Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VI.) – Ayhan Aydın

Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (VI.) – Ayhan Aydın

 

Bir nefescik söyleyeyim

Dinlemezsen neyleyeyim

Aşk deryasın boylayayım

Ummana dalmağa geldim

 

Aşk harmanında savruldum

Hem elendim hem yoğruldum

Kazana girdim kavruldum

Meydana yetmeğe geldim

 

Ben Hakk’ın edna kuluyum

Kem damarlardan beriyim

Ayn-ı cemin bülbülüyüm

Meydana ötmeğe geldim

 

Pir Sultam’ım der gözümde

Hiç hata yoktur sözümde

Eksiklik kendi özümde

Darına durmağa geldim

 

(Pir Sultan)

 

Sana kızıyorum öğretmenim

Elimde değil

Kızıyorum işte

Bana dünyanın döndüğünü öğrettin

Teşekkür ediyorum

Içinde dönen dolapları öğretmedin

 

Sana kızıyorum öğretmenim

Pamuğu öğrettin

Tohumunu, toprağını ve de çiçeğini

Ve onu toplayan

Nasırlı ellerin yoksulluklarını

Ama sırtüstü yatıp

Hazır yiyenleri

Niçin öğretmedin öğretmenim?

 

Madenleri öğrettin

Bizde ve tüm dünyadakilerini

Ne kadar çıkarıldığını öğrettin

Teşekkür ediyorum

Kimin çıkardığını

Ondan aslan payını alan

Elin gavurunu

Onun işbirlikçilerini

Ve de vatan hainlerini

Neden öğretmedin, neden ?

 

Hayvanları öğrettin

Sivrisineği, tahtakurusunu

Tüm kan emici hayvanları öğrettin

Kendimi korumaya çalışıyorum

Ve sana teşekkür ediyorum

Bir de insanlar kan emermiş

Vampir örneği, keneden beter

Evet öğretmenim

Bizi iliklerimize dek soyan

Vampir gibi üzerimize çullanan

Elin gavurunu diyorum

Gözümle görüyorum öğretmenim

Dumanlarınıza girmişler

Soluk alışlarımızda duyuyorum

Işte bunları diyorum, öğrtemenim bunları

Neden öğretmedin, neden?

 

Bir Öğrenci

 

Bu söyleşimize Ahmet Hezarfen’in ailesiyle Türkiye’ye geliş öyküsüyle başlıyoruz.

Söyleşide Hezarfen’in Türkiye’ye  geldikten sonraki yaşamından ayrıntılı kesitler yer almaktadır.

Öğretmenliği döneminde; Isparta, Eskişehir, Bolu’daki köy, eğitim, yöre insanı, inanç ve kültürleriyle ilgili görüşleri yer almaktadır. Yörükler anlatılmaktadır.

Özellikle Isparta bölgesindeki; Senir, Hamallar, İslamköy, Sütçüler, Baladız, Aliköy; Eskişehir; Bolu Ardıçdibi köyleriyle ilgili canlı gözlemler, önemli bilgiler bu söyleşide genişçe yer tutmaktadır.

Ayrıca Bulgaristan’a tekrar gidişinin ayrıntıları da bu söyleşi de mevcuttur.

 

Ayhan Aydın

 

Türkiye’ye ne zaman, niçin geldiniz?

Ben, sorduğunuz sorulara yanıt verirken bunları da anlattım.

26 Ocak 1951’de, Karaağa’ya ayak bastık. Burada 5-6 gün kaldık. Neredeyse şubat başı “Hadi trene.” Dediler. Akşamüzeri trenle yola çıkacağız. O gün sabahtan bir yağmur yağdı. Edirne’nin çamuru da çok berbat bir çamur. Göçmen misafirhanesinden istasyona hayli bir mesafe var. Araları da çok az.

Ben, önce babamı sırtladım götürdüm. Ondan sonra anamı götürdüm.

Derken bizimki de aldı çocukları gidiyoruz. Tam trene vardık, çocukların bir sepet eşyaları vardı, onlar da muhacirhanede, karyolanın altında kalmış. “Eyvah!” dedim. “Biz ne yaparız?” Ben hemen döndüm sepeti aldım, geldim. Tam o sırada trenin düdüğü çaldı.

Tren uzaklaşmaya başladı. “Önüne çıkayım” dedim, trenin önüne çıktım ama tren hızlanmış. Bizimkiler bağrışıyorlar, ama tren hızla gitti. Artık onlar gitti, onlarsız kaldım.  O akşam yattım. Sabah oldu yine akşam aynı saatte tren var. O zamana kadar, ne yapayım? İstasyona çıktım. Yunan Kralı karısı ile Edirne’yi ziyaret edecekmiş. Ona hazırlık yapılıyor. Askerleri dizdiler: “Şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız, şurada duracaksınız.”

Ben de bir tarafa çekildim. Zaten Yunanistan sınırı yakındı.  Ben göçmen elbisesi ile bir kenarda duruyorum. Sivil polis bana “Niye duruyorsun?” dedi. “Kralı görmek istiyorum” dedim. “Ne göreceksin kör gözlü kafiri!” dedi. “Şimdi bize dost, yarın düşman olacak”. Kralın karısı iyi bir insandı. Buraya geldikten sonra çocuk yetiştirme yurtlarına eski tabir ile Himaye-i Etfal diyorlar, çocuk yurtlarına para verirdi. Ben onu gördüm, bütün kazancım o oldu.  Akşam, kalkış saatine yakın, yalnız başıma trene bindim. Sabaha karşı İstanbul’a vardık. Muhacirhaneleri sordum, dediler ki “Muhacirhanelerin biri Zeytinburnu’nda biri de Sirkeci’de. Sen şimdi burada in, Zeytinburnu’ndakine bak.” Zeytinburnu’na gidip oradaki göçmen listesine baktım. Bizim köylülerden kimse yok. Hadi, tekrar trene bindim, Sirkeci’ye geldim. Oradan dediler ki “Buradan çıkardık, Haydarpaşa’ya götürdük.”

Sirkeci’de göçmenleri götürürken, orada bir iki yaşlı kaybolmuş. Gençler “Gelin dağılmayalım.” dediler. O kaybolanlar Galata Köprüsü’nde, birisi baş tarafta, birisi diğer tarafta “Bir Yunus Abdallı görmediniz mi?” diye yoldan gelen geçene sorarmış. Burada Arnavutköy’de, bir albayımız var. O da oradan bizim kafileyi geçirmeye gelmiş ve o kaybolanları görmüş. Alıp kafileye getirmiş...

Vapurla Haydarpaşa’ya gidiyoruz.  Bir de bakıyorlar vapurun üzerinde Kırşehir yazıyor. Bu sefer, şimdi başladılar mı “Ba aganın! bizi trenle götürmeyin, vapurla götürün. Daha rahat.” Yolda,  gemiye döşekler sereriz, yatarız.” Dediler ki “Babacığım Kırşehir’e gemi gitmiyor.” “Gider, ba aganın! dümeni oraya döndürsün de gider!” Öyle diye diye bizi Haydarpaşa’ya çıkardılar. Kırşehir’e gidecek olanlar Ankara Sivas’a giden trenlere bindirdiler. Kadınları toplamışlar, Sirkeci’ye Köprü’ye getirmişler.

Ben de hemen trene yetiştim. Ailemi buldum. Kafileden ayrılanlar olmuş tren rötar yapmış, onun  için oyalanmışlar. Haydarpaşa’da trenden kafilenin çok acıklı bir ayrılması oldu. Kırşehir’e gidenlerden benim çok yakınım vardı. “Biz ne vakit görüşeceğiz?” dediler “Artık kıyamette” dedim. “Eyvah!” Başladılar ağlaşmaya, ayrıldık. “Biz de Isparta tarafına gidiyoruz”. Öyle de oldu.

İskan işleri, bize bir vagon ayırmışlar. Ama tek haneye değil. Çocuklu aileler falan da var. Anam,  babam da hasta.

O Kızılay vagonu geniş, kaloriferi var. Hemen  yattık. Kaloriferin üstüne anam, babam yattılar. Diğerlerinde yaşlı yoktu.

Bilecik tarafına varınca, kadınlar dağlık, taşlık görünce başladılar ağlaşmaya. “Gidiyoruz ama nereye gidiyoruz?” Eskişehir’de bizim köylüler çok. Karşılamaya çıkmışlar. Dediler ki “Burada bir iki gün zahmet çekmezsiniz, kalın.” Neyse, orada da gene hısım akrabadan ağlaşarak ayrıldık. Sabaha karşı Karakuyu denen yere vardık. Karakuyu’ya varınca, orada başka bir trene aktarma oluyor. Bizi de aktarma yapıyorlar.

Oradan Keçiborlu hattına bindik. Bizi Keçiborlu’da indirmediler, Isparta’da indirdiler.

O zaman, Vali Mehmet Varinli (Demokrat Parti’den milletvekili oldu), Isparta’nın ileri gelenleri bizi karşıladılar. Çok kalabalık. Hatta babamı trenden Mehmet Varinli indirdi. Hemen, Isparta’ya hastaneye yolladı. Eskiden, hastane olarak Rum evleri varmış. Oralara Türkleri yerleştirdiler. Orada da 5-6 gün kaldık. Eşyalarımız vagonla arkamızdan geldi. Eşyaları orada indirdik ve tekrar yola çıktık, hadi bakalım Keçiborlu’ya.

Keçiborlu’da kükürt işletmesi var. Bizi oraya yerleştirdiler. Biz “Aman güzel, bu binalarda kalırsak iyi” dedik. “Oradan da sizi köylere dağıtacağız.” dediler. Birisi ile biraz samimiyet kurdum dedi ki “Senir Köyü büyüktür, orası iyi” öylece “Ben Senir’e gideyim” dedim. Başkalarını Çukurviran, Kılıç, Geresin köylerine yerleştirdiler. Belediyenin minibüsü var. Ona bindirdiler. Eşyalarımız kamyonla gelecek. Kılıç denen köyde de benim kayınbiraderler kalacak. Oraya vardık, kayınbiraderler dedi ki “Bizi burada bırakmayın, biz dönüşte ineriz.”  Ayrılmak istemiyorlar. Oraya varınca, “Göçmen gelecek.” demişler. İnsanlar evlerinden çıkmış, geçeceğimiz yolda bize bakıyorlar. Bize gözleme veriyorlar. “Biz de seviniyoruz, bize özel gözleme yapmışlar”diye. Oysa onların ekmeği o imiş. Evlerin hepsi toprak. Bir kahvehane önünde durduk. Bize çay kahve ikram ettiler. Ben de orada bir teşekkür konuşması yaptım. Biz  orada konuşurken soruyor, “Siz Türkiye’ye geleli kaç gün oldu?” “Filan gün geldik” dedim. “Türkçe’yi ne çabuk öğrendiniz?”dedi. Sonra biz Senir’e gittik ama o köyle de çok samimi olduk. Öğretmenler orada bize çay ikram ettiler. Hepsine teşekkür ettik. Kılıç Köyü’nde yatılı okullar varmış, bizim kayınbiraderleri o okullara yerleştirmişler. Bizi oradan bindirdiler Senir’e gittik.  Senir’de zengin bir adam varmış, Ülfet Bey. Ülfet Bey İki karılı, bir karısı Senir’de, öteki Isparta’da. Onun bir evi var, yüksek merdivenle çıkılıyor. Boşmuş. Bizi oraya yerleştirdiler. Kuzinelerimiz (fırınlı mutfak sobası) var, yaktık. Bayağı büyük köy. İki bekçisi var, jandarması da var; jandarmalar da eşyaları taşırken bize yardım ediyor.

Muhtar Reşat Bey’in evine gittik. “Buyurun” dedi. Köyde 4-5 öğretmen vardı. Köyün ileri gelenleri, sofraya kalaylı güzel bir bakır tepsi koydular. Üzerinde ekmek var. Bizde gözleme derler. Dedim ki “Ne kadar itibar ediyorlar, bize gözleme yapmışlar.”

Öğretmenler meraklı, sorular soruyorlar. Abdullah Babacan, Hüseyin Kara, Hilmi Naz, eğitmen Ali ve Zühtü Efendi hepsi çok samimi köy öğretmenleri. Hala da samimiyetimiz devam ediyor. Ben, yemek yerken anlatıyorum; “eğitim okullarda böyle şöyle...”

Oysa diğer evde, bizim kadınlar, başka odada birbirlerine sarılıp ağlarmış. Muhtar bir ara geldi “Beyefendi, sizin kadınlar neden böyle çok ağlarlar?” diye sordu; dedim “Yer değiştirdiler de ondan.” Ben de neredeyse ağlayacağım. Oysa, evler toprak, kiremit yok, sığırlar cılız, kendilerine zor bakıyorlar bize nasıl bakacaklar diye ağlıyorlarmış.

Birlikte geldiğim akrabalarımın biri oraya, biri buraya gitti. Her biri başka köye yerleştirildi. Gittik bize ayırdıkları eve, annemi gene biri kadın sırtlayarak çıkardı. Bir de baktık içerisi bir duman, dediler “Bu nasıl soba, çekmiyor?” Kuzineleri sobanın ekmek yapma yerinde yakmışlar, içerisi duman... Dedim “Kuzine görmemişler.” Bak düşün Anadolu halkı kuzine görmemiş sobayı, ekmek yapılan yerden yakmışlar.

14 ay biz o köyde kaldık ama halk bize yardım etti. Şimdi Senir Kasabası oldu.

 

Nerede bu Senir köyü?

Keçiborlu’nun, Senir Kasabası. “Size iş bulurlar” dediler. Temmuz sonuna doğru biz Türk uyruğuna geçtiğimizde, bize nüfus cüzdanlarımızı dağıttılar.

Başladık yine öğretmenlik yapmaya. Yer arıyorum, bir yer bulduktan sonra, asil yere geçeceğiz. Silivri’de abim var, oraya gittim. İyi yer bulursam, oraya yerleşeceğim. İstanbul’da, Eğitim Müdürlüğü’ne gidip, öğretmen olmak için dilekçe verdim. Göçmenler gelmiş, yerler dolmuş. Burdur’a gittim. Eğitim Müdürlüğü önünde bir memur “Sen Bulgaristan’lısın. Ben Ali Haydar Taner’in eserini okudum” dedi.

Ali Haydar Taner, Bulgaristan Kızanlık Bulgar Öğretmen Okulu’nu bitirmiş. Buraya gelince de Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yapmış, birçok kitabı vardır. “Orada çok iyi öğretmenler yetişir, yaz bir dilekçe” dediler. Aşağıda, Bucak Kazası’nda bir nahiye varmış. Orada, Aliler adında bir köy varmış. Öğretmen kadrosu boşmuş. Ben hemen müracaat ettim. Dediler ki “Sen şimdi git, muhtarlıktan iyi hal kağıdı al”. Kağıtları aldım geldim. 

Kış kıyamet koptu, göz gözü görmüyor. Yollar kapandı, birkaç gün sonra yollar açıldı. Gittim, “Sen geç kaldın.” dediler.  Orada ben öyle kötü oldum ki, merdivenleri ine ine bodruma inmişim. Orada da kırık eşyalar vardı. “Yahu ben neredeyim? Ben nereye gidecektim? Burası neresi?”  diye düşündüm kaldım. O kadar kötü hale düşmüşüm. Sokağa çıktım ama çok sıkıntılıyım.

Anam var, babam var, çoluk çocuk var...Onları  düşünüyorum.

 

14 ay orada kaldınız, köy işlerinde çalıştınız. Size ev mi, oda mı verdiler?

Yaz geldi. Mayıs ayında, gülyağ fabrikası var; orada, sadece göçmenler çalışıyor. Hemen oraya girdim. 1 ay kadar 2.5 lira yevmiye ile çalıştım. İş bitti, köye geldik. 1 ay sonra Ramazan başlayacak. Bizim çevrede, dağın eteklerindeki Yörük köylerine cami yapmışlar.  Hamallar (Şimdiki adı Ardıçlı) adında bir köy var. Bana dediler ki “Hamallar Köyüne git, orada bir Durmuş Ağa var.” Durmuş Ağa oraya bir mescit yaptırmış. Orada bir ay namaz kıldırdım, işte o zaman birkaç lira verdiler. O da bitti. Eve geldim. Babam telaşla “Ben bir iş buldum, Hacı Veli’nin tarlalarındaki armutları bekleyeceğim. Beni oraya götürüp bırakacaklar. Benim yerime sen gitsene.” dedi. Ben gidemeyince “Madem öyle, bizim Trakya’da, Balıkesir tarafında köylülerimiz var. Sen gidip görüşsene, onların yanında yer olabilir.” dedi. Ben, yanıma azıcık bir para aldım ve yola çıktım.

Dinar’ın pazarı Salı günü. Oraya gittim. Dediler ki “Dinar’a gidersen otobüs yok. İzmir tarafından kamyonlar gelir, bir şeyler getirir. Sonra döner Nazilli Aydın’a gider. Onlarla dönersin.” Öyle yaptım. Akşamüzeri  kamyon gidecek. Bindim ama daha evvel, bizimle beraber gelen bir Ekrem vardı. Bu biraz gezinmiş, Denizli tarafına gitmiş. Dedi ki, “Benim babamın abisinin oğlu öğretmen Mehmet Necdet...” Amcalardan, o memlekette çok esaslı bir devrimci. 1921/22 yılında İşçi Partisi’ne, Komünist Parti’ye katılmış. Devrimci, fakat sonra bu idare devrilince, o kaçıyor. Buraya gelmiş. Dedi ki “Dazgırılı’da  öğretmen olmuş ama devrimci bir öğretmen. Dazgırılı’ya gidiyorsan, sakın öğretmen Mehmet Bey’e bir  şey bahsetme. O kadar cami cemaat, insanlar ona karşılar.” Ben de o adama  “Mehmet Necdet bizim köyden, benim amcam.” diyemedim.

Akşam  üzeri Dazgırılı’ya yakın lastik patladı. Kamyonu kenara çektiler. Dediler ki “Lastiği tamir edeceğiz.” Kaza merkezini geziyoruz. Bir yer baktım, bir terzi var.  Onun yanına gittim. Dedi ki “Sen göçmen misin?” Dedim ki “Göçmenim. Burada, bir Mehmet Nejdet öğretmen var mıydı?” İşi bıraktı, “Buraya onun, gibi öğretmen bir daha gelmedi. O kadar değerli bir insan, kıymeti bilinmedi.” dedi.

Mehmet Necdet, Menemen’de öldürülen Kubilay’ın arkadaşı, Maçka’da okumuş. Onunla beraber, burada yedek subay olan bizim amca, bir akşam Beyoğlu’nda bir yangın olmuş. Onu söndürmeye gittiğinde orada  zatürreeye yakalanmış, kurtulamamış.

Maçka’da ölmüş. Mezarı Beşiktaş mezarlığındadır. O terziyle konuşurken, seslendiler, kamyon lastiğini yapmışlar. İzmir tarafına gidiyoruz. İzmir’in Kemalpaşa’sı var. Orada, gene bizim çok yakın akrabalar var. Oraya gittim, onlar da sevindi. Hemen bana yer aramaya başladılar. Nasıl yerler buluyorlar ama para yok. “Aman şurasını alalım, burasını alalım.”

Oradan, Kemalpaşa’dan geldik Manisa’ya. Oradan Saruhan’a geldik. “Aman buradan yer alalım. Bizim köylüler burada.” dediler.

Akşamüzeri, trene binerek Bandırma’ya geldim. Bandırma’dan İstanbul’a, İstanbul’dan abimin yanına gittim. Fakat abim, “Size bir yer alalım ama yalnız sizi alırım” dedi. Fakat ben “Benim kayınbiraderler var. Ben, onları bırakamam” dedim.

Muratlı’ya gittim. Orada öğretmen Süleyman Efendi ile  arkadaşlığım da var. Aynı zamanda öğretmenimdi. Çok değerli bir kişi. Onu buldum. Bazı köylüler birleştiler, devlet kredi veriyor. Bazı çiftlikler var, çiftlik veriyor. “Biz bu köylülerimizi dağıtmasak da, orada öyle bir şey yapsak olur mu?” diyorlar “Olur” dedik. Hadi bakalım gittik. Süleyman Efendi “Trakya’da kaç tane çiftlik vardır, bilirim” dedi. Trakya’da çiftlik arıyoruz. Bizim, cebimizden yol parası zor çıkıyor ama çiftlik almaya gidiyoruz.

Bir haber geldi. Tatarbaçdar diye Muratlı’ya bağlı bir köy var.  Orada akrabalarımız var, “Gelsinler” demişler.  Köyde öğretmen yokmuş. Öğretmen lazımmış. Bana da haber gönderdiler. Süleyman Efendi ile gittik Muratlı’ya vardık, o gün de çarşamba günü oranın pazarı.

Bir de hastalandım, ateşler içindeyim. Cuma günü de, cuma namazı kıldıracağım. Ondan sonra da bizi iskân edecekler mi, etmeyecekler mi? O belli olacak. İhtiyar heyeti toplandı. Öğretmen Süleyman Efendi, bana “Dişlerini sık, bütün her şey senin elinde” dedi. Cuma gününe kadar ben iyileştim, toplandık. Onlarda, şöyle Trakya’da göçmenlerin iskan olduğu yer ve köyün eski ahalisine Gacal diyorlar. Onlar  oranın eski yerlisi olan Türkler. Uzak bir mahalle var, Gacallardan da gelen var. Ben  mimbere çıktım. Orada hutbe okudum.

 

Hangi köy, nereye bağlı?

Tatarbaçdar, Muratlı’ya bağlı. Adı, Yeşilyurt olarak değişmiş.

 

Ne zamandan bahsediysunuz?

Yıl 1952. Köyün muhtarı, bizim köye yakın, Liplik denen köyden. Bizim  köylü Celil Ağa birinci aza, benim akrabalardan.

Gacallara sordular, “Tamam” dediler; “Bize, böyle adam lazım. Bize cumayı kıldırsın, çocuklarımızı okutsun yeter.” Yer olarak, işte köyün yakınında kış günü su kaynayan bir yeri gösterdiler. “Şuradan da tarla vereceğiz.” Dediler.

Oradan Fahrioğlu denen bir köye gittik. Onlar  Fakiroğlu derler. Orada da köylülerimiz var. Oraya gittik, Mehmet Bey vardı. Memlekette Turan Cemiyeti başkanıydı. Orada da eğitmenlik yapıyordu. “İtalyanların buraya  yakın bir çiftliği var. İtalyan’lar bu çiftliği satacak, 30 bin dönüm arazisi var.” Bizim memlekette köyümüz Yunus Abdal’ın arazisi kadar. 

Çiftliğe gittik. Orada kahyaları var. “Satacağız” dediler. Çevrede köyler vardı. Biz konuştuktan sonra bu insanlar gidiyor İtalyan’ların çiftliğini  almışlar, kendi aralarında bölüşmüşler. Çiftliği alamıyoruz.

Tatarbaçlar’dan bir at arabası bizi Muratlı’ya götürürken, yolda yağmur bastırdı. Yakındaki köylerden Anaoğul Köyü’ne sığınmak zorunda kaldık.

Arabacı da tutucu, dedi ki; “Biz  bu köyden gündüz geçmeye korkuyoruz.” Bunlar Kızılbaş, hiç geçinemeyiz. Biz “Yok, bir şey olmaz” dedik.

Bir köylü kapının üzerinde bir örtü olur, o örtünün altına arabaya çektik.

Oradaki köylüyle konuşunca köylü anladı bizi. “Burada durmayın, buyurun içeri” dedi; Arabacı da atları çulluyor. “Ben içeri girmeyeceğim, kaçalım.” Dedi. Orada oyalanıyor. Biz içeri girdik. Köylüyle konuşmaya başladık, adam bizim ne olduğumuz anlayınca  “Biz sizin gibi adam arıyoruz. Öğretmenimiz var gerçi ama biz sizi iskân edelim.” Dedi. “Alevi ve Bektaşi olduğunuz için sizi alırız, başka kimseyi almıyoruz. Buraya birkaç hane yerleştirelim ama bizim insanlardan olsun” dedi. “Tamam.” Dedim. “Siz şimdi ne yapacaksınız?” diye sordu. “Ben Keçiborlu’ya gideceğim.” dedim “Tamam.” dedi “Sen, oradan göçmen kağıdını al gel.”

Süleyman Efendi’ye “Muratlı’da kaymakamlığa bildirelim, burasını iskan gösterelim” dedim. Yağmur da yağıyor, bizi getiren adam da, atlar ürker, dolaşır diye yanlarından ayrılmıyor. Biz de bu fırsattan istifade sohbet ediyoruz. Derken yağmur azıcık dindi, yola çıktık. Süleyman Efendi, “Vakit kaybetmeyelim, sen Isparta’ya Keçiborlu’ya git, kağıtlarını al. Buradan, iyi yer bulamayız” dedi.

Oradan İstanbul’a, İstanbul’dan Keçiborlu’ya indim. Oradan da Ahmet Kemal Bey’e...

Isparta’lı bir kaymakam var, kasabanın içinde bana rastgeldi. “Hadi mübarek olsun!” dedi. “Sen Hamallara iskan oldun.”

Benim elim ayağım tutuldu.

Çünkü iskân oldu mu tapular iptal edilmiyor. Tapuların 10 yıl süresi var. Eve geldim, babamla konuştum. Babam da “Ne yapayım? Trakya’da, bizim köylülerin olduğu yerlerde tanıdık kimse yok. Akraba yok. Nereden geldim ben!..” falan dedi. Bu yüzden 8-9 yıl Hamallar’da kalmak zorunda kaldı.

 

Hamallar nereye bağlı?

Keçiborlu’ya bağlı.

 

1952’den sonra kaç yıl kaldınız?

1958’e kadar Hamallar köyünde kaldık. “Orada ev yapacağız.” dediler ve o kışın ev yaptılar.

 

Sünni köyü müydü Hamallar?

Yörük Köyü. Senirliler onlara “Yörük” der, onlar da Senirlilere “Manav” der. Biz de geldik, bize “Göçmen” dediler. Hatta,  Yörük çocukları bize “Goçmen” derdi. Bizi köye yerleştirmek istemediler. Hatta, kaymakam ev yerini ölçmeye geldi. Mal müdürü, jandarma, yüzbaşı kalabalık bir “cemmi gafir”.

 

Cemmi gafir ne demek?

Eski tabir, “Kalabalık” anlamına gelir. Köyde, bir Deli Hoca varmış. O da benim komşum olacak. Onun yanında bir yer gösterdiler. O geldi “Efendim, ben buraya gavur istemiyorum. Yakarım, yıkarım...” Derken kaymakam dedi ki “Yüzbaşı, hemen tutanağını işle.” Yüzbaşı tutanağı işledi. Ben de seviniyorum. “Tamam.” diyorum. “İstemesin, başka bir yere giderim” diyeceğim ben.

Kaymakam Ahmet Kemal kültürlü bir adam, idareci bir kaymakamdı. Ondan sonra, öyle biri gelmedi. Keçiborlu’ya gittim. Kaymakama  “Böyle böyle, biz burada durmayacağız. Köylüler de bizi istemiyor. Biz Trakya’ya gideceğiz. Orada bize yer verecekler” dedim.

Kaymakam “Ben sizi buradan salmak istemiyorum. Sizde tarım kültürü var. Ama az durursunuz, ama çok durursunuz. Burası sizin olacak.” Gerçekten de öyle oldu. Orada biz sebze yetiştirdik ve örnek çiftçi olduk. Yerli kara sığırlardan inekler yetiştirdik. Kaymakam  “Siz burada fazla durmazsınız ama durduğunuz kadar da faydalı olacaksınız.” dedi. Oraya bize ev yapacakları zaman orada bir Deli Hoca “Ben gavurla komşuluk yapmam” diye başladı söylenmeye. Kaymakam yüzbaşıya “Yüzbaşım, bunun hakkında hemen rapor tut.” Dedi. Fakat bu sefer, Deli Hoca başladı yalvarmaya, “Ben raporluyum, hapiste kaldım.” diye. Sonra kendisiyle çok iyi komşuluk yaptık ve kardeşiyle konuşmaz gelir bizimle konuşurdu. Evler oldu, ilkbaharda mart ayı, daha ev kurumadan bizi aldılar, evlerimize götürdüler.

Babamda sigaradan dolayı nefes darlığı vardı. Babam, o yaş evlerden hastalandı. Doktora götürdük “Senir’de sağlık memuru var, babanı oraya götür iğne yaptır” dedi. O yaz, ben öğretmenliğe müracaat ettim. Yer de bulunmuyor.

O  zamanlar Isparta Belediye Başkanı, Gülyağı fabrikasının müdürüydü. Dedi ki  “Filan gün Tevfik İleri gelecek.” Tevfik İleri, maarif vekili, Demokrat Parti’liydi. Bir zamanlar, üniversite gençlik örgütünün lideri imiş.

Belediye Başkanı “O gün gelsin, sana bir şeyler yaparız” dedi. O gün geldi. Ben Isparta’ya vardım. Mehmet Varinli Isparta Valisi idi, maarif vekili onun yanındaymış. Belediye Başkanı beni onların yanına götürdü... “Yeni göçmenlerden” dedi. Tevfik İleri “Sen nerelisin?” dedi. “Ben Razgrat’lıyım” dedim. “Razgrat ne gibi tarihi olaylar oldu?” dedi. Dedim ki  “Bir zaman Razgrat mezarlık taşları kırılınca, buradaki üniversite cemiyetleri başkanıydınız, Bulgar konsolosluğuna gittiniz, sonra da Bulgar mezarlarına gidip çiçek diktiniz” dedim. Eğitim Müdürü’nü çağırdılar “Nerede boş yer var?” dediler. “İslamköy’de var” dedi. Bana  “İslamköy’e gider misin?” diye sordu. “Vallahi, ben o kadar zor duruma geldim ki, gavur köyüne bile gideceğim” dedim. Eğitim Müdürü bana “Git, askeriyeden askerlikle ilgini olmadığına dair bir kağıt al” dedi. Tam da saat 12’yi geçmiş. Orada bir asker “Sen  Alevi misin?” dedi, “Aleviyim” dedim. “Albay da Alevi” dedi. Hemen belgeyi İmzaladı, hemen götürdüm. “Aşağıda bir kamyon var.” dediler “Atabey’e gidecek, ona yetiş” dediler. O kamyon beni  Demirel’in köyüne götürdü...”

1952-53 İslamköy’de ve Yalvaç Hisarardı Köyü’nde vekil öğretmen olarak görev yaptım...

 

Hamallar ne oldu, yakın mı oraya?

Hamallar oraya uzak. Orada  bize “Sana 1000 lira, babana 1000 lira, siz çiftçilik yapın” diye kredi verdiler. Kayınbiraderler Hamallar’a yanıma geldiler. Bize parayı verdiler. Fakat parayı alırken Ziraat Bankası Müdürü babama dedi ki “Bu parayı ödemek zor, önümüzdeki yıl bunu faiz ile ödeyeceksin. Bu parayı yalnız oğlun alsın” dedi ve sadece 1000 lira verdiler.

Biz Rumeli işi araba, pulluk yaptırdık ve Deli Hoca’dan da 250 liraya bir çift öküz aldık. Hamallar’da başladık tarla sürmeye, çiftçilik yapmaya. Orada kaldığımız sürece hep tarla sürdük, orman ektik, biçtik. Ama daha sonra öğretmen olunca hayvanları sattık...

 

1 yıl mı tarım yaptınız?

Oradan ayrılıncaya kadar, 1959’a kadar yaptık.

 

Hamallar Köyü’nü daha iyi tanıyalım, ayrıntılara girelim?

1921’de ülkenin tapu kadastrosu yapıldığı gibi, 1936’da bütün her yerin imar durumu belli oldu. Köye girdiğin zaman yollar geniş olur, hiç kaçak yapı olmaz, o sorunlar olmazdı. Bir şey yapacağın zaman gelip ölçerlerdi. Onun için biz Türkiye’ye gelince bu durum bizi tedirgin itti. Mesela Burdur Gölü güneyi, kuzeyi Kınalıtaş. Kınalıtaş denen yer Söğüt Dağı’nın uzak bir yerinde ve  bütün bu doğusu, batısı arasındaki yer 40 dönüm olarak gösteriliyor. Oysa belki 100 dönümden fazlaydı. Onun için şimdi komşular arasında birbirinin yerine geçme, senin yerin, benim yerim kavgası bitmedi. Bu bize biraz ters geldi.

Mesela Hamallar’da köyün yolları çoktu.

Saracık yolu dendiği zaman orası yağmurdan çamurdan kapandığında hemen 200-300 metre aşağıdaki yola saparlardı. O yol da Saracık’a gidiyor. Orası da bozulduğu zaman daha aşağıdaki yola sapıyorlar.

Mesela “Benim yerim Saracık yolunda” diyor, hangi yol olduğu mesele oluyordu. Bu sefer insanlar anlaşmazlığa düşüp birbirlerini mahkemeye verirlerdi. Benim de böyle bir mahkemem oldu. 88 yılında başlayan dava 11 yıl sonra 99’da bitti. Ben kazandım.

Bizim oralarda eskiden ayçiçeği süs olarak ekilirdi, kullanılmazdı.

1929 yılı ekonomik buhranından sonra insanlar hayvancılık yapamaz oldu. Yağ ihtiyacını gidermek gereksinimi doğdu. Bazı aileler, bazı insanlar (ayçiçeği) gündöndülerden yağ çıkarmaya başladı.

Bazı kişiler bu tereyağının yerini tutmayacak, hatta insanın vücudunda yara çıkaracağı, bu yağlarla yapılan baklava, böreğin tadınca yenilmeyeceğini, hatta bazı düğün cemiyetlerinde  ayçiçek yağıyla yapılan baklava ve pidelerden kimsenin bir yudum almadığını mahalle toplantılarında, kahvelerde, meydanlarda, anlatıyorlardı.

Bazıları da çekilen yağın ham olduğunu, bunu ateşte bir iki baş soğanla iyice pişinceye kadar kaynatmak lazım olduğunu iddia eder, bu tür bir uyguluma yapanların da çokçasının evinde yangın çıkar ya da bir telaş olurdu. 

Köyün esas geçim kaynakları; buğday, arpa, mercimek, çavdar, mısır, fasulyeydi meyve ve sebze boldu. Kırlar, ormanlar meyve doyuldu.

Hele ki orman her çeşit mantarla doluydu.  Deliorman’da akarsu yoktu. Yağmur sularını toplayacak uygun yerlere gölcük yapılırdı. Köyde birçok kişinin özel gölcüğü vardı. Oralarda hayvan sulanıyordu. Kış günleri buz tuttuğundu buzları kesilip yeraltı kuyularına doldururlardı. Yazın oradan çıkarıp kullanırlardı.  Bu göllerin bazıları 100 metre kare olduğu gibi, 2000 ve belki de 5000  metre kare olanlar vardı. Mesela Çolakoğullarının Koca Gölcük böyle bir göldü. Bizim de Büyük Kelemne denen orman içinde 100 metre kareye yakın bir gölcüğümüz vardı. Buna Hezarfen’in Gölcüğü derlerdi. Birkaç yılda bir koyun keserek konu komşuyu toplayıp Gölcük çamurları temizletilirdi. Buna gölcük paklamak denirdi. Gölcüklerin derinliği 1 metre kadar olurdu. Fakata seller toprak getirince gölcük kurumaya başlardı. O zaman bu temizlik başlardı. Bu sevabına yapılardı. Türk-Bulgar herkes gelirdi. El arabası, tezkere ile çalışırlardı. Çok büyük olan göllerde balıkta vardı. Köyümüzdeki  7-8000 metrekarelik Kurt Gölcüğünün bazı yerleri 2,5 metre ve daha derin olurdu. Burada yüzme bilmeyen birçok kişi boğulur ölürdü. Bu gölde sazan balığı üretilirdi. Bu balıklar 45 cm uzunluğunda olur, hatta bazen o kadar çoğalırlardı ki koca gölün suyu balık kokmaya başlardı ve bu  gölden koyun ve kara sığırlar su içemez olurdu. O zaman belediye ölçülü bir şekilde balık avlayıp halka satardı. Herkes her zaman balık tutamazdı. Belediyeden izin almak gerekirdi.

Köyün evleri ağaçtan olurdu ve kiremitlere çingene kiremidinden olurdu. Şimdiki modern kiremitleri Marsilya kiremidi denirdi. Fakir olanlar da çavdar sapı koyarlardı. Çünkü bu çavdar sapı kolay çürümezdi.

Türkiye’ye 51’de gelenlere ev yapılacağı zaman bir plan çizilmişti. Bazılarına yeni modern kiremitlere verilmiş ama bazı yerlerde Keçiborlu’da Isparta’da eski hastanenin kiremitlerini değiştirmişler. O kiremitler biz göçmenlerin evlerine konuldu. Biz o tür kiremitlere çingene kiremidi derdik. Çünkü memlekette o tür kiremitleri çingeneler yapardı. Hatta bir yetkili “Evlerinizi eyle örttüler?” dediğinde, “Çingene kiremidi” deyince, “Öyle şey olur mu?” dedi, neredeyse o evleri yapanlara dava açacaktı.

Köyümüzde varlıklı Türk ve Bulgar çiftçilerin orak ayında yani ekin biçilirken yaptığı bir şenlik vardı... Ekinin bittiği son gün tarlanın bir köşeciğinde bir metrekareden  fazla tahıl biçilmez, bırakılır. Bu biçilmeyen tahılın başına kızlar toplanır. Maniler, türküler söyleyerek buğdayları pelik şeklinde, aralarına çiçek takarak örerler. Bu pelikten birini kendine güvenen biri alıp tarla sahibinin evine koşmaya başlardı. Buna orak koşusu denirdi. Bunun arkasından diğerleri de koşardı. Bazı zaman o peliği götüreni   de geçip tarla sahibine varırlar. O da sabahtan kapıya “Orak bitti” müjdesini getirene değerli bir hediye asardı. O ilk koşan gelir o hediyeyi alır, bazen para da verilirdi üzerine. Diğer pelikler kırda, tarlada kalır. O da kuşlar yesin diye bırakılır. Eve giden pelik de ambara asılır, orada korunurdu. Bu da yeni ürüne kadar ambarın bereketi olur, korunurdu. Ta ki yeni pelik gelinceye kadar. Bizim oralarda yine şöyle bir gelenek vardı. Biraz varlıklı bir kişi orak biçenlerin yanından geçerken, erkekler bağladığı bir demedi bunun önüne çıkıp koyarlar ve demedin üzerine başındaki takke veya şapkayı koyar, ona “Malın mübarek olsun” derdi. Bu kişi de ona bir bahşiş verirdi. Onun için biz orak zamanı ekin tarlalarından geçerken böyle bizi kutlayanlara mahcup olmayalım diye daima yanımızda para bulundururduk. Kadınlar kestiği bir deste buğdayı ellik ve orağını koyarak o da bereketli olsun der hediye verilirdi.

Orak zamanı imecelere bol yemek hazırlanır, kuzu kesilir ve ille de bir tavuk veya horoz kesilirdi. Öğlen zamanı yemek yerken, kendine güvenemeyen bu tavuk  veya horozun katısını yememeye çalışırdı. Katıyı herkes birbirinin önüne sürerdi. Bazı bilmeyenler bu katıyı yerse o   gün katılırcasına çalışmak zorunda kalırdı; 5 kişiye bir bağcı (buğdayları deste haline getiren)  olurken, katı yiyene bir  bağcı olacak şekilde. Eğer desteyi yetiştiremezse onu desteye bağlardı. O da sırtında deste ile biçmeye çalışırdı. Herkes onunla dalga geçerdi. Bazı kendine güvenenler alır katıyı yerdi ve öyle çalışırdı ki bağcı ona yetişemezdi. Bu sefer de bağcıyla dalga geçerler, öyle şakalaşmalar olurdu.

(Hamallar Köyü’yle ilgili bu bölüm 1. 3. 1999 tarihli söyleşidendir.)

 

1953’te İslamköy’e gittiniz?

O yıl İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü kutlandı. 53-54 Sütçüler, 54-55 Hamidiye Köyü, 58’e kadar Hamidiye’de kaldım.  52-53 yıllarında İslamköy’de çalışıyorum. Bir rapor almam lazım, geceli gündüzlü çalışıyorum. Bir de, eğitim öğretim kitapları okuyorum.

İlkyaza doğru Mehmet Yelaldı diye bir müfettiş geldi. “Eyvah!” ben 2. ve 3. sınıfları okutuyorum. Geldi, başladı konuşmaya. Diğer arkadaşlar Öğretmen Okulu mezunu, bazıları Köy Enstitüsü mezunu...  Herkese sorular soruyor. Benim için dedi ki “Bakın, dün geldi ama her şeyi biliyor. Siz hiçbir şey okumamışsınız. Bu başöğretmen olacak” dedi. O arkadaşlara zayıf verdi, birisine orta verdi. Bana da pekiyi verdi.

 

Hamallar’la, İslamköy’de  neler oldu?

Benim çocuklar Hamallar’da kaldı. Hanım, kayınbiraderler tarla sürüp ekiyorlardı. Onlar işe devam ediyorlar. Ben, ertesi yıl 1953-54 öğretim yılında Sütçüler Merkez Okulu’nda öğretmenlik yaptım. Sütçülere Maarif memuru olarak giden Hayati Soğancı, benim için “Çok iyi bir hoca. Benim yanıma tayin edin” demiş. Asil öğretmenliğim gelince “Eğitim Müdürlüğü’ne, Sütçüler’e tayinini yapın. Çok iyi çalışıyor. Bari iyi bir öğretmenim olsun.” diye söylemiş. Bana kağıt geldi. Sütçüler Merkez Okulu, asil öğretmen olarak 20 asli maaşla tayin edildim.

Benim babam öldü, çoçukları ve anamı bırakıp gittim...

 

Ne zaman öldü babanız?

1952’de.

 

Neden öldü?

Nefes darlığından.

 

Kaç yaşında idi?

80 yaşlarında.

 

Hamallar’da mı gömüldü?

Ben, Hamallar’a götüremedim. Oraya  doktora gittik. Meğer doktor öleceğini anlamış “Ben iğne yazdım. Bunu Senir’e götür, orada sağlık memuru var. Sağlık memuru iğne yapsın” dedi. Sonra, babama baksın diye  anamı oraya getirdim.

Bir gün, tarla sürüyoruz. Gündüzleri tarlada çalışıp akşam yorgun argın 10 km. yol alıp Senir’e geliyorum. Bir akşam geldik, anam “Git biraz dinlen. Sonra babanı beklersin” dedi. Çok geçmedi anam geldi “Çocuğum nefes almıyor. Birden  gitti.” dedi. Mezarı Senir’de. Çok  geçmeden göl yükselince köyün bir çok mahallesini ve  mezarlığı su aldı.

Benim öğretmen olduğum yıllarda, Senir’in birçok evini su aldı. Mezarlık da su altında kaldı. Sular sonra çekildi ama kim bilir ne olmuş, kimse de  saptayamadı.

O gölün çekildiği yerde şimdi Flamingo kuşları var ve koruma altındalar.

Sütçüler Köyü; Toros Dağı eteklerinde  Antalya’ya doğru bir kaza merkezi. Eski  adı Pavli imiş. Yunanlılar zamanında “Cebel” demişler. Ankara ve İstanbul’da ne kadar sütçü varsa, hepsi Sütçüler Köyü’ndendir.  Kasabaya da “Sütçüler” denir. Sütçülere gittik.  Orada, benden önce bir Sadiye Hanım var,  bir Hasan Hoca var. Hasan Hoca Edirne Öğretmen Okulu’ndan mezun, Sadiye Hanım Eskişehir Öğretmen Okulu’ndan.

Bir mühendisle evliymiş, bir mesele olmuş ayrılmışlar. Sadiye Hanım ayrıldı, ben onun yerine geçtim. Orada bir yer bulamadım. Okulda  kalıyorum.

 

1954’te mi Sütçülere geçtiniz?

Evet. Oradaki bazı olaylardan dolayı okulda disiplin kalmamış. Anneleri olmayan büyük çocuklar var, ben onları da yola getirdim.  Velileri gelip teşekkür etti. “Çalışmanız çok iyi oldu” dediler.

Bizim orada bir Hamidiye köyü var, o köyde bir eğitmen var. Eğitmeni çıkarmışlar. Hanım  oraya müracaat etmiş. Bana mektup yolladı. “Ben Hamidiye’ye müracaat ettim. Hamidiye’ye öğretmen tayin ettiler.” Oradaki maarif öğretmen dedi ki “Bak, kimsesiz bir öğretmen. Hanım da buraya gelsin, ne yapacaksınız köylerde?” Düşündüm sonra dedim ka “Ben Hamidiye’ye gideceğim” dedi. Maarif Müdürü şaşırdı “Alem kasabaya kaçıyor sen köye.” Dedi ve hemen tayinimi yaptı.

Yaz oldu. Okuldan sonra köye vardım. Benim kayınbiraderimde aynı zamanda Kırşehir’e göçtü. Tam da eve gideceğim zaman ben de mi Kırşehir’e göçsem?, diye kafama takıldı.

Kırşehirliler kayınbiraderlere “Orada bir yer var, sizi iskan edelim” demişler. Onlar oraya gidince ben yalnız kaldım.

Sütçüler’den eve giderken, Lorenz marka, pille  çalışan bir radyo aldım ve tatil boyunca onunla eğleniyoruz. Hadi bakalım iş güç yok, sıcakta bir taş dibinde oturduk. Açıyorum radyoyu, yurttan sesler, türküler... Verilen tarlalara da pek bakmıyoruz.

 

Okul bitti.

Yaz tatilinde maarif müdürü bizim Sütçüler’e göçmemizi bekliyor. Mektup yollayıp “Gelirseniz orada güzel evler var. Sana bir ev tutarız. Sen Hamidiye’ye, benim yerime geldin. Ben burada, köyde çalışacağım.” Eğitim Müdürü Isparta’da. Gittim “Ben eve dönmek istiyorum” dedim. “Artık kasabaya kaçmaya çalışıyorsun.” Dedi. “Biliyorsunuz, bizim hanım Hamidiye’de idi, şimdi Hamallar’da. Mümkünse, zayi olsa da kimseye vermeyin. Tayinini hemen Hamidiye’ye yapın dedim”. “Ama önce git bak bakalım, Hamidiye’de  kaç öğrenci çocuk olacak? Ona göre” dedi. Neyse, ben hemen vardım gittim. Muhtardan bilgileri aldım. Hamallar’a vardık “Tamam, bir okulluk öğrenci var.” dedim.

59 yılına kadar Hamidiye’de, Hamidiye İlkokulu Başöğretmeni olarak çalıştım. Bizim hanım da Hamallar Okulu Başöğretmeni olarak çalıştı.

 

Hamidiye yakın mı Hamallar’a?

Hamidiye, Senir’le Hamallar arasında. Bizim köy Hamallar’a 10 km., Senir’e 5 km. Biz başladık orada çalışmaya. Ben orada öğretmen oluncaya kadar bir hastalık geçirdim. Sütçüler’e gittiğim bir gece terledim, azıcık yüksek bir yeri çıkıncaya kadar bitiyordum, güçten düştüm.

 

Gençliğinizde hastalandınız mı?

Sütçüler’de  bir sağlık memuru bana bir iğne verdi. Çok kuvvetli iğne, yaptıkça ben şişmanladım. Hamallar’a  gelip işe başladıktan sonra, bir ter döktüm. Fakat benzim sapsarı oldu. Derken o parkları temizledim, taşları temizledim, gül diktim ve en çok gül, birinci kalitede gül çıkaran bendim.

Karpuz, sebze ektim, koyun aldım, inek aldım. Oralar küçük olduğu için  kışın Hamidiye’de Pazar günleri köyde kaldığım zaman köyün kahvesi yok, orada evlere toplanırdık. “Kimin evine toplanalım?” “Muhtarın, şunun evine, bunun evine, yok öğretmenin evine...”  Birgün vardım gene köylüler toplanmış, dediler ki “Ne düşünüyoruz biliyor musun? Sen değerli bir insanın, bizim  baş tacımızsın” dediler ve köyde baş salma (en varlıklılar) derecesine geldim.

 

İkiniz ayrı ayrı köylerdeydiniz; eşinizle nasıl görüşürdünüz? Hergün gidip gelir miydiniz?

Haftada iki-üç günde bir yürüyerek köye giderdim. Aramızda 5 km. vardı. Benim  sefer tasım vardı. O, bana iki-üç günlük yemekler doldururdu. Gelirdim.

Derken, yaz günleri yine giderim. Her akşam gidip gelirim. Fakat Hamidiye’nin köylüleri çok iyi idi.

Onlarda kaldığım akşam, Birinci Dünya Savaşı’nda Yavuz Gemisi’nde askerlik yapmış, Rıza Çavuş, Afyon Cephesi’nde Yunanlıları ilk bozguna uğratan Koca Mehmet, Veli Ağa askerlik anılarını anlatırlardı.

Şimdi bu Yörükler çok akıllı adamlardı. Saracık’ta Yörükler vardı ama “Onlar hırsız Yörükler” derlerdi. Yörük Yörük derken bir gün toplandık. Ahmet Efendi “Bu Senirliler bize Yörük diyorlar. Nedir bu Yörük?” dediler.“Bunlar yıllarca dağlarda gezerken, Sultan Hamit Yörüklere önem verdi. Onları topladı, yerleşik bir düzene geçirdi. Yörük adını oradan alıyorlar.” dedim. “Şimdi bakın, siz Orta Asya’dan gelmişsiniz. Horasan’dan, şuralardan buralardan, Sultan Hamit sizi buraya yerleştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran adamlar; Osman Gazi, Ertuğrul Gazi bunlar da Yörüktü. Siz Senir’e varınca onlara bir sorun.” “Ey komşular! Siz bize Yörük diyorsunuz ama biz bununla iftihar ediyoruz. Biz Orta Asya’dan geldik, nereden geldik, nerelere gittik biliyoruz. Ama siz nesiniz? Nereden geldiniz?”...

Senir’de, çok okumuş insan vardı. Birçok emekli albay, astsubay, öğretmen vardı. Cuma günü oranın pazarı oluyor. Orada da, benim çok iyi görüştüğüm, ortaokulu bitirmiş, Belediye Başkanı vardı. Onun da anası Manav, babası Yörük. O anlatıyor. “Sizin Hamidiye’deki komşular, bize böyle böyle diyorsunuz ama biz nereden geldiğimizi biliyoruz. İftihar ediyoruz ama siz nereden geldiniz? Ne oldunuz? Söyleyin bakalım.” Birbirlerine bakıp durmuşlar.  Bu Ali Efendi’nin hoşuna gitmiş. Babası Yörük ya, bana  “Aman” dedi “Siz, onlara çok şey öğretmeyin. Süleyman Şah ve diğer emekli askerler, hiçbiri söz bulup bunlara karşılık veremedi. Sen onlara çok şey öğretme, insanı mahcup ediyorlar.” dedi.

Ben Türk Dil Kurumu’na sözcük topluyorum, onlarla konuşurken öyle bir deyimler söylüyorlar ki, ben düzeltiyorum, bu şekilde hazırlıyorum.

Sonra bayramlarda kadın-erkek herkesle konuşur, daha çok deyim toplardım.

 

İslamköyde bir yıl mı kaldınız? Bu köy nasıldı? Adı İslam ama inançları nasıl? İbadete düşkünler mi?

Hiç düşkün, tutucu değiller.

 

Sütçüler nasıldı?

Zaten çoğu kadın, erkekler şehir dışına çalışıyorlardı. Sonra küçük bir kaza merkezi idi. Fakat son zamanlarda yol yapılmış. “Biraz daha iyi bir yer oldu” diye söylenir. Bir avukat öğrencim var, o bana haber getirir. Ama Sütçüler’de tutuculuk yoktur.

 

Oralarda Alevi köy vardı, oralar nasıldı?

Baladız Köyü Kızılbaş’tır. Onun arkasında Gerediz vardır. Onun arkasında İğdecik var. Burdur’a doğru Gölbaşı, onlar da Abdallar. Isparta’ya yakın Ali Köy vardır.

 

Şimdi oralara gittiniz; Baladız, Ali Köy, İğdecik, Gerediz oraları gördünüz, 52’den 58’e kadar buralarda kaldınız.

Baladızlarla tanışmamız nasıl oldu? Bizim  ötede ortaokul yapılıyordu, üç sınıflı ama onu tam ortaokul saymıyorlar. Kayınbirader rüştiyeyi bitirdi ama onu ortaokul 2. sınıfı bitirdi saydılar. Bir yıl daha okuması lazım. Onun için onu Isparta’ya götürüyoruz. Bir akşam bizim hanımın ablası da yanımda, o köyün altında bir çeşme var, orada bekliyoruz. Fakat bir türlü araba gelmiyor. Yanımızda da aşağıda tarladan geçenler var. Ben  “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme...” diye söylüyorum. Bir genç, sabanı eşeğin üzerine koymuş, oradan geçerken “Siz yeni göçmenlerden Alevisiniz, araba beklemeyin üşürsünüz” dedi. Adı Süleyman Erdal’mış. Sonra bizi evine götürdü. “Benim kayınpederim de burada bir cami imamı” dedi.

Cami dedikleri yer eski bir tekke. Orayı  kullanıyorlar. Biz orada yemek yerken yatsı okundu. Sonra imam yanımıza geldi. Burası Alevi köyü olmasına rağmen ezan okuyorlar ki Sünni köyler duysun diye. Onunla  dostluğumuz çok uzun süre devam etti. Sonra öğrendim ki vefat etmiş.

Başkaları geldi görüştük. Tevfik Oytam’ın Alevi-Bektaşilik kitabı orada. Onu gördüm. “Bu saatten sonra başka otobüs yok” dediler. Sonunda, Isparta’ya gideceğim diye Keçiborlu’ya geldim.

Keçiborlu’ya gelmişiz. Isparta’ya otobüs bulamadık. Trenle gitmek zorunda kaldık. Yanımızda Keçiborlu’lu ünlü Arap Hacı var. Tren tam Baladız’ın altından geçerken köy göründü.

Arap Hacı bana dedi ki “Ömrü hayatımda iki Cuma namazı kaçırdım. Biri, Birinci Dünya Savaşı’nda bir yerde, biri de buraya Baladız’a geldiğimde...” Baladız’da bir kahveye girmiş, demiş ki “Burada cuma namazı kılınır mı?” Onlar “Sen ne diyorsun Hacı Baba tabii kılınır, biz sana haber veririz, sen rahat ol.” demişler. “Bekliyorum, bekliyorum vakit de geçiyor. Sonra  sordum Cuma ezanı okundu mu? diye. Oooo, Ama biz kıldık da geldik. Demesinler mi!..”

Bir de cumayı orada kaçırmış. Hala öfkesi burnundan akıyor.

Benim radyo bir ara sustu. Birgün Isparta’ya, tamirciye götürdüm. Senir Köyü’nden bir kamyon var. Geliyoruz, Baladız’ın altında davullar çalıyor. Bize “Gidelim bakalım” dediler. Kamyonu kenara çektik, gittik. Yanımda Süleyman, daha başkaları da var. Güreş  yapıyorlar. Dedim Ne bu düğün? “Cami yapıyoruz” dediler. “Bu Sünnilerin arasında böyle olmuyor.” dedim “Ne yaparsanız yapın da siz  bu camiyi yapamayacaksınız.” Neyse ben, pek güreş sevmem, kalktık.. Hakikaten ben orada iken cami yapılmadı. Cem Bey’le Isparta’ya gittim, meğer Keçiborlu’dan gelen demiryolunun biri Burdur’a gidiyor biri de Isparta’ya.

Nazilli tarafından, İzmir tarafından gelmişler, fırın açmışlar, bilmem ne yapmışlar. Oralara başka bölgeden başka insanlar gelmiş, onlar oraya cami yapmışlar.

Baladız’ın adını Gümüşgün olarak değiştirmişler.

 

1958 yılına kadar, Hamallar’da kaldınız. Alevi köylerinden bahsettiniz. Oraların sosyal yapılarına doğru yolculuk yapalım. Peki okuyan yazan var mı? İnsanların yapısı nasıldı? Özellikle de Alevi köylerine ne kadar gittiniz? Cemleri nasıldı? Cemaatleri nasıl? Gelenekleri nasıl?

Biz Alevi köylerine, Isparta’ya gelip giderken uğrardık ve Keçiborlu’da pazar yeri cuma günü kurulurdu. O gün buluşurduk. 1958’e kadar durumumuz çok iyiydi. Oğlum ilkokulu bitirdi. Tam o sırada Keçiborlu’da, ortaokul açıldı. Onu oraya yolladık. Bu arada kız yetişti, o da ilkokula başladı. Keçiborlu’da ortaokulu bitirdi. Lise Antalya’da vardı. Isparta’da imam hatip okulu açıldı. Bizi bir telaş aldı. “Şimdi  ne yapacağız?”

1954 yılında, bizim bir grubumuz Mersin’in Gülnar tarafına gitti. Dayım ozandı, mektuplarımız gelip gidiyordu. Bir tapu işim vardı, duramadım. Devletin bana az miktarda yer vermesi lazım diye Ankara’ya gittim.

Ziraat Bakanlığı’nda, baktım bir kamyon Konya’ya gidiyor. Ben de gittim. Konya’ya vardım, oradan Karaman, oradan Mersin, Mut...

Mut güzel bir yer, orada Zeyne denen köye gittim. Orada türbe falan da var. Vardım bizimkilere, bir hafta yanlarında kaldım.

Dediler ki “Sen, gezip anlarsın. Biz  buralarda durucu değiliz. Sen  de durucu değilsin. Gezeceksin. Bize, Türkiye’de bir yer bul, biz senin etrafında toplanacağız.” “Yapmayın, etmeyin...” Derken Hamallar’a döndüm, eve geldim. Hanıma  dedim ki “Böyle böyle, bana vazife verdiler. Nereye gideriz? Ne ederiz?” derken ben başladım, yaz tatillerinde İstanbul’u geziyorum ama Eskişehir’i beğendim.

“Eskişehir’e yerleşiriz. Orada  lise de var, çocukları orada okuturuz.” dedim.

Hamallar’da biraz param vardı. Geldim Eskişehir’in Bursa Yolu boyunda, Zincirlikuyu’da çok güzel bir yer aldım.

Ertesi yıl taşındık ve çocuk Eskişehir’de liseye devam etti...

1958/59 yıllarında.

 

Arsa verdiler. Devletten 10 yılda o hakkı aldınız mı?

Ben o hakkı aldım ama mazeretsiz terk ettin mi devlet hemen zaptedermiş.

Bakanlığa müracaat ettim. Çocuklarımı  okutmak için diye bir mazeret gösterdim. Bakanlık, Eskişehir’e naklimi uygun gördü. Kaymakama dedim ki  “Ben gidiyorum ama yerlerimi burada rençpere bıraktım” ve bir daha kimse alamadı.

 

Yani orası sizin hakkınız oldu. Isparta’daki yeri sattınız mı?

Bittikten sonra sattım.

 

Eskişehir’de yerleştiğiniz Zincirlikuyu merkeze yakın mı?

Eskişehir’in kenarında. Orası şimdi karıştı, orada bir pınar var, kuyudan su çekiliyor. Daha  evvel adı, Hamidiye imiş. Nam-ı diğer Hamidiye olarak nüfus cüzdanlarına hala  yazılmaktadır.

Kurtuluş Savaşı zamanında, Müstantik (sorgu hakimi) çiftliği imiş. Kendisi Kütahya’ya göç edince Romanya’dan gelen muhacirlere satmış.

Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılar orayı tavla yapmışlar (süvari atlarının  bağlandığı yer) orada bahçeyi kazarken de toprağa gömülü olarak çok fazla Yunan mermisi, eğer takımı, kasatura, tüfek kundağı bulurduk.

Benim bulunduğum yer, aynı zamanda Yunanların karargahı imiş.

Yunanlılar göçüp giderken  bazı evleri yakmışlar. Hatta o binalardan kerpiç kestik ama bakıyoruz içlerinden çapa, kürek gibi eşyalar da çıkıyor.

 

Akrabalarınız yanınıza geldi mi?

Sonra akrabalar gelmeye başladı. Biri  Mersin’den, biri Konya’dan. Fakat onca güzel görüştüğümüz dayımlarla, memleketten gelince o samimiyeti bulamadık. Benim düzenimi çekemediler. Bir  de onların çocukları okumadı. Benim çocuklar okudu ve aramız da soğudu. Önceki  samimiyeti bulamadık...

 

Peki size zorluk çıkardılar mı, yük oldular mı?

Bize yük olmadılar. Derlerdi ki “400, 500  metrekare arsa var, tabii benim şuna göre param var.” Vekalet yollarlardı alırdım ve kendimi övmeyeyim, bizim köylülerin arasında bu hususta çok doğruydum. Hatta, köylüler bir alışveriş yapacaklar, tapu müdürüne gidecekler, parayı bana bırakırlardı. “Bak biz şimdi gideceğiz, tapuyu getirirlerse bu adama parayı vereceksin.” der giderlerdi... Ben de tapuyu getirenlere parayı verirdim.

 

Öğretmenliğe eşiniz de başladı. Siz  de devam ettiniz. Eskişehir’in içine mi gidiyordunuz?

Benim müracaat ettiğim okulda boş yer bulunmadığından beni ilk önce  Eskişehir-Kütahya arasında Nemli diye bir Abaza-Çerkez köyü var, oraya yolladılar. O köyde, iki aydan fazla çalıştım. Köylü, o kadar sevindi ki. Muhtara, benim tayin emrim gelmiş. Muhtar söylemiyor, yalvarıyorlar “Bu yıl bizi bırakma, burada kal” diye.

 

Nasıldı oradaki Çerkezler/Abazalar?

Çerkezler ve Abazalar ile ben ilk kez orada karşılaştım. Çok  iyi insanlardı. Beni  çağırırlardı, mısır unundan yemek yaparlardı. Bu köyün özelliği yerden lületaşı çıkarıyorlardı. Lületaşı çıkartmak için üç-dört metre kadar aşağı iniyorlar ve bir insan girecek kadar kuyu kazıyorlardı. Bazıları büyük, bazıları küçük taşlar buluyorlardı. Yalnız büyük olursa çok  pahalı olurdu. Lületaşından  tespih, lüle, süs eşyası gibi şeyler yaparlardı. Ben  o zaman gençtim.

Birgün merak  ettim, gittim bir kuyuya girdim. Bir  sıkıntı geldi. “Bir  daha gelmem.” dedim, döndüm. Benden önce kuyuya giren adam indi, gözden kayboldu gitti. Nereye gitti bilmiyorum. İktisadi  yönden ilerlemişler, çok gelişmişler. Lületaşlarını  iyi işlerlerdi.

 

Eskişehir’de daha sonra ne oldu?

Zincirlikuyu’da Romanya’dan gelen, Tuna boyundaki Zıştovu’dan gelen  muhacirler burada iskan olmuşlar. Bir de bizim Şumnu Deliorman’ından gelen muhacirler vardı. Zıştovulular evvel gelmiş, sonra gelenlerle aralarında o kadar görüş ayrılığı vardı ki birbirlerine silah çektiler. Bu Zincirlikuyu’da iki taraf vardı; ilericiler ve gericiler...

 

Eskişehir’de kaç yıl kaldınız?

58’den 75’e kadar kaldım. Hatta  76’ya kadar aynı yerde, kendi yaptığım evde kaldım. Çocuklar  evlendi gitti, memur oldu.

 

Eşiniz öğretmenliğe devam etti  mi?

Bir yıl devam etti. Eskişehir’e geldi. Sonra bıraktı. Çünkü biz hayvancılığı seviyorduk.

 

Öğretmen maaşı nasıldı, yetiyor muydu?

Yetiyordu. Çünkü, biz çalışkan olduğumuzdan bir sürü tavuk, dana beslerdik. Kesilince 100,  150 kg. et çıkardı. Sırık sucuk yapar, sırıklara asar, kuruturduk, yiyeceğimiz olurdu. Fatma adında bir  komşu kadın vardı. Ben, evi gidip gördüğüm  zaman “Ahmet Ağa vardı” zengindi fakat senin sofran daha zengin, her şeyin düzenli.” derdi...

 

1976’ya kadar başka ilçelere, merkezlere gittiniz mi?

Eskişehir’e gelmem benim başıma hayli işler getirdi. 59 / 60 yılında, Ertuğrul Gazi Okulu’nda öğretmenken, altmış devrimi oldu.

 

Onlardan bahsedelim, altmış devrimi oldu, sonrası?

Muhtarlıkları öğretmenlere verdiler. Ben de Zincirlikuyu muhtarı oldum. Gericilik-ilericilik vardı. Fakat  ilericiler benim etrafıma toplandılar. Zenginler, köyün hazine yerlerini zapt etmişler. Köyün  harmanını, birçok yerini talan etmişler. Dediler ki “Bak hocam, sen biliyorsun, sosyalizm geldi. Nasıl  oldu bu? Seçimle olmuyor. Ne yap ne et buraları kurtar. Sen oy beklemiyorsun.” Ben kadastro getirdim. Yerleri ölçtürerek, o tecavüz edilen yerleri zenginlerken kurtardığım gibi, köye harman yeri, sığır koyun merası ve bir akasya ormanı kazandırdım. Zengin  takımı da bana düşman oldu.

Referandum, genel seçim oldu. Halk  Partisi, Cemal Gürsel kazandı. Ama  iki şey vardı; senatörler vardı. Çoğunluğu Adalet Partisi’nden giren senatörler kazandı. O zamanki seçim kanunu öyle imiş. Halk Partisi’nden iktidar adamları az ve eski idi. 8 Mayıs’ta Bolu’nun Yığılca Kazası’na tayinim çıkarıldı. En fakir kazaymış. 1963’te gittim. Bir iki gün orada kaldım. Buradan  mazeretim oldu, hadi İstanbul’a. Burada  İşçi Partisi kurulmuştu. Mehmet Ali Aybar, sonra  İşçi Partisi Genel Sekreteri Sekreteri Cemal Hakkı Selek’ler, bilmem kimler... Artık başladım onlarla tanışmaya. Bir  nevi isyan etmeye başladım. İşçi Partisi’nin kurulmasına yardım ettik. Hadi bakalım, yaka paça hapishaneye doldurdular.

Mahkeme falan derken önce Komünist Parti kurmaktan, idam istemiyle, dava açıldı. Sonunda propagandadan bir yıl ceza aldık.

 

Ne yaptınız cezayı?

Cezayı yattık.

 

Kaç yılında yattınız?

1964 yılında, 10 Eylül’e kadar 8 ay Eskişehir Cezaevi’nde yattım. Sonra  tahliye oldum. Tahliye  olunca yine iş aramaya başladım.

 

Meslekten men mi edildiniz?

Evet. Maden-iş Sendikası’nda, eğitim uzmanı olarak çalışmaya başladım.

Oğlum da, burada fen fakültesini okuyordu. 1965/66 yılları, arada bir mahkemeye gidiyorum. Tutuksuz yargılanıyoruz. Öyle bir kanı geldi ki, biz beraat edeceğiz… Fakat  65 yılı genel seçimler olacak, Süleyman Demirel zamanı. Ona  birkaç zaman kala “Eskişehir’de  komünistler ceza aldı.” densin diye bize ceza verdiler. Fakat biz temyiz ettik. Temyiz 7 yıl kadar sürdü.

1966’da Adana’da bir seminerimiz oldu. O semineri yaptık. Bizim  çok avukatımız vardı. Onlar da  geldi. Orada  ilk defa o kadar hakimi bir arada görüyorum.  Başkanı  da Abdullah Gözübüyük. 60 devriminin Adliye Bakanı. Ona da  bir devrimci gibi güveniyorum. Fakat neler anlattılar? Neler yaptılar? Meğer hiç ona bakılmamış. Cezamız onaylandı, 21 gün yattım.

İstanbul’da, Paşakapısı’nda cezamı çekip bitirdim.

Geliyorum. Bu defa ceza aldığım için mecburi ikamet sorunu var.

4 ay boyunca, her akşam Yenikapı Karakolu’nda, sonra Beyazıt Karakolu’nda her akşam gidip bir defteri imzalıyordum.

İmza atmaya Ağustos’ta başladım, Eylül, Ekim, Kasım derken bayağı zorluklar çıktı. Aralık başında mecburi ikametgahı bitirdim.

İmza atarken bir Fethi Bey vardı. Bana çok yardımı olurdu. Ben Eskişehir’e gideceğim zaman bana birkaç günlük imza attırır, beni idare ederdi. 

Sadık  Göksu ile tabi evvelden de tanışıyoruz. Benim burada mecburi ikametim varken onların Sultan Çiftliği’nde çok kaldım. Oğlumun tahsili devam ediyor.  “Eyvah!  Ne yapalım?” Şimdi para da lazım. Nevzat Üstün bana Radar Reklam’ın tahsilat işini buldu. Merter’e, Kurtuluş’a, bir çok iş yerine gider tahsilat yapardım. Tahsilat işinde iken çok korktum.

Birgün Merter’deki bir meyve suyu şirketinden, tahsilat olarak 27 bin lira para aldım. O  zamana göre  kıymetli bir para. Su geçirmez bir pardösüm vardı, parayı  ceplerime koydum ama ceplerim  balon gibi oldu. O zaman çaldıracağım diye çok korktum. Radar Reklam’ın sahibi Mehmet Bey’e  “Beni böyle çok para alınacak yerlere yalnız göndermeyin.” dedim.

Büyükşehir’e vergi ödemeye giderdim, oğlum mart ayında fen fakültesini bitirdi. Ankara’daki  Maden Teknik Arama’ya tayini çıktı. Dedi ki “Bırak çalışma artık ben evi idare edeceğim.” dedi. Ben de işi bıraktım. Kitap çevirmeye başladım. Bulgarca’dan, Esperantoca’dan, Osmanlıca’dan birçok kitap çevirdim. O  da para yolladı. 1970’te Bulgaristan’a gezmeye gittim. 71’de 12 Mart oldu. Benim arkadaşlarım tutuklanınca ben de Bulgaristan’a kaçtım. Doğan Özgüden “Abi burada hiç durma, çok büyük bir tevkifat başladı. At kendini dışarı, ne olur ne olmaz?” dedi.

Gittiğim yerlerde 8’er gün kaldım. hanımla haberleşiyoruz, bazı şifreli sözlerimiz var; bana “Gelme, durum iyi değil” diyor.

Ben de orada kalmanın çaresini arıyorum.  Orada 100 gün kaldım.

Orada buradan oraya kaçanlarla görüşüyorum. Onlar ”Hiç burada kalma, biz kaldık ama memnun değiliz. En yüksek parti okulunu bitirdiğimiz halde hala dil öğrenemedik.” Diyorlar.

 

Bulgaristan’a nereye gittiniz, Yunus Abdal’a mı?

Sofya’ya gittim. Benim  bacanak da  orada emniyette  çalışıyor. Onun  yanında kaldım. Gazetecilerle görüşürdük, hatta bir dışişleri bakanı vardı. Birgün bacanakla çıkarken onu da gördük. Dediler ki “Dağda ona bir suikast yaptılar. Vitoşa Dağı’nda  soğuktan öldü.” dediler...

 

Bulgaristan’da 100 gün ne yaptınız?

Sofya’dan başladım Silistre’ye gittim. Şumnu, Tırnova, Hacıoğlu Pazarcığı, Balçık, Tekke’lere birkaç defa gittim, notlar aldım.

 

Türkiye’ye geri döndüğünüzde ne iş yaptınız?

1971’de artık kafam da orada kaldı. Artık  sosyalizm için, bilmem ne için hep oradaki şeyleri not ettim. 71’de geldikten sonra iş yok. 73’te genel seçim oldu. Ecevit kazandı. Bunlar  bir af çıkaracaktı. O  zaman koalisyonda Erbakan vardı. Onun  etrafında da kazanlar vardı. Önce bizi de kapsayacak bir prensip anlaşması yapıyorlar. 74 yılı, Mayıs 15, o akşam oylama yapılacak. Bekliyoruz  evde. Erbakancılar meclisi terk etti ve oylama kaldı.

Hanımla  çıktık Ertuğrul Kürkçü’lerin yanına gittik. Korkoçalar diye arkadaşları vardı. Birçok şeylere karıştı. O  da geldi, Eskişehir’de bir şeyler satardı. Onun  dükkanına uğradık. “Ne  yapıyorsun?” dedik. “Abi etrafım polisle sarıldı. Benim  aldığım istihbarata göre bu bizi kapsamayacak.” dedi. Başka yere gittik. Nasıl  takip ettiler Kürkçüleri bilmem. Birkaç yıl sonra, Korkoçaların eşini İstanbul’da Avukat  Turgut Kazan’ın yanında gördüm. Konuştuk. 

Ben  o akşamı unutamıyorum. Neyse  geldik eve. Sabahleyin radyoyu açtık. O  maddeleri onaylamamışlar. Nihayet,  Ecevit Anayasa mahkemesine başvuruyor. Onunla birlikte biz de tekrar vazifeye dönme hakkını kazandık ve müracaat ettik. O zaman Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ vardı. O da “Sizin vazifeye dönebilmeniz için Bakanlar Kurulu karar almadı.” diye bizi oyalıyordu. Birçok devrimci toplandı. Ankara’da vazife  alacak. O sırada da Ecevit istifa etti, hükümet koalisyonu bıraktı. Bana  tayin geldi.

Ekim 1974 yılı tekrar Bolu iline asil öğretmen olarak verildim.

Benim damat da müfettiş. Ardahan’a tayini çıkmış. Derken “Ben Eskişehir’e geleyim. Orada  öğretmenlik yapayım da ev dağılmasın.” dedi. TÖB-DER yönetim kurulundaki İbrahim İşyar Çanakkale Cezaevi’nde çok kaldı. Biz onunla görüşüyorduk. Onunla telefonda görüşüp  bizim damadı Kütahya’ya eğitim müdür yardımcısı yaptık.

Derken  ben ekim’de tayin oldum. Bir yandan bu işlerle uğraşırken Kasım’da göreve başladım. Çocuklar  geldi, hanım geldi.

Bir  yıl tek başıma Bolu Ardıçdibi Köyü’nde çalıştım. Ondan sonra Bolu’ya gittim. Ecevit’in adamları iyi kişilerdi. Bolu’ya, Eskişehir’e ailemin yanına gitmek için tekrar müracaat ettim. Fakat üç yıl geçmeden olmazmış. Orada kaldım, fakat orada kalamayacağımı anlayınca, bu defa hanımı getirdim. Ardıçdibi Köyü’ne yerleştim. Orada  da bir Kalkındırma Kooperatifi kurduk. Çevre öğretmenlerini ve halkı toparladık. Halk da bizi iyi karşıladı. Fakat bizim damat sonra Yüksel Çakmur’un  Özel Kalem Müdürü oldu. O  zaman Turizm Müdürü idi. “Köy hayatı zor, ikiniz de yaşlısınız. İstanbul’a git. Benim  köye yakın okul varsa seni oraya tayin edelim. Bizim gücümüz var.” dedi. Böyle de oldu. Filan yer yakın, tayin oraya çıkıverdi. 77’de İstanbul’a geldik.

 

Bolu’da kaç yıl kaldınız?

Bolu-Düzce, Ardıçdibi köyü, 74/77’ye kadar aynı köyde kaldık.

 

Bolu’yu biraz bilirsiniz, nasıldı oralar?

Bolu’yu bilmiyorum, Düzce’yi biliyorum. Isparta’da hep yerli halk var, dışarıdan gelen insan az. Düzce’de çeşitli millet var; Çerkez, Göçmen, Abaza, Karadenizliler... Mesela Isparta’da Karadenizliler yoktu. Bizim zamanımızda buralar çok hareketli ve aynı zamanda Karadenizliler var. Ülkücüler var, Abazaların ve Çerkezlerin kendi yaşamları var. Uzun Mustafa Köyü’nde benim dünürüm var, sık sık gidip görüyordum.

 

Çerkez mi Abaza mı?

Karışık, ben ikisini aynı zannederdim. Nemli’ye gidince anladım. Sordum, dediler ki “Çerkezlerin ve Abazaların konuşması farklı.” Orada önceden Ermeniler varmış ve Müslüman olan Ermenilermiş. Hatta ben bir ara Düzce merkeze tayin oldum. “Aman” dediler  “O mahalleye düşme, oradaki Ermeni çocukları biraz yaramaz.”

 

Isparta’da, Eskişehir’de, öğretmenliğiniz ilkokul öğretmenliği miydi?

Evet...

 

Söyleşi için çok teşekkürler. Tekrar görüşmek dileğiyle.

 

 

Söyleşi: 26. 2. 1999, Küçüksu, Anadolu Hisarı.

 

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 263-291