Aşık Veysel Yazım
Berfin Bahar Dergisi'nin Temmuz Sayısında Yayınlanan Aşık Veysel Yazım...
Selam ve sevgilerimle...
Bizim Yunus Kolu'ndan, Bir Büyük Ozan: Bizim Aşık Veysel'imiz...
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lâl olsun dillerin söyleme yâda
Garip bülbül gibi ahûzar etme
Zar etme hey zar etme hey zar etme hey
Cumhuriyetin temel değerleri, yalnızlık, vefasızlık, uzaklara özlem, gerçek ve benzersiz doğa aşkı ve sevdası, gerçek dost arayışı gibi nice konuları şiirlerinde ustalıkla işleyen Aşık Veysel, Cumhuriyet Döneminin en önemli halk ozanlarından birisidir.
Kendi çağındaki ve kendi çağından sonra yaşamış bir çok ozanı etkileyen Aşık Veysel'i aynı zamanda bir başka gelenek içerisinde de değerlendirmemiz gerekir.
Bence o; insanlık değerleriyle yoğrulmuş ve Yunus Emre gibi gerçek dost, en iyi insana ulaşma aşkı ve bu uğurdaki arayışı hiç bitmeyen, kendi özünü batıni kültür yolunda da bulan bir gelenek ozanıdır.
Taptuk Emre Dergahı'nda kendisini çekemeyenlerin öfkelerinden ve de çok sevdiği pirinin, kardeşi olarak bildiği kızıyla evlenmeye zorlanan Yunus Emre, tüm hayatını değiştirecek bir karara vararak, bir gece yarısı, ansızın canı gibi sevdiği ustası, babası, yol önderi olarak gördüğü Taptuk Emre'yi ve bu doğru görüp doğru gelenlerin "Tarik-i Müstakim" yani en temiz ve doğru yol belledikleri, buraya değil ki insanın, odunun bile eğrisi giremez, diyerek kırk yıl, ağaçlarla, kuşlarla, börtü böcekle sohbet ede ede, dağlardan dalı, budağı, kırığı olmayan odunları getirdiği evi olarak gördüğü erenler dergahını terk edip, gerçek yaşamın içine karışır.
Dünyanın nasıl çilelerle ve adeletsizlerle dolu bir yer olduğunu tüm hayatı boyunca iyice öğrenir. Sadece tasavvufçu, tekke şairi olarak değil de, zamanla yazdığı ölümsüz dizelerle dünyalı Yunus Emre olarak da bilinir, tanınır, sevilir.
Söylence budur ki, yaşı da ilerleyen, dergahın ve pirinin hasreti iyiden iyiye bağrını yakan Yunus Emre daha fazla dayanamayıp bir gün yolunu yine Taptuk Emre Dergahı'nda uğratır.
Fakat çözmesi gereken bir sorun vardır onun: ya piri Taptuk Emre, destursuz, icazetsiz dergâhı ve kendilerini terk etmesini affedememişse, kendisini görmek istemezse ne yapacaktı?
Bu duygu, düşünce ve karamsarlıklarla dergaha varınca, dergahın bahçesinde Taptuk Emre'nin eşi Ana Sultanı görür. Eline varıp, niyaz eder. Meramını anlatır. O da, Yunus, Taptuk Emre'n, pirin çok yaşlandı, artık gözleri çok iyi görmüyor. Sen şöyle kapının eşiğine uzanırsın, o da oradan geçerken ayağı sana değince, bu nedir, kimdir? diye sorar. Ben de Yunus, derim. Eğer hangi Yunus, Bizim Yunus mu, derse o zaman bilki pirin seni affetmiş demektir.
"Ezelden beri benim fikrim / Enel Hakk idi zikrim" diyen Yunus Emre; Batıni yolda insanı en kutsal varlık bilip "Hakk ademdedir", diyen ve 922 yılda Bağdat'ta, görüşlerinden dolayı katledilen Hallac-ı Mansur'un dünya görüşünü benimseyip, onun yolundan gitmiş Anadolu'nun bilge, hümanist ve bu toprakların en büyük ozanlarından birisi olmuştur. Yunus Emre kendisinden sonra bir büyük halk ozanlığı geleneğinin bu topraklarda yeşermesini sağlamıştır.
İşte aynen Yunus Emre gibi bir Alevi olmasına, Alevi yolunda yürümesine rağmen yine Yunus Emre gibi şiirlerinde bu inancın şifreleri olan sözcüklerle, kavramlarla, terimlerle değil de; bizzat yaşam dolu şiirleriyle Aleviliğin de değerleri olan konularla örer şiirlerini Aşık Veysel.
Çağının sorunları, doğruluk, güzellik, dürüst insan ve toplum anlayışı, benzersiz doğa sevdası görülür onca zaman geç de de değerinden bir şey kaybetmeyen şiirlerinde.
Erdoğan Alkan "Kör Oldum Veysel Oldum"derken onu çevreleyen şartların Aşık Veysel'i Aşık Veysel yaptığını belirtir.
Aşık Veysel; Koca Ahmet Yesevi'den, Dedem Korkut'a, oradan ve Yunus Emre ve cümle Anadolu ozanların sürdüğü yolda ilerlemiş Türk Kültürünün ve bu toprakların en ölümsüz seslerinden birisi olmuştur.
Şiirlerinin gücü, konu çeşitliliği, dilinin, anlatımının sadeliği, işlediği konulardaki derinlik onun yaşadığı günleri aşıp geleceğe taşıyacağımız büyük bir değerimiz olmasını sağlamıştır.
Bir sevda insanı olan Aşık Veysel hiç durmadan, içindeki derin hislerin her birisini bir başka aydınlık duyguyla ve farklı dünyalara götürüp ve kendi çizdiği rotasında bizleri peşinden sürüklemiştir.
Onun Toprağı; yaratan, üreten, açları doyuran ve tüm kirleri, kötülükleri örterek, insanın karanlık noktalarından, verimli aydınlık yarınlar çıkmasını sağlayan, tüm dünya insanlığının akıl ürünü ekinlerinin filizlendiği, "Adem Ata/ Havva Ana"yı da, her türlü yaratıyı bize veren yaşamın bizzat ta kendisidir.
Onun dağları, sulak yaylaları, çayırların, çimenlerin içindedir.
Her daim güzeller ve çiçek açmış ağaçlarıyla Aşık Veysel, her daim dünyayı güzellikler içinde, aydınlıklar içinde düşler, betimler.
Toprak yurttur. Yurt korunduğun, hayatını borçlu olduğun en önemi sığınağındır.
Toprağın yoksa yurdun da yoktur. Yurdun yoksa her an yok olabileceğin, sonsuza kadar kaybolacağın bir karanlıktasın demektir.
O yüzden Aşık Veysel'de yaşam, toprakla ve yurtla anlamlıdır. İşte yurdun ve bayrağın varsa, üstünde çayır çimen dağların da olur, türlü güzellikler de olur, gelinlik kızlar o zaman yaylalara çıkabilirler, atlar o verimli ovalarda bir baştan bir başa coşkuyla koşabilir, binbir renkli çiçekler, derin kökler gibi yaşam fışkıran dallarıyla ağaçlar o zaman sonsuza kadar aydınlıkta boy verebilirler.
O zaman yaşam olur, o zaman insanlar dost olabilir, işte o zaman da insan ölse bile dostları onu hatırlayıp, yad edebilirler.
Böylece bu fani dünyadan geçsek de, göksel varlığa varsak da, en ölümsüz dostlukla, bir yurdu olan insanların gönüllerinde bizler sonsuza kadar yaşayabiliriz.
Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben saç mıyım (Aşık Veysel)
...
Şaşma gönül doğru yoldan
Meydan almaz kuru bühtan
Saz çalarlar sarı telden
Yanık gelir ses ıraktan (Aşık Veysel)
Aşık Veysel de bir çok Alevi ozan gibi aslında "dergâh- tekke- ocak- makamından / usta aşık- pir elinden" geçmiştir.
1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun gereği Hacı Bektaş Dergahı kapatılınca orada bulunan bazı dervişlerin Aşık Veysel'in memleketi olan Sivas, Şarkışla Sivrialan yakınlarında bu gelenegi sürdurdukleri çok iyi biliniyor. Aşık Veysel de "Bektaşi Meclisleri/ Muhabbetleri" düzenleyen bu canlarla sayisiz kez bir arada olmuş, onların düşüncelerinden yararlanmıştır.
Sivas, Hafik, Yalıncak Sultan Ocağı'na bizzat gitmiş, bu ocak dedelerinden feyz almış, hatta ikinci evliliğini bu ocaktaki bir bacıyla yapmıştır. Sivas Divriği Çamşıhı yöresi dede ve aşıklarıyla bir araya gelmiş, onlardan çok etkilenmiş,
Alevi inanç dünyasının sır perdelerini onlarla aralamıştır.
Alevi - Bektaşî Yolu'nda öğretinin temeli "insan-ı kamil" olmaktır. Yani, gönül kırmayan, herkesin sevgisini kazanmış bir olgun insan olabilme çizgisinde, "Dört Kapı / Kırk Makamdan" geçip, "Edep - Erkan" usulünce toplumda oturmasını, konuşmasını, kalkmasını bilip, "kamu alem / cümle alem birdir bize" denilen, "72 milleti bir nazarda" görüp, cümle canlı mahlukları özünden yaratan Tanrı'nın birer parçası olan "cihan alemi", kendi özünde "Cem edip", insanlık yolunda bir menzil kazanmaktır tüm hüner.
İşte Aşık Veysel insan, doğa ve yurt sevgisiyle yoğrulmuş Anadolu Hümanizması olarak bilinen ve Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Seyyid Ali Sultan / Kızıldeli, Virani, Yemini, Kul Himmet, Teslim Abdal, Pir Sultan Abdal gibi eren ve evliyaların, ozanların yolundan giden bu geleneğin cumhuriyet dönemindeki bir önemli ozanıdır.
Seherde ağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım
Ciğerim dağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım bülbül ey (Aşık Veysel)
Aşık Veysel de sadece kendi haline değil, ağlayanla ağlayan, gülenle gülen bir insan olarak yüreği ezik insanların duygularına da tercüman olan bir duygu ozanıdır.
Ozan bilge insandır; sezgi gücü çok yüksek, benliğini aşıp toplumsal sorumluluk bilinciyle hareket ederken tüm yeryüzü insanlığının değerlerini kendi değeri ve sorunlarını ise kendi sorunu olarak bilen insandır.
Aşık İhsani'nin dediği gibi "Sorumluyum Ben Çağından / Dik Dağımdan Düz Ovamdan / Sömürüyü Toprağımdan / Kovana Dek Yazacağım"
Aşık Veysel'in toplumcu şiirlerinin olmadığı, devlet düzeninin yanında yer alıp, yaşanan haksızlıkları dile getirmediği yönünde bazı eleştiriler vardır.
Her bir ozanın dünyaya, olaylara, yaşama bakışları birbirinden çok farklıdır.
O yurduna sevdalı, yurdunun sorunlarına duyarlı bir doğa ve halk aşığıdır.
Ama unutmamak gerekir ki, Aşık Veysel daha çok "insan- toplum- doğa" bağlamında bir geleneğin sürdürümcüsüdür.
Anlatamam derdimi dertsiz insana
Derd çekmeyen dert kıymetin bilemez
Derdim bana derman imiş bilmedim
Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz (Aşık Veysel)
...
Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gökyüzünde dalgalanır seslerim (Aşık Veysel)
Aşık Veysel yaşamın tüm güzelliklerini hissedip, yaşama bağlansa da her ozan gibi o da yalnız bir insandır, derdini tam anlatamayan, tam anlaşılamayan, zaman zaman kendi kendisiyle başbaşa kalınca hüznünü bağrına bastığı bağlamasıyla paylaşan bir yaralı yürektir.
Hayatın ilk baharında yediği ilk darbe değildir sadece ondaki derin yaralar, eşinin onu terk etmesi, evladını kaybetmesi, köylülerinden ve akrabalarından yeterli ilgiyi görmemesi de onun hüzünlerini arttıran faktörlerdir.
Ayrılık günleri geldi dayandı
Eğlenip burada kalan elveda
Eridi cesedim yüreğim yandı
Sinem delik delik delen elveda (Aşık Veysel)
Her ozan gibi sevdası, arayışı, yakarışı, özlemi hiç bitmeyen Aşık Veysel; Anadolu gezilerinde, seyahatlerinde, okullarda, sahnelerde sazını çalıp, benzersiz sesiyle evrene seslenirken, yüreğiyle insanlığa dokunmak istemiş, insanlık özlemi hiç bitip tükenmemiş, insandan umudunu hiç kesmemiştir.
Ama Aşık Veysel köklerinin ne olduğunu da her zaman bilen, bir ozanlık geleneğinin içinde bir kimliğe sahip olduğunu hiç unutmayan bir ozandır.
Aşık Veysel yurduna sevdalı, "Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil" diyen Yunus Emre'nin insan severliğiyle dolu olduğunu görürüz.
O
"Hak'a minnet canum külli nur oldı
İçüm taşum nur ile ma'mur oldı
Uyandı devletüm gaflet habından
Bir ile varlığım külli Bir oldı"
Diyen Kaygusuz Abdal,
"Bakıp cemal-i yare çağırırım dost dost
Dil oldu pare pare çağırırım dost dost
Aşkın ile dolmuşum zühdümü yanılmışım
Mest-i müdam olmuşum çağırırım dost dost"
Diyen Niyazi Mısri,
İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerler idi
Ben can nedir şimdi bildim
Diyen Muhittin Abdal
Gibi batini tasavvuf yolunu süren ozanların kolundan gelen bir gelenek ozanıdır.
Cumhuriyetin değerlerini, okumanın, kalkınmanın önemini, birlik ve beraberlik duygularının kutsallığına inanmış, yazdığı ölümsüz dizeler dünya durdukça yaşayacak bir büyük değerimizdir.
Anısı önünde eğiliyoruz.
Ayhan Aydın
16 Haziran 2023
Berfin Bahar, Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Yıl: 28, Sayı: 305, Temmuz 2023, Sayfa: 12-14, İstanbul
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lâl olsun dillerin söyleme yâda
Garip bülbül gibi ahûzar etme
Zar etme hey zar etme hey zar etme
Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan mı aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma
Sızlatma hey sızlatma hey sızlatma
Bahçada dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkar etme
İnkar etme hey inkar etme hey inkar etme
Sen petek misali Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma
Unutma hey unutma hey unutma
Çiğdem der ki ben elayım
Yiğit başına belayım
Hepisinden ben alayım
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Lale der ki behey Tanrı
Neden benim boynum eğri
Yardan ayrı düştüm gayrı
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Nevruz der ki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gökyüzlüyüm
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Nevruz der ki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gökyüzlüyüm
Benden ala çiçek var mı
Al baharlı mavi dağlar
Yarim gurbet elde ağlar
Sümbül der ki boynum uzun
Yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin
Benden ala çiçek var mı
Abone Koşulları: Yurtiçi Yıllık (12 Sayı): 600 TL. Kitap Armağanlı Abonelik: 750 TL / Cezaevlerine; Yıllık (12 Sayı): 300 TL. Resmi Kurum-Kuruluşlara; 12 Sayı: 900 TL Resmi Kurumlara Birim Fiyatı: 75 TL. / KKTC: 12 Sayı, 720 TL Yurtdışı: 12 Sayı, Avrupa: 85 Euro; ABD ve Uzakdoğu: 90 Dolar, (Yurtiçi ve yurtdışı abone bedelinin Türkiye İş Bankası İstanbul - Cağaloğlu Şb. Berfin Basın ve Tic. Ltd. Şti. 1095-558371 nolu TL. hesabına yatırılması rica olunur.) Posta Çeki No: Befin Basın Yayın Tic. Ltd. Şti., 5096824
Adres: Cağaloğlu Yokuşu, Evren Han, No: 29 / 62 Cağaloğlu 34112 - İSTANBUL / Tel: (0.212) 513 79 00 Faks: (0.212) 512 37 20
www.berfin.net / e-posta Adresi: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Ali Kızıldeli Dede
Ali Kızıldeli Dede Hakk’a Nail Oldu…
Aslen Malatyalı olup, Gaziantep’de doğmuş olan, Kızıldeli Ocağı’ndan Ali Kızıldeli Dedemiz (1942 – 10 Mart 2023) Hakk’a nail oldu.
Tüm ömrünü cemlerde, erkanlarda, muhabbetlerde geçiren, İran, Suriye, Irak'a kadar giden, gönüller birleyen, dürüst insan, gönüller sultanı, canlar canı Ali Kızıldeli Dedemiz sonsuzluk Alemine göçmüştür.
Gül yüzlü dedemizin devr-i daim, devri asan, yeri gönüller, menzili mübarek olsun…
Ali Dedemizle çok sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz olmuştu. Abdal Musa sevdalısı olan Ali Dedemiz sürekli oraya gidip etkinliklere, cemlere katılan bir önemli değerimizdi.
Şimdilerdeki gibi, devlet, belediye, kurum güdümüne girip, yanlışları doğru gibi halka yutturan, menfaate daha çok düşen kent türedisi dedeler gibi değil, halkının bağrına, gönlüne ulaşan gerçek bir pir, gerçek bir yol evladıydı…
Nurlarda yatsın gül yüzlü dedem… Yerin nurla ala nurla dolsun, üzerinde çiğdemler, nergisler, sümbüller büyüsün…
Anın daim, yerin Ehlibeyt sevenlerin kalbi olsun… Uğurlar olsun, uğurlar olsun, uğurlar olsun…
Ali Kızıldeli Dede (Kızıldeli-Seyyid Ali Sultan Ocağı Dedesi)
Ayhan Aydın
Sevgili dede ne zaman, nerede doğdunuz?
1942’de Gaziantep’te doğmuşum. Dedem Hasan Dede Malatya’da doğmuş, babam ise o da Gaziantep’te doğmuş. Aslen İran’dan Erdebil’den gelmeyiz, Nişabur kentinden gelmeymişiz. Aslında bizim atamız iki kardeş, bir bacılarımış. İran’dan Irak’a, oradan Beyrut’a gitmişler. Beyrut’tan bir gemiye binmişler. Gemiyle Yunanistan’a geçmişler, o zaman Sırp dönemiymiş. Gemiyi Sırplar iskeleye çekmişler. Bunlar gemiye kaçak bindikleri için bunları Sırplar yakalamışlar. Bunların birinin adı Seyyid Ali Sultan, diğerinin adı Ali Seydi Sultan’mış, bacılarının adı da Bacım Sultan’mış. Oradaki kumandan Bacım Sultan’ı kendine hizmetçi olarak almış bunları da serbest bırakmış. Birisi gelmiş Kırcaali’ne yerleş, o dönem para yok pul çok çünkü, orada ikamet etmiş, birisi de Dimetoka’ya gelip yerleşmiş. O yöreleri irşat etmeye başlamışlar. İslamiyet’i ve Aleviliği o yörede yaymaya başlamışlar. Başlarına talipler toplamaya başlamışlar, talipleri de çoğalınca isimleri yayılmaya başlamış. Zaman içinde Seyid Ali taliplerinden bir ordu kurmaya başlamış. O zamanın padişahı da diyor ki mademki Seyid Ali’nin bu kadar askeri var, ordu kuruyor, İslamiyet adına çalışıyor, buna demiş bir yazı yazıyım. Yazıyı yazmış, babası Mehmet’e bir manga askerle birlikte bu mektubu da vermiş, babası o zaman biraz kafayı oynatmışmış, vermiş eline babasını göndermiş. Babası gelmiş Kızıldeli Sultan’ın yanına. Mektupta yazıyormuş ki ne kadar eli silah tutan asker varsa onları yanına al gel, tekkeye hizmet edenler orada kaslın, diyor. Mektubu Seyyid Ali Sultan Kızıldeli Sultan okuyor. O zaman Kızıldeli de tamam diyor, madem padişah emir etmiş (gidelim) topluyor dervişlerini, tekkeye hizmet edenlerini orada bırakıp çıkıyor İstanbul’a doğru yola. İstanbul’a çıkınca Muharrem ayı yaklaşıyor, geliyor Edirne’ye. Edirne’de tam muharrem başlıyor. Muharrem ayı çıkıncaya kadar burada ikamet edek (diyor) boş bir araziye konuyorlar. Kendilerine de ufak tefek sığınacak, gölgelenecek yerler yapıyorlar. Orada ikametgah ediyorlar, orada on iki gün Muharrem Oruçlarını tutuyorlar. Muharrem Orucunu tuttuktan sonra da oranın halkına da Müslümanlığı ve Aleviliği yaymaya başlıyorlar. (….) Sonra Seyyid Ali Sultan İstanbul’a varıyor, bir iki gün derken padişahın huzuruna çıkamıyor.
Böyle bir iki üç beş gün derken, Seyyid Ali Sultan diyor ki, biz buraya yiyip içmeye gelmedik, Padişahla görüşelim artık diyor ve padişaha haberci gönderiyorlar. Padişahım, diyor bizi buraya davet ettin de biz buraya yemeye içmeye, o kadar yolu boşuna gelmedik, diyor. Padişah diyor ki, senin askerlerin var, ben de sana biraz asker vereceğim, sen onların başına mihmandar olacaksın, bunun adı da Yeniçeri ordusu olacak, diyor. O da başım üstüne, diyor. Ne ihtiyacın varsa, karşıla diyor, ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Adamlarını da ona veriyor. Peki, şimdi ne yapacağım, diyor? Padişah diyor ki, doğuya gideceksin. Malatya yöresine gidecek orada İran askerleriyle, şahın askerleriyle savaşacaksın, diyor. Başım üstüne diyor, artık bir ay mı, iki ayda mı, Malatya’ya varıyor ve orada İran askerleriyle karşılaşıyor. Orada İran askerlerini yeniyorlar ve orada oldukları yerde yerleşip kalıyorlar. Bu askerler istek üzerine geldikleri için bunlara “tercihli” asker demeleri gerekirken, “tencirli” diyorlar. Bundan sonra da onların adı Tencirli olarak kalıyor. Bir kısmı da Süzenli gurubu oluyor. Ve o askerler orada yerleşip kalıyorlar. Seyyid Ali Sultan da orada ikamet ediyor, orada vefat ediyor, orada kalıyor.
Tam neresi Seyyid Ali Sultan’ın türbesinin olduğu yer?
Malatya Yazıhan’ın Fethiye Köyü Tenci Mezrası. Bir Aşağı Tenci var, bir de Yukarı Tenci var. Padişah tüm buradaki araziyi Kızıldeli’nin adına veriyor. Onlar üç kardeşmiş ve de onun üç evladı varmış, bizim neslimiz de o üç kardeşten geliyor. Onların isimleri biliniyor mu? Onu bulamadım. Ama ben beş göbek ilerimi biliyorum. Benim babamın ismi Ali, onun babasının adı Hasan, onun babasının adı Mehmet Efendi, onun babasının adı da Ali Efendi. Bizim köyümüzde on iki ev, on üç olmaz. Bu her zaman böyle olmuş. Şimdi de aynısıdır. Bizim atalarımız hiçbir zaman kendi menfaatleri için bir şey yapmamışlardır. Hep topluma hizmet etmişlerdir. Dünya da en çok talibi olan Kızıldeli Sultan’dır. Neden Kızıldeli demişler? Asıl ismi Seyyid Ali Sultan’mış, Kızıldeli demişler. Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye gelmiş. Bakmış ki ocağın üstünde Kara Kazan duruyor. Ne o, ne bekliysiz, demiş. Odun yok demişler. Nasıl, Tekke’nin odunları eksik olur mu, demiş. Ayakları kazanın altında yanmış, elleri de kevgir etmiş, kazanı karıştırmış. Bunun üzerine oradaki dervişler, Hacı Bektaş Veli’ye gitmişler. Demişler ki, bir at geldi, atın üstünde birisi geldi. Böyle böyle oldu demişler. O da demiş ki o Seyyid Ali Sultan, Kızıl’dır, demiş. Kızıldeli dememiş. Yanına gitmiş demiş ki, ya Seyyid Ali Sultan ben sana Kızıl demiştim ama Kızıldeli’ymişsin, demiş. Onun ismini de Hacı Bektaş Veli koymuş. Siz de Tenci Köyü’ndensiniz? Biz de o köydeniz. Bizim oradan çıkmamız çok eskiye dayanıyor. Eşiniz (ana)’da aynı köyden mi? Biz zaten amcazadeyiz. Aynı köydeniz. Bir başı Antalya’da, bir başı Gaziantep’te, bir başı da İstanbul’dadır. Bizim köyümüz dede köyüdür. Hepsi dededir. Benim dedem o köyden çıkıp Gaziantep’e gelip yerleşmiş. Bizim Antalya’daki Amcazadelerimiz cem yürütmezler. İstanbul’da var. Gaziantep Düztepe Mahallesi’nde bizim soydan insanlar vardır. Kardeşimin çocukları vardır, onlar iki evdirler. Orhan ve Ali Kızıldeli’ler orada yaşıyorlar.
Niyazi Mısri'nin Limnos Adası'nda Bulunan Tarihi İzleri
Niyazi Mısri'nin Limnos Adası'nda Bulunan Tarihi İzleri
İster isen bulasın cânânı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir’âtında gözle onu sen
Gayre bakma sende iste sende bul
(Niyazi Mısri)
Sıradışı bir mistik ozan olan Niyazi Mısri (9 Mart 1618 - 16 Mart 1694), Halveti Tarikatına mensup olsa da taşkın Ehlibeyt sevgisi, görüşleri, camilerde, mevcut adaletsiz düzeni ve yöneticileri çok ağır şekilde eleştirdiği için ilk önce Rodos Adası'na, sonrasında ise iki kez Limni Adası'na sürgün gönderilmiştir.
Çok ağır koşullarda yaşayan Niyazi Mısri şimdi Yunanistan'a ait olan ve yaklaşık 500 yıl Osmanlı idaresinde kalan Limni Adası'nda hayatını kaybetmiştir.
Şiirleri, yaşamı, çileleri, dervişleriyle hiç unutulmayan Niyazi Mısri ile ilgili, Balkanlar özellikle Yunanistan'daki Osmanlı - Türk varlığı ile ilgili dünya çapında bir tarihci olan Prof. Dr. Heath W. Lowry'nin dün hediye ettiği kitabı bu sabah okudum.
Onun araştırmacı aşkına hayran kaldım.
Tarihçi, tarihi belgeler yanında yer- coğrafya- kişi ve belgelerden de çok yoğun bir şekilde yararlanan kişidir. Haritalar, tarihi fotoğraflar, yazmalar, her türlü belge... Elbette bol bol yerinde araştırma yani görme uğraşları, geziler... Hani oturduğu yerden başka yerlerden çalıntılarla kitaplar yazanlar var ya, kendisine tarihçi diyenler de hep aynı yerde, aynı plağı okur gibiler...
Bol bol okuma, yabancı diller, yüksek muhakeme gücü ve mutlaka yerinde araştırmalar...
Bunlar olmadan olmuyor.
İşte Sayın Lowry'i dinleyince, okuyunca insan tüm bunları düşünüyor.
Tarihi belgeler yanında yerinde incelemeler...
Niyazi Mısri'nin izinde Limni Adası'nda araştırmalar; Camii, kale, bina kalıntıları, kitabeler, fotoğraflar...
Prof. Dr. Heath W. Lowry de Niyazi Mısri'nin yaşam öyküsü yanında Limni Adası'nda yaptığı araştırmalarla eskiden onun adını taşıyan camii, uzun süre hapsedildiği kalenin kalıntıları, dergahından kalanlar ve tarihi bir kitabe üzerinden araştırmalarını bizlerle paylaşıyor...
İşte böylesine işine aşık, işinin ehli gerçek tarihçilere çok ihtiyacımız var.
Sevgili hocamızın emekleri var olsun...
Heath W. Lowry, Niyazi Mısri'nin Limnos Adası'nda Bulunan Tarihi İzleri, Çeviri: Kıvanç Tanrıyar, Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul, 2011
Ayhan Aydın
20 Ocak 2023
AYHAN AYDIN'A ŞİİR BÜYÜK HEDİYE
En Güzel Hediye....
Yolumuzun Aydınlığı Bizleri Yaşatıyor, Peşinden Koşturuyor...
Ne Kadar Çileler Çeksek De, Geçmişte Yaşayan Atalarımızın Çektikleri Yanında Bizimkisi Hiç Kalır... Tek İsyanımız Bu Güzel Yolun Birilerince, Her Zaman Başkalarını Suçlasalar da, Suçladıkları Kişiler Gibi Yine Kendilerince De Kullanılmasıdır...
Yolu Gönlüyle Yaşatıp, Yozlaştırmayanlara, Yola Hizmet Edenlere Aşk Olsun...
Mustafa Sazcı Can Kardeşimizin Bana Yazmış Olduğu Şiir Beni Çok Mutlu Etti... Sizlerle Paylaşmak İstedim...
Muhabbetlerimle...
Ayhan Aydın
Ayhan Baba vaktin hayr olsun.
Öncelikle yola, geleneğe ve cümle ocaklara içi sırada ocağımız Kızıldeli Seyyit Ali Sultan ocağına olan hizmetlerinizden dolayı müteşekkirim, o güzel yüreğinize aşk-ı niyazlarımı sunuyorum.
Hakk ve hakikat yolunu tüm hakikatiyle sürdüren rehberlerimizden, pirlerimizden, mürşidlerimizden sonra bu hizmeti yürütecek olan tüm genç Ocak evladlarına muazzam bir arşiv oluşturdunuz. Zulmat ehlinin tüm gücüyle karanlığa boğmak istediği bu nurlu yolda bir delil de nefeslerinizle, makalelerinizle, programlarınızla siz uyardınız. Bu nedenle ne kadar teşekkür etsek az olacaktır.
Ezcümle dün gördüğüm güzel bir düşün üzerine gönülden dökülen kelamları size de iletmek istedim. Aşk-ı muhabbetle...
Nefesizin daim, ilminiz gür olsun. Mutluluk, huzur, sağlık ve bilcümle güzellik ocağınızda, bucağınızda kaim olsun. Hakk sizleri bizlere bağışlasın.
Güzel dosttan gelen tatlı sedaya,
Kulak verip yola çıktın Cevheri.
Baldan tatlı zehre, cemi hevâya,
Sırtın dönüp aşka uçtun Cevheri.
Aşkın deryasında hayli menzilin aldın,
Dalıben deryaya inciyi buldun,
Cafer dükkanına tezgâhın kurdun,
Gevher alıp, gevher sattın Cevheri.
Gezip dolaşırsın dostun bağında,
Abdal Musa Pir'in ol Durdağında,
Bir ismi Balkandır, Urum diyarında,
Nazenin yoluna girdin Cevheri.
Sarıbal Ocağı diyarındansın,
Cümle yol ehlinin şiyarındasın,
Hem bugündesin, hem yarındasın,
Eserinle hayat buldun Cevheri.
Sarı Saltık Sultan, Şah Kızıldeli
Teselya'da gözüm nuru Durbali,
Onlardan ayrı mı Merdan'ım Ali,
Arının sırrına erdin Cevheri.
"Erenler Katarı" yolun belleği,
Devam etmesidir canın dileği,
Dilekten de öte çağın gereği,
Buradan payını aldın Cevheri.
Telli Kur'an ile miraç eyledin,
Eyledin de dostu tavaf eyledin,
Canın, gerçeklere teslim eyledin,
Meydana koç kurban geldin Cevheri.
Hüseyn-i Kerbela mülkün ihyası,
Onların aşkına çekeriz yası,
Gökkube altında derdin devası,
Dermanı kâmilde buldun Cevheri
Arama uzakta sen seni gözle,
İkilik bulunmaz cihanda, özde,
Hünkar Bektaş Pir'in izini izle,
Menzili maksûda erdin Cevheri.
Daim Hakikati kendinde ara,
Der ki gerçek erler; arayan bula,
Vallahi düştüğün girdab-ı bela,
Mihneti belayı çektin Cevheri.
Suyun gözesinde bulmuşsun iman,
Tuttuğun dal değil dest ile demân,
Kılavuzun olsun Ol Şah-ı Merdan,
Şaşıp düşmeyesin Baba Cevheri.
Devri der ki: sözü tamam eyledim.
Eyledim de aşk deryasın boyladım,
Aşık Ali'yi de rehber eyledim,
Senden sana ayna tuttum Cevheri.
Vallahi gül yüzlü, nur cemalli can kardeşim, senin bu sözlerin benim için bir aşk badesi oldu...
Zaman zaman isyan edip, küsüyorum her şeye...
Senin bu cevher sözlerin hayat verdi bana...
Sana ne söylesem az gelir...
Yüreğin var olsun, var olsun.
KÜLLER ARASIN HAÇİN
KÜLLER ARASIN HAÇİN
Hiç sormazsın nazlı yâri
Gurbet ile düşmüş gönlü aman aman
Silen yok gözümden yaşı
Haçin dağı aman ha Haçin dağı
Niçin susmuş yârin sazı
Yuvasından ayrı düşmüş aman aman
Arar gördüm nazlı yari… (Sayfa: 177)
Bir yazar, bir edebiyatçı; dünyayı, olayları, yaşamı şiirsel bir dille, ana örgüsünde her en olursa olsun, üslubuyla, seçtiği sözcüklerle, kendi metnine verdiği ruhla var eden o söz ustası, kendi eseri üzerinde ayrıca çok çalışır mı, yazdığı kitapla ilgili çok kitap okur mu, gece gündüz bir de kafayı tarihe, coğrafyaya, tıbba, fiziğe, astronomiye verir mi?
Bir yazar yazısıyla, yazdıklarıyla bilinir, ölçülür, anılır. Binlerce, belki on binlerce sayfa yazı yazsa, hangi konuda olursa olsun ortaya bir şeyler koysa da, insanları, insanlığı, edebiyat dünyasını ne kadar etkileyebilir?
Bunun kıstası; bir yazar olması, insanlığın ortak hafızasında onu etkileyebilecek gerçekçiliğin ötesinde diliyle bu gerçekliği ölümsüz kılacak dizelere sahip olması yetmez mi?
Koskoca bir dağ ve bu dağın içende, belki de yeryüzündeki tüm dağların içinde mutlaka bulunacak bir avuç altın için o dağın tüm kayalarını, taşlarını, topraklarını elememiz mi gerekir? Dağ dağdır, bir dağ bir dünyadır, ama dağdan insanlığa, insanlığın ortak yaralarına merhem olacak bir tutam ot bulmak için onca çaba harcamak?
Gerçi sonsuz faydası var keçiboynuzunun ama bir petek parçası baldaki tadı alabilmek için bir çuvalını yemek?
Neyse yine baştaki soruya dönelim; bir yazar eserini yazarken ne kadar çalışır, ya da çok çalışmalı mıdır?
Bu soru böyle kalsın.
Ama nice edebiyatçı kendi eserini yazarken sadece hafızasına güvenmiyor, edebiyat gücüyle yetinmiyor, elbette ele aldığı konuda, meselede gerçek, doğru, genel geçer, bilimsel bilgilere ulaşmak için yoğun emek veriyor. Okuyor, araştırıyor, kendisini besliyor, besliyor ki, eserinin ayakları daha sağlam yere bassın, daha geniş bir perspektifle olaya derinlikli bakıp farklı çevreleri de kucaklayabilsin.
Çok sevgili Sırrı Özbek’in Belge Yayınları’ndan çıkan Namekan, Baba İshak’ın Uzun Yolculuğu kitabını bitirdikten hemen sonra başladığım yine Belge Yayınları arasında çıkmış olan, Halil İbrahim Özcan’ın Küller Arasında Haçin kitabı da öbürü gibi beni çok etkiledi.
Sayın Sırrı Özbek şiirsel anlatımıyla beni çok saran Namekan’ı yazarken konusuyla ilgili ciddi bir çalışma süreci de yaşadığını, kitabın konusuyla ilgili döneme ait birçok kitap okuduğunu bana söylemişti. Ama edebiyat gücü, o tarihsel olayı, bir tarih kitabı değil de, bir önemli edebiyat eseri olarak yazmasını sağlamış, bence benzersiz tasvirleri, insan karakterleri, ölümsüz doğa betimlemeleriyle bize ciddi bir roman kazandırmıştı.
Yaşadığımız toprakların aslında ne güzelliklerini, ne tarihinin bilinmezliklerini, ne de benzersiz insan öykülerini yazmakla bitiremeyiz.
Tam da böyle bir şekilde 1240’lardaki Babailer İsyanı olarak bilinen Baba İlyas ve Baba İshak’ın tarih – coğrafya – kişi bağlamındaki öyküsünde Baba İshak’ın Uzun Yolculuğunu Sırrı Özbek’ten okuduktan sonra, bu sefer yakın bir dönemde 1920’lerde yine bu topraklarda sonu kanla biten bir trajediye farklı bir bakışın romanını yeni okudum.
Ben de çok değerli yazar dostumuz Halil İbrahim Özcan’ın; Küller Arasında Haçin romanından sizlere bahsetmek istedim.
Anadolu…
Dost olmak, hısım – akraba olmak, can olmak, bölüşmek ekmeği, derdi ve tasayı aynı yüreklilikle…
Birlikte yaşanılan aynı toprağı, dağı – taşı, aynı gökzünün altında aynı kaderi paylaşmak aynı bilinçle…
Diller farklı olsa da, kültürler farklı olsa da, inançlar farklı olsa da, isimler ayrı olsa da, ekin ekmek, aynı yürekte türküler söylemek aynı altın başaklı tarlalarda…
Kan yağar göğden, çeteler, haramiler, eşkıyalar basar yuvalarımızı; mavzerlerinden önce kahpe ağızlarındaki salyalarla ölüm saçarlar karanlıktan gelenler, karanlık güç odaklarından güç alanlar, her biri firavunlaşan muktedirler…
Yaşamın, hayatın düşmanları, çocukların gözlerindeki aşkın düşmanları; vicdansız ağaların, paşaların, ellerinden şeytanın yazdığı fermanlar, beratlar, kanunlar, kanunnameler, sözleşmeler, Moğol güçlerinden sonra Batı’nın Sevr’lerinden taşan emperyalist güç odakları kardeşi kardeşe düşman ederler yaşadıkları kadim topraklarda…
Tek dişi kalmış canavar Batı’dan faşizmin ve yokluğun öbür adı çıkar; namussuzluk, bencillik, ırkçılıkla yoğrulmuş paylaşım savaşları olarak…
İşte Anadolum; Kafkasların, Mezopotamya’nın, Balkanlar’ın arasına geçit olmuş, yıkılmaz tertemiz insan ruhuyla, kültürüyle, acılarından yapılmış insanlık köprüsü.
Yok dirlik, yok düzen, yok bir sürekli çelikleşmiş özde bir toplum, ortak bir vatan olma ülküsü…
Yok etmişler aşkı ve sevdayı, bölüşüp, kardeşçe pay etmeyi ekmeği ve aşı…
Her tarafta, her zaman akıtılan gözyaşı, gözyaşı…
Huzur bulmak için gelenleri, derin acılara koyup, susuz kuyularda, kuru derelerde, otsuz dağlarda köle eden, sürgün edenler coğrafyası…
Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çerkezi, Rumu, Arabı…
Derken Yörüğü, Türkmen’i, Tartacısı, Çepnisi…
Dil yaralanmış döker hicranları
Hüzünlü gönül pare pare,
Yürekten yakar türküsünü Anadolu insanı buna ne çere?
Küller Arasında Haçin
…
Sürgüne gidenlerden çok azı dönebilmişti. Artık biliyorlardı ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sanki güneş eski güneş, toprak eski toprak, Türk komşuları da eski Türk komşuları değildi. Her an patlamaya hazır bomba gibiydiler. Bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken öbür yandan da Türklerden kendilerini korumak için hazırlık yapmaktaydılar. Sancılı günler yaşıyordu Ermeniler. Daha az yemek yiyor, daha çok çalışıyor ve birbirlerine umut aşılıyorlardı. (Sayfa: 168)
…
Halil İbrahim Özcan’ın kaleme aldığı Belge Yayınları arasında çıkan Küller Arasında Haçin kitabı, 1920’lerde Adana – Kayseri ve çevre illerde yaşanan, 1915 Ermeni Tehcirine dayalı olarak gelişen ve Ermenilerle Türkler arasında büyük gerilimlere sebep olan olayları irdeleyen tarihi bir roman.
Tarihi bilgiler ışığında Adana’ya bağlı Haçin yani Saimbeyli beldesinde, sürgün edilen Ermenilerin bir kısmının gelip ata yurtlarındaki eski yaşam koşullarını bulamamalarının çok acıklı öyküsünü anlatıyor Haçin.
Ayrılıkçı güçlerin, devlet gücünün zayıflamasıyla düzeni ele almaya başlayan çetelerin, Fransızların kontrolündeki bazı Ermenilerin de aynen Türk çeteler gibi insanlara zulme başlayıp Türklere baskı yapmalarının kanla biten tarihini bizlere anlatan Küller Arasında Haçin, çok hüzünlü bir tarih sayfasının gözler önüne serilmesi gayretidir.
Batı’da Rumlar / Yunanlılarla Türkler arasında olan mücadeleler gibi; Güney’de de, Fransızların kontrolünde Ermenilerle Türkler arasındaki sıra dışı ilişkilerin irdelendiği bu roman, aslında bu konuyu merak edenlerin mutlaka okumaları gereken önemli bir edebiyat eseridir.
Bir kuşatılmışlık, bir yalnızlık, gökyüzünde parlamayan yıldızlardan medet uman sönmüş gözler…
Yanmaz ateş, tütmez ocak…
Ağlamaz çocukları bile korkudan vicdansız düzen, namussuz kanun, it dişleri geçer damarlarıma, sinirlerim çekiler kan akmaz gayri kuruyan çaresiz bedenimden…
Yıkılsın dünya, yok olsun evren…
Yıllar yılı milyonlarca insan savaşlarda öldü, öldürüldü, evler, mahalleler, köyler yok edildi, ülkeler yok oldu…
Büyük devletlerin, sistemlerin ardı arkası kesilmeyen paylaşım savaşları, güç savaşları…
Adana’da geçen, yaşanan bir derin acının tarihi Haçin…
Kuşatılmış, kaderine terk edilmiş, çoktan hakkında hükümler verilmiş bir yaralı coğrafyada bir hükmün son uygulanma yeri. Adana’da Ermenilerin yaşadığı bir güzel belde…
Gençlerin Türk – Ermeni bilmeden birbirlerine sevdalandıkları, yaylalarında keçilerin, develerin eğlendiği, pınarlarından soğuk suları, yarpuzları, çiçekleri eksilmeyen cennet güzelliğindeki Adana’nın bir parçası…
Demirciler, çiftçiler, kadınlı erkekli bir büyük ahali…
Ermeni, Türk, Kürt, Rum ayrımı olmadan yaşayan insanlar arasına hançer sokan, ateş kıvılcımları atan Batı’nın oyunlarıyla, ırkçılıkla, milliyetçilikle, her taraftan gözü dönmüş çetelerin silahlarının gölgesi altında var olma – yok olma savaşı veren bir Anadolu’da, Adana’da Ermeni kasabası…
Çevresindeki köyleri kıra kıra ilerledi çeteler, kin, nefretle ördüler duvarları, yok ettiler dostluğu, barışı, kardeşliği, birlikte yaşama aşkını…
Çocuklara kıydılar, eli kalkmaz yaşlılara…
Adım adım kuşattılar bir şehri…
Halil İbrahim Özcan, sadece iyi bir yazar olarak değil, şair olarak değil, sadece namuslu bir tarafsız insanoğlu insan olarak değil, dönemin tarihi gerçeklerini, doğru bilgilerini de çok ustaca, yalın, anlaşılır bir şekilde, bir edebiyatçı olarak eserine yansıtarak tam da uluslar arası emperyalizmin paylaşım savaşında açılmış, 1915’de ve devamında çok büyük bir trajediyle sonuçlanan, Anadolu’nun hala kanayan bir yarasını açıyor bizlere…
Tüm gerçekliğiyle, Adana’da, Kayseri’de, yurdun dört bir tarafında adım adım örgütlenen “dostu – dosta düşman etme, kanla bir yurdu parçalama” planlarını yani Rum’u, Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’yi birbirinden ayrıştırarak, büyük güçlerin, bir ülkeyi parçalayıp, nasıl yok etmek istediklerini benzersiz bir şekilde anlatıyor Haçin kitabıyla…
İlmik ilmik örülen, hiç bitmeyecekmiş gibi sağlam köklerle bu toprağa tutunmuş gibi görülen “birlikte yaşama” kültürünün nasıl sinsi planlarla, hilelerle, mavzerlerle param parça edilmek istendiğini adım adım, satır satır bizlere sunuyor…
İnsan, doğa, olay betimlemeleri dışında, tarihsel bilgilerle ortaya konulan gerçeklikler bizleri alıp tam da o ana, o coğrafyaya, o insan psikolojilerinin içine götürerek edebiyatın tadını bize yaşatıyor Halil İbrahim Özcan’ın Haçin kitabı…
Yokluk, çaresizlik, savaş ortamı insanların nasıl da zaaflarını ortaya çıkarıyor, benlik, bencillik, üstüne din ve millet farkı örtüsünü, kılıfını örtüp nasıl da insanı insanlıktan çıkarıyor, kız – alıp verebilecekken nasıl da en azılı düşmanı haline getiriyor komşusunu işte bu kitapta bunları bir çırpıda gözler önüne seren bir eser oluyor.
Kitabın en önemli tarafı ise bence, yazarın yazar kimliğini kullanırken, vicdanının kalemi olarak evrensel insan severliğiyle tarafsızlığını yitirmeden, yani taraf tutmadan olayları olduğu gibi anlatabilme gücü ve başarısıdır.
Gerçek bir yazar; kökeni, inancı, dünya görüşü ne olursa olsun, yazdıklarıyla tüm dünya insanlığının ortak değerlerini eserlerinde işlemelidir. Bir kişi insanının insan kalabilmesinin öyküsünü, yorumlarıyla savaş yerine barışı, insanlığın değerlerini en yalın bir şekilde anlatabildiği ölçüde evrensel bir yazar olabiliyor.
Dil becerisi, imgeleri, örnekleri, konu zenginlikleri, karakter çoğulculuğu, coğrafi örgüleri ustaca vermesi de artık onun başarıları oluyor.
Ilık bir Paris gününde, Haçin’den, Talas’dan, Halep’ten iyi niyetli bir Ermeni kaymakam Garabat Çallıyan’dan, Güney’in Topal Osmanları; Gizik, Arap Ali’den, bir kalender gibi yaşayan Papaz Gabriel’den bahsederken sizi içine çeken roman’ın örtülü sevda çeyizinde Türk Selvi, Ermeni Aram aşkının öyküsü de bu kitabın hazineleri oluyor artık.
Bu vahşi parçalanma sürecinde; etin kemikten ayrılma acı öyküsünde, ne Türkler tümüyle suçludurlar, ne de Ermeniler tümüyle haklıdırlar…
Bu acı bu toprakların ortak acısıdır. Olaylara hislerimizle baktığımız kadar, kafamızı kaldırıp dünya gerekliğiyle, güç odaklarının oyunlarının akıl almaz boyutlarıyla da bakarsak her zaman için daha sağlıklı, gerçekçi yorumlar yapabiliriz.
Bu acıyı yaşatanlar Türkiye’nin, Anadolu’nun, Türklerin, Ermenilerin, Rumların da aslında ortak düşmanlarıdır.
Mesele bunu anlamak, anlayabilmektir bence…
Daha önce okuyup yine bir yazı yazdığım, 1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü almış olan, Dido Soritiyu’nun, Benden Selam Söyle Anadoluya isimli kitabının sonunda şunlar yazılıydı:
“.... Ve sen...
Kör Mehmet’in damadı.
Hele sen!
Neye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme?
Öldürdüm evet seni, ne olmuş!
Ve işte ağlıyorum...
Sen de öldürdün!
Kardeşler, dostlar, hemşeriler...
Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!..
Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah!..
ve yan yana..
omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden!..
Sakakuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik!
Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere...
şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!..
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı!
Benden selam söyle Anadolu’ya...
Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin...
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin!..
İşte böyledir Anadolu’nun ve yaralı coğrafyaların öyküleri… Hep dert, hep hüzün vardır…
Ben de yine Küller Arasında Haçin kitabından bir alıntıyla bitireyim satırlarımı ve de sadece aşklar, sevdalar, dostluklar, insanlık yaşasın, diyeyim son söz olarak…
…
Nablus / Temmuz 1916
Sevgili Selvi,
… “Bekleyeceğim seni”, diyorsun, Bekleyeceğim. Ben de buralardan sesimi sesine katarak, “Ya gelemezsen?” diye soruyorum kendime. Esmer yüzün geliyor aklıma. “Nasılsın?” diye soruyorum bazen siluetine benzeyen gökyüzündeki bulutlara. Sahi burada da bulutlar bizim oradakiler gibi. Sen ta çocukluğumdan beri hep aklımda olansın. Kuşkum yok geleceğimden ama gene de bir tereddüt kemiriyor benimi… (Sayfa: 215) (Aram)
…
Haçin ateşler içindeyken, burayı ele geçiren Türk güçleri, çeteler, Ermeniler içinde yaşayan birçok Türk ailesinin ve Selvi’nin anne ve babasının da olduğu evi de ateşe verirler…
Okul arkadaşı Aldız Selvi’ye kaç, kaç diye bağırır…
(Selvi) … Tatlı bir rüyaya dalıyor; rüyanın onu çağıran mucizeler perdesini aralayarak sesleniyordu.
“Aram, Aram neredesin sen şimdi? Bak doğduğun, büyüdüğümüz yerlerin haline gel bir gör…”
Etraftaki ateşler içinde kalmış evlere bakarken ayaklarından başlayarak bir ısı yükselmişti yukarı doğru. Her taraftan gazyağı kokusu geliyordu. Her yer kararmaya başlamıştı. Düştüğü tünelde dumanlar içinde son bir kez bakışlarını tepesindeki güneşe çevirmeye çalıştı. Gözlerini açamıyordu. Güneş içinde batmıştı. (Sayfa: 216)
Küller Arasında Haçin, Halil İbrahim Özcan, Belge Yayınları, 2. Baskı Aralık 2016, İstanbul
Ayhan Aydın
30 Ocak 2023
BİR CAN İNSANDAN ÖYKÜ VE ŞİİRLE DOLU DOLU KİTAPLAR…
BİR CAN İNSANDAN ÖYKÜ VE ŞİİRLE DOLU DOLU KİTAPLAR…
Dün, Uluslar arası Yazarlar Birliği PEN’in ülkemizdeki şubesi olan Türkiye PEN Yazarlar Derneği’nde tanıştığım Hasan Coşar dostumuzla sohbet etme şansımız oldu.
Özüyle, yüreğiyle tertemiz bir can insan olduğunu hemen anladığım; uzun yıllar devrimci mücadelede yer almış, bu uğurda hapishanelerde yatmış, türlü çileler de çekmiş bir güzel insan Hasan Coşar’ın, dünyaya sevgiyle bakan bir gönle sahip olduğu hemen anlaşılıyordu.
Kimilerinde olduğu gibi; takıntılı, üsten bakınçlı, sanki çok da özel bir dünyanın insanlarıymış gibi duran ve biraz da kibir barındıran tavırlardan eser olmayan sevgili üstadımızın hoşsohbet birisi olduğu hemen anlaşıldı.
Değerli üstadımız hemen orada, biri öykü, diğeri şiir olan iki kitabını imzalayıp bana hediye etti.
Bilenler biliyor, biz de uyku ne arar? Gece kalktım, yine en iyisi okumak deyip, kitaplara sarıldım; önyargısız, meraklı, okumaktan her daim hoşlanan bir insan olarak satır satır ilerledim sevgili Coşar’ın bana verdiği kitaplar arasında.
Tükenmez Kalem
2022’de Sınırsız Yayınları arasından çıkan, Hasan Coşar’ın Tükenmez Kalem kitabında altı öykü var.
Hasan Coşan’ın öyküleri soyut, kurgusal, fantastik betimlemelerden uzak, yaşamın tam içinden, bağrından çıkan, insan ilişkilerine dair insanı saran, sıkmadan baştan sona merakla kendisini okutan türden öyküler.
Öykülerde; ironi var, tarih var, Türkiye gerçekliği var, insan, insana dair birçok şey ve bitmeyen umut dolu satırlar var.
Hasan Coşar, öykülerinde yaşadığı şehirleri, yanında yöresinde olan insanların karakterlerini, kendi iç dünyasında sevip önemsediği duygularını gizlemeden satırlarına aktaran bir yazar. Tek boyutlu, karamsar bir tünelde ilerler gibi insanı sıkan öyküler değil onunkiler, kendi içinde coşkusu olan, hayatın tüm canlılığını hissettiğiniz, demir kapıları ve demir kalpli insanların kuşatıcılığını kıvrak bir üslupla aşan, dağların, doğanın sesini, rengini, coşkusunu karanlığı aydınlatırcasına içeriye, içinize dolduran satırlar dökülüyor sayfalardan.
Üstelik İstanbul Taksim’deki çınarlar, Ankara Kurtuluş Parkı’nın ağaçlarının huzuru, Moda’dan gözlenen deniz de, kadınlı – erkekli gençlerin aşk, sevgi konuları da, hangi nedenle olursa olsun Batı’ya giden kimi insanların beraberlerinde götürdükleri kişilik özellikleri de Hasan Coşan’ın öykülerinde başarılı bir şekilde işleniyor.
Dili, üslup, kurgu bakımından bence çok başarılı olan Hasan Coşan öykülerinde ben yaşamın tüm duygusal yönlerine rağmen dirençli yönünü, vazgeçilmezliğini, doyulmazlığını, hayatın ne kadar güzel bir şey olduğunu da başarılı bir şekilde verebilme gücünü gördüm.
Hayat varsa umut da vardır, sevgi de vardır, bitip tükenmez yenilikler de vardır yaşamda…
Eline, yüreğine, gönlüne sağlık sevgili üstat.
Kalemin, araştırma merakın hiç tükenmesin… Gençlere örnek yaşamın nefesini her daim bizlere taşımaya devam et sen…
(Tükenmez Kalem, Hasan Coşar, Sınırsız Kitap Yayın, 142 Sayfa, Ağustos 2022, Çankaya – Ankara)
Devamını oku: BİR CAN İNSANDAN ÖYKÜ VE ŞİİRLE DOLU DOLU KİTAPLAR…
Diğer Makaleler...
- DEVLET ALEVİLERİ PAYLAŞAMIYOR
- KEMAL KILIÇDAROĞLU
- 23 Nisan'da Şahkulu'nda
- Öyle Hırçın, Öyle Asi, Öyle Umarsız
- Bir Hüzünlü Ayrılış Kamçılar Kederlerini
- Oku Yavrum Adam Ol
- YUNANİSTAN GEZİSİ (14 - 21 Mart 2023)
- Mehmet Şilli Baba
- Çocuklara Ve Çocuk Kalabilenlere 7 Gece, 7 Masal
- Haydar Özdemir Son Yolculuğuna Uğurlandı...