FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

26 Ağustos 1914 - 15 Ekim 2008

 

Şiirin Yaşayan Efsanesi

 

Onun için fazla bir şey söylemeye gerek yok sanırım. O ülkemizin yaşayan en büyük şairi. Türk şiirinin büyük ismi Dağlarca’yla söyleşi yapmak bile benim için bir başarı. Bu söyleşiyi kısa da olsa, yine de çok önemsiyorum.

Ha bir de tabii, “ben sesimi vermek istemiyorum bugünkü siyasilerin yaşadıkları bir memlekette, bunu sevmem zaten, o yüzden yanında beyaz kağıt yoksa, ilerde kırtasiyeci var, bir de karbon kağıdı alarak gel de, sonra söyleşi yapalım” diyerek, soruları ve cevapları yazılı olarak kaydettirdiği yazılı bir söyleşi olduğunu da belirteyim hemen, aşağıdaki metnin. Yani o ne demişse, kelimesi kelimesine aynı şeylerdir, aşağıdakiler...

 

 

“Acım, kara toprak, acım, duyasın biraz

Kara öküzle beraber acım bu gece

O düşünür, düşündükçe doyar

Ben düşünürüm, düşündükçe acıkırım (Fazıl Hüsnü Dağlarca, Toprak Ana, Yağmursuz köy)

Kardaş, senin dediklerin yok,

Halay çekilen toprak bu toprak değil çık hele Anadolu’ya

Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayrı

O kadar uzak değil (Toprak Ana, Kızılırmak Kıyıları)

“Bir köyün altından geçtim

Kara düşüncesi vurmuştu yasın”

 

Toprak Ana, Batı Acısı, Aç Yazı gibi eserlerinizde de görüldüğü gibi Anadolu insanın çileli yaşamını, duygu, düşünce dünyasını yakından gözlemlediğinizi anlaşılıyor. Anadolu insanını, bu kadar yakından gözlemleme olanağınız nasıl oldu? Sizce o kitaplarınızda olağanüstü bir şekilde otaya koyduğunuz bu insanların umutsuzluklarında, çilelerinde bugüne kadar değişen bir şey oldu mu?

 

Anadolu’yu çocukluğumda da görmüş, tanımıştım. On beş yıl süren subaylık görevlerimde de belki yüz binlerce erle birlikte çalıştım. Onların öğretmeni olarak; teğmeni, üsteğmeni, yüzbaşısı olarak kendi yüzlerinde ev yüzlerine dek onları anladım. Bu birikim öteki gözlemlerime eklendi. Yazdıklarımın hepsi okunursa türlü yönleriyle öbeklere ayrılırsa söylediğiniz gibi bir karamsarlık çıkmaz ortaya, tam tersi bir iyimserlik bir umut, bir gelecek açıklığı çıkar. Örneğin, Kızılırmak Kıyıları’nın son parçası,

“Dağlar dalgalanmakta

Bayrak değil” apaçık bir muştudur. Bütün olanlara karşın olacakların direncini tadını, taşımaktadır.

 

“Gölün, gecenin, dağın, yıldızını, gözleri vardı insanlarınkinden güzel gördüler birbirlerini...

 

(F. H. Dağlarca, Uzaklara Giyinmek, (Sığmazlık Gerçeği, Tanık Olduğum Bir Olay)

 

Seslenen kuşu duydun mu

Yapraklar sallanıyor duydun mu

Sudur

Dile getirmektedir akışını doğanın

Duydun mu

Kurbağanın bacağı kımıldar camış sırtını kaşır çamurda

Boy eder sürezi deliğinde yılan upuzun

Boşluğun maden böcekleriyle yıkanmaktadır gezegenler

Ortak gövdemizi duydun mu

 

(Sığmazlık Gerçeği, Sağır, 39)

 

“... Ağaç ırmağa benzer

İçinden, yeryüzünün gökyüzünün aktığını dinlersiniz...

 

(Sığmazlık Gerçeği, Bin Damlalı Yeşil, 65)

 

“... Biri yalnızlığımızın ormanlarında kalmıştır yalınayak

Dağdır masaldır kuştur biri

Binlerce yılın sonsuz maviliğini giyinmiş

Soyunmuş kendini kemiklerine dek

Biri asılırken

Güneş olmuştur başka bir gök üzre...”

 

(Sığmazlık Gerçeği, Kendine Açık Kapı, 83)

 

Toprak, ağaçlar, güneş... tümden doğanın sizi derinden etkilediğini görüyoruz. Bu şiirlerinize çok yoğun bir şekilde yansıyor. Peki yeniden sorsak gerçekten doğa size neler ifade ediyor? Doğanın tahrip edildiği bir yerde yaşam olabilir mi?

 

Yukarıda söz ettiğim gibi doğada, çırılçıplak doğada çok yaşadım. Çadırda geçirdiğim yılların sayısı on beşe yakındır. Sınır karakollarında öyle bunaltıcı yıllar geçirdik ki birçok yapıtlarıma yansımıştır çektiğim. Örneğin şöyle bir dizem vardır: “O kadar kuvvetle hülya edeceğim ki artık burada mevcut olmayacağım.”

(Çocuk ve Allah’ta geçiyor.)

 

Benim sözümü ettiğim doğa kimi yazarların, ozanların sözünü ettiği kağıt üzerindeki doğa değildir. Karıyla, yeliyle, yıldızıyla, ıslanmış yatağıyla, donmuş giysileriyle elle tutulan bir doğadır. Yazdıklarında bir gerçek doğa tadı buluyorsanız benim yarattığım bir doğa değildir bu sorunuzda şu da var, doğanın tahrip edildiği yerde yaşam olabilir mi? Diyorsunuz; olur.

Doğanın yok edilmesi de başka bir doğadır. İnsan orada ilk doğanın güzelliğinden uzak bozduğu, çirkinleştirdiği doğanın içinde suçunu ödeye ödeye çırpınır. Yöresindeki yine de doğadır, doğa yok edilemez çünkü.

 

Yaşamdaki her şeyin sizi etkilediğini şiirin sizin camınızı çalarak size geldiğini belirtiyorsunuz. Hemen her temada, konuda şiirleriniz var. Fakat yine de şiirin sizin camınızı nasıl çaldığından bahseder misiniz? Yani o geliş anındaki sonsuz coşkudan, senfoniden söz eder misiniz?

 

Sorunuz imajlarla yüklü. Bence soru soran arkadaşlar sorularını söz giyimlerine gerek duymadan yöneltmelidirler. Benim bile, yanıtlayanın bile diyeceklerini apaçık söylemeleri, giyiniksiz söylemeleri gerçeğe uygun olur.

Yazı yazarken umduğunuz olayları yaşamıyorum. Orada bu yoğun çalışmada; sözcüklerin bir Sayıştay önündeki ikiye üçe bölündüklerini ya da iki kez üç kez büyütüldüklerini, aralarındaki sayısız ilişkiyi yaşadıklarını görüyorum, hepsi bu.

Bir şiir çalışması ozanın bütün yaşamını o andaki solukta yeniden varolmasına çok benzer. Belki de bu evrensel olaydan en uzakta olanda, onu biraz bile ayırandan da olmadan yaşayan da kendisidir.

 

Anadolu Halk Kültürü ürünlerin nasıl değerlendiriyorsunuz. Mesela hak ozanlarının şiirlerine gerçekten büyük bir şiir zenginliği vardır, diyebilir miyiz? Pir Sultan, Yunus Emre gibi ozanların şiirlerini nasıl buluyorsunuz?

 

Birçoklarının yargısına ters düşerim bu konuda. Bir zenginlik düşünemez. Divan yazınında olduğu gibi halk yazınında da büyük adlar kendi çağlarını aydınlatmışlar aradaki boşluklarda büyük bir kalabalık öykünmelere yol açmışlardır.

 

Bir Yunus Emre’yi düşünün, Karacaoğlan’ı düşünün, Pir Sultan Abdal’ı, Emrah’ı düşünün. Bu dorukların aralarındakilerini düşününüz. Zenginlik değil öykünme kalabalığını bulursunuz. Daha da derinden incelersiniz bu öykünmenin yakın zamanlara doğru bir tek tük dize bile bir tek güzel kalıcı dize bile yaratamadığını görürsünüz. Kendimizi aldatmaya gerek yok.

Örnek olarak yukarıda saydığım büyük ozanlar içinden yetiştikleri topluma değil yalnız kendilerini bağlıdırlar. Bence büyük yapıtların tek nedeni de budur.

 

Atatürk Devrimlerine içten bağlı çağdaşlığı, ileri değerleri savunan bir şairimiz olarak Atatürk’ün sizin düşünce dünyanızdaki etkileri neler olmuştur.

 

Atatürk Türklerin türedikleri anda daha insan topluluklarını yaratmadıkları evrelerde duydukları yaşama bilincinin ta kendisidir.

Bu bilinci tarih zinciri içinde türlü nedenlere yok edilmiş ise de en eskiden ya da bugün doğmuş her Türk’teki onurlu bilinç altı onu en derinlerde saklamıştır. İmparatorlukla beraber gerçekten son soluğunu vereceği yerde bir sosyoloji olayı olarak bir avuç Anadolu Türkü’nün kanıda parlayı vermiştir.

Bu bir avuç Türk’ün içinden biri uyandırmıştır sanıyorum ötekilerdeki kıvılcımı.

Atatürk öylesine bir olaydır ki bunu bilincinde duymayan bence Türk değildir.

İnsanlar gövdeleriyle Türk, Fransız, İngiliz olmazlar. Bilinçleriyle Türk, Fransız, İngiliz olurlar. Bunun bir örneği de Amerika’dır. Amerika da sayısız ulusların topluluğu olan Amerika’da neden başka bir ulus yok? Atatürk için çok yazdım, yaşımım boyunca da yazacağım.

 

Sevgili Dağlarca, siz çok kuvvetli bir gözlemci, eserleri kılı kırk yararcasına irdeleyen, inceleyen birisi olarak, günümüz şair ve edebiyatçılarının eserleri konusunda neler söyleyeceksiniz? Genel olarak günümüz Türk şiirinin görünümü nasıl sizce?

 

Bu konu çok uzun büyük bir alanı kapsıyor. Bu alan kendini eleştirmen sayanlara açıktır, benim yetkim dışındadır.

 

Söyleşi; Ayhan Aydın, DAMAR DERGİSİ, SAYI 67, EKİM 1996, FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA’YLA SÖYLEŞİ, 2-3.

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile