AŞIK MÜSLÜM SÜMBÜL'LE SÖYLEŞİ

Halk Ozanı

MÜSLÜM SÜMBÜL’LE SÖYLEŞİ

AYHAN AYDIN

Müslüm Sümbül ismi; Ali Ekber Çiçek, Mahsuni Şerif gibi kendine özgü sesi ve sazıyla uzun yıllar radyolardan, konser salonlarından ve plaklardan, kasetlerden yükselen lirik, yanık, etkileyici türkülerin, nefeslerin adı oldu.

O Âşıklık ve Ozanlık geleneğinin bambaşka halkalarından birisini temsil eder. Âşık Veysel gibi bir ayarda, bir tonda, bir yolda yılmadan, durmadan, ödün vermeden aynı tevazuluk ve kararlılıkla hedefine doğru yürüyen bir derviş gibi yol aldı türkülerin dünyasında.

Aleviliği özüyle benimseyip yaşayan ve yaşatan ozanlarımızdan olan Müslüm Sümbül titizliğinden hiç ödün vermedi, olduğu gibi göründü, hayat boyu gösterişe girmedi. Memuriyetine rağmen yurt içinde ve dışında nice konserlere katılan ve saygınlığından hep söz ettiren Müslüm Sümbül bugün de ozanlık geleneğinden, müzik dünyasından kopmuş değil.

Şiran Kırıntı’dan ozan dostu, müzik tutkunu ve gurbet adamı can dost Cemal Aydoğan’ın ifadesiyle; “tarlalarda, dağlarda keşke hep o “dağlar ile taşlar ile çağırayım mevlam seni” desin, “turnalar semahını çalsın”, “şu sazıma bir düzen ver”,  “benim adım dertli dolap”ı söylesin yeter... Bu bize yeter... Gönlümüz hoş olur, güneş altında yandığmız tarlalarda soğuk bir su içmiş gibi oluruz, dosta ulaşmış gibi oluruz... Çeşminaz Aydoğan (Kara)’nın ifadesiyle de...” Ali Ekber Çiçek ve Müslüm Sümbül’den türküler denince “kemiklerimiz yaylaya giderdi”, öyle rahatlar, sevinirdik...”

Bu yurdu ilmik ilmik sevgiyle, kültürle ören ozanlarımızdan bir büyük sima olan Müslüm Sümbül’e aşkımız vardır, sevgimiz vardır, bugüne kadar verdiği hizmetlerden dolayı sağ olsun, var olsun...

 Sevgili ozanım yaşam öykünüzü bize anlatır mısınız?

 1940 yılında Sivas’ın Kangal İlçesi Kavak Köyü’nde doğdum. Babamın ismi Mehmet, annemin ismi Hatice. Ancak; ben 6 aylıkken annem vefat ediyor. Amcamın hanımı Elif beni büyüttü, bana annelik yaptı. Biz dört kardeşiz, ben en küçükleriyim. 1956’ya kadar her köylü çocuğu gibi köyde yaşadım. Davar güttük, çiftçilik yaptık.

İlkokulu Kavak Köyü’nde okudum. Köyümüz aynı zamanda nahiyeydi, 35 köy bize bağlıydı. 12 yaşında ilkokulu bitirmiş oldum. çalışmaya başladım, çiftçilik, koyun gütmek, öküzlere gitmek gibi işler yaptım. 16 yaşına gelmeden 12 yaşında, Devlet Demir Yollarında geçici işçi olarak çalıştım. O tarihlerde bizim oralara iki metre kar yağardı. Kar amelesi olarak çalışıyorduk. Kar nedeniyle; Samut Tekkesi, Karagöl, Boz Armut tarafından gelen tren yolu kapanırdı, biz onu temizlerdik. O tarihlerde çok buz tutardı, eski ismi Armağan şimdi ki ismi Kangal İstasyonunda burada bir gün tren raydan çıktı, buz nedeni ile makas açılmamış. Ben o zaman 12 yaşındayım, orada çalışan belki 150 kişi var, lokomotifi rayın üzerine getiremiyorlar. Benim becerim nedeni ile  bu işi hallettik. İki adet fren demirlerini karşı karşıya ray demirlerinin arasına sıkıştırmak sureti ile lokomotifi rayın üzerine getirdim. O zamanın kısım şefi başımızdaki yol çavuşunu çağırarak, bu çocuğu bir daha yola götürmeyeceksin, dedi. İstasyonda kalacak makas başlarını kontrol edip temizliğe bakacak, dedi. Biz geçici işçi olduğumuz için herkesi yazın çıkarıyorlardı. Kısım şefi benim haberim olmadan bu çocuğu çıkarmayacaksınız, demiş.

Bizim orada taş ocağı vardı (düvenlere çakılan çakmak taşı çıkan ocak). Taş ocağı 15-20 metre aşağı iniliyor. Çalışma koşulları çok zor olan burada da, 14 yaşında çalıştım. Arı Şirketi vardı orada çalıştım. Hamal Köyü’nde ki Termik Santrale gidecek mazotları varillere doldururduk.

Yani Ayhan Bey; ilk gençliğimiz hep böyle yorucu çalışmalarla geçti.

Köyde okulda ki bir anımı da paylaşayım. İlkokul öğretmenim Sadık Öğretmen vardı. İstiklal Marşı’nı okurken beni öne çıkarır Müslüm Sümbül’ü takip edin, derdi. Hep bana okuttururdu.

Ben küçük yaşta sanata eğilim duydum. Hatta barut tabancası yaptım kendi kendime evin önünde silahı patlattım jandarma geldi, beni karakola bile götürdüler. Bu silahı kim attı dediler? Kendi çantamı kendim yaptım. Böyle becerilerim ve maceralarım vardır.

 

Sevgili ozanım köyünüzden bahsedin, yaşam, geçim koşulları, coğrafyası nasıldır, bize anlatın?

 

Bizim coğrafyamız kırsal bir bölge, ormanlık yeşillik yoktur. Geçimimiz hayvancılık, rençperlik,  çiftçilikle sağlarız. O devirde gübre sanayi ürünleri yoktu. Tarlaları öküzle sürerdik, yeteri kadar toprağı hasıl edemezdik. Çiftçilik de yetersiz, tarım da yetersizdi. Bu zor koşullar nedeniyle bir gün düşündüm ki ben ne kadar çalışsam da benim sonum hüsran. O nedenlerle ben de köyden kaçtım.

 Köyden mi kaçtınız! Nasıl oldu bu iş bize anlatır mısınız?

16 yaşında bir gün sabahleyin erkenden çıktım, babamın ve analığımın (babam ikinci kez evlenmişti) haberi olmaksızın köyden ayrıldım. Cebimde beş kuruş para yok. O zaman otobüs ulaşımı yoktu sadece tren vardır. Ben Armağan İstasyonunda trene binmedim, bize 10 km. uzaklıkta olan Bozarmut İstasyonuna gittim. Bunun nedeni Armağan İstasyonunda biri beni görürse haber verir, diye. O tarihte amcamın oğlu Ankara’da çalışıyordu, otobüs biletçisiydi. Onun hanımı Ankara’ya geliyor. Onun geleceği zaman treni ayarladım. Boz Armut İstasyonunda trenin gelmesini bekledim. Orada biletsiz, kaçak olarak trene bindim. Biletçi bilet kontrolü yaparken ben tuvalete kaçıyordum. Biletçi geçtikten sonra amcamın oğlunun hanımını aramaya başladım, bilet parası almak için. 2 vagon sonra kompartımanda yakaladım, tren parasını ondan aldım. Amcamın hanımı vermek istemedi önce babam ona kızar diye. Ancak; kompartımandakiler dedi ki, bu çocuğu dağda bırakırlar, diye bana 20 lira verdi, Oz  zaman Ankara’ya geliş 18 lira 50 kuruştu ve ben Ankara’ya geldim.

Ankara’da askere gidinceye kadar çeşitli işyerlerinde işçi olarak çalıştım. Askerden döndükten sonra da 1964’de Ziraat Bankası’na girdim ve orada 1989 Ocak ayında emekli oluncaya kadar çalıştım.

Ziraat Bankası’nda çalışırken ben TRT’nin 1966’da açmış olduğu sınava girdim. 657 sayılı kanuna tabii olarak Ziraat Bankası’nda çalıştığım için buradaki sınava da gizli giriyorum. Sınavda başarılı olduğum zaman; biz yetişmiş veya yetiştirmek üzere sanatçı alacağız, ama siz memursunuz, dediler. Ben nota bilmediğim için, bankadan ayrılıp iki sene nota göreceksiniz, ondan sonra kadrolu sanatçı olabilirsiniz, dediler. Bu arada da ben evliyim, çocuklarım var, bunun benim için mümkün olmayacağını söyledim. Ancak; oranın şefi Osman Özdenkçi yarın tekrar saat 14:00’de sazınla gelebilir misin, dedi. Ben sazımla gittim. Türk Sanat Müziğinin Şefi Muzaffer İlkar ile beni tekrar dinlediler. Muzaffer İlkar’a Osman Özdenkçi sordu, hocam sazı ve sesi nasıl, dedi? Bu arkadaşta Anadolu’nun sesi ve sazı var, TRT’ye kazandırın, dedi. Ancak; bu arkadaş bir bankada çalışıyor, aynı zamanda da evli o nedenle bunu almamız zor olacak, biz de bunu düşünüyoruz ne yapabiliriz, diye sordu. Ben yerinizde olsam dedi mahalli sanatçı olarak alırım, haftada 1 gelir bandını yapar gider yine işine devam eder, dedi. Böyle bir kişi daha var, dedi. Kim o deyince Neşet Ertaş dedi. Alın bunların ikisini de mahalli sanatçı olarak dedi. Ve 1966’da biz böylece başladık. O zaman sadece Ankara TRT vardı, bir anda ikimizin ismi de patlama yaptı. Kısa zamanda yurtiçi ve yurtdışında konserlere gitmeye başladık. Bu arada 25 tane 45’lik plak, 12 kaset yaptım.

 

Sizin yöre olarak Seyyid Garip Musa Ocağı ile bağlantınız var. Bunu dile getirin, o zaman hangi dedeler vardı, sizler kimlerden etkilendiniz, bu konuda bize bilgi verin?

 

Bizim pirlerimiz Kangal’ın Dışlık Köyü’nde Seyyid Garip Musa Ocağı’nda Köse Hasan Efendigiller. Köse Hasan Dede (efendi) Kitab-ı Necmül Kulup yani Gönüller Yıldızı kitabının yazarıdır. Ve Alevi dünyasında meşhur olan Kumru Kitabını Farsça’dan Türkçe’ye çevirmiştir. (o dönemde aynı zamanda Rüştiye mezunudur. Süleyman Metin) Bize geldiğini hatırlıyorum ama çok yaşlıydı. Köy halkı başına toplanırdı. O devirde köyü Alevilik konusunda eğitmek derdindeydi herkese de anlatırdı. O zaman ben çok küçüktüm, ilkokul çağındaydım. (bir arkadaşı ile beraber bir köye gidiyorlar, köyün Alevi ve Sünni olduğunu bilmiyorlar. Arkadaşına diyor ki; git şu kıza de ki bu çalıyı niye söküyorsun günahtır. O da niye günahtır derse, dersin ki; Hz. Ömer yasakladı çalı sökmeyi. Arkadaşı gidiyor aynı şekilde soruyor, kız da diyor ki git işine Ömer’in de senin de sakalına… Yanındaki zakiri köyün Alevi olduğunu öğrendik ama sakal elden gitti (Süleyman Metin Dede.))

Aslında tam öyle değil bu anlatı, onun yeğeni benim üstadım Ahmet Başer bana anlattı. Köse Hasan Efendi ile Mehmet Ağa ile Elbistan’da bir köye gidiyorlar. Köyün Alevi ve Sünni olduğunu nasıl anlayacaklar? Bu konuda tereddüt ediyorlar. Bakıyor ki karşıda iki tane gelin kuşburnu topluyorlar. Gel şimdi öğreniriz, diyor Köse Hasan Efendi kızım kolay gelsin, gelin sağ ol diyor, ne yapıyorsunuz, kuşburnu topluyoruz görmüyor musunuz, diyor? Siz orada kuşburnu topluyorsunuz eve götürüp yiyeceksiniz Hz. Ömer Efendimiz onun yanından geçerken hırkasını yırttı, bu günahtır, siz nasıl bunu toplarsınız deyince, gelin şu cevabı veriyor Ömer Efendi de (?) öteden gideydi, diyor. Böylece köyün Alevi köyü olduğu öğrenilmiş oluyor.

Bir hatıra daha anlatıyım onunla ilgili. Gençliğinde İstanbul’a geliyor, gezerken Eyüp Sultan’ı ziyaret ediyor. Bakıyor ki kapıda şu yazılı “her kim ise görmedi medrese mektep, bunu bilmeyen de merkep oğlu merkep” diye yazılı. Köse Hasan Efendi (Dışlıklı Hasan Efendi) buna çok sinirleniyor. “Çüüş eşek” diyor, “ahır zaman nebisi de görmedi medrese mektep, bunu bilmeyen de merkep oğlu merkeptir” diyor. Bunu duyan ve gören o günün müftüsü bunu valiye bildiriyor. Vali soruyor bu adamın orada ismi ve adresi var mı, diyor. Evet, diyorlar. Bu adamı alın gelin, diyor. Valinin huzuruna çıktığında bu yazıyı siz mi yazdınız, diye soruyor vali. O da evet, diyor. Ne cesaretle yazdınız, diyor. Köse Hasan Efendi; siz şefaat beklediniz peygamber efendimizi merkep ediyorsunuz diyor, çünkü peygamberimizi de mektep medrese görmemişti, yanıtını veriyor. Bir insan okumamış olabilir ama bir insanı merkep edemezsiniz, diyor. O zaman vali o yazının ikisi de siliniyor.

 

Sevgili ozanım siz küçüklüğünüzde cemlere girdiniz mi?

 

13-14 yaşlarına geldiğimde fevkalade bağlama çalıyordum. Benim üstadım Dışlıklı Ahmet Başer aynı zamanda bizim dedemizdi. Senede bir görgü olurdu, böyle sık değil. Ekseriyet kışın olurdu. Görgü yaptığımız esnada yorulunca sazı bana verirdi, ama çok güzel bağlama çalardı.

 

Üstadınız Ahmet Başar’dan bahsedin bize biraz?

 

Ahmet Başar çok hassas ve titiz bir insandı. Şöyle bir söylentiler var bizim gençler arasında; dedeler öküzünü istermiş, şunu istermiş, bunu istermiş taliplerinden. Ben bizim dededen böyle bir şey görmedim. Hatta taliplerine yardım bile ederdi. Çünkü mürşit olan alan el olmaz veren el olur, derdi. Bunu söyleyenler bindikleri dalı kesiyor.

 

Nasıl bir dedeydi, biraz daha detaylı anlatın?

 

Çok temiz ve titiz olmakla beraber aydın, bilgili geleceği gelmeden gören, Atatürkçü, ilerici böyle bir görüşe sahipti. Hatta daha Türk Silahlı Kuvvetleri öğrenci alıyor mu almıyor mu derken, oğlunu oraya yazdırdı; oğlu da Turan Başer, emekli Albaydır. Bize her fırsatta şunu söylerdi; mümkün olduğunca çocuklarınızı polis akademisine ve orduya yazdırın, derdi. Bu memleketin güvencesi cumhuriyete sahip çıkacak burası, derdi. Aynı zamanda beni Ankara Radyosu’nun şefi olan Muzaffer Sarısözen ile 1958’de tanıştırdı. Kendisi zaman zaman Ankara Radyosu’na gelip program yapıyordu. Aşık Ahmet Paşa aynı zamanda rüştiye mezunudur. Kendisi çalacaktı bende bir türkü söyleyecektim. Ancak ben genç olduğum için oradaki koronun yanında heyecanlandım türküye giremedim. Muzaffer Sarısözen şunu söyledi “aşık bu canlı yayın, bir sakatlık çıkarırız ama bu çocuk günün birinde sazını düzen edip bu türküyü burada söyleyecek” dedi.

1966’da TRT’de Mahalli Sanatçı olarak program yapmaya başladık.

 

Halk ozanlığında sık sık duyduğumuz usta- çırak ilişkisi ne demektir? Siz bu süreçleri nasıl yaşadınız?

 

1958’de ben Ankara’dayım kendisi zaman zaman o devirde radyoya program yapmaya gelirdi. Geldiğinde de bizde kalırdı. Bir yere gittiği zaman onun sazını ben taşırdım. Bir de Ankara Çubuk Sarıcalardan Fazlı diye onun bir çırağı vardı. Bir gün onunla beraber geldiler bize. Ben devlet memuru olduğum için kendisi ile uzun uzun dolaşma fırsatım olmadı. Ancak ikinci çırağı olan Çubuklu Fazlı 3 yıl kendisi ile beraber dolaşmış. Bize geldiğinde Fazlı’ya sazını al bize deyiş söyle, dedi. Fakat Fazlı çalarken bir yanlışlık yaptı. Yanlış perdeye bastı. Daha önce söylediğim gibi kendisi çok temiz ve titiz bir insandı, Fazlı’ya sinirlendi. O sazı ver bakalım Müslüm’e, dedi. Ben alıp çaldıktan sonra, aynen şu tabiri kullandı, sen 3 yıldan beri benimle berabersin senede bir defa Müslüm Sümbül’ü görüyorum, o da 3-5 gün kalıyor, benim çaldıklarıma sen kafanı vermiyorsun demek ki omzunu veriyorsun, dedi. Böyle de bir anım var.

 

Sevgili ozanım uzun yıllar Ankara Tuzluçayır-Abidinpaşa’da yaşadınız. Detaylı bir şekilde oradaki komşulukları, dostlukları ve çevrenizi anlatır mısınız?

 

Oturduğunuz yerlerde çevrenizde bir sanatçı olduğunuz zaman, bir ozan olduğunuz zaman sizin sevenleriniz çok olur. Çünkü bir ozan demek halkın gözü kulağı, dili, demektir. Ben Tuzluçayır’da otururken halkımızın en büyük sıkıntısı ulaşım sıkıntısıydı. Şimdiki gibi dolmuş yoktu. 1956 – 57’de, hatta 1970 yıllarına kadar sadece belediye otobüsleri çalışırdı. Sabahleyin Tuzluçayır’ın merkezi göbek dediğimiz bir yer vardı, 100-150 metre kuyruk oluşurdu. Bununla ilgili olarak bir ozan olarak şöyle bir de plak çıkarmıştım.

 

İstanbul, İzmir, Ankara

Bekliyorum gelmez sıra,

Hasta oldum dura dura,

Sıraya beyler sıraya.

 

Hususiler gelir geçer

Bakar adamını seçer

Fakir ile dalga geçer

Sıraya beyler sıraya

 

Yağar yağmur karlı buzlu

Binsek taksiler tuzlu

Otobüsler gitmez hızlı

Sıraya beyler sıraya

 

Margarinler yetmez oldu

Bu çilemiz bitmez oldu

Artık bülbül ötmez oldu

Sıraya beyler sıraya

 

Sümbül sıra bilmez idim

Bunu bilsem gelmez idim

Köyden kente varmaz idim

Sıraya beyler sıraya.

 

Tuzluçayır’daki yollar o zaman şimdiki gibi asfalt değildi, çamurun içinde yürürdük, ayakkabınız bile çamurda kalıyordu. O zaman gecekonduda yaşıyordum. Kangal’ın Bulak Köyü’nden Bayram Doğan isminde muhtarımız vardı. Ben muhtara bir gün rica ettim yanına gittim, muhtar bu çilemiz ne zaman bitecek diye, sordum. Adam bunun üzerine çok büyük girişimlerde bulundu yollara stabilize (sabitleştirilmiş) taş döşetti yollarımızı yaptırdı. Onun bize büyük hizmeti oldu. Uzun sürü muhtarlık yaptı. O zaman da halkın bana çok büyük sevgi ve saygısı vardı herkes teşekkür ediyordu bana. Bu da beni çok mutlu etmişti.

 

Sizler hiç düşündünüz mü gerçekten Ali Ekber Çiçek, Müslüm Sümbül niçin bu kadar sevildi diye? İnsanların sizlere karşı duygusal bağları var. Bunu kendinize sordunuz mu?

 

Ayhancığım insan bunların gençken çok farkına varmıyor, bunları hayal edemiyorsun. Ama yaşadıktan sonra geriye doğru, sinema şeridi gibi, o yaşadığız günlere dönünce her şey gözünüzün önünden geçiyor. Şu andaki kafamla düşündüğüm zaman ben diyorum ki, hiç bir şey değil ben bir arşiv yapsaydım. Niye? Ben dünyayı gezdim. O zamanlar işte bir yerden teklif geliyor siz de, işte çıkıp gidiyorsunuz oraya. Gidip oraya sazını çaldıktan sonra işte haydi eyvallah, diyip çekip geliyorsun. Ama bu iş böyle değil daha doğrusu değilmiş aslında. Bu yaşta insan düşünüyor bazı şeyleri. Dünyayı dolaşmışım, insan neden ben bir arşiv yapmadım, diye düşünüyor şimdi. Belki imkanlar da olmadı, belki düşünemedim, diye yorumluyorum şimdi.

Şimdi onlar olsa, o kadar şehre gitmişim, unutulmaz bir eser olurdu, gelecek kuşağa bir eser olurdu. Gidip gezip gördüğüm yerlerde o kadar çok insanla karşılaştım ki, o kadar çok anılarım var ki! Şimdi benzetmek gibi olmasın da, bir siyasetçi ölene kadar siyasette olmak istiyor. Neden istiyor bunu? İşte arkasında koruma, ona gösterilen aşırı saygı, nereye gitseler baş köşede oturuyorlar... Bunlar var tabii ki. Biz ozanları da, sanatçıları da halk bağrına basmış. Seni o sazınla, sesinle bağrına basmış, halk seni başının üstünde tutuyor. Bunlardan ayrı kalmak kolay değil.

Şimdi düşünüyorum binlerce insan çoşkun bir şekilde konserde seni alkışlıyor. Onunla bütünleşiyorsun, bunun sonradan farkına varıyorsun. Şimdiki aklım olsa açık söylüyorum benim evim de olmasın, tek o arşivim olsun, onu isterdim.

 

Siz halkın beğendiği türküleri, eserleri mi çaldınız, yoksa kendi yüreğinizden gelen, kendi repertuvarınızda bulunan, kendi dimağınızdan geleni mi seslendirdiniz? Halk benden bunu istiyor ama ben şunu seviyorum, deyip onu mu seslendirdiniz? Halkın sizi yönlendirmesi oldu mu?

 

Elbette halkın isteği olmuştur, halk beni yönlendirmiştir. Biliyorsunuz her bölgenin kendine has özellikleri vardır; Doğu başkadır, Ege başkadır, İç Anadolu başkadır, Karadeniz başkadır... Şimdi bir bölgenin sanatçısı olmak var, bir de genelin sanatçısı olmak var. Şimdi bir mahalli sanatçı olmak var, o zaman o yörenin sanatçısısın. Sen şimdi Sivas’tan gelmiş, Ankara’ya sığmamışsın yurtdışına taşmıssın. Her taraftan çalıp söylemek zorundasın. Hiç unutmuyorum Almanya Frankfurt’a gittim... Bizim o eski havalar; uzun havalar, baraklar, deyişler işte çalıp söylüyoruz. Birisi sahneye fırlayıp çıktı; “a be uşağım sen hiç Karadeniz türküsü bilmezmüsün” dedi. Ben bilirim, dedim. Bilirim dedim ama ben en fazla iki Karadeniz türküsü bilirim, üçüncüsünü desen bilmem. Şu türküyü söyledim; “Tabancamın sapını  - Gülle donatacağım – Alacağım bir başka yar -   Seni çatlatacağım”. Ozanlıkla bunun bir alakası var mı? Bir başkası dinlese der ki, Müslüm Bey bu senin tarzın değil. Ama ben bunu söyleyince baktım herkes kalkıp horon tepmeye başladılar. Oradakilerin çoğunluğu Karadenizliymiş. O insanlar sahneye çıkınca sen de bundan bir haz duyuyorsun, bir zevk duyuyorsun. O insanla bütünleşiyorsun, o insan da seni seviyor. Eğer sen orada ben bunu bilmiyorum, ben bildiğim şeyleri çalacağım, desen o zaman da o insanlar seni pek önemsemez, seni dinlemezler, belki de kalkar giderler ordan. Bunlar çok önemli şeyler. Ben hep arkadaşlarıma şunu söylemişimdir; bizden sonrakiler de bunu söylüyorum: gittiğiz yerde sahneye çıkacağınız zaman oranın potansiyelini gayet eyi bilmek zorundasınız. O insanlar en çok neden hoşlanır? Bunu bilmek zorundasın. Madem ki sen o insanların tercümanı sayılıyorsun, o insanların duygu ve düşüncelerine hitap etmek istiyorsun veya onların düşüncelerini ortaya dökmek istiyorsun ona göre hareke etmek zorundasın. İşte bir köyde, bir beldedesin, zaten bir başkasını yapamazsın.

Televizyonda bazı yarışmalar oldu; “Anadolu Ateşi” gibi, hep izliyorum hatta bazı arkadaşlarla izliyoruz. Bazı arkadaşlar diyorlar ki; ya bu türküyü iyi okuyamadı, sesi iyi değil, falan. Ben de diyorum ki, bakın siz anlayamamışsınız bu türküyü her babayiğit anlayamaz, her türküyü her adam söyleyemez. Çünkü ağır bir türkü, inişli çıkışlı bir türkü. Özellikle diyorum Arif (Sağ) müziği bilen insan özellikle bu türküyü özellikle vermiştir ona. Şimdi bu sadece yerel bir şey değil yarin tüm dünyaya hitap edecek, o yüzden hepsini bilmek zorunda, diyorum.

Biz ozanların şu eksikliği var; bizler nota bilmiyoruz. Ama bu işi profesyönelce yapabilmek için nota bilmek gerekir, o seni tamamlıyor.

 

Çok yere gidip konserler verdiniz. Alevisiyle Sünnisiyle çok insanlara ulaştınız, nice insanlar tanıtınız, türküsevenlere ulaştınız. Bu geleneği yaşatmak için mücadele verdiniz uzun yıllar. Gelelim bu geleneğin köklerine, özlerine. Halk ozanlığına gelelim.

Gerçekten de halk ozanları kimlerdir, halk ozanlığı nereden gelmiştir, kimlerden kalmıştır?

 

Halk ozanlığı deyince çok gerilere gitmek lazım. Yunus Emreler, Viraniler, Nesimiler, Pir Sultanlar, Hatayiler, Aşık Veyseller... Bunlar gitmek lazım. Ozanlık da öyle kolay da değil.  O kültürü de buraya taşımak da kolay değil. Veysel diyor ki, ben kırk yaşından sonra kendi deyişlerimi yazmaya başladım, o güne kadar hep usta malı çalıp söylerdim, diyor. İnsan belli bir olgunluğa geldikten sonra, çünkü bu kültürün de içinde haşır neşir olduğunu göre, kendisinden de birşeyler yazması, ortaya da birşeyler koyması gerekiyor tabii ki. O yüzden de bugün bir Pir Sultan’a bakın, bir Virani’ye bakın, Nesimi’ye bakın, Yunus’a bakın bunlar birer halkadır; birbirlerine devrede devrede gelmişlerdir, taa Âşık Veysel’e kadar. Onlar öyle yerinde sözler etmişler ki, ölümsüz olmuşlardır. Onları bugün unutturacak kelime ve söz bulanıyoruz. Unutturamazsın da.

 

Peki, bu söz gücünü nereden alıyorlar? Bir ozan nasıl yetişir? Büyük ozanlar hangi şartlar da yetişmişler de ozan olmuşlar. Tabii ki özel yetenekleri olmazsa zaten sazlarıyla, sözleriyle, şiirleriyle kalıcı olamazlardı. Ama peki bir ozan nasıl pişerek olgunlaşır, ölümsüzlerşir? Onu çevresi mi etkiler onu; ocağı mı, inancı mı, neyi etkiler?

 

İnsan kafası bir dünyadır. Bir dünyanın içerisinde neler var? Daha önce de söyledim; insanlar maldır, mülktür, paradır bunları bilmezlerdi. Eski ozanlar abasının altına alırmışlar sazını köy köy dolaşırmışlar. O köylerdeki cemaatlerde oturmak, sohbet etmek, kitap okumak, kendilerinden önceki kültürün derinliğine inmek... Bunların peşindeydiler. Ama şimdi öyle değil. Onlar işte o şekilde Pir Sultan olmuş, Yunus olmuş, Nesimi olmuş, Virani olmuş, Hatai olmuş bunlar. Bugün devrimiz öyle değil, çok değişti. Ama onların üstüne söz koymak kolay değil. Bir bina yaparsın; herkes mimar, mühendistir. Ama bakarım ki adamın binasını mahfetmiştir. Arsa aynı arsadır, malzeme aynı malzemedir ama binayı yapamamıştır, mimar, mühendis. Bu buna benziyor, insanları yönlendirememiştir, insanlar bir şey verememiştir. Bazısı da vardır ki, dört dörtlik bir bina yapmıştır, kapıdan içeri girdiğin zaman rahat edersin, her istediğin vardır onun içinde.

 

Ozanlar kadar dedeler de var. Sizin dedelere karşı sevginiz, saygınız çok büyük. Peki dedeler kimlerdir, toplum için ne ifade ederler?

 

Şimdi Ayhancığım şöyle; dedeler deyince, onlar üniversitede, bir okulda ders görmüş kişiler değillerdir. Bunlar kulaktan kulağa taşınan, gelen bilgilerin sahipleridir; eğrisiyle doğrusuyla. Bazıları diyorlar ki; dedeler bir şey bilmiyor. Ya dede okumamış, belli bir kültürü yok elbette. Dede mektep medrese görmemiş, okul görmemiş. Onlar aldıklarını aktarmışlardır. Onların söylediklerinin birbirini tutması mümkün değil. Kulaktan kulağa gelen bilgileri aktarmışlardır.

 

Yani dedeler topluma ne vermiştir? Gerçek bir dede kimdir sizce?

 

Gerçek bir dede insana gerçeği anlatandır, doğruyu aktarındır.

Alevilik kolay değildir; kıldan ince kılıçtan keskindir. Niye? İbadete (ceme) giderken kimseyle küskün ve dargın olmayacaksın, herkesle barışık olacaksın. Bildiğim kadarıyla tüm dedeler bunları taliplerine söylemişlerdir.

Bugün ülkemizde bir Sünni, bir Alevi kesimi vardır. Ama Alevilerin ibadetleri Sünnilerinkinden ayrıdır. Tabii ki Sünnilerin ki de bir ibadettir; caminin kapısı açık ayağını çıkaran adam içeri girer. Ama bu adam hırsız mıdır, arsız mıdır, birisinin hakkını mı yemiştir, bunu kimse sorgulamaz. Sadece hocanın arkasında durup namazını kılıp çeker gider. Ama bizde böyle bir şey yok. Kapıdan içeri girip daha o halkaya oturmadan; “ey cemaat birbirinizden razı mısınız, hoşnut musunuz, içinizde dargın küskün var mı?” diye dede bunu söyler (sorar). Dede bir yerde yargıçtır. O posta oturmak kolay değil. Ben bunu gerçekten bazı hocalarla konuşuyorum. Onlar da beni dikkatle dinliylorlar. Ben diyorum ki; evet cemaat geliyor sizin arkanızda namaz kılıyor. Ama siz hiç soruyor musunuz, sizler birbirinizle konuşuyor musunuz, burada küskün var mı, dargın var mı?, bunu soruyor musunuz, diyorum.

Bence bu adalet ilkesi ve kuralları Alevilikten alınmış diye düşünüyorum ben.

 

Halk ozanları da sazları ve sözleriyle yine doğruları halka hatırlatan, toplumu uyaran insanlar...

 

Halkın gören gözü, duyan kulağı, söyleyen dilidir ozanlar.

 

Yani dedeler de ozanlar da, toplum için mücadele eden insanlar diyorum. Toplum önderliği olan insanlardır, diyorum.

 

Yaşlı dedelerin tasavvuf yönü daha kuvvetlidir.

 

Ozanların günümüzdeki durumu nasıldır?

 

İnsanlar icraatlarıyla ölçülürler. İnsanların içinde olanı ben bilemem. Kişinin konuşması bir şey ifade etmez, insanın icratı önemlidir.

 

Sizin bugüne kadar çok plağınız, kasetiniz var, kendi eserleriniz var. Hayatınızı, eserlerinizi kitap haline getirmek istediniz mi?

 

Evet aslında ben bunları bir kitapta toplamak isterim.

 

Anılar var, birikimler var?

 

Evet anılar var, bunları bir kitapta toplaka gerekir.

 

Klasik çağ Alevi ozanlar; Pir Sultanlar, Hatayiler, Viraniler ve diğerleri Aleviliğin inanç değerlerini, sistemlerini, olmazsa olmazlarını deyişleriyle ortaya koyarken, onların sınırlarını çizerken, dile getirirken; Cumhuriyet döneminde ise bir toplumculuk vardı halk ozanlarında. Ülkede yaşanan haksızlıklara, yönetimin adaletsizliklerine karşı başkaldırı unsuru oldu ozanların eserleri. Âşık İhsaniler, Aşık Mahsuniler halkın sevgilisi oldular. Bunların şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Âşık İhsani, Aşık Mahsuni, Aşık Kul Hasan gibi ozanlar... Bunlar memur değildi. Sazlarını bunlar özgürce çalıp söylediler. Âşık Mahsuni hele hele çok mücadeleci, gelmeden geleceği gören, keşfeden, halkı için de büyük mücadele veren bir ozandı. Mantıklı olarak mücadele eden, sazını çalan, haksızlığa karşı direnen Mahsuni’ydi diyorum.

 

Daha niceleri var; Çırakmanlar var, Muharrem Yazıcıoğlu var...

 

Aynı şeye döndük; belki Mahsuni’den daha güzel yazanlar da vardır. İcraat önemli, ortaya koymak önemli. Ozanın eseri halka ulaştırılması önemli.

 

Siz halk ozanları dernekleri içerisinde bulunabildiniz mi, memuriyetiniz de var?

 

Memuriyetimden dolayı, aktif bir görev almadım. Sadece ben Âşık Veysel Derneği’nde, altı yedi yıl evvel, orda sekreterlik yaptım. Emekli olmuştum, emekli olduktan sonra aktif bir görevi ben orada aldım. Veysel Kaymak o zamanlar başkandı, bana çok ısrar etti. Erkan Zenger vardı biliyorsunuz, Âşık Veysel’den bahsediyorsunuz ama onun bir derneğine bile sahip çıkamıyorsunuz, demişti. Dernek varmış ta ortada yok! Veysel Kaymak başkan olunca bana geldi. Ben seni seviyorum, senin bu işin üstesinden geleceğini de biliyorum, dedi. Orada aktif olarak sekreterlik görevini aldık. Bir gece yaptık, Dikmen’de yeni yapılmış bir binanın altında bir yer aldık, Aşık Veysel Derneği için. Seksen metre karelik bir yer aldık. Paramız kafi gelmedi. Almanya’daki bir gecede de sağolsun, insanların yardımıyla o binayı aldık. Ben zaten bir dönem için görev almıştım. Veysel Kaymak’a durumu söyledim, sadece üye olarak kalırım, dedim, öyle de oldu. Hüseyin Özer şimdi Aşık Veysel Dernek başkanı, bilmiyorum görüştünüz mü?

 

Görüşmedim ama dernek kendi binasında mı hizmet yürütüyor?

 

Kendi yerinde değil. Bizim aldığımız yeri satmışlar. Şimdi Çetin Emeç’te DSP binasının üstünde bir lokal var, orada yürütüyorlar. Ama orada nasıl oturuyorlar, kira mı, onu bilmiyorum.

 

1964’lerde konserler olduğunu göre, fiilen bir görev almasanız da, takip etmişsinizdir diye düşünüyorum; bu dernekçilik yani ozanlarla ilgili neler oldu, bu dernekler nasıl kuruldular, neler yaptılar?

 

Ayhancığım; ben size şunu açık ve seçik olarak söyleyeyim; hangi kurum ve kuruluş olursa olsun, hangi dernek ve vakıf olursa olsun, ekonomik gücünüz yoksa bunu yürütmeniz mümkün değil. Bunu bir defa kabul etmek lazım.

Yıllar önce Karayalçın Ankara Belediye Başkanıyken; mademki sizler bir kültürün temsilcisisiniz, sizlere haklarınız verilmedi, sizin bir yeriniz yok, o zaman size bir kültür sitesi verelim, dedi. Ben o zaman arkadaşları topladım dedim ki, bu devletin malını bize veremez, bunun bir yolu yordamı var. Nasıl var? Buranın metresi on lirasayla sana beş liraya verebilir, beş lirasaysa iki liraya verebilir. Biz bu fedekarlığa katlanmalıyız, herkes elini cebine atmalı, bu parayı temin etmeliyiz, belediyenin kapısına dayanmalıyız, biz bu yeri ancak bu şekilde alabiliriz, dedim. Buna karşı çıktalar, burayı bize hibe etsin, dediler. Kimin malını kime hibe ediyor? Bir kere bunu ben kabul etmem. Orada tüyü bitmemiş yetimin hakkı yok mu? Başkaları bunu alabilir ama bizler ozan olarak bunu alamayız, dedim. Şahsen ben bunu düşünemem yani. Bana parasız yer ver demek, ozanlığa yakışmaz. Ben arkadaşları ikna edemedim.

1992’de bizler Âşık Mahsuni Şerif’le Çağdaş Halk Ozanları Kültür Kurumu’nu kurduk. Âşık Mahsuni başkan, ben de başkan yardımcısıyım. Emini (Emini Düştü) Çırakman (Hüseyin Çırakman) bizler de başkan yardımcılarıyız.

Biz bir gece yapmıştık, Sıhhiye’de bir yer tutmuştuk, masa, sandalye, telefon her şey tamamdı. Emini Düştü evrakları aldı Emniyet’e götürdü. Öğleden sonra ise geldi sinirle evrakları masanın üstüne attı. Bize bunu kurdurmuyorlar, dedi. Mahsuni Müslüm Baba, bu işi sen halledersin, yarin sen bunu halledersin, dedi.

Ben ertesi günü gittim, orada bir komiser vardı. Onunla görüştüm, beni tanıyordu. Sümbül dedi, Ankara’da her sene çok sayıda dernek kurulur, bunların çoğu da bir yıl olmadan kapanır, dedi. Ne uğraşıyorsunuz bununla ekonominiz var mı, kaynağınız var mı, ne derneklre yaşıyor, ne vakıflar yaşıyor, dedi. Ben durumu anlattım, sorunu hallettim.

Ama gerçekten de ülkeyi bu hale getirdiler; her şey para, rant oldu.

Tüm Halk Ozanları Derneği vardı. Bu dernek kapanıyor. Çünkü geliri yok.

 

Ozanlar Vakfı kapandı?

 

Evet, Ozanlar Vakfı kapandı. Bir yer tutsan kirasını kim verecek?

 

1964’lı yıllara gidelim. Böyle geceler organize ettiniz mi, sene içinde çok olur muydu? Bu etkinliklerde neler olurdu?

 

Evet, çok olurdu, çok. Sonbahar, kış mevsiminde çok olurdu. 1970’den sonra bir de tabii sağ-sol olayı başladı. Sağcıların konseri, solcuların konseri, devrimci parçalar vs. Deniyordu.

Sahnede konuşmalar da olurdu, ozanlar olurdu, yerine göre halk oyunları da olurdu. Sadece ozanlar olmazdı. Bu da yine organizeyi yapana bağlıydı. Ben bir gece yapmak istiyorum der birisi; getirir iki sanatçı bir gece yapar.

Ben birkaç kez Dedeman Oteli’nde gece yaptım. Televizyon programı bile böyle değildi, gelenler hayran oldular. Benim amacım para kazanmak değildi.  Öyle olsa ben de iki sanatçı getirirdim, ben sahne alırdım, o kadar sanatçı getirmez parayı cebe atardım, benim amacım para değildi. Gece yapıyorsan iyi bir gece olsun diyorsan; oradaki insanlara layık sanatçı ve ozan getirmek zorundasın.

 

Konserler dışında Turne şeklinde geziler oldu mu?

 

Tabii turne şeklinde de geziler oldu. Bu konuda da çok anılarım var. Bir tanesini anlatayım: 1980 başlarında Abdullah Papur’un kardeşi Hasan Papur vardı. Ben o zamanlar Ziraat Bankası’nda çalışıyordum. Geldi bir gece yapacağız dedi, abim Abdullah Papur da var olayın içinde, dedi. Leyla Karahan, Gülcan Gül var. Bizimle onlar da gidiyorlar. Gümüşhacıköy’den Tokat, Zile öyle gidiyoruz.  O zaman MC (Milliyetçi Cephe) İktidarda. Oraya vardım. Kış günü, her taraf don. Bayanlar çıktı, Hüseyin, diye bir arkadaş var, o çıktı, en son da ben çıkıyorum sahneye. O zamanın popüler sanatçısı biziz, radyolarda çıkıyoruz ya. Abdullah Papur sahneye çıktı, artık Türkeş’inden, Erbakan’ından, Demirel’inden sıralamaya başladı. Derken polisin birisi jakı sazdan çıkardı bunu kolundan tutup aşağa indirdiler. Salon ağzına kadar insan dolu tabii, ortalık elektiriklendi, dışarda asker var, polis var, güvenlik güçleri bekliyor dışarda. İçerde yuhlar çekildi, polise küfürler filan edildi. Ben sahneye çıktım, hemen mikrofonu elime aldım; “değerli konuklar, sevgili misafirler...” dedim ben. Arkadaşım sanırım alkol almış, ne dediğinin farkına varamadı, çeşitli cümleler sarf etti, ben onun adına sizlerden binlerce defa özür diliyorum, dedim. Ortalığı yatıştırdık, ben bir buçuk saat kadar sahnede kaldım. Çaldık, indik baktık ki, polisler Abdullah Papur’u sahnenin arkasında bekletiyorlar. Hadi bakalım, karakola gideceğiz, dediler. Kalktık karakola gittik, gece saat bire geliyordu, acayip bir tipi var dışarda, kar yağıyordu. Başkomser kalender bir insanmış. Şu sobaya iki kürek kömür atın, üstüne de bir çay koyun, dedi. Şimdi yavaş yavaş sohbetimize bakak, dedi. Konuştuk, konuştuklarımızı teybe almışlar. Komser Papur’a dedi ki, bunların birisi başbakan, ikisi de onun yardımcısı, sen bunların ne olduğunu bilmiyor musun?, dedi. Papur dedi ki, işte dedi, ağzımdan çıkmış, dedi. Komser de eee dedi, ağzından çıkacak elbet, başka yerinden çıkacak değil ya, dedi. Derken bir rapor tuttu, o zaman zaten ortalık karışık biliyorsun, derken gece bunu savcıya gönderdi. Ben de komsere, komserim şimdi savcı uykudan kalkacak, bunları içeri atın diyecek, bizi içeri atarlar, gözünü seveyim bizi gönderme ya, dedim. Emir var, biz görevimizi yapalım, savcının bir şey yapacağını sanmıyorum, dedi. Birinin eline verdi, tutanağı gönderdi. Savcı aynen üstünde pijamayla bakmış kağıda sonra yırtmış, o ekibi hemen dışarı çıkarın, demiş.

Ayhancığım, şimdi gece iki mi, üç mü, Niksar’dan bir rampa çıkar... Kar yağmış altı da buzlanmış... Minübüsün ordan çıkması mümkün değil. Gece bizi yola çıkardılar, yani burayı terk edin, dediler. Gidemedik, geri arabayı çevirdik Niksar’a döndük. Bir tanıdık vardı, sabah yakını onu kaldırdık, bizler donduk nerdeyse öleceğiz... Hanımı bizlere bir tarhana çorbası yaptı. İşte sabah Niksar’ın içinden bir zincir aldık da, orayı terk ettik, gittik. Böyle bir anım var. 

Yine bir başka konserimizde Mehmet Ali Erzincan diye bir arkadaşımız var, o geldi, Tunceli, Kars tarafından seni çok istiyorlar, oralara bir turneye gidelim, dedi. Ben dedim ki, benim başımı yakarsınız, ben memuriyet sahibiyim, çoluk çoçuk sahibiyim, bundan olurum, dedim. Rice etti, yalvardı. Ben de dediğim gibi halkla bir diyaloğa girmişim, bunu bırakmam mümkün değildi. Halkın bana karşı bir coşkusu vardı. Şimdi bunu da görüyorsun ama öbür tarafta memuriyet var... Yani iki arada bir derede kalıyorsun. Bir şey olursa işimden olurum, diyorsun. Yani kafanda bir sürü problem var. Neyse olur, dedim; gelirim, dedim.

Bu sefer programda Şah Turna var, Rahmetli Kul Ahmet var, Gülcihan var... burdan kalktık Tunceli’ye gittik. O zaman sonbahar, tepenin başında dört yüz, beş yüz kişilik bir açık hava sineması var. Tunceli’ye varınca baktım ki; kırk elli tane jandarma, on beş yirmi tane polis var. Dedim ki, biz harbe mi geldik, bu ne emniyet böyle, dedim. Şah Turna’ya senin gözün görmüyor, burası güvenlik güçleriyle dolu, aman söyleyeceğin parçalara dikkat et, dedim. Niye ben deli miyim, dedi. İçeri girdik program yapıyoruz. Daha sahneye çıkar çıkmaz, verdi veriştirdi Şah Turna. Ben de çıktım. Bize hemen burayı terk edin, dediler. Gece oradan çıktık, Kars’a gittik. Uykusuz, yorgun, bezgin Kars’a gittik. Otele yerleştik. Bir iki saat dinlendik. Kapı çalındı, kalktım baktım ki, iki üç tane polis! Tunceli’den gelen ekip siz misiniz?, dediler. Ben de evet biziz, dedim. Filan, filan burda mı?, burda, dedim. Karakola gideceğiz, dediler. Niye gideceğiz?, dedim. Bizim bir suçumuz mu var, kavga mı ettik, dövüştüm mü, birini mi vurduk, karakola niye gideceğiz?, dedim. Birisi çok konuşmayın, bize verilen emir böyle, dedi. Peki, dedik. Ekip olarak karakola gittik.

Tunceli’deki konserin bant kaydını yapıp oraya göndermişler. Hemen arkadan, nasıl oldu, niye oldu?, bilmiyorum. Aynen Abdullah Papur da olduğu gibi, Şah Turna’ya da dediler ki; burada söylediklerinizin birisi başbakan siz neyin peşindesiniz?, dedi. Oralar Diyarbakır Sıkıyönetim’e bağlıydı, o zaman da sıkıyönetim vardı. Beni bir korku sardı. Bunlar beni Diyarbakır’a gönderirlerse benim memuriyetim biter, diye beni bir korku sardı. Bir polis çıktı, onların ifadesi alınırken, ben dışarı çıkmıştım, Müslim Bey, dedi siz tanınmış, bilinmiş, halka mal olmuş bir insansınız, bu konuşmasını bilmeyen insanlarla senin ne işin var ya?, dedi. Sizi dedi Diyarbakır Sıkıyönetim’e gönderecekler. İnanır mısın nerdeyse düşüp bayılacaktım. Yapacak bir şey de yok. Bu sefer aynı şekilde başkomser de bana aynı şeyi söyledi: siz radyoda program yapan, bilinmiş bir insansınız, onlarla ne işiniz var, dedi. Diyarbakır Sıkıyönetim’e onları göndereceğim, sen şimdi burayı hemen terk et, Ankara’ya düş,  dedi. Ayhancığım, Şah Turna’nın bir annesi var, iki gözü iki çeşme ağlıyor... Diğer insanlar yine öyle... Ben ne yapayım? Ben de onlara dedim ki, siz benim durumumu bilemezsiniz... Onlar memuriyet nedir bilmiyorlardı. Onlar şimdi diyorlar ki, Müslüm Sümbül bizi bıraktı kaçtı, diyorlar. Bunu bilmiyorlar ki, benim durumumu bilmiyorlar ki! Bizi bırakıp gitti, dediler. Benim arkamda üç tane çocuğum var, bunlara kim bakacak? Bunlardan haberleri yok. Onları bırakmak zorunda kaldım, yalana gerek yok. Komser bana burayı terk et, dedi. Ayhan Bey oradan bir çıkışım var inan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Doğru otele gittim, aceleyle bavullarımı aldım, bir taksiyle gara gittim, Ankara’ya araba yokmuş ben de hemen Erzurum arabasına bindim, oradan taksiye bindim. Bir uçak varmış, Ankara’ya düştüm.

 

Tabii o dönemler... Sıkıyönetimler, askerler, polisler... Türlü sıkıntılar. İki örnek verdiniz ama daha nice örnek var belki de... O dönemki devrimci ozanlara karşı o zamanın hükümetlerinin bir tavrı var, alerjileri var. Çünkü bu ozanlar onları eleştiriyor, yeriyorlar, halkı coşturuyorlar, farklı yönlerden onları sıkıştırıyorlar. Hükümetler de onları istemiyor, konserlerini engellemek istiyor, karakola götürüyorlar. Ozanların çeşitli yöntemlerle morallerini bozuyorlar. Onları demoralize ediyorlar. Bir daha bu işlere girmemeleri için onlara baskı yapıyorlar.

Sizler türküler de söyleyen, deyişler söyleyen, halkın sevdiği parçaları da söyleyen, kusura bakmayın, devrimci yönü de fazla olmayan, bir ozan, sanatçı olarak biliniyordunuz.

 

Hayır, ben zaten memur olduğum için, onu açıkça söylüyorum zaten sazımı ben özgürce çalıp söyleyemedim zaten, diyorum.

 

Evet, ama ozanların sahne alması bile bir problem. Yani ozanlara hayat hakkı tanınmıyor?

 

Tanınmıyor. Ben bu sanat hayatım içerisinde kendime bir polise “lan” dedirtmemişdir. Onlardan korktuğum için, devrimci bir yönüm olmadığından dolayı değil... Sözlerimi seçerek, makul ve mantık çerçevesinde konuşmalarımı yaptığım için, ben böyle sanatımı icra ettiğim için, diye düşünüyorum. Çok sanatçılarımızı, ozanlarımızı dövmüşlerdir, küfür de etmişlerdir. Bana da sert söyleyen polisler olmuştur ama ben de ondan daha sert konuşmuşumdur. Yani onlara yanıtını vermişimdir, bundan yana çok rahatım yani.

 

Anadolu’da çok yere gitme şansınız oldu mu?

 

Çok yere gittik tabii.

 

Yurt dışına da gittiniz?

 

Yurtdışına da çok gittim, tabii. Yurt dışına da gitmemiz şu şekilde oldu: sazımı yurt dışında buradan daha iyi çalar söylerim. Orada karakol, tutuklama vs. Yok, tabii ki. Orada istediğini çalar söylersin. Hatta orada bazı arkadaşlarla karşılaşınca, Müslüm Bey biz seni biliyoruz, sen memursun ama burada istediğini çalıp söyleyebilirsin, dediler. Daha önce de söyledim. Benim burada bir ailem var, arkam yok. Her lafı istediğin gibi konuşamazsın. Konuşsan bile makul ölçüler içinde konuşursun.

 

Ülkemizde anti demokratik bir yapı var. Ülkemiz cennet gibi bir ülke, halkımız çok güzel. Ama hükümetler, iktidarlar ülkeyi iyi yönetmediler, halkı ezdiler, halka baskı yaptılar. Tek tip bir insan yetişme idealiyle, farklı yapıları, farklı insanları, inançları, kültürleri, görüşleri, düşünceleri, sindirerek kendi istedikleri tip insanlar yaratmak istediler. Yüzbinlerce insan işkenceden geçti. Bu acıları da elbette gördünüz, yaşadınız, bir ozan olarak?

 

Tabii, tabii. Bu acıları gördük, yaşadık.

 

Şuraya gelmek istiyorum. Bir memur olsanız da o devrimci ozanlarla sahnelerde, konserlerde yer aldınız. Her yere gittiniz. Dolayısıyla halk ozanlarının halkın aydınlanmasında, bilinçlenmesinde, haksızlığa karşı gelmesinde halka moral verdiğinin de birinci elden gözlemcisi oldunuz.

Ozanlar değişti, halk değişti. Ama ne oldu gerçekten... Bugün halen ülkede baskı var, zulüm var...

 

Şimdi baskının sömürünün şurdan geldiğini biliyorum. Bir ülde barışın huzurun olması için bir ülkede denge olması lazım. Şimdi bir karakolda, bir kurumda, bir iş yerinde, nerede olursa olsun bir denge kurmazsanız, bu Alevidir, bu Sünnidir, bu Kürttür, bu Çerkezdir, derseniz bu olmaz, orada bir denge, barış kuramazsınız.

Bir ülkede denge kurarsanız, barışı sükuneti sağlarsınız. Bir ülkede bir iş yerinde, bir kurumda bu benim adamımdır, sadece şundan, bundan olsun dersen bu ülkede barışı sağlayamazsın. Bu bir defa çok önemli, dengeyi kuracaksın. O günleri yaşadık. İnsanlar arası ayrım yaşandı. Alevi – Sünni ayrımı yaşandı bu ülkede. Şimdi bir karakolda diyelim sağcısı olsun, solcusu olsun bir polis birisine işkence yaparken eğer; dur arkadaş, sen ne yapıyorsun, denseydi bu ayrımlar olmazdı. Bu ülke bu ayrımcılıkları yaşadı. Bu Alevidir, bu dinsizdir, bu Koministtir, diye nice insanlara ayrımcılık yapıldı. Bunlar gerçeklerdir. Bu üldeki nice devrimci insanlar öldürüldü, faailleri de bulunmadı zaten.

Bir ülkede hakça paylaşım olmadıktan sonra ne olursan ol, o ülkede huzuru sağlayamazsın. Senin evinde kavga varsa seni yıkmak çok kolay. Evde huzur varsa, üç beş kardeş sırt sırta vermişse hiç kimse, bir mahallede hiç kimse sana karşı koyamaz. Bir ülke de bir aileye benzer. Bugün bakıyorum Türkiye üzerinde birçok devlet oyun oynuyor. Ülkemizde maalesef iç dengeler sağlanamaşıtır.

Son zamanlar bu sağ kesimin diyelim, parlementoya daha güçlü olarak girmesinin yegane sebebinin altında din borosu yatıyor. Dini istismar ederekten o duruma geldiler. Bu nereye kadar gider? Efendim Afganistan’da, Pakistan’da, İran’da, Irak’ta da çok dinci kesim var. Bunlar karşısında İsrail Ortadoğu’ya el aman çağırttırıyor. Şimdi Türkiye’nin üzerinde de böyle bir oyun oynanıyor. Benim görüşüm de şudur; bugün Türkiye içinde bir denge kuramamıştır. Bugün Diyanet İşleri Teşkilatı’nda bir Alevi çaycısı bile yoktur. Şimdi burada huzur yok. Bir yanda bir adam diyor ki benim dünyada bir dikili taşım yoktur. Diğer taraftan da bazıları servetlerinin hesabını bilmiyorlar. Sen burada bir denge kurmazsan, insanların sosyal haklarını vermezsen, onları güvence altına almazsan, bu adaleti sağlamazsan sen huzuru sağlayamadığın bu ülkede nasıl birliği sağlayacaksın. Bu çok önemli. Bana gelen üniversitesi öğrencilerine de öyle söyledim. Onlara da dedim ki bu ülkenin benzeri dünyada yoktur ama bu ülkede sosyal güvence yoktur, alt yapı yoktur, adalet çalışmıyor. Bunları sağladığınız zaman bu ülkeye kimse bir şey yapamaz, öyle kolay değil..

 

Bütün bu sancılara, sıkıntılara rağmen alttan alta da bazı gelişmeler, ilerlemeler de var.  Ozanlık geleneğinde zayıflamalar var dedim, dedelikte dağınıklıklar var dedim, Alevi örgütlülüğünde darmadağınık bir yapı var. Bu böyle bir sürüp gidiyor.

Geleceğe nasıl bakıyor Müslüm Sümbül?  Sivas Kangal’ın Kavak Köyü’nde 1940’da başlayan hayat öyküsüyle bu yaşamın içinden gelip geçen Müslüm Sümbül neler söyler gelecek hakkında? Konser verdi, insanlar tanıdı, sevdi, sevildi, gelecek diyelim biraz da? Gençlik diyelim biraz da? Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

 

Şimdiki gençliği ben iyi görmüyorum. Kusura bakmasınlar. Şimdiki gençlik boş. Şimdiki gençliğe bir şey öğretilmiyor, onlara bir şey verilmiyor, onların bir şeyden haberi yoktur. Kitabını alıp okula gidip, geliyor. Hepsine diyemem ama yüzde altmışı duyarsız, öyle görüyorum ben.

Ülkenin geleceği konusunda ise; Ayhan Bey öyle oyunlar oynanıyor, öyle senaryolar çiziliyor ki, yarinin ne olacağını kimse keşfedemiyor bu ülkede. Kimse yarini, geleceği göremiyor. Bir belirsizlik var.

 

Siz birçok ödül aldınız, bunlardan hiç bahsetmiyoruz?

 

Bunlar işte bizim gittiğimiz festivallerde, konserlerde verildi.

 

Şimdi efendim Sünni kökenli olsun, Alevi kökenli olsun gerçek bir ozan zaten Halk Ozanıdır. Sünni kökenli ozanlarla da çok tanıştınız?

 

Çok tabii, onlarla da çok tanıştık. Tanıdıklarımız var. Sünni kökenli ozanlardan Kars’lı Aşık Reyhani, Şeref Taşlıova, Murat Çobanoğlu, Kars’ta Dursun Cevlani vardı... Yenilerden Kul Nuri var, Aşık Zeki Erdali var, Adana’da Figani var, Kayseri’de Meydani var... Yanı tanıdıklarımız var.

 

Ozanlarla temaslarınız devam ediyor mu?

 

Yalandan bir şey çıkmaz. Onlarla bizim kulvarlarımız mı diyeyim artık, değişik. Ama bizim kültürümüzü onlar benimsiyorlar yani. Onlar bizlere son derece saygı duyarlar üstelik. Ama onların esas aldığı eserler, halkın mücadelesini yapacak, haksızlığa karşı çıkacak, hükümeti irdeleyecek, eleştirecek bir yapıları yoktur.

 

TRT’de program yaptınız?

 

Ben iki yıl sunuculuk yaptım TRT’de. TRT İnt. Ozanların Dilinden Merhaba’yı sundum. 1997’den 1998’in sonuna kadar. Bunlardan önce de bizler tabii TRT’de mahalli sanatçı olarak çıkıyorduk.

 

Size ilgi alaka nasıldı?

 

Oranın kadrolu sanatçıları bu mahalli sanatçılardan ne alabilirim, ne kapabilirim, düşüncesindeydiler. Sizleri dinliyorlardı, yerel türküleri vs. Beğenirse kendi repertuvarını alıyordu. Hatta repertuvar kitaplarında da vardır işte; Müslüm Sümbül’den alınmıştır, Aşık İsmail Daimi’den, Aşık Veysel’den alınmıştır, deniliyor. Benden önce Kangal yöresinde Aşık Suza’nin, Aşık Veli’nin, Abidin Şimşek’in tanınmış ozanların çalıp okuduğumuz eserlerden de ben epey esinlenmişimdir. Benim üstadım Aşık Ahmet Beşer’de böyle.

 

Ben çok teşekkür ediyorum. Böylesi güzel sohbetlerde muhabbetlerde buluşalım. Tekrar bir araya gelelim, sizden alacağımız çok şeyler var.

 

Ben size teşekkür ederim ki, siz bu kadar yol katettiniz, İstanbul’dan geldiniz, buraya kadar zahmet ettiniz. Ben size gerçekten teşekkür ediyorum, bu konuda sizlere başarılar diliyorum. Sizler böyle bir görev üstlenmişsiniz, inşallah her şey çok daha iyi olur.  Ben de elimden gelen her katkıda bulunmak isterim.

 

Söyleşi: Ayhan Aydın,

8 Ağustos 2006, Abidinpaşa, Ankara

5 Mayıs 2016, Avcılar, İstanbul, Baba Mansur Derneği Merkezi

Yazıya alan: Deniz Ünal

 

 

 

Çok saygı duyduğum 1970’de Hakk’a yürüyen üstadım Aşık Ahmet Başer’in bir şiirini de burada dile getirmeden geçemeyeceğim.

 

Ey rabbim akıl ermez sırrına

Dağlar ovalara ulanır gibi

Kainat üstünde gökçe bir çadır

Güneşi altında dolanır gider

 

Deryaları sermiş yerin yüzüne

Tükenmez ziynetin bu bir hazine

Çeşme yapmış Uludağlar gözüne

Coşar ırmakların bulanır gider

 

Yıldızların ziynet verir semaya

Düşün yaradanın nazar kıl ay’a

Hacarül Esvet sade bir kaya

Görünce gözyaşlarım sulanır gider

 

Varlığını Başer getirdin dile

Kul olan emeğini vermesin yele

Nice hükümdarlar yaptırdı kale

Sonu bir top beze bölenir gider.

 

Müslüm Sümbül’ün üstadı olan Kangal ilçesi Dışlık Köyü Aşık Ahmet Başer

 

 

 

 

 

Müslüm Sümbül’ün Şiirlerinden Örnekler

 

UYAN HEY GAFLETTEN

 

Uyan hey gafletten benim gardaşım

Değişen dünyayı görmeliyiz biz

Özgürlük hürriyet demokraside

Beklenen sınavı vermeliyiz biz

 

Yıllar boyu uyutulmuş kalmışız

Bilinmeyen bir sevdaya dalmışız

Geri kalmışlığı kader sanmışız

Gayri bu çemberi yarmalıyız biz

 

Sümbül’üm müjdeler baharı yazı

Halk için çalarım bu dertli sazı

Çıksın içimizdeki endişe sızı

Özgürce bir dünya görmeliyiz biz

 

GURBET

 

Hasreti burnunda tüten sıladan

Dostlar kucak kucak selam var size

Bırakıp geldiğin ana yurdundan

Dostlar kucak kucak selam var size

 

Ah edip ayrılan nazlı yarinden

Gurbet elin hasretinden zarından

Yüce dağ başının bölük karından

Dostlar kucak kucak selam var size

 

Sümbül’ümün dillerinden telinden

Bahçede açılan gonca gülünden

Bahardaki boz bulanık selinden

Dostlar kucak kucak selam var size

 

BU MEYDAN

 

Asalet insandan başlar

Hoş geldiniz canım dostlar

Silinsin kalpteki paslar

Bu meydan da bu meydanda

 

Uzağı eyledik yakın

İncitme kimseyi sakın

Toplandık buraya bakın

Bu meydan da bu meydanda

 

Gerçeklerden söz edelim

Yoğuralım öz edelim

Aşıp dağı düz edelim

Bu meydan da bu meydanda

 

Bahçemizde açtı güller

Sanki bülbül oldu diller

Sümbül sazı çalar eller

Bu meydan da bu meydanda

 

YİNE BAHAR GELDİ

 

Yine bahar geldi yeşerdi dağlar

Açılır bahçemde gül yavaş yavaş

Köylü çiftçi tarlasına yürüdü

Kabaran toprağın der yavaş yavaş

 

Akar derelerin soğuk suları

Güzeller süslemiş bağı pınarı

Yeşermiş dal vermiş ulu çınarı

Coşar ırmaklardan sel yavaş yavaş

 

Koyun kuzu yaylalarda meleşir

İnsanoğlu doğa ile birleşir

Uçar kuşlar bir yuvaya yerleşir

Aşk ile muhabbet der yavaş yavaş

 

Sümbül’üm mekanım baharım yazım

Yağmurla güneşe geçiyor nazım

Coşkuyla öter bu dertli sazım

İnleşir bağrımda tel yavaş yavaş

 

YUNUS EMRE’YE

 

Nasıl anlatayım size Yunus’u

Dünyaya insancıl bakışlarıyla

Hoşgörüyle sevgi muhabbet dolu

Gönülden gönüle akışlarıyla

 

Bir ilahi aşktır düştü serine

Dinmeyen ateşle daldı derine

Hizmet etti taptukemre pirine

O ulu dergaha varışlarıyla

 

Kardeşlik hoşgörü sevgiden yana

Doğrulukta örnek oldu cihana

Tanrı’nın yasası yüce Kuran’a

Yürekten bağlanıp kalışlarıyla

 

Pak edip kendini divana durdu

Arayıp gerçeği özünde buldu

Her yerde anılan efsane oldu

Gizlenip ummana dalışlarıyla

 

Dört kapıyı kırk makamı dolaştı

Yetirip hizmetin Hakka ulaştı

Ozan Sümbül derki bu ne telaştı

Verdiği ikrarda duruşlarıyla

 

BENİM ANAM GARİP ANAM

 

Uyumazsın uyutursun

Benim anam garip anam

El gül büyütürsün

Benim anam garip anam

 

Yüzüm gülerse gülersin

Basar bağrına belersin

Avutur ninni söylersin

Benim anam garip anam

 

Hasta olsa yanar bağrın

Sanki bir tek ben varım

Yükselir çıkar narın

Benim anam garip anam

 

Sümbül’üm der paklarsın

Hemen solacak sanırsın

Her an beni anarsın

Benim anam garip anam

 

 

HASRET TÜRKÜSÜ

 

Bir seher vaktinde çıktım gurbete

Dağlar eteğinde yollar bir çeşit

Ilgıt ılgıt eser seher yelleri

Akar derelerden seller bir çeşit

 

Uzadı günlerim aylar yıl oldu

Ağlayan gözlerim kan ile doldu

Baksana benzime sararıp soldu

Türlü türlü kokar güller bir çeşit

 

Sümbül bu hasretlik beni öldürür

Kavuşturur mevlam elbet güldürür

Bu aşkın ateşi başım döndürür

Çalarım sazımı teller bir çeşit

 

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI

 

Ağardı tan yeri bir hamle ettik

Kıbrıs’a barışı getirmek için

Dalga dalga akın etti ordumuz

Kıbrıs’a barışı getirmek için

 

Akdeniz’e süzülüyor jetimiz

Kıbrıs diye haykırıyor halkımız

Beşparmak dağında döner topumuz

Kıbrıs’a barışı getirmek için

 

Şahlandı mehmetcik girdi adaya

Şaşırıp düşmanlar düştü çabaya

Evet derler ise gelsinler masaya

Kıbrıs’a barışı getirmek için

 

Sümbül’üm der bu vahşeti nideyim

Emir verin ben cepheye gideyim

Görevim ne ise onu edeyim

Kıbrıs’a barışı getirmek için

 

ATAM BU BAŞKENT

 

Güneş gibi doğdun şu güzel yurda

Seninle uyandı atam bu başkent

Bağımsız bayrağın çektin kaleye

Seninle gururlu atam bu başkent

 

Unutmadık atam gelişinizi

Dikmen tepesinden girişinizi

İnsana özgürlük verişinizi

Seninle canlıdır atam bu başkent

 

Milletinle kucaklaşıp dolaştın

Nice tepe nice dağlardan aştın

Çalışarak hedefine ulaştın

Seninle yücedir atam bu başkent

 

İlan ettin cumhuriyet adını

Eşit tuttun erkek ile kadını

Kurdun meclisini verdin adını

Seninle dopdolu atam bu başkent

 

Bayramlar yaşanır sokaklarında

Ay yıldız parlıyor yanaklarında

Özgürlük fışkırır topraklarında

Seninle mutludur atam bu başkent

 

Türlü türlü planların vardı

O günlerin kolay değil zordu

Sümbül’üm der burası bir çöldü

Seninle yeşerdi atamız bu başkent

 

PİR HACI BEKTAŞ

 

Horasan ilinden yürüyüp gelen

Bu dergahta yatar Pir Hacı Bektaş

Kırklar meydanına postunu seren

Bu dergahta yatan Pir Hacı Bektaş

 

İlim irfan için kaynadın coştun

Enginlerden akıp yüceden aştın

Aşkın küresinde kaynayıp piştin

Bu dergahta yatan Pir Hacı Bektaş

 

Düşündün doğruyu vermedin aman

Öz Türkçe konuştun bu idi çaban

Gerçekler yolunda ışığı yanan

Bu dergahta yatan Pir Hacı Bektaş

 

Kül olmuş köşeye can veren oldun

Arayıp gerçeği özünde buldun

Yok ettin nefsini ölmeden öldün

Bu dergahta yatan Pir Hacı Bektaş

 

Sümbül ne söylesen azdır Hünkar’a

Sıtkınan çağıran düşer mi dara

Aşkınla beni düşürdün nara

Bu dergahta yatan Pir Hacı Bektaş

 

NE ACAYİP BİR ZAMAN

 

Ne acayip bir zamana tuş olduk

Kuru bir palavra atan atana

İtimat kalmadı insanoğluna

Aldatıp birbirini yutan yutana

 

Kimisi zengindir akıllı derler

Halbuki halkımın hakkını yerler

Bunu fark edemez Köroğlu körler

Daha birbirine çatan çatana

 

Kanaat eylemez bugün karına

İşi gücü zam hazırlar yarına

Pahalıdır desem gider zoruna

Herkes bildiğine satan satana

 

Sümbül’üm der yön verelim düzene

Fırsat verme artık seni ezene

Nefsi için bütünlüğü bozana

Bulanıkta balık tutan tutana

 

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile