unutmamış, inançlarını unutmadan cemlerini yapmayı sürdürmüşlerse bunda bir hikmet aramak gerekir.
Elbette Osmanlı yönetiminde ve hatta cumhuriyet döneminde de Anadolu’daki Aleviler’in yaşadıkları dramlara karşı, hala bu inanç canlı bir şekilde yaşıyorsa bunda bir hikmet aramak lazım.
Buradaki hikmet Alevi-Bektaşi öğretesinin ve bu inancı yaşatanların Ehlibeyt aşkıyla, Alevi-Bektaşi tasavvufuyla kendi varlıklarını, her şart altında yaşatmak isteklerinden başka bir şey değildir.
O nedenlerle Balkanlar’da da yaşasa, Anadolu’da da yaşasa, İran’da da yaşasa, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Alevilerin-Bektaşilerin ortak, kollektif bir bilinçlerinden bahsetmek, aslında yozlaştırılmak istense de ortak bir “belleklerinin” olmasından bahsetmek gerekir.
İşte bugün Bulgaristan’da, Deliorman’da cemler sürüyorsa, bugün Yunanistan’da Seyyid Ali Sultan aşkına sazlar çalınabiliyorsa, bugün Makedonya’da Harabati Dergahı’nda, dergahın malları yağmalanmaya çalışılırken hala bir avuç insan hayatları pahasına mücadele verebiliyorlarsa, bu Alevi-Bektaşi inancının ortak değerlerinden kaynaklanmaktadır.
Altı yüz yıl Balkanlar’da kültür ve inancın yaşamasına devam etmesi için, orada bulunan insanlarımıza ulaşmak için, sorunlarını çözebilmek için, onların tanıtımlarını yapabilmek için, çok zor ama onurlu bir işi yaparak bir Balkan politikası oluşturulmalıdır. Bu politikayı hem Türkiye Cumhuriyeti, hem Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşları, hem de araştırmacı/yazarlar yapmalıdırlar.
Bu çerçevede her zaman Alevi İslam inancının evrenselliğine katkıda bulanan çalışmaları desteklemek gerekir.
Bu konuda çok somut adımların atılması gerekir.
Balkanlar’da; Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Romanya’da gerçekleştirdiğim gezilerde elde ettiğim notların izinde şu anda Balkanlar’da yaşayan Alevilik Bektaşilik, bu inanç ve kültüre ait türbe-dergah-ocak yapılarının durumu ve şu andaki halleriyle ilgili bir gazeteci olarak notlarımın ve bunları bir sempozyumda bilim insanlarıyla paylaşmanın, buradaki inanç ve kültüre ait şu andaki bilgiler birinci elden ulaşılmış olması bakımından oldukça önemli olduğuna inanıyorum.
Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
Bulgaristan’da Ulu Erenler ve Onlarla Anılan Büyük Ozanlar
Ayhan Aydın
Odman Baba ve Akyazılı Çevresinde İki Alevi Ozan: Muhyiddin Abdal ve Yemini
Odman Baba ve Akyazılı Sultan inancı çevresinde yetişen bir büyük Alevi Bektaşi (Hurufi) ozanı da Muhyiddin Abdal’dır. XV. Yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. Yüzyılın ilk yarısında yaşadığı söylenen, şiirlerini Halkbilimci İbrahim Aslanoğlu’nun derlediği Muhyiddin Abdal Rumeli’nin yetiştirdiği, bu dergâhların içinden çıkmış bir büyük ozandır. O da taşkın bir Ehlibeyt sevgisiyle şiirler yazarken, dünya güzelliklerini şiirlerinde konu etmiş, varlığın yaratandan dolayı güzelliğini, onun bir eseri olduğunu dile getirmiştir. Muhyiddin Abdal’ın türbesi Edirne yakınları’nda askeri bir alanda olup, ziyaret etmek oldukça güçtür.
Hızır’ın suyu benim
Ab-ı hayat bendedir
Kevser dileyen gelsin
Kadr ü berat bendedir
Üş ben ile sen benim
Delil ü burhan benim
Levh ile Kur’an benim
Savm ü salat bendedir
Geldi iman hassası
Gitti gönül gussası
Ali Hamza kıssası
Ol hikayet bendedir
On dört mafsal on parmak
Can ile Hakk’ı görmek
Yedi deniz dört ırmak
Şatt ü Fırat bendedir
Musa ile Tur benem
Cennet ile hur benem
İki benem bir benem
Bin kainat bendedir
….
Muhyiddin’im eğlence
Düş oldum gizli gence
Hem yetmiş iki rence
Özge necat bendedir
Devamını oku: Bulgaristan ve Yunanistan’da Dergâhlar Çevresindeki Ozanlar
MUZAFFER BAL'DAN ETKİLEYİCİ BİR GÖÇ HİKAYESİ
MUZAFFER BAL’LA BİR GÜZEL ÖYKÜ VE ÖYKÜ KAHRAMANI KAZANDIK
AYHAN AYDIN
Uzun yıllardan beri tanıdığım ve takdir edip, çok sevdiğim, şiirlerini büyük beğeniyle okuduğum, özellikle Alevilik konusunda da araştırmaları olan, toplumcu, çevreci, hümanist yanıyla, bol bol okuyan, sorgulayan bir kimliğe sahip Muzaffer Abi’nin bu uzun öyküsünü gerçekten de bir çırpıda okuyup bitirdim.
Muzaffer Bal’ın diğer özellikleri yanında aynı zamanda bir öykücü olduğunu da bu kitabıyla anlamış oldum.
Anadolu ve Rumeli sevdalısı bir insan olarak, aynı zamanda; Yaşar Kemalleri, Reşat Nuri Güntekinleri, Sait Faikleri, Anadolu’nun tüm ozanlarını çok seven, bilen, hayatı boyunca okumayı ihmal etmeyen birisi olarak, elinizdeki kitabı büyük bir aşk ve özlemle kucakladım.
Anadolu bu, yaz yaz bitmez... Ne Fikret Otyamların röportajlarıyla, ne Turan Erolların, ne Balabanların fırçalarıyla, ne de Ahmet Ariflerin, Fazıl Hüsnü Dağlarcaların, Nazım Hikmetlerin dizeleriyle tam anlayabiliriz bu kutsal ve bereketli toprakları; yani ulu ozanlar, ulu evliyalar yurdu yani erenler yurdu Anadolu’yu.
Öyküsü bol, destanı bol, türküsü bol, aynı zamanda çok yaralı bir coğrafyanın ismidir ayaklarımızı bastığımız; bu mitolojilerin beşiği ve en az on iki bin yıllık bir geçmişi olan tılsımlı topraklar...
Nice kavimlerin gelip geçtikleri, konakladıkları, farklı kültürlerin bir birlerini sürekli besleyip etkiledikleri gizemli inançların, yaşamların öykülerini bağrında barındırır bu yaralı topraklar.
Çoğu zaman nazlı seher uykularını zalimlerin atlılarının sesleri bölmüş, güvercinlerin apansız kanat çırpması gereken masmavi gökyüzünü kanla karışık kara bulutlar, gülistanında ötmesi gereken bülbüllerin yerine akbabalar bürümüştür ortalığı. Zaman bazen çok çabuk akıp gitmişken, bazen de sanki durmuş, donmuştur insanlıktan yana bu üç tarafı denizlerle çevrili, yalçın dağların doruklarında karların her zaman saklı olduğu, ovalarında üzümün, incirin, bin bir türlü ürünün salkım saçak her zaman bereketle fışkırdığı bu güzelim memlekette.
Kıyım, zulüm, kan ve gözyaşının tarihidir aynı zamanda Anadolu’nun tarihi.
Rum’u, Ermeni’si, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkez’i, Süryani’si, Tatar’ı hep bir, bu kardeş toprağın insanıdır elbette.
Verimli ovalarından bereket fışkıran bu cennet yurt köşesinde aslında herkese yeter su da vardır, altın başaklı buğday da vardır, bal da bol bulunur. Doymayacak karın olmaz, gülmeyecek yüz bulunmaz istense.
Ama gelin görün ki sevgili dostlar yeter ki, kardeşi kardeşe, insanı insana kırdıran emperyalizmin kullandığı faşizm boy vermesin, yeter ki dostluk fidelerinin filizleri ezilmesin bir kez, sonrasında hep büyük dramlar, insanın anlatmaya utanacağı acı öyküler kaplar ortalığı.
Keşke insan insana kıymasa da, “hoşgörü, barış, kardeşlik, merhamet, sevgi, kucaklama, yardımlaşma” zorunluluktan dolayı yapılan eylemler, edimler, duygular, sözler olmasa…
Ama yok; ilahi ki savaş olacak, kan akacak… Ama yok; ilahi ki savaş olacak, binlerce insan ölecek!
Ama yok; ilahi ki savaş olacak on binlerce insan sürgün olacak, kaybolacak, sonsuzluk içinde ebediyen anasız-babasız- sevgisiz yaşamak zorunda bırakılacak!
Anadolu’da da belki çok daha eskisi vardır ama Troya’dan beri bu işgaller, bu kan ve gözyaşı hep var olmuş…
Hele de Birinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nda (1914-1918) yaşananlar, en acı yazgısıdır Anadolu’nun yaşadığı belki de.
Ama ne yazık ki, ne yazık ki binlerce, yüzlerce yıl sonra da, sanki bu toprakların kaderiymiş gibi halen bugün de bu zihniyette olan, işgalci kafalarla dünyaya bakanlar, emperyalistlerle işbirliği yapanlar, bu güzelim toprakları yönetiyorlar.
Diğer Makaleler...
- Geleneği Yaşatanlar, Etkinlikler Mart 2019
- METİNER ORHAN DEDE'YLE BARIŞ TV. SÖYLEŞİSİ
- Hüseyin Gazi Metin Dede'yle Gelenek Üzerine Bir Söyleşi
- OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİN ALEVİLER BEKTAŞİLER AÇISINDAN ÖNEMİ
- PİR VAKFI ÇALIŞTAYI, PİR HABER AJANSI
- Veli Asan Hakk'a Yürüdü
- Kutluay Erdoğan, Şahkulu Dergahı’nda Anıldı
- P.S.A. 2 Temmuz Eğitim Ve Kültür Vakfı’ndan Tarihi Çalıştay
- KONYA EREĞLİ ÖZGÜRLER CEMEVİ’NDE HIZIR CEMİ
- Metiner Orhan Dede'yle Bir Söyleşi, 2016, Şahkulu