Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VIII.) –Ayhan Aydın

Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VIII.) –Ayhan Aydın

 

ANILAR

 

Bir gölge gibi peşimde anılar bazan

İşim gücüm anılar olur...

Ben yürürüm, yürür anılar...

Bir keder kımıldar, bir sevinç tazelenir

Bazı bir boşluktayım,

Yalnızlığım gelir başıma

Bazı en tatlı günündeyim dünyanın...

Bazı alır beni yorgunluğum arsızca

Esneyen yatağıma götürmek ister

Bazı saçlarımı okşar bir el

Sıcak bir nefes yalar yüzümü;

Gece sarkarken usul usul güneyden

Bir ağaç gölgesinde garipser içim

Bir türkü duyarım çocukluğumu hatırlatan

Bir dere şırıldar, serinlik gelir aklıma..

Anılar, anılar, benimle gelen anılar,

Dolu zamanlarımı taşıran anılar!

Bırakın beni, bırakın beni nefes alayım

Günümle, yarınımla kalayım başbaşa!

Ben yarım sizden daha çok sevenlerdenim.

Ko (*) emeklerim bıraksın izini ardımda

Yalnızlığım götürülsün en uzak dağlara

Ve ezelden beri çaresiz bildiğim ihtimaller!

Ben ihtimalle gelmedim bu mutlak dünyaya

Tahminlere aptalca tapanlardan değilim.

İsterim penceremde solmayan bir çiçek olsun

İlk selâmlaştığım güneş olsun sabahlan.

Bu yüce devrimde ateş istiyorum, ateş

Riyakâr yürekleri incitecek yürek

El-etek öpenlere keskin bir bakış ve bir tokat...

Bırakın beni, bırakın beni anılar

Eski eşyalarımı yeniden giyecek değilim!

Bir varmış, bir yokmuş demeye vaktim yok

Vakit yetmiyor günüme, nerede vakit?

Şu iskemle, şu masa, şu dört duvar

Ummadığım bir günde bensiz kalabilir.

Hıçkırıklar da işitilebilir ardımdan, kimbilir?

Kimbilir, iyiliğimden bahsedenler de olur...

Yetiyor mu bu fakat» yetecek midir

Beni yaşatacak bir şey yoksa eğer?

(*')   Ko: Varsın.

 

Lütfi Demir

 

(Mehmet Çavuş, 20. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri, (Antoloji), 2. Baskı, İstanbul-1988)

 

Bu söyleşide daha çok Ahmet Hezarfen’in İstanbul’a geldikten sonraki yaşamının ayrıntıları işleniyor.

 

Ayhan Aydın

İstanbul’a nasıl geldiniz? Niye geldiniz? Nasıl  yerleştiniz? Nereye  geldiniz? Onlardan  bahsedelim.

Dediğim gibi, köyden çok memnumdum. Halk da  benden memnundu. Sadece o köy değil, çevre halkı da memnundu. Çünkü köyler birbirine yakındı. Köylere gidip yarı kahvehanelerde, cemiyetlerde görüşüyorduk. Ama halkı sıkmadan. Öğretmenler bir şey konuşsun, diye halk  bizi beklerdi.

Fakat bazı yıllar çok kış oldu. Kar  bastı. Köyden  köye bile geçilmiyordu. Okul  biraz eski tipte  yüksek idi. Bu  damlalar damlalık olmadı da  süngü gibi buzlar oldu. Gündüzleri  eriyor ve akan su buz oluyordu. Çocukların  üzerine düşerse delecek, mahvedecek diye öyle korkardık. Sabah olduğunda, çocukların üzerine düşmesin diye iki kişi sırıkla buzları kırardık. Benim  çocuklarım dedi ki, “Buralarda kış kıyamette hasta olacaksınız, bir yere de gidemezsiniz”.

Mesela  benim bir dişim ağrıdı, şişti, bütün gün bir yere gidemiyoruz.

Böyle böyle derken dediler ki “Kendini önümüzdeki yaza kadar idare et”. Bizim  damat, “hemen tayinini yapalım” dedi. Öyle de oldu. Ama ben dilekçeyi  verirken, hiç olmasın diye baktım. Çünkü orada köylülerden memnundum.

Hatta  köylüler  diyordu ki “Sen bize, öğretmen olacaksın, imam olacaksın...” Bir de orada güzel kooperatif kurduk. Kalkındırma Kooperatifi. Kooperatif başkanı olacaksın, muhtar olacaksın, istediğin yerden de ev yapalım. Fakat naklim geliverdi. Anadolu Hisarı’nda, bana en yakın okul olan, Defterdar Mehmet Bey İlkokulu’na nakledildim.

Sanırım Kasım ayı içindeydi. Atatürk’ün vefatının o günlerindeydi.

Köylü bana bir kamyon buldu  ve yine ne var ne yok bütün eşyayı kamyona yüklerken; “Gel gitme, gel gitme bak  biz seni kabul ettik. Senden çok memnunuz” diye böyle kaç defa  yalvardılar.

Yola çıktık.

Neyse  geldim, evim de zaten bir yıl önceden yapılmıştı, yerleştim.

 

Nasıl yapılmıştı?

Şimdi ben, bu mecburi ikâmet zamanında, eski devrimcilerden Şefik Hüsnü’nün adamları, Ahmet Titiz var, ben onun yanında kaldım. Başka  sığınacak yer yok. Onunda yeri yok ama Kumkapı’da bir sandalı var. Hanımı ve bir de ben sanki çocukları gibi orada aylarca kaldık. Fakat Ağustos’ta havalar sıcakken iyi  ama soğuklar,  yağmurlar başlayınca bizi bir telaş aldı. Fakat onun Beyazıt’ta Doğan Han diye bir yerde terzi dükkânı var, orada kalıyordu. Ben de orada kalıyorum ama küçük bir yer.

Dedim ki “Bak usta, ben bir arsa bulayım.  Beraber alalım. Başka türlü olmayacak, başımızı sokarız. Burası  kira, kışın da sandalda yatılmaz”. “İyi git ara bakalım” dedi.

Gittim ama önce Küçük Çekmece gölünün yanında,  bir milyona bir yer vardı. Çok  sinek vardı, sinekten  korktuk, almadık. Oysa şimdi en iyi yer. Orada sulu bir yer var, İnce Su mu? Çok  güzel bir yermiş. Ondan  sonra Kuruçeşme’ye gittik. Orada  da çingeneler var. Birisi  “Yahu ne duruyorsunuz” dedi “Anadolu Hisarı’nda bir arsa var.”

Anadolu Hisarı’na geldim. Bir  hafta kadar iznim vardı. İznim biter bitmez okula gittim. Ama Hareket partililerden biri müdür olarak gelmiş. Orada ki öğretmenlerin hepsi de Kars’tan, doğu illerinden gelen devrimci öğretmenler. Birbirleri  ile zıtlar. Ben  geldiğimde, bu müdür önceleri yaşlı olmam maksadı ile bana çok yaklaştı. Bana teklifler yapıyor, diyor ki “Beri bak, Beykoz’da bizim lokantamız var. Seninle oraya gidelim, orada güzel yemek yiyoruz”. Tabii  ben kendisine yanaşmadım. Fakat  o sırada bir hükümet değişikliği oldu. Ecevit iktidara geldi. O  partiden Ruhi Kanak adında bir Eğitim Müdürü İstanbul’a geldi. Neyse toplandık gittik. Dedik ki “Böyle böyle, bizim müdürümüzün eğitim öğretimde bir nasibi yok. Hareketçi’leri topluyor, zaman zaman gösteri yapıyorlar. Okula geliyorlar, bu böyle olmuyor.” “Peki  ben bunu değiştireyim” dedi ve değiştirdi. 

Şimdi, eğitim müdürü değişince, müdürlük heveslileri çokmuş. Birisi  hemen “Ben müdür olacağım” dedi. Kendi aralarında kararlaştırmışlar. Okula en yeni gelen bendim. Onların  kimisi dört yıl evvel, kimisi beş yıl evvel, kimi daha eski falan. Birgün beni çağırdılar, dediler ki “Hocam bak, şöyle karar aldık, bu arkadaş müdür olacak. Bu  birinci müdür yardımcısı, bu ikinci, sen üçüncü. Çok  öğrenci var ama sen rahat oturacaksın”. O  zaman yaş yetmiş. “Yedinci yılı rahat edeceksin” derken kadın öğretmenlerden, onların bu yaptığını istemeyen yaşlı, tutarlı bir Mürüvvet Hanım vardı, çıktı “Ne münasebet!” dedi “Bu yaşlı, oturmaya mı geldi?” Derken dedim  ki “Bak, ben de oturmaya gelmedim, buraya çalışmaya geldim. Ben de müdürlüğe müracaat edeceğim” Derken  başvuru formu dolduruyoruz. Orada  soruyor “Kaç yıl öğretmenlik yapmış? Ne  kadar yıl köyde-kasabada? Konferans  vermiş mi? Kitabı var mı? Yazıları  var mı?” Tabii benim kitabım var, yazım var, çizim var... Neyse formu doldurduk verdik. Bekliyoruz.  Ama öbürleri diyor ki “Biz suyu baştan tuttuk hoca, sen bu işten vazgeç, ondan sonra rahatına bak.” Nihayet sonuçlar geldi. Benim formlarım, bütün o müracaat edenlerden üstün. Müdürlük onayım  geldi, gittim. “Yahu, sen niye gelmiyorsun? Bunlar birkaç kişi vardı, devamlı bizim kapının yanında bekledi. Beni  müdür yapın, beni müdür yapın deyip durdular”dedi. “Seni  ilk defa görüyoruz, gelmediniz. Oysa onlar ne kadar çok geldi, gitti” deyip müdürlüğü bana verdiler.

 

Hangi  okuldu?

Anadolu Hisarı’nda Defterdar Mehmet Bey İlkokulu.

 

Şu anda da mevcut mu?

Evet, büyük okul, mevcut. Ondan sonra ben orada müdürlüğe başladım. Toplanıp demişler ki “O ne yazı bilir? Yaşlı, ne bilecek?” Yazışmalar  falan var. Kendileri  de bilmiyor.  Bir  genç var Bitlis’li, o daktilo biliyor, yazıları o yazıyor. “O yazı  yazmayı bilmez, onun yazılarını yazmayacaksın” demişler. Şimdi biz demirbaş eşyaları, tutanakları bilmem neleri yazacağız. Benim  yazı makinemde de bir iki diş böyle yerine vuruyor, değiştirmek lâzım. Ertesi  sabah başladığımda, yaşlı öğretmen kadınlar bana gelmişti bazı evrakı imzalatmaya, baktılar ki ben yazı yazıyorum. “Bu dört dörtlük öğretmen, siz ona karışmayın” demişler. Ama o müdürlük isteyenlerin  eşleri de o okulda öğretmendi. Bunlar  bana çok zahmet çektirdiler. Bazı  güçlükler çıkarıyor, dinlemiyorlar falan, işimi sabote ediyorlardı. Sonradan  birkaç yaşlı, bir de genç öğretmen geldi. Onlar çok gayretli ve iyiydi. Bize  geliyorlar, evde toplantılarda konuşuyoruz falan. Orada müdürlük yaparken benim yaş haddi geldi.

 

Kaç yılında?

Şimdi ben 77’den 83’e kadar müdürlük yaparken, 83 yılında bir kanun çıktı. “Beşinci derecede olanlar Eğitim Yüksek Okulu’na” dediler. Benim de zaten yüksek okula merakım vardı. Çapa’da çalışmaya  başladım.  Birçok yaşlı arkadaş “İki üç gün sonra gideceğim, emekli olacağım” diye okulu bıraktılar. Gençler  zaten korktu girmedi.  Okulda bir ben çalışıyorum. Derken  Edirne’ye nakil oldum.

İstanbul, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Çanakkale ilkokullarındaki bu beşinci derece öğretmenler toplandık. Kaynak yok o zaman. Bize çantalar dolusu  kitaplar, defterler vermişler.

Benim  öbür hanım bilir, Kanada’ya giden torunu geçirmeye çıktık. Özel araba yüküm ağır diye beni almadı. Diğer arabalar da yüküm ağır diye almıyor. Sinirlendim. Tek  başıma gidiyorum. Bizim öğretmen arkadaşlar kahvede kağıt oynuyordu. Onlara “Gidelim, sınava girelim” dedim, gelmediler. Beni geçirmeye hanımla, torun geldi. Sonra torun, Dere Kahvesi’nde gençler var, gidip ağlıyor “Dedemi gönderdik ama yalnız gitti, çok kötü oldu. O kadar acıklı oldu ki” diye.

Yani ben  yalnız yollara düştüm.

Eğitim Yüksek Okulu diplomasını alacağım.

Neyse gittim vardım Edirne’ye...

 

Kaç yılında girdiniz sınava?

Sınava 1983 yılında girdim. Neyse, Edirne’ye varınca, Muradiye Camisi’nin yanına indim. “Eyvah!  Ne yapacağım?” Neyse, bereket benim köylüm birisi de orada tartıcı, karşıma çıktı. “Ahmet Efendi kardeşim, nereden böyle?”

Dedim “Şunlar şurada kalsın, kendime bir yer bulayım, bir iki hafta kalacağım.” Eşyalarımı ona bıraktım gittim.

Edirne içindeki okulların hepsi dolmuş. Dediler ki “Siz Karaağaç’a gideceksiniz.” Gittim “Bir  ortaokulda yer var” dediler. Geldim kitaplarımı  aldım. Neyse çalışıyoruz ve orada başkaları da var. İnsanlar  eşleri ile gelmiş. Sınava girecek olan kocalar  geziyorlar,  Kıyıcık  Mahallesi’ne, Kırkpınar Güreşleri’ne, Çingene Mahallesi’ne... Kadınlar  harıl harıl çalışıyor. Bir de ben.

Nihayet  işte orada Trakya Üniversitesi’nde sınavlara girdik. Sınavları da sıkı tutuyorlar. Nihayet  kazandık.

O  gezen, ötede beride koşan kocalar sınavı  kazanamadı. O kadınlar sınavı kazandı. Ama sınavı kazanamamak, kocalarına o kadar ağır geldi ki eşlerinin yüzüne hiç bakamıyorlar.

Ben  orada, bir bayan öğretmen ile bir de müfettiş gördüm. O müfettiş, o kadına zayıf not vermiş. O müfettiş de sınava girdi fakat kaldı. O kadın sınavı geçti. Kadın müfettişin yakasından tutup dedi ki  “Hani sınav hakkı? “Benim hakkımda nasıl rapor verdin? Niçin burada başarı gösteremedin? Ortaya çıktı işte” dedi. O da pısırık bir şey, bir şey diyemiyor. Kadın da  bırakmıyor.

 

O arada nasıl oldu yaşamınız?

Şimdi çok geçmeden yaşım söz konusu oldu. Dediler ki “Sen, önümüzdeki yıl yaş haddinden ayrılıyorsun.” “Eyvah ben şimdi ne yapacağım?” Benim diplomamda şöyle bir yanlışlık olmuş doğum tarihimi 1920 yerine 1921 yazmışlar. Ben oradan bir giriş yaparak, bir yıl daha çalışayım diye düşünüyorum. Çünkü beni vazifeden aldıklarında bilfiil hizmetten emekli olamıyorum.

Bir yıl daha kazanmak için yaşımı küçültmeye gittim.

İstanbul’daki adliyede Hasan Çelikel diye bir avukatım var. Müracaat ettim. Bana “İki şahit bulunduracaksın. Diplomanı getireceksin” dediler. Nihayet Gaziosmanpaşa’da benim akranlarım var, onları buldum ve mahkemeye çıktım. Savcı, hakim, şahitler orada. Fakat benim diplomayı görünce hakimle savcı “Eyvah, neler var?” dediler. Çünkü hakimler tutucuymuş. Benim diplomada sarıklı fotoğrafımı görünce “Ya Rabbi!” dediler, sonra şahitlere  birer soru sorup hemen “Tamam” dediler.

Protokole takılmadan yaşımı hemen küçülttüler. Benim  yaşım düştü, 1921 doğumlu oldum. Nüfusu da öyle aldım. Bir yıl daha fazla çalıştım. Bir yıl çalıştıktan sonra emekli olup ayrıldım.

 

Kaç yılında emekli oldunuz?

1987’de emekli oldum.

 

Peki 77’den 87’ye kadar aynı yerde mi görev yaptınız?

Aynı yerde.

 

Ne olarak?

Müdür olarak. Şimdi oradan ayrıldım ama sanki sudan çıkmış balık gibi oldum. “Ne yapacağım? Ben ne edeceğim?” derken başladım Tarih Toplum Dergisi’nde yazılar yazmaya. Örneğin Bulgaristan’daki tarihi anlatıyorum.

Ahmet Titiz’e “Ben arsa almayı beceririm” dedim. “Peki” dedi. “İstediğin yerden git al” dedi. Kuruçeşme’ye vardım. “Anadolu Hisarı’ndaki arsaların sahibi  Zihni”  dediler. Bahçe kullandığı yer, Veliaht Yusuf İzzettin’in çiftliği imiş. Fakat bu sultanlar mücevherler alıp  çok borç yapıyorlarmış. Ondan sonra onun çiftliğini Ermeniler haczetmiş. O da Sivas’tan gelen Zihni’ye satmış. Artık zorla mı, bilemeyeceğim, o Sivaslı çiftliği zaptetmiş. Bahçıvanlık yaparken Paşabahçe’de güzel bir arsa almış. Şimdi orada en iyi yer onun. Orada bina yapacak. 

Bir gün “Git, orada baştan başa arsa satılıyor” dediler. Önceleri  oralarda hiç ev yok. Geldim fiyatları öğrendim. Şimdi bulunduğumuz yer en ucuz olan yer. Fakat taşlar, büyük kayalar var. Neyse karısı, çocukları elinde pafta ile geldi “Neresini beğendin?” Dedim ki “Ben şurasını beğendim. Çünkü en ucuz yer orası, tam bizim kesemize göre.” Yokuşta da büyük taşlar var. “Şu taşlar bizim arsamıza düşerse” dedim. Orada “Bizim arsa” deyince, Zihni Ağa yanında ki çocuğa Kemal’e “Tamam” dedi “Söyleyene bakma, söyletene bak. Bunu Allah söyletti... Hiç para da verme” deyip tapuyu bana verdi. Benim yanımda da para yok, ama ben çıkardım 100 lira verdim.

O 100 lirayı da nasıl kazandım? Diye sorup da “bizim arsa” diye söz edince, gün geldi, Yapı İşçi Sendikası’nda Sadık Göksu’nun arkadaşları bana “Bir grevde yardım et” dediler. Bana 100 lira ayırmışlar. Grev oldu.

Ben de arsayı alacağım zaman, çıkardım  “Şu parayı alın” dedim. Ondan sonra bir kağıt verdiler. Arsanın tutarı 12.000 lira idi. Ben memleketten buraya, Türkiye’ye geldiğimde kendimi sigorta ettirmiştim. Her ay 43 lira para veriyorum. Fakat cezaevine düşünce para veremedim. Kaldı öylece. “Eyvah, eyvah... Şimdi ne yapacağız?” O güne kadar öğretmenliğimden birikmiş biraz para vardı. Onları da çektim, yetmiyor. Gittim, sigortadan da parayı çektim, 3000 lira. 12.000 lirayı tamamladım ama başka para da yok.

Ahmet Titiz, “Ben güvenilir bir adam bulayım. Sen de güvenilir bir adam bul, dört kişi burayı yapalım. Biz başka türlü bunun altından kalkamayacağız” dedi.

O, şimdi  Marmara Üniversitesi’nde felsefe öğretmeni olan Bahattin Can’ı buldu. Ben de yezit birini buldum; ne ona inanır, ne buna inanır... 

Ama o bana o kadar ilgi gösteriyor ki “Hoca hoca...” diye bir beni dinliyor. O da usta kalfa. Şimdi o kalfa “Ben bunu yaparım” dedi. “Nasıl yapacaksan yap” Şöyle böyle ne yaptı ne etti, o binayı  yaptı. Oraya girdik. Ahmet Titiz, Bahattin Hoca, ben, bir de usta, dördümüz girdik içeri. Ben de öğretmen olarak geldim. Başladık onlarla komşuluk yapmaya...

Fakat eşim öldü. Çok geçmeden 23 Nisanda beni himaye eden Ahmet Titiz de öldü.

Fakat onun mirasını bir kabzımala kaptırmışlar. Kabzımal aldıktan sonra ben şüfa davası açtım. Şüfa davasını takip ederek, kanunen Eskişehir’deki yurdumu satarak bu evi aldım.

 

Şimdi siz arsayı aldınız?

Ahmet Usta ölünce kabzımal oraları almaya kalkmış.

Fakat dediler ki “Siz ortak olduğunuz için, kanunen sizin almanız lazım” ve diğerleri müracaat etmedi.  Ben müracaat ettim ve dava sonuçlanınca oraları aldım. Ve şimdi o bölümün alt ve üst tarafı benim. Yalnız onu aldığımda, iyi geçindiğimiz komşular beni kıskandı tabii yalnız da kaldım.

 

İlk  eşinizden hiç bahsetmediniz. İsmi ne idi?

Ayşe.

 

Nerede tanıştınız? Nasıl  evlendiniz? Neler  oldu hiç bahsetmediniz?

Bizim memlekette bizim toplumumuz hep geri. Okul  yok, Razgrat’ta rüştiye var ama hep erkekler gidiyor. Dedim  ya bizim köy büyük. Biz rüştiyeye gittiğimizde “Dervişler mahallesinde iki kız okumaya gelecekmiş”, “Kim?” dediler “Filanca” Nitekim geldiler ama ben üçüncü, onlar birinci rüştiyeye abla  kız kardeş geldiler. Fakat çok varlıklılar. Köyün  birincisi olmasa bile ikinci veya üçüncü durumdalar. Onlara  bakınca mali durumumuz  çok geride. Bir  yıl orada beraber okuduk. Azıcık  tanıştık, ben okulu bitirdim. Daha  ziyade buraya gelip okumak istiyorum. Fakat Sofya’ya gidip sınava gireceğim bir yol parası bulamıyorum. Derken bunlar rüştiyeyi bitirdi. Bir de duydum ki abla-kız kardeş  Sofya’ya gidip sınava girmişler, öğretmen okulunu kazanmışlar.

Edirne Öğretmen Okulu’na girecekler. Ben onlardan ümidi kestim. Aklıma gelmiyor. İstesek bile aramızda ekonomik olarak çok fark var, vermezler. Bu  arada ben Nuvvapta beşinci sınıftayım.

Anam  babam, tutmuşlar eniştemin amcasının kızını benimle nişanlamışlar. O da bizim mahallede, Sabriye isminde bir kız.

Sonra bana haber geldi dediler “Seni nişanladık” diye. Dedim ya ben o zaman çocuğum daha “Kız olsun da kim olursa olsun” diyoruz. Nihayet bayram, köye geldim. Ben  amcamın karısı var akıllı bir kadın, dedi ki  “Sen niye acele ettin?”  dedi. Dedim “Ben acele etmedim. Biliyorsun  babam yapmış.”

“Sana kız verecek çok kişi var. Sen  okuyorsun Şerif Mustafa var, bilmem kim var. Sen  gel onu al.” Beni nişanladıkları kızda fakirce bir ailenin kızı “Eyvah!”  benim kafama bir kurt düştü “Niye böyle yaptım ben?” dedim.

Tekrar  Şumnu’ya gittim. Fakat II. Dünya Savaşı başlayınca pasaport verilmiyor kızlar Edirne’ye gidemeyecekler.

Benim aldığım büyük,  bir başlıyor   ağlamaya “Okula gidemeyeceğiz.” diye.

Akşam kayınvalide, teyzeleri, kaynatam geliyor, bir türlü baş edemiyorlar. En  sonunda teyzelerinden biri diyor “Ne ağlıyorsun, sen gidemezsen bile öbür mahalleli Zarfen Ahmet var.” diyor, bize memlekette Hezarfen demezlerdi Zarfen derlerdi, biliyorsun muhacirler H’yi pek kullanmıyor. “Seni ona veririz” deyince o da susmuş. Derken bir de şimdi soruyorlar, nişanlı olduğumu öğreniyorlar. “Eyvah! bu nasıl olur, nasıl ederiz?”

Benim öğretmenim, aynı zamanda arkadaşım Süleyman Güven Efendi’yi buluyorlar.  Onu da Şumnu’ya yolluyorlar.

Tam da 24 Nisan 1940 günü. Biz de  o gün matematik, geometri, trigonometri uygulamasına Şumnu’da ki  Çilli Baba denen yere çıktık, orada arazi ölçüyoruz. Öyle  bir çalışma yapıyoruz. Bulgarların Paskalya Yortusu başlayacak. Bizi tatile salacaklar.

Yurda  indik, dediler ki “Birisi geldi, seni aradı. Memlekette  öğretmeninmiş.”  Bizim Şumnu’da velimiz olan Mehmet Ağalara gittim. Arkadaşım Osman’ın kaynanası olacak kadın “Sizin köyde iki kız varmış, Razgrad’ta okudu mu?” diye sordu. “Okudu” dedim. “Onun büyüğünü sana vereceklermiş, Süleyman Efendi onun için gelmiş.” dedi.

Bana bir aydınlık doğdu  “Süleyman Efendi bir yere kadar gitti, gelecek. Sana anlatacak” dedi. Neyse  geldi konuşuyoruz, hiç o konudan bahsetmiyor, ben de öğretmenim olduğu için çok soramıyorum. Bir ara “Ben köye gitmek için izin aldım” dedim. Paskalyaya bir iki gün vardı. Benim  mali durumum pek iyi olmadığı için, bayramlar yakınlaştı mı ben birkaç gün önceden köye giderim. Çünkü Şumnu’dan gidersem Kaspeçen’den daha  pahalı. Onun için azıcık elimde para bulunsun diye izin alıyorum.

Yine  izin aldığımı söylüyorum. “O zaman yarın sabah gel de, beraber köye gidelim.” dedi. O akşam meraktan uyuyamıyorum. “Ne olacak, ne edecek?” derken sabah oldu. Osmanların kaynanasına vardım. O  da bir yıl önce, Türkiye’ye gezmeye geldi. Türkiye’den konu açtık, işte gezdiği yerlerden bahsetti, kışlalar görmüş.

Bulgarca Kazarma derler Kazarmaların yanından geçiyoruz, şöyle böyle derken, bana niçin geldiğinden hiç bahsetmiyor. İstasyona vardık bilet aldık, hızlı trene (Barzov Lak) bindik.

Trenle tarihi Madara kayalıklarının yanından hızla gidiyoruz. Pencereden dışarı bakarken “Kardeşim ben niye geldim?” dedi. Kaynatama Şükür Ahmetler denirdi. Kayınvalideye de  Derviş Mustafa’nın kızı Fatma Şükür. “Onlar kızını sana verecekler. Ben  onun için geldim. Ne diyorsun?” dedi. Nişanlım olan kız, onların akrabası. “Ben bunu hayatta yapamadım, yengen çok cahil, kafamız hiç bağdaşmaz.  O  zaman böyle oldu ama sen onu okutursun.” Nitekim  öyle oldu.

Gittik kayınpederle konuştuk dediler ki “Bir şey istemiyoruz.” Fakat iki kıza o kadar çok eşya yapmışlar ki, birine bir çift çorapsa ona iki, böyle nişanlanıverdik.

Savaş, bombardımanlar devam ediyor. Almanlar girdi ve onların ardından ne olacağı belli değil. Savaş geçen yerlerde şöyle bir korku var; kızı  olan aileler o bölgeye asker girince çeşit haller olmuş. Kızlara  tecavüz etmeye başlamışlar. Onun için savaş başlayınca bizimkilere demişler “Bizim düğün yapmaya gücümüz yok. Siz yeter ki kızı alın, sahip olun. Savaş ta  başladı.” Ben de ne olursa olsun, diye hemen razı oldum.

Nihayet o sene bana, Dobruca’da Silistre’de Balabanlar denen büyük bir köy verdiler. Bulgarca adı Latokılas (Altınbaşak).

Ben  o köyde imamlık yaptım. Fakat köylü bana çok yardım etti. Yazdan devlet teslimatı aldılar, kendimizi idare edecek hiçbir şey kalmadı. Ben  eve 3 kile (48 şinik) zahire getirdim. Şimdi kaynatamın haberi oldu “Tamam hemen düğün” dediler ve o sene düğünü yaptık.

Ben Şumnu’da dördüncü sınıftayım. Düğünü  yapıp kızı aldık. Bir  yılım kaldı. Bana  “Sen yazdan müracaat et, kız seninle birlikte Nüvvapta okusun.” Dediler.

Kayınvalide  ile Şumnu’ya gittik. Orada Kırım’lı, ilerici bir Süleyman Sırrı var. Zaten Nüvvapta bize kültür veren, moral veren adam o idi. Ona söyledik, “Tamam, zamanı da geldi. Medreseler  kız kabul etmiyorlar. Ben  yarın Nüvvapa gideceğim, siz de gelin başka öğretmenlerle konuşalım.” Ertesi gün gittik. Orada bir zamanlar Medeniyet Gazetesi’ni çıkarmış Türkiye’ye karşı yazıları olan Hafız Yusuf Şinasi vardı. O da geldi. Hafız Yusuf Şinasi de iyi bir adam.

Bana  “Sen şimdi git Nüvvap müdürüne” dedi. 

Balkanlar’ın en büyük hocası Eser Üniversitesi’nde çıkmış ve soyadı zaten Yusuf Ziyarettin Eseri.

Bana  “Bu, şimdi camiden çıkıp şimdi eve gidecek. Git onu bekle, meseleyi ona aç.”  Onlar okulda Nüvvapta beni bekleyecekler. Gittim Hafız Yusuf Efendi’ye “Ne oldu oğlum?” Anlattım “Ne!” dedi “Kadın mı şey edeceksin, sen utanmaz mısın, Müslümanlığa sığar mı? Git.” Ben oradan Nüvvaba doğru gittim. Onlarda beni pencereden görürlermiş, ben gencim ağlamaya başladım. “Ne oldu?” dediler ben daha söylemeden Süleyman Sırrı “Olur, bu bir giriş. Birader hiç düşünme, bu iş olacak. Biz bunun üzerinde duracağız.” Nitekim de öyle oldu.

İlk medreseye giden kadın bizim hanımdır.

Benim rüştiyeyi bitiren kayınbiraderim vardı. Kayınpeder onu teknik yetiştirmek istiyor. Ona da Şumnu’da bir teknik okul bulduk. O,  oraya devam edecek. Bize de Kılak Mahallesi denen bir yerde ev kiraladılar. Bizi oraya götürdüler. Ben son sınıftayım, okula devam ediyorum ama Nüvvaba kızların alınması üzerinde duruyoruz.

Ben o yıl mezun oldum.

Almanlar Stalingrat önündeki savaşı kaybetti ve gerilemeye başladı.

Almanlar sıkıştıkça bize baskı da arttı. Ürettiklerimizi  devlet teslim alıyor. Öyle bir yokluğa düştük. Bizi 12 Nisanda mezun ettiler ama olgunluk imtihanına girdik. Ben fıkıh dersinde sınav verirken aramız açık olan müdür bana bazı şeyler sormaya başladı.

Türkiye’de Galatasaray’da üniversitede okumuş delegeler vardı.

Onlara bir şeyler fısıldadı ama artık Kemalist mi dedi ne dedi bilmiyorum. Bana  o dersten çok düşük bir not verdiler.

11    Nisanda savaş nedeni ile bizi bıraktılar eve geldik.

Ben o sene Nüvvapın yüksek kısmına yazıldım, 3 sene daha okuyacağım.

Dobruca’dan Silistre’ye gittim. Dere Mahalle denen Doletsi köyde  yer verdiler ve ben orada harıl, harıl ders çalışıp Nüvvapa hazırlık yapıyorum.

II. Dünya Savaşı’nda Almanların yenileceği meydana çıktı.

Ben  orada iken İtalya teslim oldu.

Mussolini’yi öldürüp ayaklarından astılar. Müttefikler  İtalya’ya girdi. Diğer  cepheler de geriliyor.

Ramazandan sonra ben artık Şumnu’ya gideceğim. Fakat bir ara kayınpederle, kayınvalide geldi “Sen şimdi ne yapacaksın?” dediler.

27 Kasım 1941’de benim düğünüm oldu.

 

İlk eşiniz hastalandığı için mi vefat etti?

O zengin kızı idi. Vücut  naif biraz, grip olur hemen yatar. Biraz  iyi olur, zayıflardı. Ben onu korurdum. Çok okurdu, benim kitaplıktaki kitaplarımı ona almışımdır, imzalamışımdır.

Biz 87 yılında İstanbul’a geldik. Biz çok iyi geçinirdik, nerede olursak hep örnek aile idik. Mesela  Hamallar’da, Eskişehir’de, Bolu’da gittik. Biz hep iyi aile olduk. Burada  da çok iyi geçinirdik. Yalnız  bu son zamanlarda bir hastalık başladı.

 

Hastalığı  neydi?

Yok, halsizlik. Ben  o zaman Osmanlı Arşivi’nde çalışıyordum. Şöyle bir bakardı, “Ben böyle böyle bir sıkıntı geçirdim ama düzeldim.” der sonra başlardı ağlamaya “Bana bir şey olursa sen ne yaparsın?” deyip ağlardı. Ben ona hiç anlam veremezdim. “Çocukların yanında ne olacak? Kendi kendime geçinir giderim.” derdim ama o çok tasa çekerdi. “Bakalım sen mi öleceksin? Ben mi öleceğim” derdi.

Derken 13 Şubat 1987’de geldim. Onun  en büyük eğlencesi sabahları Cumhuriyet Gazetesi almak, bir de yürüyüş yapmak. Önemli yerleri çizerdi. Akşam gelince bana söylerdi “Filan yeri oku, ben dün bir gazeteyi okudum sen de oku, şu şu böyle” Ben yorgunum, yatacağım “Yatma biraz daha konuşalım.” “Ben gideyim şu işimi mutfakta bitireyim, geleceğim. Beni  bekle” dedi gitti.

Bir  gürültü oldu, geldim baktım düşmüş. Hiç  kendini bilmiyor, ben artık hatırlamıyorum ve benim hatıra defterimde o sayfalar kapandı.

Hiçbir şey yazmadım, öyle bir felaket oluverdi.

Onunla ayrılmamız Karl Marx’la eşi Jeni’nin ayrılması gibi oldu.

(Eşiyle ilgili ile ilgili bu bölüm, 7. 11. 1998 ve 1. 3. 1999 tarihli söyleşilerden alınmıştır. Küçüksu, Anadolu Hisarı)

 

İlk eşinizden kaç çocuk var?

İki çocuğum var, bir oğlan bir kız. Oğlum 1943 yılında dünyaya geldi. İlkokula memlekette başladı. Fakat göç olup buraya gelince Senir denilen köyde okula devam etti. Hamidiye  İlkokulu’nu bitirdikten sonra ortaokul sorunu çıktı. Bereket, o sıralarda Keçiborlu’ya ortaokul açıldı ve oraya yazdırdık.

Fakat zayıf olduğundan hayli güçlük çekti. Bizden başka bir de onunla ilgilenen bir kadın olurdu. Liseye gitme zamanı gelince çok düşündük. Nihayet iskân olduğumuz Hamallar’dan Eskişehir’e bu çocukları okutmak için göçtük. Arkasından kız da yetişti. Oda ortaokula gidecek. Eskişehir’de Devrim Ortaokulu ve Atatürk Lisesi’ni okudu. Oğlum da liseyi Atatürk Lisesi’nde bitirdi.

Bir yıl önce, nakil olacağımıza yakın Eskişehir’in Zincirlikuyu Köyü’nden geniş, büyük bir arsa aldım. Evi de kendimiz yaptık. Çünkü bizde para yok. Ben çamur kardım. Bizim hanım kerpicini duvarını işledi, içine girdik. Fakat orada çok büyük meyve ağaçları yetiştirdik. Birkaç dönüm de tarla aldık. Orada örnek bir çiftçi olduk. Zaten Hamallar’da da örnek çiftçi idik. Burada da  yine onu devam ettirdik.

 

Çocukların isimleri ne idi?

Oğlumun ismi Cevat, kızın ismi Vedia.

 

Kızınız evli, şimdiki soyadı ne oldu?

Alpsoykan! Oğlum liseyi bitirdi. Üniversitelere giriş o zamanlar başka şekilde idi. Üniversitede sınavlar olurdu. Oğlum her ihtimale karşı gelip İstanbul’daki Orman Fakültesi’ne müracaat ederek sınava girdi, ondan sonra Fen Fakültesi’ne geçti. Aynı zamanda Konya’da yüksek öğretmen okulu açılmış, ona da girdi. Üç yerde sınav verdi ve üçüncü de kazandı. Fakat ileride ona gelecek sağlayacak Fen Fakültesi’ni uygun görüp, ona yazıldı. Orada Jeoloji Bölümünü bitirdi ve mezun oldu. Ankara’ya MTA’ya girdi. Yıllarca  dağlarda, kırlarda maden arama ve tüplerde çalıştı. Şimdi emeklidir.

Kızım da, Eskişehir’de liseyi bitirince Gazi Eğitim’e müracaat etti. Sınava girdi. Hatta daha önceki sınavda Orta Doğu Üniversitesi’ne girecek puanlar kazanmıştı. Böyle bir durum. Fakat “Ben, öğretmen olmak istiyorum” diyor. Gazi Eğitim’e gidip onu kaydettirdik. Orada Fransızca Bölümünü bitirdi. Önce Yıldızeli’ne tayin oldu. Oradan Eskişehir-Alpu, Eskişehir-İmam Hatip Okulu’nda öğretmen olarak çalıştı. Ben İstanbul’a gelince, onlar da duramadılar, yanıma geldiler. Ömerli tarafından bir çiftlik aldılar ve şimdi Bıldırcın yetiştiriyorlar.

 

1987’de emekli oldunuz. 1977’den 87’ye on yılda neler oldu?

 Yaş haddinden 2 Ekim’de emekli oldum. Emekli olunca, aldığım ikramiye o zaman 1.5 milyon kadar bir şeydi. Ondan sonra bir değişiklik oldu, emekliler 7 milyon aldılar. Ama ben ondan mahrum kaldım. O para çok azdı. Emekli de olunca başladım iş aramaya. Kimi işyerleri, kimi dergiler... derken çalıştık.

 

İki bina yaptınız, tek başınıza kalıyordunuz.

17 ay kadar tek başıma kaldım. Hayli bir mücadeleyle geçti. Yalnız tek kalmadan önce, dedim ya emekli oldum. Bu vefat eden eşimle iş arıyorum. İkimiz ne yaparız, ne ederiz? Dediler ki “Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne eleman  arıyorlarmış” Sınav olacakmış. Gittim,  müracaat ettim, kazandım. Bunları daha önce anlatmıştım.

Geçen yıl Gazi Üniversitesi’nde, Ekim sonu bir sempozyuma katıldım.  Orada konuşma yapacağım zaman Yusuf Hallaçoğlu orada idi. Bana o kadar ilgi  gösterdi ki…  “Sen çok iyiydin” dedi. Ben de dedim ki “Bizi işe yaramaz, diye attın ya!” O zaman taşı gediğine koydum ve üzüldüğümü söyledim.

 

Söyleşi: 22. 3. 1999, Küçüksu, Anadolu Hisarı.

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 313-327