Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VII.) –Ayhan Aydın
Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VII.) –Ayhan Aydın
Ötme bülbül ötme şen değil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim kalmadı yağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Deryaya boşalmış sellere döndüm
Vakitsiz açılmış güllere döndüm
Ateşi tükenmiş küllere döndüm
Şah senin derdinden ben yana yana
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Yaramı sarsınlar şehitler ile
Haberim alırsın peyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana
Abdal Pir Sultan’ım doldum eksildim
Yemeden, içmeden, sudan kesildim
Şahımı çok sevdiğim için asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana
(Pir Sultan)
Türkiye’deki Sancılı Yıllar ve Siyasi Baskılar
Ahmet Hezarfen’in Zorunlu Bulgaristan Yolculuğu
Ayhan Aydın
Bu söyleşide öğretmen Ahmet Hezarfen’le karşı karşıyayız.
Toplumcu bir öğretmen olarak Hezarfen’in karşılaştığı sorunları, yaşadığı dramları bu söyleşide bulacaksınız.
Ahmet Hezarfen, Bulgaristan’a zorunlu olarak yaptığı gezinin ayrıntılarını bizimle paylaşırken, oradaki yaşamı da gözler önüne seriyor.
Türkiye’deki Sancılı Yıllar ve Siyasi Baskılar
Göller bölgesinden Eskişehir’e gelerek yeni bir hayata adım attınız, Ama sorunlu sıkıntılı yıllarınız da başlamış oldu?
Eskişehir’e geldik. Ben önce Nemli Köyü’nde, Çerkez Köyü’nde idim, sonra geldim Ertuğrul Gazi’ye okul açıldı, en yakın Tepebaşı’na. Orada iken biz siyasi şeylere karıştık. Gericilerle Eğitim Müdürü Reşat Mızrak’la bir mesele, İlköğretim Müfettişi Nurettin Uytun’la bir başka mesele; bakanlık müfettişleri geldi, fakat bakanlık müfettişleri tutucu kişilermiş ki bu meselelerde beni suçlu çıkardılar. Bolu iline tayinimi istediler. 8 Mayıs 1963’te beni aniden Bolu’nun Yığılca İlçesi’ne gönderdiler.
Gidince ikinci sınıfı okuturdum. Başkası yerime gelmesin diye, Eskişehir’de ilerici bir eğitim müdürü vardı “Benim sınıfıma benim hanımı tayin edin” dedim. Hemen hanımı tayin ettiler. O öğretim yılını o tamamladı. Eskişehir’e geldi, öğretmen oldu. Ben Yığılca’ya gittim, Bolu’nun mahrumiyet bölgesi. Karadeniz Ereğlisi’ne yakın, dağlar arasında bir yer. Artık ben çılgına döndüm. Mücadele ettim, genel seçimde onlar bir nevi başarı sağlar gibi oldu. 63’ün sonuna doğru iktidarı alınca tekrar Adalet Partisi izin aldım İstanbul’a geldim.
İşçi Partisi yeni kurulmuştu. Hemen İşçi Partisi ile temasa geçtim, orada yönetim kurulunda görev alacak bazı kişiler buldum. Nasıl kurulduğunu size uzun boylu yazı ile veririm. Çünkü orada kimler karşı geldi, ne oldu, başka zaman anlatırım. Eskişehir’de İşçi Partisi kuruldu. Kurucular arasında bazı öğretmenler, esnaf vardı. “Yapmasınlar bu partiyi istemiyoruz” diye söyleyenler oldu. Fakat biz “Ne olacak, Anayasanın müsaade ettiği bir parti” derdik.
Ama tabii bizi böyle tevkif edecekleri aklımıza gelmiyor. Yığılca uzak, Eskişehir’den bindim mi Düzce’yi geçip Bolu’ya varmadan dağlar arasına giriyorum. Tekrar dönmek zor, uzak bir yer. Kızı Düzce’de ortaokulda okutmak için kendimi Düzce’nin Selamlar (Şimdiki adı İbrahim Ağa) denen bir köyüne tayin ettirdim. Bulgaristan’dan gelip oraya ilk yerleşen adamın adı İbrahim Ağa. Selamlar Köyü gidip gelmeye çok uygun, İstanbul-Ankara yolunda idi. Neyse ben orada başladım.
Selamlar Köyü’nde eskiden gelme göçmenler var, onlar da bana çok bağlandılar. Civar köylerin öğretmenleri bile köylülerle olan kaynaşmamı çekemediler.
Adının Selamlar olmasının nedeni: Atatürk 10. Yılı kutlamalarına gelirken yol köyün içerisinden geçiyor, uğramış, orada bir kahveye selam vermiş. Ayran, kahve içmiş ve köylüler demiş “İbraham Ağa deneceğine, Atatürk selam verdi, Selamlar olsun”; ki Atatürk’ün oraya geldiği gün hala bayram yapılıyor. Ben bazen okumaya çalışıyorum. Dediler “Kahvede halk seni bekliyor, gel biraz konuşalım.” “Yok” diyorum. “Gel az konuşalım” diyorlar.
Fakat o sırada mahalli seçimler oluyor ve o seçimde İstanbul’da İşçi Partisi yeni kurulduğu halde hayli oy aldı. Diğer partilere göre hayli bir oy aldı.
Fakat Eskişehir’de de İşçi Partisi’ni kurduk ya, bunlar toplanmışlar, “komünist parti” kuruluyor diye, oradaki bizim arkadaşları tutuklamışlar. Benim bir şeyden haberim yok. Ocak 31, (1964) cebimde 130 kuruş para var. O para ile Düzce’ye gideceğim, maaşımı alacağım, sonra köye gideceğim. Ocakta karneleri veriyoruz, karneleri hazırladım. Tam çocuklara vereceğim, okulda da yer yok, köy içerisinde cami yanında bir zaman eski okulmuş, orada ders okutuyorum. Kapı vuruldu. Açtım. Bir jandarma subayı içeri girdi “Sen nerede yatıyorsun?” dedi. İçeride bir oda vardı, gittik odaya. Başlayıverdi benim kitaplarımı, eşyalarımı almaya. O zaman anladım ben. Dışarıya baktım halk, jandarma, bilmem neler etrafı sarmış. Bana halkın önünde kelepçeyi vurdular. Hadi bakalım Düzce’ye...
Orada halk ve bazı yaşlı kadınlar arkamdan ağladı. Yerde kar da var, kış...
Beni bir akşam bir yere kapadılar, asker kaçakları da var. Onların yanında kaldım. Ertesi gün beni mahkemeye çıkardılar.
Kaç yılında?
1964’e girdik. Şimdi 1 Şubat 1964 Eskişehir’den sivil polisler gelmiş. Beni bir cipe bindirdiler. Hadi bakalım, birde yağmur birde yağmur... Ama o kadar yağıyordu ki bazı yerlerden zor geçtik. Adapazarı’na gelirken tarlalardan sel akıyor, yolu kaplamış.
Önce İzmit’e uğradık, artık ne yaptılar bilmem. Ezandan sonra Eskişehir’e vardık. Sabah saat 3-4’e kadar sorgu ama ne sorgu? Hepsi sanki zafer kazanmış gibi. 1. Şube şefi Özturan geldi bana iki şamar vurdu. “Sen öğretmensin, parti ile ne işin var senin?” Benim de yakamda Köy Enstitüsü rozeti var. “Sen Nüvvab’tan çıkmasın, Köy Enstitüsü rozetini niçin taşırsın? Bu Köy enstitülerindekilerin hepsi komünist” dedi. Derken başkaları sinirle onu bunu sormaya başladılar. Böyle yanıltıp benden bir şey alacaklar ama yok bir şey. Neyse hadi bakalım cezaevine. Zaman zaman duruşmalara gidiyoruz. Bir sürü avukat vekaletimizi aldı, bizi savunuyor. Hakimlerin hepsi nurcu imiş. Sonradan ortaya çıktı. Başkan olan biri var, göçmen, güya bizim memleketli, Ahmet Yalman... O daha da fena nurcuymuş.
Yanındaki arkadaşların çoğu göçmen; kimi Yunanistanlı, kimi Yugoslavya’lı; onlara bakıp “Bak görüyorsunuz, dışarıdan gelenler yapıyor, bunu. Bu da filan yerli, kökenleri hep dışarıda.” Böyle bir imaj vermeye çalışıyorlar.
10 Eylül 1964’te bizi tahliye ettiler ve tutuksuz yargılanıyoruz.
İşçi Partisi genel Başkanı Avukat Mehmet Ali Aybar ve Lastik-İş Genel Başkanı Rıza Kuras’ın aracılığı ile Maden-iş Sendikasında eğitim uzmanı olarak göreve başladım.
Sendikanın İstanbul’da ve yurdumuzun birçok yerinde şubesi vardı. Zaman zaman burada işçi temsilcilerine ders veriyorduk. Bu seminerler, A, B, C semineri olmak üzere üç çeşitti. Ben daha çok A semineri ve bir defa Karabük’te B semineri yaptım.
Bu seminerde işçi ve işveren münasebetleri, grev-lokavt kanunu, dünya işçileri ile dayanışma gibi konular vardı.
Birçok üniversitede Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş, Metin Kutal, Gülten Erik gibi bir sürü kişiyi o zaman tanıdım. Onların ders vermesini dinliyorum ama, Metin Kutal işçilere yarayacak şeyleri bir o güzel anlatıyor. Nevzat Yalçıntaş çok başka bir şeyler anlatıyor. Hatta bir defa ben de dinliyorum, not alıyorum “Siz burada hiç durmayın, gidin gezin. Bir saat sonra gelin” dedi. Çünkü benim onun ders vermesinden memnun kalmadığımı anladı.
Yine şubelerde yaptığımız seminerlerden başka Adapazarı’na, İzmit’e gidiyoruz.
Derken Tarhan Vapuru ile Karadeniz Ereğlisi’ne gittik. Orhan Tunalar’la birlikte kalabalık gittik, yeme-içme oradan. Aralarında yabancı biri var “Bu kim?” dedim. “Bu Konya İmam Hatip Okulu öğretmenlerinden Övge soyadlı biri” “Bunu niye götürüyorlar?” dedim. Boş bir odaya biz yerleştik. Meğerse onu namaz kıldırsın diye getirmişler. Hadi bakalım Övge beş vakit namaz kıldırıyor. Orhan Tuna’ya biraz zor geliyor, yaşlı idi ama ne yapsın, kılıyordu. O zaman ben gencim bakıyorum ama Övge’den daha iyi namaz kıldıracağım. Kur’an’ın biliyorsunuz okuma düzeni var, harfleri tam çıkaramıyor ama neyse. Derken bir de orada ders verirken ben iyice baktım olmayacak. Sendikadan İsmet Ercan vardı o da yanımda, ders veriyor. “Ne olacak bu, ne yapalım?” dedim. “Abi bilmiyorum görüyorsun, sen bunu Kemal Türkler’e bir rapor ile bildir. ”Bunlar pek faydalı olmuyor” dedi. Ben güzel bir rapor hazırladım ve Kemal Türkler bana “Git, üniversitede faydalı olacak kişiler var.” dedi.
Benim de İktisat Fakültesi’nde güvendiğim bir asistan Nazif Kuyucuklu var. Şimdi profesör. Ona “Mesele böyle” dedim. “Tamam, burada gençler var. Çok yararlı olur, yaz.” dedi “Mahir Kaynak, İdris Küçükömer, Hukuk fakültesinde eski devrimci sonradan dönen Çetin Özek, Tunca Toskay, İbrahim Türk o zaman dışarıdan hukuk bitirmeye çalışırdı.” bunların hepsini yazdım. Koca bir liste çıkardım. Başladık onlarla ders vermeye. Bu defa bunlar bana karşı bazı gazetelerde “Eski komünist şeylerden yargılanan filan” gibi demeçler verdiler ama onun etkisi olmadı. Ayda bir izin alıp Eskişehir’e gidiyorum.
1965 yılı genel seçimlere yakın bizim ceza onaylandı. O zaman Eskişehir’de bütün gazetelerde “Komünistler mahkum oldu” diye yazdılar.
Oğlum burada İstanbul’da üniversitede okuyor, çok zor durumda kaldık.
Bizim bağımız, ineklerimiz, tavuğumuz var, bizim hanım onları idare ediyor. Bu şekilde yokluk gördük. Hanım hiçbir zaman şikayet etmedi. “Senin siyasetle ne işin var?” demedi. Hatta benim evi gelip aramışlar, iki üç çuval kitaplarımı doldurup götürmüşler. Hanım o zaman korkmadan “Onlar benim kitaplarım” demiş ve onu da tutuklayıp hapse atmışlar. Benim aleyhime konuşturmak istemişler fakat o bazı suçları bile kendi üzerine almış.
Toplanan kitaplar bir Ankara’ya bir de İstanbul’a gerici profesörlerin denetimine gitti. Ankara’da “Burada bir şey yok ama sosyalist görüş hakim” diyor. Mahkeme Porsuk Suyu kenarında, Porsuk Suyu taşınca bodrumu su basıyor, benim kitaplar hamur haline geldi. Bu 1 Şubat 1964’te oldu.
Şubat’ta mahkemeye düştük. Mart mıydı ne? Birinci Şube Reisi dedi “Sizin hanım ne milletten?” Dedim “Türk”. “Yok, o Bulgar. Bütün tevkif olanların karısı ağladı, yalvardı. O hiç bize cevap vermedi” dedi.
Bizimkiler hiç ağlaşmadı hatta bizim çocuk bile “Ben iftihar ediyorum” demiş. “Türk değil o, bizi önemsemez bir tavır takındı” dedi. Bizim hanımla biz bir böcek bile öldüremeyiz. Bir böcek görürüz içeri girmiş, canlı, yaşasın diye atarız fakat polislere acımıyorum artık orada gördüm. Öyle sorular soruyorlar ki… mesela “Siz gusül ediyor musunuz? Siz Kızılbaş mısınız?” diye soruyorlar.
Kızılbaş mısın, diye soruyorlar, hakaret ediyor polisler?
Eskişehir’de soruyorlar; Macit Özturan bizim tevkif işlerinden yükseldi. Urfa’ya mı, güneye bir yere mi ne, emniyet müdürü oldu.
Ödüllendirildi?
Bizi ihbar eden Yener, güya ilkokul öğretmeni idi. Onların ajanı imiş. Birçok öğretmenin başını yaktı. Babası küçük bir mahalle bakkalı, zor yaşayan bir adam. Güngören’de bir yerde Yener Çelik fabrikasını kurmuş. Hatta ben idareci olduğum zaman, mahsus telefonla aradım. Karaköy’de bürosu var, Mecidiyeköy’de bürosu var, bir de Bahçelievler’de bürosu… Mecidiyeköy’de evi var. Güya okula masa alacağım ama kendisi ile karşılaşamadım. “Yener Bey orada mı?” “Yok efendim fabrikada.” Kaç defa aradım hep “Fabrikada” dendi. Biz süründük. Bizim hanım öyle derdi: “Her şeye acıyorum ama şu polisler yok mu onlara acımıyorum.” derdi. Gördüm insana o kadar hakaret ediyorlar, insanlık dışı davranıyorlar. Sadece biz değil, halk bile polis gördü mü öyleydi. Hatta polisleri sevdirmek için, ben idareci iken bile polis gününde “Öğrencilere gidin, polisleri sevdirin, onlar böyledir, şöyledir.” derlerdi... Ben o günlere gitmezdim, öğrencilerimi yollardım.
Ben burada eğitim uzmanlığı yaparken, temyizde mahkememiz devam ediyor. Adana’da bir seminer var. Adana semineri dönüşü hiç buraya gelmeden Ankara’da kaldım. Avukatlar geldi, duruşmaya çıktık. Bizi de kabul ettiler, o zaman temyizde Abdullah Gözübüyük reis. 1960 devriminin Adalet Bakanı, ona da güveniyoruz. Niyazi Ağırnaslı, Halit Çelikler, Yunus Koçaklar, Turgut Kazan avukatlarımız. Onlar da bizi savundular. Maalesef hiç etkisi olmadı. Bize verilen cezayı onlarda onayladılar. Bir yıl; benim 20-25 gün kadar borcum onu da paşa kapısı tamamladım.
Kaç yılında mahkum oldunuz?
1966’da.
1964’te yargılandınız mı?
1964’te 10 Eylül’e kadar hapis kaldık. 10 Eylül’de tahliye olduk ve dışarıdan devam etti. 66’da, Ekim ayında cezayı aldık. O zaman ben Paşa Kapısında tamamladım ve oradan çıkınca bir mecburi ikametgah vardı. Nevzat Üstünle iyi görüşüyorum ama onun da bir ajan olduğunu söylerlerdi. Ne kadar doğru bilmiyorum. O bana Radar Reklam da iş buldu. Tahsilatçı olarak bu işe başladım. Burada reklam veren müşterilerden yerlerden para topluyordum.
Oğlumun tahsilinin bitmesine bir iki ay kalmıştı. Benim işim biraz zordu. Para çaldıracağım, bir şey olacak diye korkardım. Oğlum mezun olunca Ankara MTA’ya tayin oldu. “Sen de kaç yıldır çile çekiyorsun, evde kal evde bazı işleri yap” dedi. Ben Mart sonuna doğru Radar Reklam’dan ayrıldım. Eskişehir’de çalışmaya başladım. Oğlum MTA’da çalışıyor ve yazın kamplara Karadeniz boyuna çıkıyordu. Bazı zamanlar para yollayamazdı. Mesela bir merkeze gelip de bir muamele yapamazdı. Onun için bazı zaman parasız kalırdık.
Bir gün hiç unutmam, ilkbaharda öyle bir parasız kaldık. Şehre gideceğim, yaya gideceğim, otobüs parası bulamıyorum. Fakat benim çok güzel, geniş meyvelik ve çiçek bahçem var. Çiçek bahçemde sümbüller… var, hepsi açtı. Hepsi deniz gibi. Bir sabah kapı vuruldu. İki kişi geldi “Senin bahçende çiçek varmış, sümbüller biz köprü başında çiçek satıyoruz. Bunları bize satar mısın?” dediler. “Gelin bakalım ne vereceksiniz?” “15 lira” dediler.
Kaç yılında?
1967’de!.. 15 lira bana çok yetecek. O zaman evde bütçe yaptık, ayda 300 lira olsa rahat rahat geçineceğiz. İnek buzağılamadığı zaman gelirimiz çok az olurdu. Sonra buzağıladı, süt verdi. İyi cins inekti. 15 lira şimdikinin 15 milyonu gibi geldi. Fakat hiçbir zaman hanım şikayet etmedi. Ben bazen sorardım “Ne düşünürsün? ‘Nazım Hikmet’in dediği gibi sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” derdi.
“Bir sürü arkadaşlar, öğretmenler var, hepsi vazifesiz. Senin evin, bağın, bahçen var. Çocukda çalışıyor.”
Hele ki İzzet Açıkgöz diye bir öğretmen vardı, bu arkadaş çok zor hale düştü. Ben eve vardıktan sonra başladım ilaç kitabını Bulgarca’dan çevirmeye. O işsizlik zamanında o işi yaptım. Bulgaristan’la da turizm şirketler anlaşma yapmışlar. Para kıymetli ama Bulgaristan’a gitmek ucuzdu. Gidildiği zaman 3 ay kalınabiliyordu.
Ben sakıncalı sayıldığım için Eskişehir’de pasaport verilmedi, İstanbul’a geldim.
Oğlum fen Fakültesi’nde otururken birlikte oturduğumuz Taşlıtarla’nın Sarıgöl Mahallesi muhtarlığından bir ikamet belgesi aldım ve Avrupa’ya turist getirip götüren bir şirkete gidiş geliş için 700 lira verdim.
Bulgaristan Yollarında;
Göçmen Öğretmen Ahmet Hezarfen’den
Siyasi Suçlu Sürgün Ahmet Hezarfen’e
Sonradan Bulgaristan’a gittiniz?
Ben 1970’de Bulgaristan’a gidip üç ay kaldım. Orada hayli bir yer gezdim, gördüm. Ama buraya geldim mi “Ne olacak” endişesi vardı.
Üç ay nerelere gittiniz?
Önce Sofya’da tanıdıkların yanında kaldım. Gazetecilerle temas ediyorum. Yutoşa dağına çıktık, müzelere gittik.
Yutoşa dağında, Bulgar siyasi lideri Georgi Dimitrof’un partililerle toplantı yaptığı Vitoşa dağında pelesenlik bir yere bile gidip orayı gördüm. Partizanların, yazarların çok müzeleri var.
Ben 25 yıl sonra memlekete gitmem. Hısım akraba kardeşlerim orada, bizim baldız da Sofya’da. Bir zamanlar Çiller’de öğretmenlik yapıyordu. Bacanak da Sofya’da emniyette çalışıyordu. Yalnız o, onun kendi makamını sarsacağım diye beni bir yere çıkarmıyor, kimse ile görüştürmek istemiyor, “Otur” diyordu.
Sizi duymuş mu?
Duymuş, belki yanlışlık yapacağım diye korkuyor. Türkiye’de işçi hareketlerine katılan ve 1951’de tutuklanıp cezaevinde kalan Razgrat Rüştiyesinde birlikte okuduğumuz Bilal Şen’le benim 2-3 dakika bile görüşmemize dayanamadı. Ondan sonra gazeteci Osman, üniversitede öğretim üyesi Hüseyin Mahmut ve eşi Canan ile çok görüşmemizi istemezdi.
Bunu nasıl duymuş?
Bulgaristan’da gazeteler yazmış.
Ne yazmış?
Burada hapiste olduğumuzu Sofya, Bükreş radyosu da ismimizle söylemiş.
Ne demiş?
Sosyalizm için ben kooperatif kurmaya kalktım. Sütçülük, kavakçılık, işte böyle şöyle... Yunus Abdal’ın adı Yonkovo. Bükreş Radyosu “Yonkovo köyünden Ahmet Hezarfen şöyle yapmış böyle yapmış” demiş. Sofya radyosu ise biz tutuklandığımız zaman sürekli yayın yapmış.
Hatta Sofya’dan bir gazeteci, kız kardeşim Rahime’ye gelerek “Türkiye’de senin kardeşin var mı?” Onlar bir sürü öğretmen, esnaf, işçi, öğrenci, komünist diye tutuklanıp hapse atılmış“ diye sormuş; fakat ablam onları niçin sorduğunu, onu takdir edeceklerini anlayamadığından korkmuş, benim için bilgi verememiş. Sonra anlamışlar. Gazetecinin amacını ve gazetelerde bizim için çıkan yazıları okumaya başlamışlar.
Bulgaristan’da yayın yapılıyor.
Bir de ceza aldım.
Bir sene de ceza aldınız?
Rabtniçesko Dyalo Gazetesi’nde yayınlanmış. Oranın gazetecileri beni bir şereflendirdi. Şimdi köye gideceğim ama hiç haber etmeyeceğim. Yanımda bayağı hediye var. Baldız “25 senedir seni görmemişler, sana hasret onlar. Ben sana haber vereyim, sonra gel” dedi.
Benim geldiğimi söyleyince bütün kardeşlerim sevinmiş, toplanmışlar.
Trene bindim. Trenler orada elektrikle çalışıyor ama hızlı gidiyor. Vıraca Kasabası’nı geçtik. Orada Varşets denen kaplıca var.
Bizim taraftan kadınlar kaplıcadan dönüyor. O kadınlar Bulgaristan’ı bir başından bir başına geziyor. Varşets’ten dönerlermiş, bizim köyden değiller, yakın köydenler. Dedim “Ben işte filan köye gidiyorum.” Onlar bizim köylülere söylemiş “Zarfen geliyor” demişler.
Pop Köy denen bir yerde trenden indim. Otobüsle bizim tarafa gideceğim. Fakat anladım ben şimdi, orada bizim köylüler var. Beni tanımasınlar diye pencereye bakıyorum. “Yahu Zarfen gelmiş, hani nerede?” şimdi beni gördüler otobüste başıma toplandılar. Sanki mezardan ya da başka bir gezegenden gelmiş insan gibi karşıladılar. Gidiyoruz Pop Köyü geçtik. Baktım bir sürü Java motosikletli karşıdan geliyorlar. Bizim yeğenlermiş. Hemen bizim otobüsün önünü kestiler. “Zarfen burada mı?” “Burada burada,” kimisi otobüsün arkasında, kimisi yanında, kimisi önünde...
Bulgarlar da korktu “Ne oluyor?” diye.
Benimle konuşarak geliyorlar. Razgrat’a vardık. Orada başkaları da geldi.
Belki cumhurbaşkanı gibi karşılanıyorum.
Derken bizim Kemallere, Silistre’ye giden arabaya bindik gidiyoruz.
Biz bu defa ablam, kardeşlerim, köylüler... köye bir merasimle giriyoruz. Fakat önce kayınpedere gittim, o zaman sağ.
Onun bağlık içerisinde evi var. Güzel dizilmiş, baba gibi sevindi. Oradan beni aldılar.
Bunca zaman yazıştınız, mektup yazdınız tabii.
Yazıyor, mektup yazıyoruz. Ablamlara gittik, ağlamalar.... Derken gelen giden, artık gece gündüz o geliyor bu geliyor. Gelen “Beni tanıdın mı?” diyor. Yok, tanıyamıyorum. 25 sene geçmiş.
Çoğu kişi ölmüş tabi.
Derken benim Blezer geldi, “Beni tanıdın mı?” dedi “Tanıyamadım” dedim “Nasıl tanımazsın, ben senin Blezerin Hasan.” Onunla ilkokulda çok samimiydik. Derken değişmiş, meğer ailesi ölmüş. Onun moral çöküntüsü içinde değişmiş, eski gençliği yok. Hısım akraba geliyor, çevre köylerden gelip beni alıyorlar, orada konuşuyoruz.
Benim amacım bazı yerleri görmek, Yunus Baba Türbesi’ni, Demir Baba’yı, Hüseyin Baba’yı, Çorap Baba’yı, Musa Baba’yı oraları görmek istiyorum.
Kemaller’de geziyorum.
Bir gün bir öğrencim, orada lise öğretmeni Ahmet Ali ile geziyoruz. Bir yere vardık. Birisi “Zarfen mi?” dedi, “Evet” dedim, “Gel” dedi. Bütün o çevrenin 25 – 30 tane kooperatifin merkezi olan yere götürdü beni, gezdiriyor. Saat tam 5’e gelmiş. Memurların bazıları dağılacak. Emir verdi “Herkes yerine otursun” dedi. O planları nasıl yapıyorlar? Ne kadar ekin ekilmiş? Ne kadar mahsul alınmış? Ne kadar hayvan bakılmış? Anlatıyorlar.
Memurlardan birisi başladı bana sosyalizmi anlatıyor. O başkan “Bu senden daha iyi biliyor” dedi. Adam beni gezdiriyor, bana izahat veriyordu. Ben oradan bir çamaşır makinesi alayım, dedim. Bana bu sene alma, önümüzdeki yıl daha ucuz olacak, çünkü maliyeti düşüyor, dediler. Orada, sosyalist idarelerde öyle, maliyeti düşürüp halka daha ucuz satmak. Sonra ben başladım gezmeye, Kemaller’den Akkadınlar’a (Dulovo) gittim. Öğretmenlik yaptığım Kızılburun’a gittim. Oradaki öğrencilerimi, insanları buldum.
Silistre’ye vardığımda, bir zaman birlikte askerlik yaptığım, sonra bu sosyalist idarede önemli görev alan Sami arkadaşım vardı. Orada maliye işlerine geçmiş. O zamanlar kendisini komünizme feda etmiş arkadaşlar, yavaş yavaş geri çekilmeye başlamışlar. Onların şikayetini anlattılar bana, “Biz bir zamanlar kendimizi feda ettik ama şimdi yeni yetişenler bizi tepiyor. Sanki biz bir şey yapmamışız gibi”.
Nitekim o yeni yetişenler başladı Sosyalizm’e, Leninizm’e, Marksizm’e aykırı bazı hareketlere ve nihayet sosyalizmin yok olmasına sebep oldular.
Sami arkadaş “Nazım Hikmet Kemaller’e geldiği zaman onu karşılamada bulunmuş ona ait birçok fotoğraf vardı elinde, bana “Bunları al hepsini götür ben burada değerlendiremem siz Türkiye’de değerlendirin” dedi.
Ben de gümrükten geçerken Türk gümrükçüleri tarafından bulunursa hem benim başım derde girer hem de bu fotoğrafları yok ederler diye düşünüp, sen muhafaza et, zaman gelirse ben gelip sizden alırım” dedim.
Yalnız 3-4 fotoğraf alabildim ve burada Gazeteci-Avukat Tahir Abacı’nın “Yarına Doğru” dergisinde çıktı.
İkinci yıl gene mecburen gittim. Çünkü 1971’de 12 Mart oldu. Ben de o zaman başladım Yazıklar, İşçi Köylü gazetelerine yazmaya. Ant dergisi çıkıyor, onlara yazı yazıyorum. Eskişehir’de oturuyorum. Bir ara İstanbul’a Doğan Özgüden’e bir yazı getirdim. Baktım adliye yanında eşyaları topluyorlar. Dedi “Abi hiç durma, çok büyük tevkifat başlayacak. Senin pasaportun var,” “Ama 10 – 15 günlük” dedim. “Aman kendini dışarı at, burada tutuklanma. Biz toplanıyoruz. Sakın buraya gelme kapanacak.” Dedi. Ben eve vardım bizim hanımla bir parola bulduk. Bana orada tehlike var yok işaretleri, gel, git şeklinde parola bulduk. Oraya gittim, mektup bekliyorum.
Benim oradaki şeyimi parti hemen fark etmiş, başladılar çevremde “Eğer kalacaksan biz sana ev, yer verelim. Senin hayatını kuralım” demeye. “Bizim hanım ne olacak?” dedim “Ona da yer bulacağız. Sen rahat ol, sen yalnız bize söyle” dediler.
Oraya daha önce gelmiş Tuğrul Deliorman gibi, Ziya Yamaç, Fahri Erdinç gibi yazarlar var, bunlarla bir görüşeyim bakalım ne diyecekler, dedim.
Onlar iltica etmişlerdi.
İltica edenlerle, diğer başka kişilerle görüştüm “Orada kal” dediler. Bizim Ahmet Titiz’in Bulgaristan’a kaçırdığı Kütahya’lı bir Nevzat vardı. Onu, Silistre’de buldum.
Bu iltica sorununu konuşurken bana “Hiç kalma, ben burada en yüksek parti okulunu bitirdim, fakat hep kendi memleketimde eylem yapsam, hatta hapse düşsem diye düşünüyorum Nazım bile öyle derdi “Orada bir hapiste olmak, bildiri dağıtmak, halkla olmak daha güzel. Memleketimin iyiliği için, derdi. Daha çok maaş alıyoruz ama hiçbir şey yok. İşin içinde olmak daha iyi. Burada iltica etmeye kalkma. Orada evin, yerin var, çocukların orada.”
Ben şöyle düşündüm “2 Eylül’de Eskişehir’in kurtuluş günü, eve vardığım da polisler zaviyelerde olmasın.”
2 Eylül günü otobüsle Eskişehir’e geldim.
70’te gittiniz, oraları bol bol gezdiniz. Sofya, Rusçuk, Silistre, Şumnu, Varna’ya gittiniz. Oralarda başka ne yaptınız? İnsanlarla, yazarlar, gazeteciler, öğretmenler, öğrencilerle temas halindesiniz. Ne gibi fikir alışverişi yaptınız?
Onlar daha çok buraya gelmeyi istiyorlar. Ben de “Siz burada yerinizi sağlamlaştırın, burayı terk etmeyin” diyorum. Oraya gelenler var hapislere düştüler. İş, güç yok. Burada işler çok iyi, mesele yok, iş sıkıntısı yok, çocukların okul meselesi yok, ilkokulda iken edebiyatçı olacak, bu teknik olacak, sporcu olacak, emeklilik hakları var derdim.
Hatta benim akrabalardan bir Çil Hasan var. İlkokuldayken güreşmeye başlamış ve köyde hayli seçilmiş. Bunu bir spor okuluna yollamak istiyorlar, onun annesi babası razı olmuyor. Beni yolladılar “Sen git seni kırmazlar” diye; öyle de oldu. O çocuk daha çok güreşti ve uluslararası güreş turnuvalarına katıldı.
Bir kadın, kocası çobandı, dedi ki “Biz bir zaman bana bir kaşık tuz getirsinler diye sadaka bakardım. Şimdi param da var, her şeyim de var. Hatta sadaka verecek yer bulamıyorum. Ben sadakaya muhtaç değilim.” dedi. Dul kadınlar, dul adamlar, kimsesizler vardı.
Köyde bir Gocuklu Sanço derdik, deri işlerdi. Aynı zamanda muhtar, partiden, onunla güzel görüşüyoruz. “Bizim köyün en fakiri kim söyle bana?” diyorum, düşünüyor “Köyde fakir yok” düşünüyor, “bir tane filan mahallede çocuk var, sakat”. Gittim bizim vefat eden hanımın akrabası. “Enişte hoş geldin”, dedi. O doğuştan sakat, biliyorum onu. Ona bir taksi vermişler yalnız o para ile götürüyor insanları. Dedim “Senin durumun nasıl”? “Bankada 12 bin leva param var.” dedi. O zamanlar onların parası dolarla yakın gidiyor. Baktım ki hiç kötü durumda olan yok. Onun için onlara “Burada işleriniz iyi.” diyorum. O zaman okullarda Bulgarlık falan yoktu. “Oraya gelince çile çekeceksiniz, pişman olacaksınız, ama başka bir fayda yok. Geri dönemiyorsunuz, burada kalın.” Diye telkinlerde bulundum. Sonradan gelenler “İşte Zarfen söyledi ama biz anlamadık” dediler.
Benden bir yıl önce bizim hanım gitti. O da aynı kanıda.
Bizim hanımın işsizlik zamanında bir ara benim kayınbiraderler Kırşehir’de idi. Oraya gittim. Hanım ben yokken bahçeyi gübrelemeye başlamış, el arabası ile bir takım işler yapmış, rahatsızlandı.
Bizim göçmenlerden Varnalı bir doktora götürdük. “Ameliyat olması lazım, kadın hastalığı var. Mutlaka ameliyat olsun başınıza iş açar sonra” dedi. Geldik, “Ne yapalım?” dedik. “Sandıklı da kadın hastalıklarına çamur varmış, orası çok iyi gelir.” Dediler; Sandıklı’dan geçen otobüse bilet aldım gittim. Hanımı kızla beraber oraya yollayacağım. Bir devrimci arkadaş var “Böyle böyle” diye ona anlattım. “Sizin Bulgaristan’da adamınız var, oraya yolla. Ben çamura gittim, pislik. Hasta olur” dedi. Gece eve geldim söyledim. “Olur, gidelim.” Deyince döndüm, bileti sabah İstanbul’a aldım. kızla hanımı İstanbul’a oradan Bulgaristan’a yolladım.
Bizim baldız Sofya’daki en büyük hastanede çalışıyor. Hemen baştabibe götürüyor.
Bulgaristan Kooperatifi Derneği’nde Ayşe Ahmetova, Şükürova derken benim kızım bir gün annesini ziyarete gidiyor. Kız o zaman Gazi Eğitim ikinci sınıf Fransızca bölümü öğrencisi. Kız Bulgarca bilmiyor, onlarla Fransızca konuşuyor ve o da bir mesele oluyor. “Bu Ayşe’nin kızı Yonkova’lı, Bulgaristan’lı ama nasıl Bulgarca bilmiyor da Fransızca biliyor. Bir kelime bilmiyor, nasıl bilmez?” derken toplanmışlar. Baştabip bizim baldızı buluyor “Aman bu meydana çıkacak, hemen toparlanın.” diyor. Neyse başka zaman gelmiş, bu defa kız konuşmuyor. Bakarlarmış “Ne kadar güzel kız ama dilsiz, yazık” derlermiş. Derken bu şekilde orada ameliyat oldu ve o hastalık halinde bizim köylere gidiyor. Benden önce ablam iyi şeyler yapıyor, “Gelmeye çalışmayın, buraya sahip olun.” Ben öyle söyledim diye “Komünist ne olacak, biz kendi memleketimize gitmeye çalışıyoruz bize ne yapıyor” dermiş
O zamanlar Türk dernekleri mi buranın güzelliğinin propagandasını yapıyor?
Buradan bazı hacılar, nineler geliyor. Bazısı onun elini öpmeye bütün traktörlere dolup gidiyorlar. Bizim Türk halkına bakıyorsun bir iyi, bir de fena inançları var. Ben orada öğretmenlere “Bu hurafelerden kurtulacaksınız. Bu dini şeyleri bir tarafa bırakacaksınız. Bakın burada böyle yapın, şöyle edin. Ben Türkiye’yi övmüyorum” diyorum. “Bakın işleriniz, evleriniz iyi.” Bir zaman mısır sapları içinde yatan insanların çocuklarını buldum. O çocuklar çıplak yatardı. Güzelce evlerini yapmışlar. dedim “Filan vakit ben geldim öyle idi.” Savaş zamanında bit içinde idi. “O zaman sabun yok, şimdi çok iyiyiz.” dediler.
Benim propagandalarımı burada da konuşurlarmış.
Bir gün bir brigado (imece) oldu. Çilekler olmuş, bütün bir koca alan çilek, toplayamamışlar. Memurları, en yüksek memurlar bile o gün çilek toplayacaklar. Karı kız derken ben de onlara katıldım. Fakat o kadar sevindiler ki “Enternasyonal bir brigado oldu, bak Türkiye’den de var, çilekleri topluyoruz” dediler. Belediye başkanları şıtaygaları (sandık kasaları) sırtlıyor, kamyonlara yüklüyor, kamyonlar dolunca gidiyor. Akşam Kemaller Belediye Başkanı’nın sırtına baktım, gömleğinin bazı yerleri yırtılmış kadın pamukla tedavi etmeye çalışıyor. Fakat bizim akrabalar “Zarfen geldi Brigadoya gitti” diye ona buna anlatıyorlarmış, ama ben soruşturma açılacak diye hayli korktum.
Benim yüzümden aile ilericiler ve gericiler dile ikiye bölündü. Gericiler bellerinde zincirlerle dolaşıyorlar ve ilericilere saldırıyorlardı.
Bulgaristan’da kaldığım sürede yakınlarımı buraya gelmemeleri konusunda bir türlü ikna edemedim.
İkide bir bana “Sen bizi oraya çek, sınırı geçip Türkiye’ye gidelim. İstersen bizi karşılama biz orada hasırdan kulübe yapıp yaşarız. Sen bizi hiç düşünme” diyorlardı.
Türkiye’ye dönünce bunlar art arda mektup, telgraf, telefon “Aman ne yap et bizi al, bölünen aileleri çekme süresi doluyormuş. Bizi bırakma, ne masraf yaparsan ödeyeceğiz. Hatta hane başına birer Java motosiklet birer televizya vereceğiz.” dediler.
Evde ailece onların bu yakarışlarını kendi aramızda bir görüştük. Onları çekmek için babam ya da annem sağ değildi. Onlara yaşlı bir nine bulmak lazımdı. Çocuklar “Madem bunlar masrafları üzerine alıyor, onlara bir yine bulalım ve emniyette yapılacak işlerini parayla duayla yaptırmaya çalışalım” dediler. Parayla yaşı yüz yaşından fazla (o da yanlışlık olmuş) bir nine bulduk. Ona her kış yakacak odun kömür alacak olduk. Ondan sonra emniyette göçmen işlerine bakan yetkililere para verecek olduk. Onlar da “Evet bu işi yaparız. Fakat öteden bir hane sınırı geçtiği gibi bütün parayı isteriz” dediler ve 12 aile için işlem yaptırdık.
Bir yıl sonra önce bir aile geldi.
Adamlar “Çabuk para” diye yakamıza yapıştı. Durumu gelen yeğenlere anlattım.
Hiç oralı olmadılar hatta bana “Dayı sen evinin üstünü çıkacaksın, onun için bizden para istiyorsun” dediler. Çok zor durumda kaldım.
O zaman Düzce köylerinde öğretmendim. Tanıdık arkadaşlardan para istemeye başladım.
Yalnız Dereköy öğretmeni Enver Arıkan eşinin bileziklerini satarak, bana yardım etmeye çalıştı. Fakat 20.000 liradan fazla parayı tamamlamak çok zordu.
En nihayet Eskişehir Zincirlikuyu Köyü’nde en bakımlı örnek iki dönüm bağımı ucuza satmak zorunda kaldım ve Ömer Seyfettin’in İncili Kaftan hikayesindeki kahraman gibi borcumu ödeyip kurtuldum.
Art arda diğerleri de gelmeye başladı. Fakat hiçbiri “Biz sana vaat ettiğimizi veremeyeceğiz” demedi yalnız birkaç hane oradan getirdikleri kullanılmış adi çamaşır makinesi, guguklu saat ve pamuk dokuma çocuk battaniyeleri vermeye çalıştı.
Bu da bir şey değil geldiklerinden birkaç ay sonra iş bulamayınca “Bilseydik gelmezdik” diye sanki ben suçluymuşum gibi, beni yıllarca üzmeye başladılar.
Taa ki 1985 yılı Bulgaristan’da Türklerin adları Hıristiyan adları ile değiştirilmeye başlandığı zaman “İyi olmuş da bizi çekmişsin dayı” dediler ve ben ondan sonra onlara gidip gelmeyi kestim ve şimdi onlarla hiç ilgilenmem.
70 yılında adamlarda rahat olduğu halde ne hikmetse Türkiye özlemi var. Niye? O dönemde baskı var mıydı?
Baskı 1985’te başladı.
Ahmet Bey 1970’li yıllarda Bulgaristan’da Türklere bir baskı olmadığını söylüyor. Kendi köyünde üç ay kalıyor. Başka köyleri ve Bulgaristan’ın birçok yerini geziyor. Hiçbir baskı görmediğini söylüyor. Buna karşı millet de Türkiye’ye karşı bir özlem var. Türkiye sanki cennet, orada da cehennemdeler. Halbuki rahatlar, fakirlik yok, evleri var, işleri var, gelirleri var. Her şeyi iyi, yine de Türkiye’ye karşı özlem var. Bunun da nedenini anlamak biraz güç, bilemiyorum.
Kayınbabasını, kayınvalidesini görüyor durumları iyi idi size yardım ettiler mi ?
Çok yardım ettiler.
Siz durumu anlatınca herhalde yardım ettiler değil mi?
Benim orada kardeşlerim var. Onlar lazım olur diye cebime para koyuyorlar.
Ne diye geldiğini soruyorlar mı “Karın orada sen buraya neye geldin?” dediler mi?
“Ben gezmeye geldim” dedim ama ikinci gidişte kaçtığımı söyledim.
İkinci gidişinizde para yardım ettiler mi?
Gene yardım ettiler. kinci gittiğimde ben “Acaba gideyim mi kalayım mı?” diye düşünüyorum, kardeşlerime hiçbir şey söylemiyorum. Kalacağım gibi...
Kemaller’de, partide Salih vardı, ona “Odgovornik Salih” derlerdi. Onun eşi benim öğrencimdi. Onlar benim en güvenilir adamlarımdı. Onlarla konuştum, “nasıl yapalım, işte şöyle yapalım, böyle yapalım… En küçük ablamla çok görüşürdük. “Kardeşim sen kalacakmışsın.” “Öyle bir şey yok, döneceğim” diyorum. Hepsi bir laf çıkarıyor.
Hatta bir zaman Bulgaristan’da öğretmenken, Todorka adında bir kadın vardı. Seçim olacağı zaman onunla beni vazifelendirdiler. O zaman Bulgarlar daha çoktu. Sosyalizme karşı bir hareket vardı. Türk halkında da “Olur ya seçimlerde kazanamayız.” diye propaganda yapıyoruz Todorko ile geziyoruz. Sonra Todorko bir gün memlekete gittiğimde karşıma çıkıverdi “Zarfen” dedi “Seninle bir zaman beraber Agitaksiye (propaganda) yaptık” dedi.
70’te gittiniz, kaldınız, gördünüz. Sizin döneminizden, 1950’li yıllardan sonra Bulgaristan değişmiş mi? 20 yıl geçmiş aradan neler gördünüz?
Çok değişmiş, ev eşyaları modernleşmiş. Hepsinin televizyonları var. Telefon pek yok ama ben öyle bir evde yattım ki gelin evi, daha bozmamışlar. Hatta ben “Bu insanlar bize misafir gelse benim evimde böyle şeyler yok. Ben bunları nasıl karşılarım?” diye düşünürdüm. Onlarda tarla edinmek yok. Her şey devletindi. Sonra ev yapmak da çok kolay planlamış. Şehirlerde evler, inşaatlar oluyor. Sofya’da benim bacanak beni gezdirdi, çingeneleri bile Sofya’nın en güzel yerinde iskan etmişler. Fakat o güzel evlerde durmuyor, yanı başına kontrplaktan bir ev yapmış, bir ateş yakmış oturmuşlar, oynuyorlar.
Yeniyi özlemiyorlar, eskiyi özlüyorlar?
Hatta bacanak “Ne yapalım bunları bir türlü evin içerisine kapayamıyoruz?” diyor. Hatta yüksek katlı binaların en üstünde oturan çingeneler tavanı delip evin içinde ateş yakıp etrafında otururlarmış. Göğüslerine ateş vurmadan rahat edemezlermiş. Rumeli bozası çok güzel, içelim diye dükkana gidiyoruz. Çingeneler o çocukları sarmışlar, kimisi eli ile pasta yiyor.
Oraya da kaliteli insanlar geliyor bir şey de diyemiyorlar. Sofya’da o insanlar öyle ama bir şey diyemiyorlar. Çünkü orada ırkçılık yok. Birgün Sofya’da adliye binasına gittim.
O binada II. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı direnen partizanlar yargılanıp Şair Nikola Vaptsarof gibiler idam edilmiş. Her dairede duruşma yoktu. Bir yerde vardı. Oraya da başka yerden gelen lise (gimnazya) öğrencileri-öğretmenleri ile içeri girmeye çalışıyordu. Ben de onlara katıldım. Dinleyicilerin yerine oturduk. Yargı makamında genç bir bayan, üyelerden biri gene genç bir bayan diğeri erkekti. Duruşma başlamadan önce mahkeme başkanı yargı nedir? niçin yargılama olur, kanunların uygulanması, hak, hukuk ceza niçin verilir? Bunları anlatırken en çok anlaşmazlığın, yaralama ve öldürmenin, cahil insanlar arasında olduğunu söyledi. “Bundan önceki duruşma da gelseydiniz çok ilginç bir olay görecektiniz. Ama şimdiki duruşmada herhalde ilginç olacaktır” diye duruşmaya başladı. Davacı makamında bir kadın ve iki genç delikanlı davalı tarafta da orta yaşlı bir erkek vardı. Yargıç davacıya adını sordu.
Müslüman Çingenelerden olduğu anlaşıldı. Okuyup yazmasını sordu “Yok, bilmiyorum” dedi. Niçin dava açtığını sorunca o davalıyı göstererek “Bu adam bana fena söz söyledi sataşmak istedi” dedi. Davalı adam öyle bir şey yapmadığını Bulgarca söylemeye çalışırken o iki delikanlı o adamın üzerin çullandılar. Yargıç kadın “Ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. İki delikanlı Biz onu cezalandıracağız” yargıç kadın bağırdı layık olan cezayı biz vereceğiz” diye bağırdı. Davalı adam “Zaten bunlar beni çok dövdü” dedi. Yargıç “Dövüldüğüne dair raporun var mı?” dedi. “Yok” dedi. “Yaran var mı?” dedi “Geçti” dedi. Davalı olan adamın rapor alıp mahkemeye sunması için ona 20 gün verdiler ve mahkeme ileri bir tarihe atıldı. Onlara “Çıkın” dedi. Yargıç kadın akıllı, “İşte gördünüz cahilleri biraz önce anlattım size, burada ceza vermeye kalkıyorlar” dedi. Ben mahkemede partizanların yargılanmalarını buralarda neler duyduklarını, neler konuştuklarını, insanlara faşizmin yok edilmesi için ne mesajlar verdiğini düşünürken seyirciler dışarı çıkmaya başladı ben de çıktım. Mahkeme binasından çıkınca ne göreyim? Merdiven başında bir dondurmacının etrafında davalı ve davacılar barışmış dondurma yiyorlar. Yanı başındaki şurupçudan da sürahi dolusu şurup almışlar “Na Zdrave!” (Sağlığa) deyip içiyorlar. Öğretmenler akıllı tabii “Bakın çocuklar işte cahiller nasıl mahkemeyi meşgul ediyorlar” dediler.
Alevilerin, Türklerin gelenekleri değişmiş mi?
Değişmemiş, onlar daha da ilerlemiş. Türk düğünlerine önceleri Bulgar gelmezdi. Orada ne düğünler oldu. Bulgar kadınları-kızları ilk önce milli kıyafet giyiniyor. Daha evvel bizim Bulgar oyunları oynanmazdı, “Horo” derlerdi. Bizim Türkler onları bile geçmiş, çok güzel oynuyorlar. Sonra Rumeli’de semah döner gibi bir oyun oynuyorlar. Bulgarlar kadınlar onu öğrenmiş, Türk-Bulgar düğününde hepsi onu oynuyor.
Bizim babalar devam etti mi, var mıydı?
Babaların toplanmasına biraz engel olmuşlar. Ben ilk sene gittiğimde Demir Baba’ya gidemedim. Çünkü Demir Baba’yı yasaklamışlar. Orada bir otel yapıyorlarmış, sonra düzenleyeceklermiş.
Fakat öyle olmamış, Demir Baba’nın müştemilatı, meydan evleri vardı, onları yıkmışlar. Sonra Demir Baba’nın türbesi önünde bazı temeller vardı, onları yıkmışlar ve Demir Baba’nın etrafındaki temelleri açmışlar. Güya mimarlar temel nasıl atılmış diye inceleme yapıyormuş. Oysa yıkılsın gitsin diye yapmışlar.
O zamanki idarenin işi bu. Oradaki kiliseleri camileri de aynı o şekilde yapmışlar.
Ziyaretler engelleniyor, inançlar azaltılıyor. Halk o inançlara devam ediyor mu?
Hem de daha çok devam ediyor. Hüseyin Baba Tekkesi, Demir Baba’ya 6 – 7 km. Mazhar Paşa çiftliğini yazın tatil kampı yapmışlar. Derken gittik, türbeyi güzel döşemişler. Adak Alevilerin, hem de tanıyorum onları. Koçlar diye bir Alevi sülalesi var; sancağını, yazılarını, teberini, her şeyini yapmışlar.
Bir zaman sonra dönerken oradan tekrar indim uğradım. O kampın idarecisi benim Bulgar mektebimde Bulgar Atanas idi. bana “Ya Zarfen gel burada birkaç gün kal, bizim çocukların yanında misafir ol, hem onlara bir şeyler anlatırsın.” dedi. Ona uğradım, “Ne yapacaksın?” dedi “Türbeye gideceğim” dedim. “Gitme” dedi “Bakma oraya”... Meğer bir gece girmişler, o örtüleri falan dağıtmışlar, türbeyi mahvetmişler. Onu ben görmeyeyim diye bırakmıyormuş ve o türbenin halini gördüm. Bulgarlar tahammül edemiyorlar. Hüseyin Baba Tekkesi’nin halini gördüm. Demir Baba’yı göremedim. Yalnız bizim Yunus Baba’yı imar etmeye kalkmışlar.
Belediye başkanı benim öğrencilerden Hüseyin Kaçev diye biri seçilmiş.
Şimdiki hanımın köyü Dıraçköy öğretmenlerinden bir Bulgar, o da belediye başkanı İvan Slavof.
Bir akşam beni çağırdılar. “Bu çevreden Aleviler bize baskı yapıyor, diyorlar ki Hüseyin Baba’ya gidiyoruz yıktılar, Demir Baba’ya gidiyoruz kapalı.
Yunus Baba’yı imar edelim oraya ev yapalım. Kurbanımızı, adağımızı, törenimizi burada yapalım.
Ne diyorsun? Yunus baba nasıl? Bize bir şeyler yaz.”
Ben oturdum bir iki gün yazdım.
Fakat şimdiki bilgim olsa daha çok şey yazardım. Araştırmalarım o zaman azdı. Partiden onları tehdit etmeye başlamışlar. “Biz onları yasaklamaya çalışıyoruz, siz ne yapıyorsunuz?”
Bulgarlara kiliseleri daha erken yasaklamışlardı.
Ben bir iki kiliseye gidecek oldum, “Yıkılma tehlikesi var girmek yasaktır” yazmışlar.
Fakat bizim büyük camiler vardı, Kanuni’nin damatlarının, paşalarının camileri… onlar işler ama camiye gidenlere iyi gözle bakmıyorlar.
Sonra camiye gidenlerin çocuklarını “fanatik” diye üniversiteye, yüksekokullara kabul etmiyorlar, kiliseye gidenleri kabul etmiyorlarmış.
Benim gittiğim zamanda öyle bir şeyler vardı.
Söyleşi: 1. 3. 1999, Küçüksu, Anadolu Hisarı
Kitap