Derviş Kemal (Kemal Özcan) ile uzun bir söyleşi
Kemal Özcan daha doğrusu Derviş Kemal ismini çok erken duymuştum. O aslında büyük bir Alevi Bektaşi kesim tarafından çok tanınan bir isimdir. İlkin 1996 yılında Üsküdar’da yayın yapan Alevilik’le ilgili yazıların yayınlandığı Yurtta Birlik Gazetesi’nde Mahmut Erdal’la birlikteyken tanışmıştık. Sonrasında yine Alevilerle İşçiler Müsahiptir, gibi daha çok Sosyalist düşüncelerin yer aldığı ama hayli seveni ve okuyanı da olan Sultanahmet’te yayın yapan Kervan Dergisi’nde görüştüm. Telefon görüşmeleri, yazışmalar…
Eserlerini okudukça onu çok ama çok sevdim.
Aşağıdaki söyleşiye kadar üç dört kez kendisini Uzunköprü’deki evinde ziyaret ettim. Bu ziyaretler ve söyleşiler sürdü. Onunla bir kez de Cem Televizyon için bir söyleşi yapmıştım. Yunanistan Meriç (Evros) İli sınırları içinde Dimetoka’ya yakın Büyük Alevi Bektaşi ulularından, seyyidlerinden ve Rumeli’ye 1354 yılında geçip bir alp eren olarak bu toprakların Türkleşmesi ve yerleşime geçmesi, kolonozotörlük yapmasında öncülük yapan ve adına büyük bir büyük Alevi Bektaşi dergâh kurulan ve bu dergaha bağlı olarak bir zamanlar önemli bir merkez olan Babalar köyünden olan Kemal Özcan daha bebekken Türkiye’ye göç eden bir ailenin çocuğu olarak büyümüş. Ama kendisi doğal olarak Alevi Bektaşi yolunda önemli inanç kümelerinden olan Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Ocağı (Dergahı)’na bağlı bir Alevi-Bektaşi.
Derviş Kemal; 25 Nisan Cumartesi günü Edirne Uzunköprü’de 85 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Eserleriyle çağımızda Alevi Bektaşi inanç, kültür ve düşünce dünyasının en önemli ozanlarının başında yer alan, yüzyıllardır süregelen bu geleneğin en üretken (verimli) kalemlerinden birisi olan ve bir kültür çağlayanı olan şiirlerinden insanlık, sevgi, dostluk, yurt, bayrak, Atatürk, Alevi Bektaşi değerleri ve erdemleri fışkıran, tüm hayatını dolu dolu yaşamış Kemal Özcan – Derviş Kemal artık cismen aramızda değil… Ama onun günümüzde cemlere de giren, hiç tanımayan, hatta hayatında hiç şiir okumamış bir kişinin bile okuyunca kesinlikle etkileneceği derin köklerin, büyülü ve benzersiz elmasları olan sözcüklerle örülmüş şiirleri sonsuza kadar yaşayacaktır.
Gerçekten siz kalpten bir ameliyat geçirdiniz, duyduğuma göre de hayli zorluklar çektiniz. Şimdi nasılsınız?
Çektim hakikaten, fakat buna rağmen iyiyim, diyebiliyorum. Bunu tavsiyelere uyduğum için diyebiliyorum. Mesela bana günde üç kilometre yürüyeceksin, şu hapları sonuna kadar kullanacaksın, dediler. Ben de bunları sonuna kadar yapıyorum. Mesela kırmızı eti kesinlikle yemiyorum yasakladılar, tuzludan biraz kay, dediler onu yapamıyorum. Ama işte yumurta sarısı ömür billâh hiç yemeyeceksin, dediler. Kullandığım hapların biri kan sıvıltıcı, bir tanesi kolesterol için damarları açıcı, bir tanesi de tansiyon için.
Şimdi neden bana doktorlar ameliyattan sonra her akşam bir duble rakı içebilirsin, dediler? Bunun nedenini ben soramadım ama kendimden şunu çıkarıyorum ki, kan sıvıltıcı haplarında da rakı da aynı şeyi yapıyor, kanı sıvıltıyor.
Şarap dediler mi?
Şarap demediler, deseler de ben kullanamam çünkü başka yönden bana dokunuyor. Bende hemoroit illeti vardır mayalı içkiler yasaklanmıştır içemiyorum. Aslında şarabın rakıdan çok daha yararlı olduğunu biliyorum güzel kan yapıyor. Bizim Yeniköy (Uzunköprü’ye bağlı, tümüyle Yunanistan Seyyid Ali Sultan Dergâhı çevresinden gelenlerce oluşturulmuş bir belde) şarabımız var şahanedir yani. O bakımdan kendimi sağlıklı hissediyorum. Dört buçuk seneye yaklaştı ameliyat olalı, o gün bugün hiçbir şeyim yok yani. Tam dikkat edemezsem de yine ev sahibine göre iyi davranıyorum. Yürümeyi ilke edindik yaz- kış, yağmur- çamur yapıyoruz yani.
Yürüyüşün de en güzel jimlastik hareketi olduğuna inanıyorum. Bütün azalar hareket halinde ondan herhalde, buyurdular bize onu yapıyoruz.
İnsanın damar sistemi de birbirine bağlı tüm vücudu dolanıyor aynen sinir sistemi gibi. Şimdi hep insandan bahsediyoruz da manevi bakımdan bahsediyoruz tabi ki, bu konuyu ne kadar farklı yorumlarsak ne kadar kapı açarsak açalım insanın bir de fizyolojik yanı var. Fizyolojik bakımdan yani bedensel bakımdan da organlarıyla, organlarının çalışmasıyla insan aslında benzersiz bir yaratık.
Siz Hakk’la Hakk olmuş bir insan Tanrı’nın ta kendisidir, diyorsunuz.
Şimdi sizinle daha önce yaptığım söyleşiyi çok iyi hatırlıyorum ben; ceme dâhil olduktan sonra güzellikler gördüm, güzellikler buldum, demiştiniz.
Sizi biraz daha yakından tanıyalım, Uzunköprü deyince her Uzunköprü lafı geçince siz aklıma düşüyorsunuz. Demek ki, bir insan kendi değerini de yaratabiliyor.
Günümüzde yaşayan halk ozanlığı geleneği diyelim, çağdaş şiir örnekleri içerisinde kendisine gerçekten bir yer edinmiş ve yaşarken gerçekten haklı bir üne kavuşmuş bir büyüğümüzsünüz, değerimizsiniz. O yüzden sizi biraz daha yakından tanıyalım. Ta Yunanistan illerinden buraya gelmişsiniz de çok küçük gelmişsiniz.
Çok küçükken, altı aylıkken gelmişiz.
Anne baba oradan?
Oradan, kök oradan.
Köklere dönelim biraz bakalım?
Bizler Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Rumelili insanlarız. Kızıldeli Sultan değil sadece Yunanistan’da, tüm Rumeli’de çok ünlü büyük bir eren. Kızıldeli Sultan ile bizde çok kerametleri anlatılır. Bizler bunları çok duyduk büyüklerimizden. Bizler Kızıldeli Dergahı yakınlarındaki Babalar Köyü’nden gelmişiz.
Benim ki duyuma dayalı. Babamın ki o da duyuma dayalı, anlatılanlarla bazı kerametlerini görmek mümkünmüş Kızıldeli’nin.
Şimdi Aşağı Tekke ile Yukarı Tekke (Seyyid Ali Sultan’ın türbesinin olduğu tekke) arası diyelim ki beş kilometredir. Bizden çok sonra gelenlerden duyuyorum bunu, tam aklı kuvvetli olan kişiler, 15-20 yaşında gelenler de var. Peyderpey hep geldiler bizim çevremize, bize yanaştılar. Şimdi iki tekkede de cem var, cem yönetiliyor, cemi Kızıldeli Sultan yönetiyor, çok önemli Kızıldeli Sultan yönetiyor. Bir gün tabi her şeyin sonu olduğuna göre Kızıldeli Hakka yürüyor. Yukarı Tekke’den bir gözcü çıkarıyorlar, gözcü bir nevi postacı o zaman, var git aşağı tekkeye bizim baba sultan Hakka yürüdü, diyorlar. Adam gidiyor aşağı ki tekke bir gözcü çıkarıyor yukarıya git söyle böyle böyle baba Hakka yürüdü, diye orada da aynı şeyi söylüyorlar. İşte cenaze de bulunsunlar gelsinler, diye.
İki tane gözcü tam yolun aşağı tekkeyle yukarı tekkenin orta kısmında buluşuyorlar; buraya Saat Makamı, diyorlar. Babalar söyledi Saat Makamı buluşma yeri. Selamlaşıyorlar filan, hayrola nereye diyor bir derviş; işte aşağı tekkeye gidiyorum. Neden? Bizim pir Hakk’a yürüdü diyor. Aşağı tekkeden gelen diyor ki, ya ben de size haber vermeye gidiyorum bizim pir de Hakk’a yürüdü falan. Ama Allah’ın hikmeti ikisi de orada ölüyorlar, onların mezarları da yan yanadır, oraya Saat Makamı, diyorlar.
Ve bu sır yıllar sonra çözülüyor iki cemi de aynı anda Kızıldeli’nin yönettiği çıkıyor meydana bu halen söyleniyor o Saat Makamı oradadır. (Bu alan Küçük Derbent (Mikro Derio ve kent merkezlerini Ruşenler (Russo), Babalar (Ozanın köyü) ve köylerle, Seyyid Ali Sultan Dergâhı (Yukarı Dergâh) birbirine bağlayan asfaltlı dağ yolunun kenarında ağaçlar içinde, basit bir duvarla çevrili mezar içindedir. Kızıldeli ve Seyyid Ali Sultan’ın aynı şahıs olduğu ve Kızıldeli’nin Seyyid Ali Sultan’ın mahlası olduğu uzun zamandır söyleniyor. Ama son zamanlarda özellikle de Araştırmacı Yazar Vatan Özgül’ün ortaya attığı teze göre bu kişi aslında farklı farklı kişiler. Ama tarihsel olarak insanlar bu iki farklı tekkede aynı şahsın yaşadığına ve gerçekte bunların iki tekkede de cem yürüttüğüne inanmışlardır. Bu anlatı bundan kaynaklanıyor. Ayhan Aydın.)
Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli)’nin kerametlerinden birisi de, her yaz doksanında YAYLA tabir edilen bir eğlence yapılıyor Kızıldeli’nin civarında. Buraya pehlivanlar geliyor, yüzlerce kurban kesiliyor, çeşitli etkinlikler, eğlenceler filan yapılıyor. Duyduklarımızı anlatıyoruz Kızıldeli hakkında. Orada bir pınar var, pınarın şu kadar mermerden olma bir deposu var, pınar açıkta biliyorsunuz kaynar depo. Şimdi bu deponun suyu 10 kilo ya da 5 kilo su kaynak geliyor o depoya hazne taşmıyor. O yaylaya aşağı yukarı iki yüz bin kişi toplanıyor içme, el yüz yıkama, efendim o kurbanları temizleme falan bu pınardan alınıyor su bitmiyor. Su bitmiyor almazsan taşmıyor ve bu yılda bazen böyle kuruyormuş, bir gürleme dağılıyor Hz. Ali’nin narası gibi, o zaman pınara su geliyormuş. Bunun halen görülmesi mümkün.
Bir de burada birisi su alırken bir tasla alıyor kaynayan delik az, o tası oradan kaçırmış bilmem nereden çıkmış, onu da bulmuşlar. Bu da sayılan kerametlerinden bir tanesi.
Elbette bir çok kerametler var ama bunlar görülebilecekler bir görülmeyeceklerden çok var. Faraza Anadolu tarafından Trakya’ya geçerken arkadaşları Lapseki’den bir kayığa biniyorlar Kızıldeli neredeymiş kim bilir o zaman? Onlar kayıkla açılınca Kızıldeli; eyvah, beni bıraktı bunlar diyor, bağırıyor çağırıyor onlar duymamışlar. Hemen oradan bir etek kum alıyor, o zaman biliyorsun dervişlerin giysileri etek şeklinde. Başlıyor kumu avucundan döküyor böyle koca bir set oluyor denizin içinde… Lâpseki’den daha ilerisinde Bursa yoluna doğru onu da görmek mümkün yani, bir de o zaman deniz feneri dikmişler. Yani Kızıldeli kayığa yetişecek, görmüşler ya demişler bu iyice de kıpkızıl deliymiş, Kızıldeli ismi de oradan kalıyor. Bakıyorlar dönmeseler denizi bölecek, döndürüyorlar kayığı Onu da alıp öyle gidiyorlar karşıya (Rumeli’ye).
Bir gün Bursa’dan geliyoruz, önümüzde yaşlı bir kadın bir kızla oturuyorlar, önümde de bir arkadaşım var. Yaşlı kadın diyor ki; bak kazım vaktiyle bir evliya yaşamış burada, denizi yol etmiş. Bu olayı anlatıyor yaşlı kadın, bir ökke kumla deniz bölünür mü diyor kız, yaşlı kadın da bir şey olmaz, bölünür, diyor. Kıza şimdi sana göstereceğim, dedi ben de biliyorum tabi, bak buraya o yüzden deniz feneri dikmişler, diyor. Bu da görünen kerametlerden birisi. Yalan mı, gerçek mi onu bilmiyoruz tabi. Böyle anlatılan nice anlatılar vardır onun hakkında.
Diyeceğim Kızıldeli çok ünlü hatta Hacı Bektaş ile aynı nesildir aynı yaşama dönemindendir.
Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan) bir gün aşçı postunda oturuyor Hacı Bektaş’ta, o anki postta kimlerin oturduğu yazılıdır yani, aşçı postunda Kızıldeli oturuyor. Bizde şimdi sofra duası yaparken Kızıldeli Sultan yüzü suyu hürmetine diyoruz, en sonunda aşçı olduğu için. Bir gün tam pişirecek işte aş pişiyor geç mi kalmış ne yapmış, o ara bir de bakmış ki Hacı Bektaş geliyor. Kazan kaynamamış zaten, o kazanları görmüşsünüzdür herhalde, iki ayağını sokuyor ocağın altına Hacı Bektaş görüyor bu durumu. O zaman Hacı Bektaşi Veli bir postta iki aslan oturmaz, diyor; Onun kemale erdiğini fark ediyor. Sana Dimetoka’yı yurt verdim, diyor var orada hüküm sür. O zaman Hacı Bektaş’ın atamaları çok önemli böyle hem Türklüğü yayması için hem arada ki bazı pürüzleri temizlemesi için görevlendiriyor onu. Hacı Bektaş’ın döneminde yaşadığını da buradan anlıyoruz, yani söylenti anlatıyor; Posta Hacı Bektaş’ın kimleri oturduklarını. Diyeceğim, şimdi şöyle bir şey var.
Kızıldeli Sultan ve onun yanında bulunan kırk kişi Balkanlar’a, Yunanistan’a geçiyorlar büyük bir savaşa girmişler yani yabancılarla falan. Bir gün bir toplanıyorlar bir araya 39 kişi bir tanesi yok bir nefeste anlatıyor ya Otman Baba eksik bulut getirir. Otman bulut anlamına geliyor o zaman bir bulut alçalıyor Otman Baba buluttan atlıyor yani kırkı tamamlıyor yani bir ağacın altında. Otman Baba da oradan doğuyor o grupta o da varmış.
Bizim burada bazı yatırlar var sanıyorum ki, Kızıldeli’nin halifelerinden olsa gerek şu Kara Baba var biliyorsun, Meriç’te. Tarihçesi yok onun. Halk biliyor onu, onun Kızıldeli’nin arkadaşı olduğunu söylüyorlar. Şimdi etkinlikler yapılıyor. Mesela bir Kum Baba var. Orada düşman sarmış etrafını o da aynı Kızıldeli gibi eteğine kum alıyor saçıyor düşmanın üstüne o kum taneleri kime değerse götürürmüş böyle anlatırlar. Şimdi Keşan yolunda bir makamı var mum falan yakarlar Kum Baba’nın. Daha şehre çıkmadan su deposuna varmadan.
Sevgili ozanım halk ozanlığı geleneğimiz içerisinden gelen bir insan olarak; bu ilgi, bu merak, ceme dâhil olmanız, bu süreç önemli. Bunlara girelim biraz da?
Ben çok kısa zamanda değil de çok erken şiir yazmaya başladım; on iki on üç yaşında. Fakat bütün şiirlerim, gençlik var ya, hep sevgiliyle, bir kızla ilgiydi. Benim abim Yeniköy’den evlidir.
Bir gün onlara gittik abimin kayınpederi usta idi. Adam oyarak dut ağacından bir keman yapmış. Kemana benzetmiş daha doğrusu. Bildiğimiz koza gibi. Fakat sapı kalın, dört tane aynı tel gelmiş ona; aynı tel, aynı keman teli inceden kalmaz vurgusu var, bir de atkuyruğundan. Onu o an gördüm içim gitti, çok ilgilendim. Merak var içimde tabi, o ise toz pas içinde. Dedim bunu kullanıyor musun, yok, dedi. Bana verir misin, dedim. Al, dedi. Aldım onu. Şimdi Yeniköy’e yaya gideceğiz araba yok dediler, dikkat edin. Aldım onu kucağıma, Höyük denilen yer var Yeniköy sırtlarında, orada bir tarlanın içine attım kendimi kimse görmesin, diye.
O dut kütüğünü aldım şöyle çeneme soktum girmedi böyle kaldı ağaçtan oymuş adam. Ondan sonra dizime aldım telleri yaymayı başladım, bak akort nedir bilmiyorum hiç, ne ustam var, ne bir şeyim var.
İlk önce en ince çektim çünkü sesler aynı olduğu, teller hep aynı olduğu için, çok germek yahut gevşek bırakmakla bulduruyorsun.
İşte ikinciyi denedik, öbürüne sürdürüyorum tatlı bir ses çıkarıyor…
O anda iyiymiş herhalde diye düşünmeye başladım.
Sonra üçüncüyü, dördüncüyü derken bir başladım orada bir halk türküsünü, tarlanın içinde çıkardım eve gelmeden daha.
Ben bunu kime anlattıysam inanmıyor böyle. Onu çıkarttım oradan ozanlığa daldık erenler.
Neyse aldım geldim onu eve başladım kullanmaya o zaman yaş 20 askerlik geldi çattı. Dedim bunun faydasını görürüm, askere de götüreyim, şunu bilmiyordum o zaman eğitim yerim jandarmaydı. Dört aydı eğitim jandarmada, 2,5 yıl askerliği var, 4 ayı eğitimde geçiyor. Orada tabi bu tahliyeden tahliyeye bakamadık ona bir ara azıcık ustalaştık. Sonra ben başladım işte onu çalmaya askerde. Bunu bizim yarbaya bildirmişler, ordu komutanına bizim burada keman çalan birisi var, demişler. Çağırın gelsin, demiş. Gittim. Şimdi o zaman ne çalıyordum biliyor musun? Çanakkale İçinde Vurdular Beni, hep askeri şeyler. Gazi Osman Paşanın Tuna Nehri Akmam Diyor, Ankara’nın Taşına Bak, Alişimin Kaşları Kara… O zaman ki şeyler. Oradan bir ya da üç mısra söyledim baktı adam yaramaz, güzel söyleyemedim. Çok teşekkür ederim dedi ve beni gönderdi, ben kıpkırmızı oldum utancımdan. Çaldığım, söylediğim bir şeye benzemedi. Uzatmayalım sonra dağıtım oldu o kaldı orada. İzmit’e verdiler beni.
İzmit’te askerliğe devam ederken bir gün rahmetli babam ziyaretime geldi baktım elinde bir keman var. Elden düşme bir keman almış ama hakiki geldi, verdi bana. Askerlik boyunca hiç para göndermedi, devletin verdiği, 125 lira mı ne, bir ay onu yiyorduk artıyordu bile parası o kemanı aldım şimdi babamı uğurladım gitti. Hemen çalamıyorum kemanı aldım çalamıyorum ne yapayım ben şimdi. Aldım dizime fevkalade gidiyor o gün bugün böyle kaldı. Şimdi ince tel dizime alınca sol, çenemin altına alınca sağ da kalıyor. Ne yapmak gerekiyor ince tele aktarmam gerekiyor hâlbuki ince tel hakikaten oradadır yeri ama benim alışmama göre aktarmama lazım üşendim bozmaya o gün bugün böyle gidiyor. Keman çalarken yaptım mı size bir şeyler.
Sevgili dervişim, sevgili ozanım; şimdi ozanlıktan bahsedelim?
Ozanlık… Devam edelim o zaman. Sonradan şiir yazmaya devam ettim ama o kadar güzel başladım ki dört kıtayı oturtmaya böyle şahane şiirler. Geldi çattı terhis olduk falan cem meselesi şimdi bizim burada ceme girmezsen kınıyorlar dışarıda. Ben cemin içine bakıyorum, duyuyorum mesela kafama uygun değil girmek istemiyorum da çevremin baskısı var. Mesela musahiplik meselesi var… Bu çok zor bir şey. Şimdi benim aylığım geçimime yetmiyor, ama musahibim çok zengin. Bunlar beni düşündürüyor. Üstelik bazen hep eski şeylere bağlı kalıyorlar. Ben bunlara karşıydım. Buna rağmen Alevilik Bektaşilikte inançla ilgili konularda yazmaya başladım. Böyle başladık işte tasavvufa o gün bugün yazıyoruz.
Ben yazdığım parçaya rakam veriyorum defterim var oraya kaydediyorum daktilo yaparken bir kopya koyuyorum bir tane asıl bir tane yedek kopya onlar da kaybolursa çünkü çok dağınığım ben, ne yaparım? Geçen İstanbul’a gittim, giderken 84 tane şiir götürmüştüm. Ne olacağını, hangi ortamda şiir söyleyeceğimi bilemediğim çok geniş repertuar hazırlıyorum böyle kaybolursa diye yedek bırakıyorum. Bazısı araklıyordu yani ben görmeden. Diyeceğim o gün bugün gidiyor.
Son saydığım da şiirlerimin sayısı 1500’ü aşmış ama ne kadar şimdi bilemeyeceğim. Bu kadar şiir içerisinde ezberimde şiir yok. Şimdi bunun faydalarını da görüyorum şu bakımdan mesela bir yazdığım şiir bir ötekini hiç tutmuyor. Ezberimde olmadığı için yeni bir mahsul doğuyor yani o yönlü faydasını gördüm. Ama ben istiyorum ki, ezbere hiç olmazsa 50 tane kadar bilmem lazım. Hiçbir yere de şiir taşımam o zaman şimdi her gittiğim yere şiir götürüyorum.
Bir gün üç tane ozan var Aşık Nesimi, Feyzullah Çınar, Aşık Daimi adamlar langır langır söylüyorlar. Şimdi bana sen de çal söyle, dediler. Benimkisi ama şimdi keman, dedim. Olsun, diyorlar. Ben de aldım onu boynuma bir rahle yaptım hemen koydum şiirleri, üç tane işte zaten orada üç tane söyleyeceğim.
Dedim işte erenler bilhassa Nesimi’ye sizin yanınızda bir şey okumak bizim haddimiz değil, utanıyorum, dedim, hepiniz kafadan bir şeyler söylüyorsunuz. Nesimi ne dedi biliyor musun? Derviş baba, dedi en iyisini sen yapıyorsun. Neden? Bizim bazen bant kopuyor sen farkındasın bunun. Hakikat Nesimi çalarken unutuyor değil mi bir iki aşağı gidiyor hatırlayamazsa eğer tak başka bir parçaya geçiyor. Geçtiğini ben anlıyorum onun diğerleri belki anlamaz ama. Senin hiç bandın kopmaz ama en iyisini sen yapıyorsun, dedi.
Yani böyle o kadar şiir içerisinde iki üç tane şiirim var hatırımda onlar da kitapta var herhalde onlardan okumak istemiyorum.
Şimdi o kadar güzel şiirleriniz var ki, tabi ki siz o yaşamı, hayat dediğimiz böyle insanoğlunu, zamanı, mekânı, duyguyu, düşünceyi bir başka gözle görüp de yorumlamışsınız. Şiirler kitabınızı okudum şiirlerinizden üç dört kere tekrar tekrar okuduklarım oldu abartısız…
Şiirler böyle devam etti gerçekten de güzel parçalar çıkıyor bunu yıllar sonra şöyle elime aldığım zaman ben bile kuşkulanıyorum bu benim mi diye. Şiirin altını kapıyorum böyle bir bakıyorum Derviş Kemal ha bu benimmiş. Ama bunlar nasıl döküldü, nasıl oldu bak uzun boylu şiir yazmam yani. Yolda giderken tasarlarım otururum hemen bitiririm onu. Nerede çok gürültü varsa orada en güzel şiiri çıkarıyorum.
Öyle mi?
Kahvede mesela o gürültüler içinde yazılır şiir.
En gürültülü yerlerde?
Kahvede filan yazıyorum. Şimdi bir de Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiiri var oraya da not düşmüşler bu şiir on iki yılda yazıldı, diyor. Allah Allah bak şimdi ünlü bir şair Yahya Kemal on iki yıl nasıl olur, dedim kendi kendime. Biz yürürken çıkarıyoruz hiç eksiksiz de çıkıyor bırak sen. Hiçbir şiirimi düzelttiğimi bilmem yani eğer yıllar geçerde ihtiyaç olur şurası böyle olsaydı filan diye, hiç demem yani bir kerede doğrusu dökülüyor.
Güzel bir vergi, çok güzel bir vergi. Ben şairlerin dünyasına giren bir insanım yani şiir okuyan bir insanım, şiirden çok zevk alan, hoşlanan, esinlenen bir insanım ve o kadar ki şiir bizi alıp başka bir dünyaya götürüyor. İsterse hangi düşünceyi yansıtırsa yansıtsın yani işlediği tasavvuf konusu olsun, adalet konusu olsun, özgürlük konusu olsun ama onun ayrı bir havası var. Şiiri okumaya başladığın zaman seni yaşadığın dünyadan alıp başka bir âleme götürüyor.
Şimdi tasavvuf derken mesela ben bir şiir yazarım siyasi gibi kokar onu incelediğim için tasavvuf gibi oluyor güzel oluyor. Tam hakkını veriyorsun yapılanın. Tasavvuf demek bence dini mevzu değil. Bu konuyla ilgili çok şiirlerim var mesela Tanrı’ya meydan okuyan çok şiirlerim vardır. Bunu şimdi bir Sünni’ye söyletmen imkânsızdır yani öldür söyletemezsin. Ben tarihten korkmuyorum diye bir şiirim var.
Bir gün Nesimi’nin bir konseri var ne güzel açıldı bu konu. İzmir TRT’sinde. Biz de gittik arabayla İzmir fuarında bir bahçe var orada yapılıyor. Ben çıktım dedim ki şimdi size enteresan bir şiir okuyacağım, yanlış anlarsanız bilemeyeceğim ama şiirin ismini söyledim, Ben Tanrı’dan Korkmuyorum, dedim şiirin ismi böyle. Hiç ses çıkmadı ondan sonra başladım ister günah olsun isterse sevap ben Tanrıdan korkmuyorum arkadaş. Ben onu severek demişsem ya ben Tanrı’dan korkmuyorum arkadaş. İşte insanoğlu yolun ortasından çıkar mı insan sevdiğinden korkar mı ezberimde yok ama yedi dörtlüklü şiir. Üçüncü dörtlük geldi halen meydan okur gibi hava esiyor şiirde. Şimdi ozan anlatıyor bir çocuk aşağıda demiş ki, abiciğim nasıl korktum biliyor musun, şimdi dedim hepsi ayaklanacak bu adamı sahnede çiğneyecekler hamur gibi, demiş. Şimdi o da ozan ama ne var o da kestiremiyor. Şiir bitti mi ses yok ama çıt çıkmıyor hiç; ne çekirdek yiyen var, ne başka bir şey. Ondan sonra hemen kimlerin korkması gerektiğine geçiyorum oradan. O çalanlar, hırsızlar onlar korksun ben niye korkayım? Diye devam ediyor. O çocuk oraya geçince bir ferahladım çok güzel oldu, diyor.
Ameliyatta altı buçuk saat narkozda kalmışım. Narkoz çok uzun süre o da işte unutkanlık yapıyormuş. Oradan biraz üzgünüm ama buna da razıyım yani bu kadar olsun. Zaten yazdık da bunlar ne olacak, yani kitap haline getirmeye gücün yetmiyor.
Sizin sadece bir kitabınız yayınlandı ama yayınlanması gereken birçok eseriniz bekliyor. Binlerce diyelim şiiriniz var değil mi?
Evet.
Aslolan şimdi yayınlanması. Önemli olan insanların sağlığında eserlerini kendi elleriyle tutabilmeleri. Fakat sizin en büyük güzelliğiniz bence herhalde şiirleriniz o kadar yayıldı ki sizin isminizle en azından halk sizi tanıdı, şiirlerinizi dinledi.
İşte eksik olmasınlar dağıtıyor arkadaşlar.
Çok. Her tarafa gitti yani Derviş Kemal ismini, Kemal Özcan ismini herkes duydu, Trakya’da, belki de Balkanlarda dahi nefesler olarak.
Her zirveye çıkmış görünen insanlar tüm liderler, inanç önderleri, ozan, yazar denen insanlar, kurum ve kuruluşların başında bulunan insanlar, orada ki yapının layığı olabilseler çok güzel olabilirdi ama maalesef yolu küçük düşürecek, insanlığı küçük düşürecek şeyler yapıyorlar.
Şimdi halk ozanlığı geleneği tabi ki kısa sürede anlatılabilecek bir şey değil ama yüz yıllardır gelmiş bu gelenek. Kimi saz çalmış, kimi keman çalmış, kimi tabi ki tekkelerde, dergâhlar çevresinde yetişmiş, kimisi bağımsız olarak yetişmiş, Bektaşilik içerisinden gelen ozanlar, âşıklar yetişmiş.
Siz ne diyorsunuz halk ozanlığı için? Kimlerdir halk ozanları tarihler boyunca gerçekten ne gibi bir görev üstlenmişler.
Halk ozanının misyonu çok geniş, dilimiz varmaz anlatmaya da yalnız klasik bir anlamı; halk ozanı halkın kulağı, gözü, dili derler halkın göremediğini halk ozanı görüyor, halkın duyamadığını halk ozanı duyuyor, söyleyemediğini halk ozanı söyler. Sürekli halkı savunan bir halk ozanı yoksa bunun dışında öyle zırt bırt eseri yazanlar var, sadece güzel saz çalanlar ozan değildir, bu iş sadece saz çalmakla olmaz. Bazılarına ozan diyemiyorum usta malı okuyanlar var, Feyzullah Çınar’ın yazısı yoktu mesela usta mallarını okurdu. Arif Sağ ozan değildir, sanatçı diyeceksin ona.
Halk ozanı demek halkın hizmetinden hiç dışarı çıkmayan demektir, yani sürekli onun hizmetinde olacaksın. Çünkü senin bir ömrün bunun yatağa kavuşturmaya yetmeyeceği için senden sonra gelecek ozanlar da yetmeyecektir. Çünkü halk sürekli dert sıkıntı çeker. Yani halka hizmet halkı sürekli uyarmakla mümkündür. Mesela halkın oy silahı vardır, dedim kitapta vardı o benim kitabımda galiba adı Oy Silahı.
Oy Silahı en güzel silah. Halkın dertleri, tasaları çok. Yani Alevi’siyle, Sünni’siyle diyelim ki Türk halkı, sadece Türk halkı değil, dünyada bütün insanlar… Ezilenleri var, işte horlananları var, dışlananları var, sömürülenler var. Halk katında toplumsal kesimler içerisinde kuvvetlinin yanında zayıf olmuş, devlet veya gücü ellerinde tutanlar tarafından ezilmiş olan kitleler var. İşte ozan dediniz, onların gören gözü, onların sesi, onların kulağı.
Peki, halk ozanı hangi damardan, nerelerden besleniyor. Yani yine halktan mı besleniyor, halkın geleneğinden mi besleniyor, başka ne gibi yerlerden besleniyor? Mesela diğer ozanların eserlerinden beslenebilir, halktan beslenebilir.
Buna halk ozanın etkisinde kalma, denir. Ben ise gerçek halk ozanlarını çok severim yani bilhassa halk yolunda başını verenler hayran olduklarımdır.
Pir Sultan Abdal. Şimdi mesela düşün insanları, bilim adamları, aydın insanlar da ozanların beslendiği kaynaklar mı?
Şimdi bu halkın ezilmişliği ta Hz. Ali’ye kadar dayanıyor. Bir gün o adamı haksız yere öldürüyorlar. Bir de ölmek demek az gelir; Kerbela’da yakıyorlar susuz yakıyorlar öldürüyorlar Hz. Hüseyin ve onun yoldaşlarını, en yakınındaki, ailesini. Şimdi artık ona benzer ezilmişlikler var ve geliyor arkası. Ondan sonra Sivas yangını var mesela bitecek gibi değil. Bunu da söylemişimdir herhalde mesela bir Kerbela kaynağı var ki bu önemli bir kaynak. Mesela bir ozan yazmış dört tane başka yazmamıştır ama her gelen yazmıştır hiç birbirine benzemez fakat hepsi Kerbela’yı işler. Buna nasıl kaynaktır ki tükenmesi mümkün değil.
Şimdi ozanım, Kerbela kaynağından, gülünden bu kadar ozan beslendi. Tabi ki ozanın pozisyonu ve kültür düzeyi de önemli şiir yazarken duygu, düşünce ve diğer şeylerde önemli. Bir de Kızıldeli, Otman Baba, Hacı Bektaş gibi ululardan da yararlanma, esinlenme onların felsefesini işleme de değil mi?
Muhakkak tabi tabi hiç şaşmaz yani. Hacı Bektaş’ın yaptığı işler çok fazla onun dürüstlüğünü görüyoruz. Hacı Bektaş’ın etkisi biter mi? Bitmez. Bilhassa Türklüğü işlemesi benim için başımın tacı yani. Türkçe’yle işlemiş o tarihte Türkçe yazabilmek her yiğidin harcı değil. Devlette bile Türkçe konuşulmuyor, Hacı Bektaş büyük bir önderlik yapmıştır. Yunus Emre de öyle. Zaten bana sorsalar mesela Müslüman mısın, Türk müsün? Diye Müslümanlığı hemen reddediyorum, ben Türk’üm, Türklüğü kabul ediyorum. Onun için Türkçe yazanlara hayranım.
Toplumsal boyutları sergileyen şiirleriniz var ve toplumun ta köklerinden geliyor o duyarlılık yani acısını, sızısını, geçim derdini çok iyi yakalamışsınız, çünkü şiirlerinizi iyi okudum, iyi okuduğum için bilinçli konuşuyorum. Sade, duru, arı bir Türkçe’yle ama ağdalı, çok derin yazılmış gibi görünen şiirlerden çok daha etkili şiirler yazdığınızı gördüm. Şimdi bu tabi ayrı bir yetenek, ayrı bir güzellik.
Siz toplumcu bir ozansınız, şairsiniz, halk şiiri dediğimiz zaman halkın duygularına daha değer veren bir insan. Siz de halkla iç içe olan bir insansınız onları gözlemliyorsunuz. Fakat sizinki genel duyarlılığı, genel sorunları aşan, günümüzün sorunlarına da eğilen; siyasi partiler, yozlaşma, usulsüzlük gibi yani güncel olaylara da hemen kalıcı şiirler yazıyorsunuz, geçici popüler olan değil, kalıcı olarak günümüzün konularını da işliyorsunuz.
Peki, bu yetenek nereden geliyor?
On yıllık, on beş yıllık bir şiirim var sanki dün yazılmış gibi bakıyorsun. Demek ki değişen hiç bir şey yok. Ben de ezilmişlikler içinden geliyorum, ben de halkın içinden geliyorum, görüyorum, duyuyorum. Şimdi mesela bir çocuğu düşünün, diyelim okudu edebiyatçı oldu, çok da güzel şiir yazar. Ama o şiiri belki tam tatmamıştır. Çünkü o benim tattığım acıyı belki tam tadamamıştır o yüzden kültürü benim yanımda zayıftır onun. Tatmak başka, okumak başkadır. Mesela bir ziraatçı bir pamuk ürününe ilmen yakındır ama aynel yakın değildir, ben de şiire aynel yakınım. Ona çapa vurmuşumdur, toplamışımdır, falan… O bu işi kitapta görmüştür. Şimdi ben pamuktan örnek verdim hangisini söylersen söyle aynıdır, bu değişmez o bir diplomalı yüksek ziraat mühendisidir. Götür pamuğu yanına ilmine göre söyler. Birçok gerçeği tam bilmez.
Yani ben içinden geldiğim için o yandan ezilmişliği anlatırken çok doğalımdır. O kültür ezilmişlik kültürü bende vardır, ben yaşamışım, içimde hissetmişim. O bunu tam bilemez. Okumakla her şey elde edilmez. Şiir böyle bir şeydir
Ozanları ve şairleri ozan ve şair yapan sadece kendi yaşadığı köyün, ilçenin, ilin değil genelin, insanlığın ozanı olması. Ama tabii ki halkını da yazabilmesi. Yani siz geneli yazabiliyorsunuz ama halkı da biliyorsunuz.
Uyanamıyor bu halk. Keşke uyanabilse. Okumanın, oy silahının gücünü iyi kavrayabilse daha iyi olur. Ama uyuyor hala. Kan dökmeden devrim yapan bundan iyi bir silah olur mu?
Şimdi devrim lafı var, kan dökmeden devrim lafı. Kan dökmüyorsunuz, devrim yapıyorsunuz şimdi…
Oy yapıyor bunu oy silahı yapıyor.
Devrim dediğimiz zaman Atatürk devrimi var.
Devrim, tabi her yenilik bir devrimdir.
Atatürk’ün hayranıyım, ona hiç toz konduramam. Çünkü onu da mucize olarak görüyorum, Atatürk’ün yaptıklarını bir insanın yapacağını düşünemiyorum, hala düşünemiyorum. 7 tane dış düşman ve taş üstünde taş kalmamış bir ülke… O vatanı kurtarıyor. Böyle bir insan nasıl sevilmez ben anlayamıyorum?
Siz Cumhuriyet Halk Partisi’ne gönül vermiş, Atatürk’ün partisine, gönül vermiş bir insansınız.
Tabi onun için CHP’liyim, kaydedildiğim günden beri değişmedim, yani bin sene yaşasam değişmem. Atatürk hayranıyım. Her Alevinin, her Bektaşi’nin Atatürkçü olmasını istiyorum. Hiç olmazsa Atatürk’ü tutan partiden olsun, sizin şimdi partinizi bilmiyorum fakat aydın bir insan olduğunuz için öyle kabul ediyorum.
Şimdi şiir ayrı bir dünya dedik ya, tamam toplumculuk var, onu da kabul ettik, halk duyarlılığı var, ezilmişlikler filan var ama bir de güzellikler var, çiçek var, su var, çocuk var, yaşam var. Hem kavga var, hem hayatın da ışığı var değil mi? Siz yaşamı sevmezseniz zaten bu şiirler ortaya çıkmazdı.
Olmazdı tabi de ben onları daha sorunu kalmamış ülkeler için yazmak isterdim. O güzel çiçekler iyi de bu ülkemizde yok maalesef.
Yani yaşadığınız hayatı yazmaya devam edeceksiniz.
Tabi.
Çünkü ben bunu yaşıyorum, halkım ve toplumun bunu yaşıyor, diyorsunuz.
Biraz da Bektaşilikten bahsedelim ve sizin üzerinizdeki etkisinden?
Bektaşilik benim felsefeme tam tıpa tıp uygun olduğu için Bektaşiliği seviyorum. Neden dersen, bir defa Tanrıyı insana indirgemiştir. Ve hiçbir yerde Tanrı aramam benim karşımdaki kişi Tanrıdır yani. O bakımdan çok güzel bir felsefe başka hiçbir şey aramam. Hiç aramam ne Mekke’de, ne Yemen’de, ne şurada, ne burada; Tanrı her insanda mevcuttur. O felsefe bunu herkesin anlayacağı şekle indirilmiştir. Mesela Sünni Müslümanlıkta, öğretilerde 32 farz, 72 sünnet gibi şeyler var. Bunlar insanların kafasını karıştırıyor. İnsana fazla bir şey vermiyor. Bektaşilikte bir felsefe var ki; bu şartları üçe indirmiş, herkesin aklında kalabilir gayet güzel yani. Bunun dışında bir şey yok. Bir eline, beline, diline diyor. Bunlara hakim oldun mu sen iyi, gerçek bir insansın. İstediğin kadar bir insanım de, bunlara hakim olmayınca gerçek bir insan olamazsın. Ki ben onu şöyle yorumluyorum; Mesela bir kişinin dilini çıkarıp kesecekler, ellerini de kesecekler, bu bel organı var hani cinsel ilişki için gerekli olan, onu da kesecekler ve diyecekler ki, artık sen tam serbestsin ceza yok, bir şey yok, istediğini yap. Sana her şey serbest buyur; istediğin suçu işleyebilirsen yolun açık, diyecekler. Bunları işte hiçbir yerin kesilmeden biçilmeden yapabilirsen gerçek insan olabilirsin. Kulağı duyuyor ya serbestsin seni salacaklar istediğin suçu işle, diyecekler. Ellerin de öyle, belin de öyle. Seni serbest bıraktık, istediğini yap hadi bakalım. İşte dünya, işte yaşam. Yap yapabilirsin, dilediğin gibi yaşayabileceksin. Ama işte seni bunları yapmaktan alı koyan, seni engelleyen bir sistem var. Bu da Bektaşilik’tir işte. Bektaşiliğin kurallarıdır.
Yani bunlar mecazi manada kullanılıyor. Gerçekte ellerin kesilmesi diye bir şey yok tabii ki. Ellerini manevi ve mecazi anlamda “keseceksin”. Buna yemin edeceksin.
Bunların anlamı şudur: Ellerine hakim ol, elinle koymadığını alma, çalma, ellerinle yararlı işler yap;
Beline hakim ol; kimsenin karısına, kızana, eşine, namusuna kötü gözle, art niyetle bakma, yararlı nesiller yetiştir.
Dilinle de; dedikodu yapma, kimsenin aleyhinde konuşma, kimseye iftira atma, güzel şeyler konuş, Hakk kelamı söyle, demek oluyor.
Kulağınla; kötü sözler duymayacaksın, o işlerde parmağın olmayacak, dürüst bir insan olacaksın, güzel şeyler dinle, yararlı şeyler dinle, kulağın iyilikte olsun yani.
Bunlar işte Bektaşiliğin ilkeleridir. “Eline – diline –beline sahip olmak” bu demektir. Bunu uygulayan, buna uyan, gerçek bir insanlık öğretisinden geçmiş demektir.
Ölmeden önce ölmek, düşüncesi.
Evet, öyle.
Ve gerçek, kamil bir insan olabilmek, insan erdemine kavuşabilmek. Peki, bunun yöntemleri nedir, yolu nedir?
Yolda yani Bektaşiliğin ilkelerinin uygulandığı sistemde bunları görmek için tezgâhtan geçmen gerekir. Bektaşiliğin temel düsturlarından olan şeye, ben de inanıyorum. Mesela bir mürşit eteği tutmayınca, ölmeden önce ölmek aşamasına erişemiyorsun yani. Bu bir tezgâhtır mürşit senden belki çok cahildir ama o bir vasıtadır orada. Seni şöyle bir tezgâhtan geçirir, ondan sonra yolun açık ola, der. Yani sen de artık bundan sonra gidebildiğin yere kadar gidersin. Ama oradan geçmezsen hiçbir şey olmaz, olamayacağına ben inanıyorum yani. O tezgâhtan geçeceksin.
Mürşit yol gösteren zaten? Aydınlatıcı.
Yolu gösteren tabi. Şimdi mesela ben üniversite mezunuyum (diyelim), aynı şekilde güçlü bir ozanım, girmek için belli bir yol arıyorum yani tezgâhtan geçmek için. Geldim, en yakın bunu göstereyim. Bunun (Şimdi rahmetli olan İsmail Pastırmacı Baba) yönettiği ceme katıldım, eteğini tuttum.
İsmail Pastırmacı’nın eteğini tuttuk, tezgâhtan geçtik. Şimdi bu bana ne verebilir, bana bir şey vermesinin imkânı var mı? Yok. Bir şey veremez. Ama verdiği başka bir şey var; işte manevi bir yapı var. Demin söylediğimiz tezgâh dediğimiz olay, ona niyaz ediyorsun, seni bir pençeden geçiriyor.
Mesela cemlerde bir erkân çubuğu (Alevi Bektaşi cemlerinde kullanılan, kimi kutsallıklar atfedilen, pir – (mürşit) / dede, baba tarafından muhip (talip-mürit) canların sırtına dua eşliğinde hafif şekilde vurulan ve Cennetten çıktığına inanılan kökleri gökte, dalları yerde olan Tuba ağacını temsilen gül, dut vd bazı özel ağaçlardan yapılan, bazı yörelerden çok özel önem verilip sarıldığı sargıdan kurban kesilerek çıkarılan, özenle ve duayla yıkanan, bazen bir evliya şeklinde görülen, canlandığına da inanılan, herkese verilmeyen yarım metreyi geçmeyen çubuk. Pençe’den geçme nur kaynağı olan Muhammet Mustafa’nın huzurundan geçmek demek oluyor. Ayhan Aydın) vardır, çubuktan geçirirler; bir de pençe vardır. Pençe (Ehlibeyt’i temsilen beşler aşkına, onların soyundan ve (Bektaşilik’te) yolundan giden pir – (mürşit) / dede, baba tarafından muhip (talip - mürit) canın sırtına duayla, sürercesine dokunan el. Mürşit eli. Hz. Muhammed’in eli. Pençe’den geçme nur kaynağı olan Muhammet Mustafa’nın huzurundan geçmek demek oluyor. Ayhan Aydın) bizce daha yakındır. Neden? İki canın arasına bir çubuk giremez. Nasıl can girmediği gibi can cana böyle vuruyoruz ya, çubuk ta giremez, erkân çubuğu olan çok cemler var fakat biz de pençedir.
Bu (İsmail Pastırmacı) pençeden geçiriyor seni. Bak dikkat edersen cemde Tanrıyla aynı uygulama yapılıyor, yani bir bütünleşme var. Mesela Tanrı âdemi yaratıyor beş tane büyük melek var; Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail, bir de Şeytan var. Hepsine secde edin, diyor. Kime diye soruyorlar. Adem’e Yani insana diyor. Ama Şeytan asi oluyor. Şeytan secde etmiyor diyor ki; benim gözümün önünde çamurdan olan bir şeye niçin secde edeyim? Ben kaç yıllık nurdan yaratılmış, ateşten yaratılmış bir meleğim, ona secde etmiyorum diyor onu da meleklikten azletmiş şeytanlığı vermiş ona diğerleri hepsi bunu kabul ediyor.
Şimdi burada Âdem’e bir secde söz konusu değil mi? Meleklere emir vermiş Tanrı, Adem’e secde edin diye. İşte bu cemde de yapılıyor.
Âdemin dizine secde ediyorsun. Eğer bütün kâinat bütün insanlar secde ediyorlarsa secde ettiğin insanın kalbini kırabilir misin, bir kötülük yapabilir misin?
Bunu meleklere kim söylüyor? Allah yani kainatı yaratan gücün sahibi emir ediyor. Ve melekler gelip secde ediyorlar. Kime Adem’e, yani insana. Çünkü Adem insan olarak secde edilen birisi, peygamber olarak değil. Ben insanı yarattım, diyor Tanrı. Melekler secde ediyorlar.
Şimdi biz Aleviler Bektaşiler o görüşü yaşatıyoruz, biz o felsefeyiz, o felsefedeniz.
Sonra Âdem’e en güzel şeyleri veriyor Tanrı; işte akıl, fikir, izan hep dünyada ne varsa hepsini veriyor ve onu en mükemmel şekilde yaratıyor.
Efendim hepsinden üstün kılıyor ve kapıp koyuveriyor ve kendine hâkim ol diyor, bak. Ben seni akılla fikirle donattım, seni artık koruyup kollayamam, diyor kendi kendine hâkim ol, diyor. İşte Aleviliğin Bektaşiliğin kökleri. Bir de bunlar yok, diyorlar.
Biz de ne yapıyorlar?
Ceme giriyorsun değil mi, seni alıp rehberin götürüyor o ummadığın dedeye (baba- mürşit (pir)). Dede diyor ki, bak oğlum sen buraya gönül vermiş gelmişsin ama bu yol senin gücünün dışında bunu her kişi taşıyamaz, er kişi taşır, yol yakınken sen dön geri, diyor. Bana da söylendi bunlar da onun için anlatıyorum. Şimdi ben konuşamıyorum da rehber benim vekilim ya o eyvallah erenler, diyor. Bak bu yol ateşten gömlektir, giyemezsin, demirden leblebidir çiğneyemezsin… Gelme gelme, dönme dönme.. Gel sen yol yakınken dön… Deniyor. Hep Allah eyvallah, diyorsun. Ama o eyvallah demek kabul etmek demek.
Ondan sonra yola adım atıyorsun. Yol anan, yol baban oluyor. Onlar senin rehberlerin, onların eşliğinde yola giriyorsun, onlar sana kefil oluyorlar, sana rehberlik ediyorlar. Oradaki canlar seni kabul ederlerse, onaylarlarsa sen de oraya girebiliyorsun.
Artık can yoluna, Bektaşi yoluna giriyorsun. Bu bir yeni başlangıç diyorsun. Bak Ayhan verdiğin ikrara göre şimdi seni senden alıyorum, diyor.
Sonra ne yapacak?
Senin nefsin kötü nefsi emmare, seni senden alıyorum, diyor. Sen şimdi cansız hale geliyorsun canlısın ama cansız görünüyorsun. Ölmeden evvel ölüyorsun. Ve tekrar seni sana veriyorum, diyor. Sana can gelmiş oluyor. Tanrıyla aynıdır ya Tanrının âdeme yaptığı gibi yaşamın boyunca kendine mukayat (sahip) ol, demek isteniyor. Şunlar suç, kötü şeylerdir, bunlar sevaptır yahut iyiliktir, diyor. Sen kendime hakim ol, diyor sonra seni salıyor.
Şimdi sen bir ikrar veriyorsun, yemin ediyorsun. Artık bir yola giriyorsun, bunun geri dönüşü yok. O bir yemindir, bir başlangıçtır, ikrar her şeyden önce gelir.
O ikrar denilen söz o hiç yakanı bırakmıyor, tüm hayatın boyunca, her yerde seninle. Çünkü sen kendinden sorumlusun, kimsenin senden haberdar olması gerekmez, seni kendini gördüğün için kendini korumak zorundasın.
İnsansan görüyorsun.
O felsefe çok şahane olduğu için bir de ve Tanrının ilk yaratılış felsefesine uygun olduğundan zaten ona göre ayarlamış herhalde cemde o bakımdan çok hoşuma gidiyor oradan çok şeyler alıyorum yani, kaynaklar. Şimdi ben bu ceme aynel yakınım. Mesela bir gün şeye tutuştuk, Nejat Birdoğan’la, biliyor musun Nejat Birdoğan dedi derviş ben çok cem gördüm falan. Ben içimden dedim ki ona söylemeden, gerçek bir cem görmek çok zor, öyle ulu orta cem var mı, dedim içinden. Yani küçük düşürmek istemedim onu sen gördün ama onlar özel cemdi. Resmi cemi görmedin, resmi cemi görmen için bir kurban keseceksin, ikrar vereceksin, cemi ağırlayacaksın, bilmem ne yapacaksın… Çok uzun bir süreci var. Ondan sonra bir şiir yazdım gönderdim ona ama çaktı mı çakmadı mı bilmem. İşte sen bu konuya ilmen yakınsın, ben aynel yakınım aramızda fark bu. Sen dirsek çürütmüşsün, ben diz çürüttüm, diyorum.
O kadar güzel konuşuyorsunuz ki gerçekten bunu şöyle ifade etmek gerekiyor sevgili ozanım, gerçekten siz günümüzde hem düşünce bakımından hem şiir ozanlık bakımından da bu geleneğin yaşarken ünlenmiş temsilcilerinden birisiniz dedik. Fakat bir aydın olarak da ben sizi gördüm. Yani Bektaşi ileri gelenlerinden birisi olarak yani okuyarak, yaşayarak, görerek bu felsefeyi özümsediniz. Ozanlar içerisinde sazıyla, sözüyle, şiiriyle ünlenenler var, hepsinin bir düşünce birikimi var. Mahsuni Şerif’in de bir düşünce birikimi vardı, diğerlerinin de öyle. Demek ki günümüzde bu gelenek sürüyor?
Sürüyor. Şimdi Mahsuni de benim çok sevdiğim bir ozandı, sonra ölümüne yakın onu daha da çok sevdim. Neden dersen Mahsuni’yi ben eskiden beri tanırım, Mahsuni çok keskin, sivri şiir yazan bir ozandı, onun için başı beladan kurtulmadı, ömrünün 3/1’te hapislerde geçti. Fakat soruyordum ona Bektaşi mi bu acaba diye? Biliyorsun bu sazlı, sözlü ozanlar genelde Bektaşi’dir. Hiç kimse değil yani bilmiyoruz falan diyorlar. Fakat ölümüne yakın nasıl bir aldı eline Bektaşiliği, Adam Bektaşiliği çok güzel işledi. Tam bir Bektaşi gibi davrandı, konuştu.
Ozanların birçoğuyla tanıştınız?
Çoğuyla benim elimden geçen ozan hiçbir yerden geçmemiştir. Profesör mü, ozan mı, ne istersen benim fakirhaneden kimler geçmedi ki!
Nejat Birdoğan’la ayrı bir yakınlığınız vardı?
Onu severdim. Onun hitabeti bile bir bambaşkaydı, öyle bir hitabet hiç dinlemedim yani.
Saygılı bir insan?
Saygılı, o kadar kibar, o kadar nazik.
Şimdi Uzunköprü’ye konferans için gelmişti. Sonra yemek verdiler. Ben de bir şiir okudum. Çıktım orada ben her ne kadar tahsil görmemişsem de 70 tane canlı kitap okurum, diye şiirin son sözleri böyle bitiyor. Şimdi dinleyiciler içinde bu 70 tane canlı kitabı bilmiyorlar tabi ne demek istiyor ozan sonunda açıklama yaptım. Dedim bakın 70 tane canlı kitap ki ortalama o Nejat Bey düzeyindekileri falan okuduğu kitap çok fazlada 170-270 civarında bilenleri böyle. Bahsettiğim 70 tane canlı kitapta okuduğum kitapların bir tanesi burada dedim. Lütfen dedim Nejat Beye parmağımla söyledim kalktı bir alkış koptu herkes dedi ki Kemal Abi böyle kitap okumuşsa ne mutlu ona, böyle dediler yani canlı kitap odur.
Mehmetalan Köyü var, Balıkesir’de, Edremit’te oraya gittiniz?
Gittim, çok gittim oraya, 1972’den beri devamlı giderim.
Nedir sizi oraya çeken, Çepni köyü mü burası?
Değil.
Tahtacılar.
Tahtacılar var ama bunlarda Yan Yatıra bağlı. Onlar da musahipli aynı bizim gibi. Beni oraya şu çekti; bir sefer Hacı Bektaş’ta, yıl 1972’ydi sanırım Veliyettin Ulusoy isminde birisiyle tanıştım. Ahmet Ulusoy bahçesinde Veli Akbulut isminde birisi vardı. Efendim işte Mehmetalan köyünden olduğunu söyledi, bizleri davet etmişti. Öyle başladı ziyaretler.
Dağ hemen köyden başlıyor her taraf zeytinlik böyle tarım şeyi yok orada zeytin ağacı her taraf. Yemyeşil böyle çok hoşuma gitti ısındık yani köylere.
Yerel bir gazete de şiir yayınlıyorum bir gün birisi bana; Kemal ağabey şiirlerin çok karamsar geldi bana dedi, üzgün şiir yazıyorsun, dedi. Canım bir derdin mi var dedi yoksa neden yani böyle yazıyorsun, dedi. Dedim ben şiiri kendim için yazmıyorum eğer bizim ülkemizde bu vatandaşlar mağdur ise zaten mağdur insanlar için yazıyorum; insanlar milyarları olsa ne yazacak, dedim. Mesela ben bayram tebriklerini şöyle yazıyordum: “Buna bayram deniyorsa bayramınız kutlu olsun, içinize siniyorsa bayramınız kutlu olsun.” Uzayıp gidiyor ama ezberimde yok. Şimdi hani dost dostunu buldu muydu o muhabbete doyum olmaz. Dost dostunun cemalini gördüğü an bayram olur, yüzünü dostunun yüzüne sürdüğü an bayram olur bu var mı kitapta sende var mı o kitabım?
Olmaz olur mu?
O zaman ne söyletiyorsun beni.
Toplum kurtulmayınca kişisel mutluluk neye yarar? Gerçekten de bu fikirleriniz nasıl yankı buluyor, burada ki yapı nasıl ozanım, yani Uzunköprü’deki?
Burada ki yapı çok bozuldu eskiden çok iyiydi. Mesela 1958’de ceme girdim ayrılış gününe kadar aşağı yukarı 1975’de oldu sanırım, hep mücadeleyle geçti günlerim. Cemlerde yenilik yapmak istedim. Elektrik lambası varken muma gerek yok, dedim tepki çektim. Kendimce ceme yenilikler sokmaya çalıştım anlaşılmadı, ben oradan uzaklaştım.
Cemdekilere, ben buralarda popüler bir kişiyim, adliye de çalışıyorum taraftar bulurum, dedim. Mesela on hizmet postunda; on ikiler mesela yedisi karar verirse, mürşit hiç sesini çıkaramaz, ben o cemlerde o yedi kişiyi bulamadım.
Dede benden fazla bir şey bilmiyor. Şimdi ben yine halk getirmeye çalışıyorum ceme. Bir şeyler kalsın gelecek kuşağa, diyorum mücadele ediyorum. Mesela öyle bir şey istiyorum ki, iki tane mihman postu var cemde ama bizimkiler boş kimse oturmuyor, o postlar mihmanlar için. Şimdi iki kişi yanıma denk geldi bu gece cemimiz var değil mi, ben sizi rahatlıkla oraya götürmeliyim, niye konmuş onlar oraya? Şimdi dede ne diyor biliyor musun, bu iki kişinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Ben bu kişileri bilmesem oraya götürür müyüm? Mesela şöyle adam bana ikrar verdi Alevi olduğunu söyledi, dürüst olduğunu söyledi yahut tanıyorum, ben şimdi ya sana yalan söyler miyim? Buna karşı çıktılar. Şimdi adamlar geldi oturdu sekize doğru cemde var biliyorlar yani bir kâğıda yazdılar yazı hamilim iki kişi Hakkı Baba ile Ayhan Bey cemimize dâhildirler, kesinlikle suçları yoktur, bir imza atsan sen bu imzayı tanır mısın? Tanımazsın. Ben bu kâğıda bakıp bunları oturtacağım buraya, şimdi ne oldu? Ama bu kâğıdı yanlış getirdi eğer varsa bunlar burada yüklü olur ne diyor; birbirinden darılmış incinmiş kişi varsa hakkını talep etsin, diyor; yük ile oturmak hak değildir, diyor.
Oradaki baba her şeye karışıyor, en sonunda bir gece canım çok sıkıldı dedim Hacı Bektaş Veli şimdi gelecek baba erenler, gelsin, bir başlayacak ilk önce senin yüzüne tükürecek, dedim. “Ey ben size böyle mi öğrettim, siz ne yapıyorsunuz, niye yenilik yapmıyorsunuz, insanları toparlayacağınız yerde küstürüyorsunuz, cemlere almıyorsunuz?” diyecek, dedim.
Hz. Ali; çocuklarınızı yaşadıkları devre göre yetiştirin kendi yaşadığın devreye göre değil, daha ilerisi için yetiştirin, diyor. Bu ne demek? Bu kadar örnekler veriyorum şimdi cemde hiçbir şey değişmemiş gibi geliyor.
Pir Sultan’ın nefeslerini cemlerde okuyoruz. Cem 1400 seneden beri geliyor Hz. Ali’nin zamanından beri. Pir Sultan diyelim 500 sene evvel yaşadı. Bak atalarımız Pir Sultan’ı ceme sokmuşlar. Bunu düşünmüşler, peki ceme sokmuş bunlar, buna günah dememişler. Cem 1400 yüzyıllıkta Pir Sultan sonra yaşadı onun deyişlerini ceme koymayalım dememişler. Bu kafayla biz nasıl ileri gideriz?
Ali Metin (Ankara’da yaşayan Şıh Ali Metin Dede) vardır gümrükçü, ben çalışıyordum o zaman tanıştık, Sivaslı kendisi. Bizim cemlere çoluk çocuk hepimiz bir arada gideriz belli bir noktada çocukları çıkarırız, dedi. Ama bir iki gün evvel götürdüm istasyonda otururduk tren istasyonunda üç tane çocuğu var; böyle boy boy daha bizi gördü bir iki arkadaşım daha vardı hemen kalktı hepsi çocuklar ufacık çocuklar, gelip ellerimiz öptüler, bize çok saygılı davrandılar. Biz girdik içeriye yerimize oturduk, Ali Metin de oturdu, bir gülbenk okudu çocuklar niyaz ettiler oturdular, geldiler ellerimizi öptüler. Bu çocuk nereden biliyor bunları, dedim. Bana, e işte onlar görüyorlar, dedi. Küçükken eğitilmiş oluyorlar. Ağaç yaş iken eğilir derler ya, o huy güzel.
Akşam annem babam bir yere giderlerdi. Annemin babamın ceme gittiklerini bilmezdim. “Bayrama gidiyoruz” derlerdi. Biz bayram, diyoruz ceme; burada hep değiştirilmiş yani. Mesela su demeyiz pınar denilir, mumlara çırak denir. Neden? Bunları dışarı sızdırma olmasın, diye. Bayrama gidiyoruz falan derdim mesela. Diyelim sabah erken kalkardım bayramdan gelen bir çeyiz dediğimiz gelenek var bizim cemlerimde, biz çıkın bağlıyoruz, yani bir çıkın yapıyoruz içine yumurta, tatlı falan oluyor, böylece “Bayram Yapıyoruz”. Anne nasıl bir bayramdır bu, nereden geldi bunlar? Diye soruyorum. O da diyor ki; işte bayram yapıyoruz. Yani sizin anlayacağınız; Cem lafı hiç geçmezdi ama sırf bu korkudan, ama bu işte cemdi.
Şimdi biz bir eve gidiyoruz değil mi tuğlalar aha bu kadar kalın, bu pencerelerde yastık üst üste sımsıkı konmuş, her taraf kapalı. Böyle mum ışığı dışarı çıkmasın, deniliyor. Hâlbuki açık bıraksan nereye sızacak mum ışığı, gücü ne kadardır ki, ama bu kadar gizli yani. Duvarlardan şırıl şırıl su akar böyle ter böyle su gibi yarın görebilirsin. O mumlar orada raflardadır mesela on iki tane mum uyarılır çerağ dediğimiz, hemen yamuldular böyle sıcaktan. Yamuldular bu sefer de suçlu diye gözüme bakarlar. Çırak yıkıldı, diye. (Mumun (çerağın) sönmesi, eğilmesi kötüye işaret olarak kabul edilir. İçlerinden birisinin ikrarında durmadığı, kötü bir düşüncede ve eylemde olduğu düşünülür. Cemlerde meydana alınan kurbanlıkların bir işaret göstermesi beklenir, ona göre türlü yorumlar yapılır. Ayhan Aydın)
Peki, Yunanistan’da Sünniler nasıl biliyor Alevileri, Bektaşileri sevgili babacığım (İsmail Pastırmacı’ya)?
İsmail Pastırmacı: Yunanistan’da biz gizleniyoruz.
Gizleniyor musunuz? Biz o kadar gizlenmeyiz ahiret tayfası çok gizlenir.
Kemal Özcan: Rumlardan.
Yani Sünnilerden mi gizleniyorsunuz? Sünnilerden.
Sünniler kötü mü biliyor Yunanistan’da Alevileri Bektaşileri? Evet öyle.
(Uzun yılların baskıları, yalan yanlış türlü iftiraların atılması, ön yargılar, psikolojik baskılar, ötekileştirmeler Yunanistan’da Sünnilerle Aleviler (Bektaşiler) arasındaki ortamı bozmuş, büyük bir soğukluk oluşmuştur. Bu özellikle Alevi (Bektaşi) ileri gelenleri tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılsa da halen bu soğukluk bugün bile halen devam etmektedir. Türkiye’deki gibi çok yoğun bir şekilde Sünnileştirme, asimilasyon çabaları bu topraklarda sürmektedir. (Ayhan Aydın))
Söyleşi: 13-06-2002, Uzunköprü
HALK OZANLARINA SORULACAK ANKET VE SÖYLEŞİ
Eşiniz Alevi mi, Sünni mi? Eşiniz Alevi ise dede kızı mı, talip kızı mı?
Eşim Bektaşi ve talip kızı.
Oğlunuz evliyse, eşi Alevi mi, Sünni mi? Aleviyse dede kızı mı, talip kızı mı?
Bektaşi kızı ile evli, talip kızı.
Kızınız evliyse, eşi Alevi mi, Sünni mi? Kızınızın eşi dede oğlu mu, talip oğlu mu?
Bektaşi oğlu ile evli, talip oğlu.
Kaç yaşındasınız?
70.
Mesleğiniz ya da işiniz nedir?
Ceza mahkemesi tutanak yazmanlığından emekliyim.
Halen kiminle birlikte oturuyorsunuz?
Erkek oğlumla birlikte oturuyorum.
Varsa, çocuklarınızın isimleri nelerdir?
Cemal Nadir, Özcan, Meral Ayşe, Zuhal, Gürçay.
Sizce Türkiye’de ne kadar Alevi/Bektaşi vardır?
20 milyon.
Bağlama gibi bir çalgı kullanabiliyor musunuz?
Hayır.
Hangi Alevi Bektaşi anma etkinliğine katılırsınız?
19 kez Hacı bektaş Veli anma törenlerine, 7 kez Abdal Musa Sultan etkinliklerine ve pek çok etkinliğe katıldım.
Muharrem orucunu ne zaman ve ne kadar tutarsınız?
Gök ayına göre tutulması yanlıştır. 10 Muharrem tarihi, miladi takvime göre 10 Ekim tarihine isabet etmektedir. Buna göre Muharrem orucu 1 Ekim, 10 Ekim tarihleri arasında 10 gün süreyle tutulmalıdır. Ben böyle inanıyor ve yapıyorum.
Hızır orucunu ne zaman ve ne kadar tutarsınız?
Bizim yöremizde Hızır orucu yoktur.
Hz. Ali’nin doğum günü olarak hangi günü kabul ediyorsunuz?
21 Mart Nevruz.
Sizce “Halk Ozanlığı” neyi ifade ediyor?
Halk ozanlığı, halk demektir. Halkın gözü, kulağı ve dili halk ozanlarıdır. Çünkü halkın göremediğini, halkın duyamadığını, halkın söyleyemediğini halk ozanları görür, duyar ve söyler. Sürekli halkı uyarırlar ve her zaman ezilen kesimin yanında yer almışlar, zalimlere karşı sazlarıyla, sözleriyle savaşmışlardır. Bu yolda ve bu doğrultuda pek çok çile çekenler, artı canını dahi verenler vardır. Pir Sultan Abdal vs. gibi...
Köyde mi, kentte mi doğup-büyüdünüz?
Köyde doğdum fakat 1 yaşandan itibaren kentte büyüdüm.
Öğrenim durumunuz nasıldır?
İlkokul.
Bir Alevi ocağına bağlı mısınız?
Kızıldeli Ocağına bağlıyım.
Küçüklüğünüzde ve gençliğinizde cemlerde bulundunuz mu?
Bizim yörede çocuklar ve gençler ceme giremezler. Cem girmek için evlenmek ve girdikten sonra musahip olmak önde gelen koşuldur.
Dedeler, zakirler, mürşitlerle bir arada yaşadınız mı? Sizce dedeler kimlerdir?
Mürşit olan baba ile bir arada yaşadım. Çünkü biz babaları kendimiz seçeriz. Bize dışardan baba veya dede gelmez. Zaten buna gerek yoktur. Biz de dedelik de yoktur.
En çok hangi ozanların şiirlerinden etkilendiniz?
Pir Sultan Abdal’ın şiirleri etkilemektedir. Yoksul ve ezilmiş halkın yanında yer alan tüm ozanların hayranıyım. Ancak şiir yazarken hiçbir ozanın etkisinde kalmış değilim.
İlk şiir tecrübeleriniz nasıldı? Ne zaman şiir yazmaya başladınız?
15 yaşlarında şiir yazmaya başladım. O zaman zahiri anlamda şiir yazıyordum. Ancak ceme intisap ettikten sonra Bâtıni anlamda ve tasavvufa yönelik şiirler yazmaya başladım ve halen yazıyorum. Yaklaşık 3000’i aşkın şiirim olduğunu sanıyorum.
Bade içme gibi bir durumunuz oldu mu?
Bade içme durumum olmadı. Zaten buna inanmıyorum. Bu bade konusu doğru olsa bade içmeyen ozanların şiir yazamaması gerekirdi.
Sizce size bu ilham nasıl geldi?
Doğal olarak ilham geliyor. Doğal ilham vahiy anlamına gelmez.
Ozanlıkta bağlamanın yeri nedir? Sazsız ozanlık olabilir mi?
Bağlama, Alevi, Bektaşilerin bir parçasıdır. Bizim yörede cemler bağlama ile yönetilmekte ve Pir Sultan Abdal’ın nefesleri okunmaktadır. Sazsız da ozanlık olur. Örneğin ben bağlama çalamıyorum.
Bağlama dışında bir çalgı kullanıyor musunuz?
Keman, ut, cümbüş ve kabak kemane çalmaya çalışıyorum.
Şiir yazarken özendiğiniz, örnek aldığınız, ozanlar kimlerdi?
Şiir yazarken hiçbir ozanı örnek almıyorum.
Dünyaya bakışınız, insan, tabiat hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Ben insana değer veren bir ozanım. Doğaya önem vermem. Ancak, doğa tahrip edilirse o zaman iş değişir.
Şimdiye kadar katıldığınız yarışmalar hangileridir?
Yarışmalar bana ters geliyor, onun için katılmıyorum.
Aldığınız herhangi bir ödül var mı?
Ödüllü yarışmalar bana ters geliyor.
Yayımlanmış kitabınız var mı?
1996 yılında Şah Damarı isimli bir kitabım yayınlandı, Şah Gülleri isimli ikinci kitabımın basım işleri sürüyor.
Kasetiniz var mı?
Hayır.
Anadolu Aleviliği hakkındaki fikirleriniz, bilgileriniz nelerdir?
Anadolu Aleviliğinde dedeliğin hüküm sürdüğünü, dedelerin secere yoluyla 12 İmamlardan her hangi birine bağlı olduğunu, dedeliğin babadan oğula geçtiğini biliyorum. Daha ziyade Osmanlı dönemindeki uygulamayı andıran bu kural Bektaşilik de yok. Bektaşilikte babalar seçimle geldiğinden, uygulama daha demokratik, çağdaş ve mantıki oluyor.
Sizce Hz. Ali nasıl bir insandı, en önemli özellikleri nelerdir?
Hz. Ali, kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir insandı. Onun erdemleri sayılamayacak kadar çoktur.
Kerbela ve Hz. Hüseyin için neler söyleyeceksiniz? Niçin tüm Alevi-Bektaşi ozanları Kerbela için matem şiirleri yazmışlardır? Kerbela Olayı size ne ifade ediyor?
Kerbela anlatmakla bitecek bir kaynak değil. Onun için bu konuya girmek istemiyorum. Şu kadarını diyeyim. Kerbela’da tarihin en korkunç cinayeti işlenmiş, haksızlığın en çirkini sergilenmiştir. O nedenle haklıdan ve ezilmişten yana olan halk ozanları şiirlerinde insanlığın yüz karası olan bu olayı sürekli yazarak güncel hale getirmişlerdir.
Alevi -Sünni farklılaşması ve Alevilerle Sünniler arasındaki kaynaşma hakkında neler düşünüyorsunuz?
Alevilerle Sünnilerin birleşmeleri kökü çok eskiye dayanan husumetin ortadan kalkması ve tarihsel kardeşliğin yeniden tesisi bakımından çok yararlı olacağı kanısındayım. İnsanlar aydın olup gerçeği görebilir iseler söz konusu birleşme daha çabuk gerçekleşir ve daha sağlam temele oturur.
Tasavvuf hakkında neler söyleyeceksiniz?
Sözlük anlamı; gizemciliktir. Gizemcilik öyle derin ve öyle tatlı bir felsefedeki bu konunun içine girenler, bir daha çıkamıyorlar. Aynı benim gibi...
Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal gibi ozanların şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yunus, Nesimi, Hatayi ve Pir Sultan Abdal’ın şiirlerini, yazıldıkları tarihleri nazara alarak çok iyi olarak değerlendiriyorum. Onları eleştirmek benim açımdan yanlış olur. Ancak olumsuz yönden eleştirenler yok değil.
Sizce bu isimler neden ölümsüzler arasına katılmışlardır?
Gerçekleri yazdıkları için ölümsüzlüğe erişmişlerdir.
Atatürk ismi size neyi ifade ediyor? Atatürk’ün Türk insanına getirdikleri nelerdir?
Atatürk’ün Türk insanına getirdiklerini herkes biliyor. Bugün hayatta olan her Türk insanının yaşamını Atatürk’e borçlu olduğuna inanıyorum. Bilhassa Alevi, Bektaşilerin, onun sayesinde belleri doğrulmuştur.
Türkiye’nin geri kalmışlığını nelere bağlıyorsunuz?
Halkın kültür düzeyinin çok düşük olmasına bağlıyorum.
Sizce demokrasi nedir? Gerçek bir demokrasinin yaşabilmesinin şartları nedir?
Demokrasi dersi vermeye gücüm yetmiyor. Bu konuyu öğretim görevlilerine sorunuz
Kitap okuyor musunuz?
Şiir yazmaktan kitap okumaya elim varmıyor.
Sinemaya, tiyatroya gidiyor musunuz?
Bulunduğum şehirde sinema ve tiyatro yok. Vaktiyle sinemaya giderdim
Halk ozanlarının genel sorunları sizce nelerdir? Çözümlenebilmesi için neler yapılmalıdır?
Önde gelen sorunlardan bir tanesi ilgisizliktir. Çoğunluğu yoksuldur, birkaçı müstesna diğerlerinin gelirleri yoktur. Yavan, yaşıt kavgası vermektedirler. Devlet bunlara yardım elini uzatmalıdır.
Halk ozanlığında ne gibi değişmeler yaşanmıştır?
Ozanların eserlerine önem verilip korunabilmesi kaset ve kitaplarının bastırılmasında kolaylık sağlanması için kültür bakanlığı nezdinde girişimde bulunulması gerekmektedir. Bu girişim Cem Vakfı tarafından yapılabilir.
OZANIN YAYINLANMIŞ KİTAPLARI…
- Derviş Kemal, Şah Damarı, Şiir, Alev Yayınları, 1. Baskı, 240 sayfa, Mart 1996
- Derviş Kemal, Şah Gülleri, Şiir, KaraMavi Yayınları, 1. Baskı, 272 sayfa, Mayıs 2008
- Derviş Kemal, Şah Nefesi, Şiir – Söyleşi, Alev Yayınları, Yayına Hazırlayan: Kılavuz Bakır, 1. Baskı, 2013
Yol Dergisi, Mart- Nisan 2016, Sayı: 40 (Önemli bir kısmı burada yayınlandı)
Yaşayan büyük Alevi – Bektaşi ozanı (halk şairi)
KEMAL ÖZCAN (DERVİŞ KEMAL)
DERVİŞ KEMAL (KEMAL ÖZCAN) SONSUZLUĞA GÖÇTÜ…
Eserleriyle çağımızda Alevi Bektaşi inanç, kültür ve düşünce dünyasının en önemli ozanlarının başında yer alan, yüzyıllardır süregelen bu geleneğin en üretken (verimli) kalemlerinden birisi olan ve bir kültür çağlayanı olan şiirlerinden insanlık, sevgi, dostluk, yurt, bayrak, Atatürk, Alevi Bektaşi değerleri ve erdemleri fışkıran, tüm hayatını dolu dolu yaşamış Kemal Özcan – Derviş Kemal artık cismen aramızda değil… Ama onun günümüzde cemlere de giren, hiç tanımayan, hatta hayatında hiç şiir okumamış bir kişinin bile okuyunca kesinlikle etkileneceği derin köklerin, büyülü ve benzersiz elmasları olan sözcüklerle örülmüş şiirleri sonsuza kadar yaşayacaktır.
Ayhan Aydın
Uzun süredir rahatsız olan Derviş Kemal 25 Nisan Cumartesi günü Edirne Uzunköprü’de 85 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Derviş Kemal; Ulu erenlerin ışıklı dünyasında yol alırken, piri olan Seyyid Ali Sultan – Kızıldeli Ocağı’nın (Dergâhı)’nın manevi büyüsüyle ve Tanrı Dağları’nın tılsımıyla büyümüş atalarının yaşadığı Yunanistan’dan (Babalar Köyü) çok küçük yaşta Türkiye’ye göçmüş, yaşamı bir kavga yaşamı olmuş her zaman.
Hemen hiçbir kurumun maddi ve manevi desteğini almadan, eşlerini, dostlarını o küçücük bütçesiyle ağırlamaya çalışmış, kimseden yüzünü çevirmemiş, yazdığı eserlerle Türkçe’nin ve Alevi Bektaşi varlığının günümüzde yaşamasına katkıda bulunmak gibi kutsal bir görevi yerine getirmiş.
İnsanlar ise onu hep büyük bir ozan, Türkçe’nin ses ustalarından, usta bir şair, Aleviliği Bektaşiliği en güzel şekilde anlatan bugünün nefes yazarı, (bazı yanlışlara kimi zaman eleştirilerinin de olduğu), günümüzün büyük kalemi olarak selamlamışlar. Ama hiç kimse de bu adam nasıl geçinir, nasıl yaşar, o küçücük gecekondusunda tenceresi nasıl kaynar? Diye hiçbir zaman da sormamıştır. Aynen diğer ozan, yazar, aydınlarda olduğu gibi durum aynı olmuştur. Televizyonların baş aktörleri ve oturdukları deri koltuklardan ancak ölünce gitmeye niyetli, kurumları başta siyasi ikbal olmak üzere kendi çıkarları için kullanan Alevi Bektaşi örgütlerini işgal edenlerin ise Derviş KEMAL’e ve onun gibilere, kültüre, sanata, edebiyata önem verme gibi niyetleri zaten yoktu, olamaz da…
İçi bomboş, yetkisiz kişiler elinde kan ağlayan cemevleri yapmayı en büyük marifet sayan, şovmen kılıklı, siyasilere yaltaklanmaktan, iyi birer hatip bozuntusu olmaktan başka neye yarar bu Alevi Bektaşi kurum yetkilileri…
Kaçı günümüzün en büyük Alevi Bektaşi halk ozanlarından, düşünce insanı olan Derviş Kemal’in eserlerini okumuştur? Okuduysa ne kadar okumuştur, hiçbirinin aklından onun kitaplarını bastırmak, halka mal olmasını sağlamak gibi bir düşünce geçmiş midir? Onu destekledim, diyebilen bir Alevi Bektaşi kurum ve bu kurumun başında olan birisi var mıdır? Ama o tüm eserlerini bu kültür için, bu toplum için yazdı… Elbette o bir karşılık bekleyerek bunları kaleme dökmedi… Ama maddi yönden onu biraz rahatlatacak, eserlerinin halka taşınmasını sağlayacak, onu onure edecek bir girişim oldu mu? Hayır…
Onu seven binlerce insan olduğunu biliyoruz. Ona duyulan sevgi çağlayanı elbette büyüyecek… O hak ettiği bir şekilde büyük bir etkinlikle (etkinliklerle) elbette anılacaktır. O halkın gönlünde sonsuza kadar yaşayacaktır… Ama gönül ister ki, insanlar sağken bir şeyler yapılsın… Onlar da büyük yaratılarının (belki onlar için büyük anlamı olmasa da) bir karşılığını alsınlar. Çalgıcılar için seferber olan, bir keşkeğin ve davulun peşinde binlerce insanı toplayanlar iş gerçek ozanlara gelince gece düzenlemeye yanaşmazlar. Nerede bir halay, nerede bir gösteri, nerede bir çengi var; toplumu artık oraya sürükleyen, bu toplumun kişiliğini, kimliğini, geleneği, göreneğini yozlaştırmak için, onu asimile etmek için adeta birileri seferber oluyorlar. Yok Sünniler, yok devlet, yok Diyanet, İran.. Şu bu bizi asimile ediyor, diye bağırıyoruz… Evet ediyor… Onların görevi bu… Ama biz asıl kendi kendimize o asimilasyon zeminini yaratıyoruz, var ediyoruz… En büyük asimilasyoncular Alevilerin içinden çıkan kendi tarihine, geleneğine, değerlerine, erdemlerine, öz varlığına sahip çıkmayanlardır. Yazıklar olsun, diyorum bu duyarsızlığa, bu kirliliğe, bu basitliğe.
Bu inanç ve kültür adına, bu düşünce adına kimileri ne bedeller ödüyorlar, kimileri ne saltanat sürüyorlar!
Orhan Veli’nin dediği gibi; “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; kimimiz nutuk söyledik”.
26 Nisan’da Ergene Sağlık Mahallesi’ndeki Ali Koç Dede Anma Etkinliği’ne katıldığımız çok sevgili dostum Süleyman Zaman ile Uzunköprü’ye vardık. Evine ulaştık büyük ozanın… Eşleri, dostları, yakınları gelmişlerdi. Sarıldık, öpüştük, ağladık… Hüzünlenmemek ne mümkün!
Evinin önünde, kendi elleriyle diktiği çınar ağacının altında naşını uzattılar, her şeyiyle ak pak olan bedensel cismini getirdiler son kez “helallik almaya”. Bektaş Yavuz Baba dualar okudu, çok sevdiği dostlarının huzurunda Halk Ozanı Sanatçı Hasan Öztürk, Halk Ozanı Aziz Tatlısu, Araştırmacı Yazar Süleyman Zaman onun hem deyişlerini okudular, hem onun şiirinin değeri üzerine konuşmalar yaptılar. Yaşamını sürdürdüğü Kavak Mahallesi’ndeki Boşnak Camii’nde namazı kılındıktan sonra dostlarının omuzları üstünde ebedi istirahatgahı olan kabristana götürülüp, geçen sene Hakk’a yürüyen hayat arkadaşı Zepnep Ana’nın yanına defnettiler.
Ölümün ani olması, geniş kesimlere duyurulamaması sonucunda birçok yerden cenazesine gelmek isteyip gelemeyen can dostları onu gönüllerinde yâd ettiler.
İstanbul’dan Halk Ozanı Ferman Aslan, Ali Güneş, Selahattin Okkay (Garip Derviş) Aziz Tatlısu (sevgili eşi); Çorlu’dan Mahrem Tezol Baba’nın oğlu Hasan Tezol, Babaeski Kumrular Köyü’nden şair Halil Özçelik ile diğer dostlarıyla merasimden sonra ozanın evinin önünde onu yâd ettik.
Cömert canına gitsin, lokmanı yedik, çayını içtik.
Haklarımız sana helal olsun, Derviş Baba, sen de bizleri affet…
Yanına geleceğimiz güne kadar bir kalp kırmayalım, gönüllerimiz kırılsa da…
Bize sabır, metanet, tevazu, dostluk, erdemlilik, alçak gönüllük konusunda büyük örnek oldun…
Bunları yaşatma konusunda bize rehber olmaya devam et…
Seni, seni çok seven dostların olarak; ölene kadar unutmayacağız, anını ve eserlerini her zaman yaşatacağız…
Sen de bizlere haklarını helal et!..
Bizler Süleyman Zaman’la birlikte, cenazeye katılan Feyzullah Çınar’ın yeğini ve yeni tanışsak da çok iyi kaynaştığımız Mehmet – Sevil Karabudak dostlarla uzun bir sohbetle bir cadı kazanı, keşmekeşlik abidesi, çiğ ilişkiler merkezi, entrikalar yuvasına, yani İstanbul’a geri döndük.
Gecen Sene (25 Nisan’da) Hakk’a Yürüyen
Günümüz Halk Ozanlığı’nın En Önemli İsimlerinden
DERVİŞ KEMAL (KEMAL ÖZCAN)
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER…
Derleyen: Ayhan Aydın
Yüce Tanrım
Alnımdaki yazıları
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Bunca derdi sızıları
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Yaratıcı benim derken
Neden böyle gayet erken
Ben annemin rahmindeyken
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Bu yazgının nedir bazı
Mantık buna gelmez razı
Ak alnıma kara yazı
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Yoksul kalıp büzülmemi
Ağlayarak üzülmemi
Ömür boyu ezilmemi
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Derviş Kemal varacaksın
Yarın divan kuracaksın
Nasıl hesap soracaksın
Sen mi yazdın yüce Tanrım
Düştüm 1
Benlik duvarını aşıp
Âlem-i devrana düştüm
Vücut şehrini dolaşıp
Bir kutsal meydana düştüm
Ulu meydana katıldım
Kara kazana atıldım
Hem alındım hem satıldım
Bir pir-i mügana düştüm
Şeytan peri cinden uzak
Düşmanlıktan kinden uzak
Mezheplerden dinden uzak
Meclis-i irfana düştüm
Can gözümü sildirdiler
Beni bana bildirdiler
Can tendeyken öldürdüler
Badehu rahmana düştüm
Eller dostça bağlanınca
Aşkla coşup çağlanınca
Gerçek birlik sağlanınca
Meclis-i erkana düştüm
Kudretiyle kutsal cemin
Işık dolmuş arş u zemin
Herkes birbirinden emin
Sanırsın rıdvana düştüm
Derviş Kemal vade doldu
Herkes mevlasını buldu
Kullar dörde taksim oldu
Ben Şah-ı Merdan’a düştüm
Derman Olur
Derdim çoksa gamım neden
Ali’m bana derman olur
Hiç şaşmadan Hakk’a giden
Yolum bana derman olur
Dilim Kerbela’yı anar
Gözüm dolar içim yanar
Saki dermanımı sunar
Dolum bana derman olur
İnsan olmaz yüksek uçan
Derman bulmaz dertten kaçan
Dostlar meclisinde açan
Gülüm bana derman olur
Derdin andırsa da dağı
Erise de yürek yağı
Ben neylerim yeşil bağı
Çölüm bana derman olur
Karakışa dönse yazım
Eksilmeyip artsa sızım
Derdime ortaktır sazım
Telim bana derman olur
El sürerken zekv ü sefa
Çektik nice cevr ü cefa
Biz çilede bulduk vefa
Zulüm bana derman olur
Derviş Kemal takat yetmez
Dertler bizi koyup gitmez
Ömür biter çile bitmez
Ölüm bana derman olur
Bilesin Felek
Bana insafsızca tuzak kursan da
Kul olan incinmez bilesin felek
Mızrap olup her gün bin kez vursan da
Tel olan incinmez bilesin felek
Bana türlü korku salsan ne çıkar
Her yönünle ateş olsan ne çıkar
Beni taştan taşa çalsan ne çıkar
Sel olan incinmez bilesin felek
Ele şerbet bana zehir sunsan da
Zamanı gelmeden tabut yonsan da
Karga olup dallarıma konsan da
Gül olan incinmez bilesin felek
Bir cellat misali başımı kessen
Kanımı akıtıp derimi yüzsen
Ayağın altında çiğneyip ezsen
Yol olan incinmez bilesin felek
Derviş Kemal der ki ferman doğdursan
Darağ’cına çeksen iple boğdursan
Üstüme sürekli bela yağdırsan
Çöl olan incinmez bilesin felek
Gerek 1
Yola talip oldun muydu
Kamil mürşit bulman gerek
Aradığın buldun muydu
Ondan nasip alman gerek
Cemde durup hak darına
Bağlanarak öz varına
Verdiğin o ikrarına
Daim sadık kalman gerek
Sim sürerse dem-i devran
Himmet eder ona Merdan
Bunda ilim ile irfan
Çeşmesinden dolman gerek
İkincisi doğum anın
Gelsin dersen gider canın
Onun için baş düşmanın
Nefsi ölü kılman gerek
Derviş Kemal bilem dersen
Hak yoluna gelem dersen
İnsan gibi ölem dersen
Önce insan olman gerek
Huzur Bırakmadı
Alnımdaki kırışıklar
Bende huzur bırakmadı
Yüzümdeki buruşuklar
Bende huzur bırakmadı
Elli iki oldu yaşım
Bahar geçti geldi kışım
Hislenerek ağlayışım
Bende huzur bırakmadı
Teker teker düşen dişler
Çiğnemeden giden aşlar
Gördüceğim kötü düşler
Bende huzur bırakmadı
Tutmaz olan şu bacaklar
Çalışmayan bağırsaklar
Saçlarıma düşen aklar
Bende huzur bırakmadı
Uzakları görememek
Yeterli güç derememek
Kahra göğüs gerememek
Bende huzur bırakmadı
Kan soğudu gitti hızlık
Her tarafım sanki buzluk
Sıkıntıyla uykusuzluk
Bende huzur bırakmadı
Derviş Kemal sürdüm demi
Çöktü beden denen gemi
Hele var ya dost özlemi
Bende huzur bırakmadı
Gel Bana
Benimle dost olmak istersen eğer
Vücudun şehrini gez de gel bana
İnsanı tanıyıp verirsen değer
Şehirde neler var sez de gel bana
Acep düşündün mü bu nice şehir
Akıyor içinde yüzlerce nehir
Bu nasıl olgudur bu nasıl sihir
Hele o gizemi çöz de gel bana
Bilime sımsıkı sarılman gerek
Eğilmemek için kırılman gerek
Fikrin bulanıksa durulman gerek
Özünü imbikten söz de gel bana
Mantıki gücünle elini bağla
Lal olmuş misali dilini bağla
İrade ipiyle belini bağla
Buna göre rota çiz de gel bana
Derviş Kemal sözüm açıktır gayet
Anladım deyip etme şikâyet
Başımda taç olmak istersen şayet
Nefsinin başını ez de gel bana
Dostların
Salın beni gideyim
Ellerine dostların
Varıp niyaz edeyim
Güllerine dostların
Dost ceminde bulunsam
Bir saz olup çalınsam
Kemer olup dolansam
Bellerine dostların
Kevser diye anılsam
Bir kadehe konulsam
Dolu olup sunulsam
Ellerine dostlarım
Çok özledim göreyim
Gönüllere gireyim
Eğilip yüz süreyim
Çullarına dostların
Derviş Kemal hep koşsam
Felek ile yarışsam
Damla olup karışsam
Sellerine dostların
Döndüm
Yoruldum dizimde takat kalmadı
Cer’yanı tükenmiş pillere döndüm
Bir zaman dalımda bülbül olmadı
Hazana yenilmiş güllere döndüm
Zalim kullar zehir etti aşımı
Kimseler silmedi akan yaşımı
Çilesi bitmeyen dertli aşımı
Taştan taşa vuran sellere döndüm
Bizim gibi bin bir dertle yoğrulan
Rüzgârı yedikçe kumu savrulan
Mevsimler boyunca yanıp kavrulan
Ateşi sönmeyen çöllere döndüm
Derdimin boyutu sınırı aştı
Sabrımın selleri bendinden taştı
Figan-ı avazım arşa ulaştı
Sazlarda inleyen tellere döndüm
Felek çok ağlattı Derviş Kemal’i
Çektiği azaptan soldu cemali
Özümden yanarak Kerem misali
Hiç koru kalmamış küllere döndüm
Allah Eyvallah
Ömrü varken erenlerin cemine
Girene aşk olsun Allah eyvallah
Kutsal ikrarını cemin pirine
Verene aşk olsun Allah eyvallah
Kişi cemde yıkar ise özünü
Arınmış canından açar gözünü
Ademin dizine temiz yüzünü
Sürene aşk olsun Allah eyvallah
Kimlerin pir eli tutsa elleri
Asla yalan söyleyemez dilleri
Has bahçe içinde açan gülleri
Derene aşk olsun Allah eyvallah
Göz ona derim ki gerçeği göre
Gerçeği görenler ulaşır ere
Azim kılıcıyla nefsine yere
Serene aşk olsun Allah eyvallah
Derviş Kemal der ki Mansur darına
Durdunsa meyletme dünya varına
Ölmeden evveli ölme sırrına
Eren aşk olsun Allah eyvallah
Çöllerde
Yaşamım bitmeden yolum düşse de
Dertlerin içine dalsam çöllerde
Bedenim tutuşup yanıp pişse de
Dertlerime derman bulsam çöllerde
Fırat nehri gibi coşarak aksam
Kurtları kuşları peşime taksam
Hasretlik üstüne bir türkü yaksam
Sazımı garipçe çalsam çöllerde
Kaderim şahsımı çaresiz kılsa
Gözlerim umutsu yaşlarla dolsa
Bu yerler sürekli meskenim olsa
Gurbetten payımı alsam çöllerde
Dökülse yaprağım kırılsa dalım
Siyaha dönüşse yeşilim alım
Uzayıp karışsa saçık sakalım
Leyla’nın Mecnunu olsam çöllerde
Derviş Kemal der ki kadere uydum
İnsanlık yoluna başımı koydum
Çileye alıştım acıya doydum
Keşke sonsuza dek kalsam çöllerde
Demine Hü
Kerbela’nın yöresine
Erenlerin demine hü
Hüseyin’in türbesine
Girenlerin demine hü
Hüseyin’dir haslar hası
İbadettir onun yası
Maydanına hak sofrası
Serenlerin demine hü
Dara çekip özlerini
Yere koyup dizlerini
Mezarına yüzlerini
Sürenlerin demine hü
Hüseyin’dir pirler piri
Hakk yoluna koymuş seri
Kabeden üstün o yeri
Görenlerin demine hü
Derviş Kemal buldu mu gül
Konmak için olur bülbül
Mazlum Hüseyin’e gönül
Verenlerin demine hü
Gördüm 2
Gönlümce gezerken mana ilinde
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Dört kutsal emanet vardı elinde
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Cehalet taşını eritir iken
Karşı fikirleri çürütür iken
Dağları taşları yürütür iken
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Dört yana adalet yayma anında
Her yerde her zaman halkın yanında
Toros Dağlarında geyik donunda
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Anadolu’ya dost bayrağı dikerken
Çağdaşlığın tohumunu ekerken
Kaygusuz’u dergâhına çekerken
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Gömbe’deki Uçar Suyun başında
Solak dönen değirmenin taşında
Rıza lokmasında kerem aşında
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Bazen Şah-ı Merdan Alimiz ile
Bazen Hacı Bektaş Velimiz ile
Bazı zaman Kızıl Delimiz ile
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Derviş Kemal her dergâha varışta
Eşitlikte özgürlükte barışta
Uygarlık denilen büyük yarışta
Pirim Abdal Musa Sultanı gördüm
Geldim 4
Duvaz-ı İmam
İns ile cin yokken elest bezminde
Kandilde parlayan nuruna geldim
Yoğrularak vücut buldum ademde
Zatımı var eden Yezdana geldim
Bir zaman Ahmet-i Muhtar’a erdim
Yanında Hatice Anayı gördüm
Elimi Hazreti Fatma’ya verdim
Badehu ol Şah-ı Merdan’a geldim
Hasan’la birlikte zehiri içtim
İmam Hüseyin’le canımdan geçtim
Ol zat-ı Kiram’ın yolunu seçtim
Kerbela çölünde sultana geldim
Zeynel Abidin’le zindana daldım
İmam-ı Bakır’la cefada kaldım
Cafer-i Sadık’tan dersimi aldım
İlm-i Ledün denen ummana geldim
Musa-ı Kazım’dır temelin taşı
Onunla nuş ettim zehirli aşı
İmam-ı Rıza’dır pirlerin başı
Huzurunda dar-ı divana geldim
Taki’yi Naki’yi aradım buldum
Hasan ül Asker’in neferi oldum
Mehdi ile mağarada kayboldum
Böylece sahib-i zamana geldim
Rehberim ardından girdim meydana
Meydanda ikrarım verdim pirana
Gerçeği görüp de uydum erkâna
Derviş Kemal olup ben bana geldim
Hü Demişiz
Bezm-i elest zamanında
Biz gerçeği hü demişiz
Yüce Hakk’ın makamında
Biz gerçeğe hü demişiz
Erenlerin cemine girip
Pir önünde ikrar verip
Can gözüyle cemal görüp
Riya geçmez gönlümüzden
Hile gelmez elimizden
Yalan çıkmaz dilimizden
Biz gerçeğe hü demişiz
Yol yokuştur iniş yoktur
Aşk odunda sönüş yoktur
Bu ikrardan dönüş yoktur
Biz gerçeğe hü demişiz
Derviş Hakk’ı bulmak için
Erdem ilmi almak için
Dürüst insan olmak için
Biz gerçeğe hü demişiz
Ben Tanrıyı
Ben Tanrı’yı bulmak için
Çok aradım çok dolaştım
Makamına varmak için
Nice engelleri aştım
Aradım bir mürşit dede
Dedim beni insan ede
Dergah denen filitrede
Arınarak berraklaştım
Benlik dağlarından geçip
Erdem pınarından içip
Gerçek koşul neymiş seçip
Nefsimden hep uzaklaştım
Divan-ı pire varınca
Önünde dara durunca
Belime kemer sarınca
Tanrı’ya epey yaklaştım
Derviş Kemal boştum doldum
Aradığım Hakk’ı buldum
Niyaz edip bir hoş oldum
Tanrı ile kucaklaştım
Farkı Yok
Kırkların kurduğu mecliste bizi
Yöneten mürşidin pirden farkı yok
Talib-i canların parlayan yüzü
Bir ışık saçıyor nurdan farkı yok
Hepimiz bir olduk birden uyandık
El ele can cana Hakk’a dayandık
Kalbimiz tutuştu gönülden yandık
Özümüzün kızıl kordan farkı yok
Allah dostumuzdur her an söyleriz
Biz dostu bulmuşuz cennet neyleriz
Çıkıp yücelerden seyran eyleriz
Gezdiğimiz yerin Tur’dan farkı yok
İkrar-ı bent olduk kisve giyerek
Ab-ı Kevser içip lokma yiyerek
Yürekten aşk ile Allah diyerek
Bir nefes ederiz surdan farkı yok
Derviş Kemal der ki çıksak da düze
Zahiri softalar gelmiyor dize
Gerçeği bilmeden alçakça bize
İftira atanın mardan farkı yok
Şiirler
Kemal Derviş, Şah Gülleri, Şiir, karamavi, 2008, İstanbul
Bedreddin’in Düzeninde
Nice gerçek dile gelmiş
Bedreddin’in düzeninde
Halkın yüzü güle gelmiş
Bedreddin’in düzeninde
Birlik olup halk derilmiş
Üretime hız verilmiş
Sömürü yere serilmiş
Bedreddin’in düzeninde
Alın teri değer bulmuş
Boş ambarlar tahıl dolmuş
Zengin fakir eşit olmuş
Bedreddin’in düzeninde
Kara yazı ak edilmiş
Aç karınlar tok edilmiş
Kula kulluk yok edilmiş
Bedreddin’in düzeninde
Bilim denen ışık yanmış
Sağır duymuş kör uyanmış
Açlar doymuş susuz kanmış
Bedreddin’in düzeninde
Herkes kardeş kullar ortak
Meyve veren dallar ortak
Yar dışında mallar ortak
Bedreddin’in düzeninde
Derviş Kemal, Hakk’ın kulu
Yüreğimde umut dolu
Mutluluğun gerçek yolu
Bedreddin’in düzeninde
Hazreti Hüseyin’e
Kerbela’ya doğru giden
Yollar ağlar Hüseyin’e
Şehitleri tavaf eden
Yeller ağlar Hüseyin’e
Hararetten yanık olan
Mezalime tanık olan
Bir anlamda sanık olan
Çöller ağlar Hüseyin’e
Muharrem’de kara giyen
Ağlayarak Allah diyen
Saz döşünde inildeyen
Teller ağlar Hüseyin’e
Kerbela’dan yara alan
Bu acıya maruz kalan
Hakikatta mümin olan
Kullar ağlar Hüseyin’e
Derviş Kemal, göçü seçen
İnsanoğlu gibi göçen
Sayıları bini geçen
Yıllar ağlar Hüseyin’e
20 Ağustos 1987
Kızıl Deli
Cenab-ı Ali’ye gönülden uymuş
Bektaş-ı Veli’ye muhabbet duymuş
Erenler yoluna başını koymuş
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Hacı Bektaş onu candan severmiş
Her zaman O benim sağ kolum dermiş
Fethetmek üzere Rum’a göndermiş
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Kırık kişi birleşip girmiş savaşa
Urumu fethetmiş bir baştanbaşa
Kılıcı keskinmiş işlermiş taşa
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Edirne Paşası bunu işitmiş
O yüce kişiye misafir gitmiş
Bir kap aşla arpa orduya yetmiş
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Mağrip’ten Maşrık’ı görürmüş gözü
Yaylada var imiş atının izi
Bir etek kum ile bölmüş denizi
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Pınarı ne kurur ne de taşarmış
İki ayrı yerde Tekkesi varmış
İkisinde birden çerağ yakarmış
Sözüne ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
Derviş Kemal der ki, Urum’a gelmiş
Türklüğü yaymayı vazife bilmiş
Her iki Tekke’de bir anda ölmüş
Sözünü ettiğim Kızıl Deli’dir
Yolundan gittiğim Seyit Ali’dir
10 Mayıs 1983
Kaz Dağında İbadet
(Sarı Kız’ın Aşkına)
Kaz dağında bayram var, Sarı Kız’ın aşkına
Dost iline seyran var, Sarı Kız’ın aşkına
Barışsınlar dargınlar, birlik olsun tüm canlar
Yola çıksın kervanlar, Sarı Kız’ın aşkına
Kaz dağına gidilsin, türbesine girilsin
Arz-ı niyaz edilsin, Sarı Kız’ın aşkına
Okunarak gülbengler, uyarılsın çerağlar
Yansınlar haşre kadar, Sarı Kız’ın aşkına
Dar duruşu sağlansın, eller bele bağlansın
Sürülsün dem-i devran, Sarı Kız’ın aşkına
Ocağa binsin kurban, kadehe dem konulsun
Tüm canlara sunulsun, Sarı Kız’ın aşkına
Saki hazır bulunsun, kadehe dem konulsun
Tüm canlara sunulsun, Sarı Kız’ın aşkına
İnlesin dertli sazlar, dile gelsin düvazlar
Arşa çıksın avazlar, Sarı Kız’ın aşkına
Bakın açıldı saha, canlar durmayın daha
Haydi, kalkın semaha, Sarı Kız’ın aşkına
Bu bayram böyle bitsin, dualar Hakk’a yetsin
Dertler savulup gitsin, Sarı Kız’ın aşkına
Derviş Kemal kul ola, bu nefes makbul ola
Niyazlar kabul ola, Sarı Kız’ın aşkına
1 Temmuz 1980
Şiirler
Şah Nefesi, Derviş Kemal, Şiirler, Yayına Hazırlayan: Kılavuz Bakır, Alev Yayınları, Temmuz 2012, İstanbul