Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (IV.) – Ayhan Aydın

Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (V.) – Ayhan Aydın

 

AZINLIKLAR   MEZARI

 

Sıcaklığını  yitiren kadınlar gibi

Kanseri simgeler Rumeli'de günler,

Kanımızı emen akrepleri yankılar

Kelepçeler,  darağaçları,  sürgünler...

 

Kan kusarken büküm giyen türküler

Ölüm taşır karanfil acar her yara.

Zulme karşı savaş verir mazlumlar

Saçlarım bayrak edip rüzgârlara.

 

Pırangalarla gelip geçiyor günler

Ruhlar esir, kalpler kırık dökük.

Acılar, erkeklerin canına minnet

Anaların gözleri yaşlı, boynu.bükük.

 

Ölüm sellerinde yaşam sürdürüyor

Rodoplar, Dobruca, Gerlova, Deliorman,

Sevda oluşunu yitirirken umutlar

Kavgalardan kopan avuntudur zaman.

 

Dil yasak, din yasak, töreler yasak...

Bir iniltidir her ağıt, her destan,

Derde derman yok, gözler kan çanağı

Azınlıklara bir mezardır Bulgaristan.

 

Mehmet Çavuş,  Eskicuma, 1982

 

(Mehmet Çavuş, 20. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri, (Antoloji), 2. Baskı, İstanbul-1988)

 

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ANILARI

 

Ayhan Aydın

 

İkinci Dünya Savaşı döneminde, düğününüz olmuştu. Evlendiniz ama sıkıntılar çok fazlaydı.  1941 yılına dönüp anılarınızı bizimle paylaşmaya devam eder misiniz?

Soğuk, kış. Ev sıcak oradan ayrılmak istemedim. Zaman geldi, akşam oluyor ben vazgeçiyorum. Bizim ki yeni olduğu için bana diyemiyor annesine, babasına “Okula gitmiyor, vazgeçecek” demiş. Onları bir  telaş almış. “Okulu bitirsin, niye gitmiyor.” demişler. Bunlar hemen  geldi, “Ne yapacaksın?” dediler. “Pek canım istemiyor” dedim. “Bitireceksin, biz de yardım edeceğiz. Yarın seni okulu götüreceğiz” dediler. Neyse öyle de oldu. Şimdi bunlar bana “Sen git oku” diye yardım ediyor. Ben orada, son sınıfta iken eşim hamile kaldı. Ben  olgunluk imtihanlarına devam ederken 21 Eylülde çocuk dünyaya geldi.

Ramazandı  ve  Dere Mahalle’de idim eve geldim. Fakat yokluk da var. Kayınpeder, kayınvalide geldi ve bana “Ne yapacaksın?” dediler. “Ben âli kısmına gideceğim.” dedim. “Nereye gideceksin? Yokluk var. Annen, baban yaşlı, sen hiç şey yapma köye öğretmen lazım.” Bizim okullar özel olduğu için encümen idare ediyor. Encümen reisi, halk tarafından seçilmiş onların akrabalarından. Kayınpeder “Ben encümen reisi ile konuştum, hemen senin tayinini verecekler. Köyde  senden başka yüksek okul bitirmiş birisi yok. Seni hemen kabul edecekler.” dedi. Kabul ettim.

Süleyman Efendi okulda öğretmenlik yapıyor. Onunla beraber çalışacağız. O da çok güzel Bulgarca bilirdi. Encümenliğe hemen dilekçe verdik, encümen reisi “Tamam” dedi imzaladı. Üye, azalardan Habil Ağa var, ona gittik. Onun öğretmen vekilliği yapan bir akrabası var “Ben imzalamam” dedi. O  zaman Süleyman Efendi “Habil Ağa, horozsuz da sabah olur, imzalamazsan imzalama.” dedi. Bana “Ertesi gün okula gel kardeşim.” dedi, hemen gittik ve onunla okula başlayıverdik.

Derken 1943 – 44 öğretim yılı yokluk zamanları. Süleyman Efendi ile işe başladık. Ben bir ve ikinci sınıfı okutuyorum, o da üç ve dördüncü sınıfı okutuyor. Siyka denen bir kadın Bulgar öğretmen vardı. O g hiç okula gelmiyordu.

O zaman faşist döneminde biz 1000 leva alırsak, onlar bizim iki katımızı alırdı. Sadece gelip parasını alıyor. 2000 leva mı, 3000 leva mı, alıp çekip gidiyor. Kemaller denen bir ilçe merkezinde oturuyordu. Bütün yük bizim üzerimizde fakat işi iyi yürürken savaş olduğu için Süleyman Efendi’yi askere aldılar. Pernik denen bir maden ocağı var orada askerlik yapıyor. Bütün  okul benim üzerime kaldı. O  kadın da dediğim gibi her ay maaş almaya geliyor. Ben onun geldiği günleri yazıyordum. Neredeyse bütün bir ay gelmezdi. Gelse bile çocuklara “Sizde kabak var mı? Sen kabak getir, sen mısır getir, sen bilmem ne getir.” derdi. Çocuklardan  bir şeyler toplar çeker giderdi.

Bu  şekilde devam etti. Fakat bombardımanlar arttı. Öyle olurdu ki bazı günler Sofya bombalanırdı,  duyardık. Bilmem hangi bölge bombalanmış, bilmem ne kadar zarar var. Bilhassa  Romanya petrolleri Tuna’ya akıyor. Tuna bize yakın olduğu için bomba seslerinden uyuyamazdık. Sanki  bizim evlerin arkasında oluyor. Derken  o yaz, gece baskınları olur, uçaklar sürü halinde geçerdi. Şimdi nasıl ki NATO üssü İtalya’da, İtalya’dan kalkar gelip bizim oraları bombalar dönerlerdi.

Ağustos ayına geldik, sıcak bir yaz günü. O  sıralarda  Bulgar Kralı 3. Boris Hitler tarafından öldürüldü. Kralın  yerine veliaht II. Simeon Tırnovski küçük olduğu için onun yerine annesi Juanna, amcası  Kiril Preslavski, o zamanın başbakanı Bogdan Filof ve daha başkalarının eline geçti.

Bir ara “Kemallar’deki hükümet binalarını partizanlar zapt etmiş.” dediler. Partizanlar o zaman Bulgaristan’ın birçok yerinde dağlara çıktı. “Almanlara karşı, faşist idareye karşı gençleri partizanlar almış” dediler ve Ağustos ayı içinde idi. Biz  Türk öğretmenler hemen toplandık. Kayınpederin  Şose Boyunda bağlığı var. “Bağlığın içerisinden onlar geçecek, bizim belediyeyi teslim alacak” dediler. Bütün bir gün partizanlar geçecek diye bağlıkta bekledik. Yalnız, köyden faşist idarenin bir polisi vardı. Onun  kayınpederi, eşyasını almış kaza merkezinde eve getiriyor. Önüne  çıktık “Bay Sanko ne oldu? Nereye” dedik, “Yahu Milisye’yi zaptettiler, ben bizim damadın eşyalarını aldım getirdim.” dedi. Aradan birkaç gün geçti fakat hiç ses yok, bir olay yok

Bu arada Romanya Almanlarla beraber iken bir dönüş yaptı ve Alman karşıtı oldu. Romanya’da ki Almanlar oradan kaçıp kimisi sandal ile kimisi yüzerek Bulgaristan’a geçti. Hala Alman yanlısı olan Bulgarlar yaralı Almanları at arabaları ile Razgrat’a götürdüler. Almanlar bu olaydan çok korktuklarını yakında da buralara Kızıl Ordunun geleceğini söylediler. 

Çok geçmedi, Eylül ayı başında (7 Eylül) Ramazan ayında bir gece anam beni kaldırdı. “Kalk, kayınpederin mahallesinden silahlar atılıyor. Neler oluyor gidip bak” dedi. Kayınpederin mahallesi bizim  mahalleye 2 km. kadar. Ben, sabah erkenden gittim. Bir de ne göreyim gurup guru kamyonlar, motorsikletler, hem karada hem suda yürüyen otomobiller Partizanlar  önde, Sovyet askerleri arkada yoldan geçiyorlar. Bizde yolun kenarında onları seyrediyoruz. Şarkı  söyleyerek internasyoneli söyleyerek geçiyorlar.

Ben de oradan geçip Razgrat’a gidiyorlar zannediyorum. Eve gideyim, dedim birde gittim baktım ki o geçen arabalar, ağır toplar bizim mahalleye dolmuşlar. Anam mahallenin orta yerinde duruyor. “Ne oldu?” dedim. “Yavrum bir Rus askeri geldi, tütünlere doğru baktı, sopayla kovaladım. Çekildi gitti, başka gelen de yok” dedi. Asker de “Babuşka babuşka (anneciğim)” demiş. Annem askerler gelip tütünleri paylaşacak diye korkmuş. Zaten  bizim başka bir şeyimiz yok. Anam birinci kalite, güzel tütün yetiştiriyor, başlıca geçim kaynağımız tütün.

Eniştem  de Pernik’te ıhtiyat askeri. Ablamın çocuğu geldi “Dayı çabuk gel, Rus askerleri mahalleyi geziyor.” dedi. Gittim  oraya, iki Rus askeri gelmiş mahalleyi geziyor. Bulgarca Rusça’ya yakınmış, Bulgarca biliyorum.  Ben başladım askerlerle Bulgarca konuşmaya ama anlaştık. “Ne arıyorsunuz?” dedim “Biz fener arıyoruz. Gece yolculuk yaptığımızda lazım oluyor. bir de votka arıyoruz” dedi. Ablama “Su istiyorlar” dedim. Ben votkanın ne olduğunu bilmiyorum diye gülmeye başladılar. “Vdtko, votka” dediler. Ablamın küçük çocuğu ağlıyor, diyor. Dedim ki “Çocuklar korkuyor”, “Gelsin arabaya” dediler.

Çocuğun kucağına 2-3 kiloya yakın toz şeker koydular. O zamanlar da şeker ilaç için bulunmuyor yalnız hastalara veriliyor. Ablam bir sevindi bir sevindi. Meğersem daha önce geçtikleri bir dükkanı yağmalamışlar.

Eve döndüğünde köyün gece korucusu Mıstık gelerek “Hoca mektepte seni Türk zabitleri bekliyor” dedi. Ben Türk zabiti deyince burada Türk zabiti ne arayacak ki diye şaşırdım. okula gittim. Baktım Rus subay üniformalı asteğmen, üst teğmen, başçavuş gibi rütbeli bir sürü subay var. Bunlara “Dobredoşal” dedim. onlar gene Türkçe konuşmaya başlayarak kendilerini Abbaszade diye kendilerini takdim ettiler. Meğer bunlar Azerbeycanlıymış, okulu açtım, içeri girdiler.

Oradaki kitapları karıştırmaya başladılar ve “Bir zaman biz de bu harflerle okumaya başlamıştık fakat daha sonra Kiril harfleriyle okuyup yazdık” dediler ve oturdular. Okulda Türk zabitleri olduğunu işiten halk öyle bir geldiler ki okul kadın erkek Türklerle doldu. Onlarda çıktılar hakla konuştular ve Türk olduklarını söylediler. Yakınlarımdan bizim İlyas Dayı şimdi “Okuldan kalkıp bize gidelim, bu Türk zabitleri benim bir yemeğimi yesin“ dedi.

Biz evine götürdü. Varlıklı olduğundan hemen güzel bir sofra donattı ve bu  arada biz subaylarla konuşmayı ilerlettik.

Demir Perde olan Rusya’da insanların nasıl yaşadıklarını, Türklere nasıl davranıldığını, Kolhoz (Köy tarım kooperatifi) ve Solhoz’un (Devlet tarım kooperatifi) olduğunu ve nasıl işlediğini ve çalışanlara ne ücret verildiğini konuşurken biri bir ara cebinden cüzdanını çıkararak rubleleri göstermeye başladı. Rublelerin üzerinde olan resmin kim olduğunu bilemiyoruz, o bunun Lenin, olduğunu söyledi.

O zaman ben Lenin’i ilk kez gördüm. Akşam üzeriydi subaylarla oradan aşağı köy merkezine yürüdük. Bulgar okulu bizim okuldan çok büyük  hem de üç kattı. Orayı  genel askeri karargah yapmışlar.

Oradan  yukarı mahalleye yürüdük. Orası köyün en yüksek yeri idi.

Karşıda Rusçuk Varna Demiryolu’nun geçtiği yer görülüyor, zaten onun biraz ilerisinde Razgrat ve Tekke Mahalle tarafında uçak alanı vardı.

Askerler bahçe ve ovaya ağır hafif toplarını o tarafa doğru yerleştirmişler.

Her birinin yanında saçlı sakallı yaşlı askerler bekliyordu. Ben Abbaszade’ye “Bu yaşlı askerleri niçin aldınız?” deyince o “Biz bunlara mıjik (sefil) deriz, 1939/1940 yıllarında Rus/Finlandiya savaşında kışın bunları hep ileri sürdük fakat tükenmediler.” dedi.

O savaş sonunda Finlandiya barışmak zorunda kaldı ve Ruslara Leningrat ve Kuzey Denizi’ne doğru hayli yer bıraktı ve İkinci Dünya Savaşı’nda  Finlandiya Mareşal Manerhaym komutasında Ruslara hayli saldırdı.

Yine bu subaylarla Ruslar köye girdiğinde Bulgarlardan hiç biri sokağa çıkmazdı. Alman yanlısı olduklar için hepsi saklanmıştı. Çıkmak zorunda olan Bulgar erkekleri Türkler gibi sarık sararak çıkarlardı.

Köyümüzde de bir satış kooperatifi vardı. Onda da yine hastalar için şeker, pirinç, ölenlere kefenlik Amerikan bezleri vardı.  

Bir  gün okul önündeydim, karşımdaki satış kooperatifine bir Çerkez milli kıyafetli askeri birlik geldi. At üzerinde olan komutanları beni çağırdı “Bu satış mağazasının sorumlusu sen misin?” dedi. “Nerede o? Bana onu bul” dedi. “O bir Bulgar, saklandı” dedim. Biz öyle konuşurken bir asker elindeki şımayzeri (makineli tüfek) kooperatifin penceresine vurdu.

Cam kırılınca birkaç asker hemen içeriye girerek oradaki şeker, sigara, kefenlik bezleri arabanın içine taşımaya başladılar. Mağazada da bir şey yoktu ve bu birlik yukarı mahalleye doğru gitti.

Ben oradan okula yakın Aziz’in kahvehanesine gittim.

Oradakilerle konuşurken yukarı mahalleden Çavuş Habil denen  bir ihtiyar geldi. “Bizim mahallede bir bolluk vardı, bir görseniz” dedi.

O mahallede fakir bir mahalleydi. Rus askerlerini selamlamaya çıkan çıplak çocuklara o kefenliklerden bez verirler ve eteklerine de birkaç kilo toz şekeri koyarlarmış.

 

İkinci Dünya Savaşı’nı da canlı olarak yaşadınız?

Ruslar bizim oraya 7 Eylül 1944 yılında girmeye başladılar. Savaş zamanında köyümüzdeki Bulgarların hepsi evine sığındı. Bulgaristan Almanya ile birlikte idi. Rusya savaş ilan etmedi ama İngiliz Fransız müttefikler savaş ilan etmişti. Ruslarında başında Marşhal Tulbohin olmak üzere Kızılordu 7 Eylülde Bulgaristan’a girdi.

Ruslar bizim köyün Razgrad tarafına topları yerleştirmişler. Çünkü  Razgrad’ta Alman askerleri garnizonu, uçak alanı var. Bulgar okulu bizim Türk okulundan daha güzel karargah orası imiş. Oraya  gittik geziyoruz.

Akşam  namazını kılmış bazı ihtiyarlar camiden çıktılar. Biz onlarla konuşurken ihtiyar bir adam “Ahmet Efendi gel” dedi. O zaman gencim, daha askere gitmedim, iki yıllık öğretmenim. “Bu zabitlerin hürmetine, bize gece kimse çıkmayacak diye ilan ettiler. Bir izin verseler de şu teraviyi kılsak.” İşitmişler, askerler bana “Ne diyor?” dediler. Dedim “Böyle, böyle diyor.” “Sen söyle, biz bu akşam gideceğiz. Demir  arabaları kaçırın çünkü asker alıyor” dediler.  Ben  geri döndüm. Bizim  cemaat oradan ikiye ayrılıyor; bir yukarı mahalle bir de aşağı mahalle. Yukarı mahalle de seslendim mahalleliyi topladım. “Buraya bakın, komşulara söyleyin bu akşam asker buradan gidecekmiş, at arabalarını kaçırın”. “Öyle mi be kardeşim”. “Öyle”. Herkes dağıldı. O  gece bakıyorum tıngır tıngır hep arabalar çekiliyor.

Fakat  Bulgar mahallesinin haberi yok. 100-150 hane Bulgar var. Biz diğerlerine “Arabaları kaçırın” derken kendi arabamızı babam sabaha karşı kaçırırken birkaç Rus askerine rastlamış, askerler hemen gelip arabayı gözden geçirmişler. “Haraşo, haraşo! (güzel güzel)“ deyip alıp götürmeye başlıyorlar.

Babam arabayı vermemeye çalışıyor. Oradan birkaç Tatar askeri gelip “Kart baba ne oldu?” demişler. “O da baksana arabamı aldılar” diye ağlıyor. Bunlar Rus askerlerine yetişmiş aralarında ciddi olarak atışmaya başlıyorlar. Babam Rusca bilmediği için tartışmayı anlamıyor. Tatarlar bellerinden kasaturalarını çıkarıyorlar. Bunu gören Rus askerleri  çekip gitmişler. Bunu gören Rus askerleri arabayı bırakmışlar. Tatarlar ‘Hadi baba durma kaç’ diyorlar. Babam da “Oğlum burada beni gene görürler beni biraz ileri götürün” diyor. Onlar da babamın yanında hayli bir tarlalara doğru gidiyorlar. Babam da sevincinden, yanında tütün çıkısı varmış onlara veriyor “Alın için” diyor. Orada her tarafa araba saklamışlar. Babamın yanına varıp yemek götürdüm. Bana “yanımda hiç tütün kalmadı bana ne yap et tütün yetiştir, dedi. Eve geldim 3, 4 elpeze (yelpaze) götürdüm. Çok sevindi. Hemen kıymaya başladı.

O akşam uyuyoruz. Anam geldi kapıya vurdu “Çocuğum kalk, Bulgar mahallesinde silahlar atılıyor. Bak  bakalım ne oluyor?” şumayzerler, kaleşnikoflar tak tak tak... Türk mahallesinde araba kalmadı, Bulgarların haberi yok sonra onlar varlıklı, Türkler fakir. Onların atlarını arabalarını alıyorlarmış. Bir  komşu var, güzel bir gelini var, bir de üstüne gelini almasınlar mı? Zar  zor gelini kurtarmışlar, arabalar gitmiş. Bizim  sonra haberimiz oluyor. O askerler gitti ama kuzeyden hep asker geliyor.

Bazıları güzel askeri üniforma, bazıları da geliyor milli giysili; Çerkez giysili, kumandanları Abaza, Çerkez... Tanklar  geçiyor falan. Rusların geçişini böyle gördük. Savaştan sonra Bulgar parası tedavülden kalkacak diye elimizdeki bonoları harcama telaşına düştük. Babam köyümüzün 4,5 km güneyindeki Çerkovna köyüne gönderdi. Orada kooperatif var ve oradan alışveriş yapıp paranın hepsini harcayacağım. Köye girdiğimde bir de baktım ki Rus bayrağı çekmişler fakat bayrağı yaparken çekici ters tarafa doğru çizmişler. Hemen gittim dedim “Bu bayrak böyle değil, çekici ters koymuşunuz” o zaman da Ruslar görse “Bizimle dalga mı geçiyorsunuz” deyip hepsini kurşuna dizerler. Öyle bir dönemde yaşıyoruz. Belediye başkanı “Aman çocuk, bu bayrak nasılsa bize bir bayrak yap” dedi. Hemen orada bir bayrak çizdim verdim. Bayrağı hemen astılar. Bayraktan çok memnun kaldılar. Belediye başkanı yemekten gelen kooperatif görevlilerine “ Bakın ne isterse verin” dedi. Kooperatife gittim istediğim her şeyi aldım ve bonoları da orada harcamış oldum. Hatta bir pulluk bile aldım. Savaş sonuna kadar o bonolar tedavülden kalkmadı.1947 yılanda o paralar damga pulları bir çok değiştirildi.

Ben 44 – 45 yılı öğretim  yılında köye ikinci sene tekrar öğretmen oldum. 2 gün sonra, 9 Eylülde Bulgaristan’la Sovyetler arasında bir antlaşma imzalandı. Bulgaristan Almanya yanlısı olmak yerine Sovyetlerin yanında Almanlara karşı savaşa başladılar. Budapeşte’ye, Berlin’e doğru yürümeye başladılar.

Nitekim bu okuduğum kitapta da söylüyor; Rus askerleri ile Bulgar askerleri, Almanlara karşı Berlin, Budapeşte, Prang’da birlikte çarpıştılar.

O zamanlar radyo her yerde yok. Bir  yerde partizanlar Sofya’nın idaresini almış, artık idare değişiyor vatan cephesi kuracaklar. Eski faşizme karşı olan partilerden İşçi Partisi komünistler, Çiftçi Partisi, Zveno Milliyetçi  Partisi, Radikaller,  Sosyal Demokrat Partililer, 4 – 5 partiden oluşan vatan cephesi... Bir haber geldi, “Çıtalişte (Bulgar kıraathanesi) orada toplanılacak köye bir idareci komite seçilecek” dediler. Çünkü  Bulgarlar çekildi belediyede kimse yok.  Gelen  askerlerde geldikleri mahalleye zarar veriyor, araba alıyor, bilmem şu bu... Bazı kişilerin koluna bez yok kırmızı kağıt takıp, belediyede görevlendirdik. Gelenlere  “Ne istiyorsunuz?” diye soruyorlar. Bizim oralarda su yok, “Su yok” deyince adam hemen gidiyor su, ekmek, bir şey buluyor. Başka gençler böyle hizmet ediyor. “Toplantı var, vatan cephesi başkanı seçilecek.” dediler Bulgarlarda geldi. Hatta  Nanço diye Balkan savaşı subaylarından bir Türk düşmanı, Çatalca’ya kadar gelmiş, oraları çok iyi bilirdi. O da orada, başkaları da, yaşlılarda var. “Kimi yapacağız?” dediler. Birisi  “Bilal var öğretmenlik yaptı”dedi, komşular da “Biz  burada çoğunluğuz şimdi Türklerden yapacağız. Faşist  zamanında Bulgarlardan gördük ama artık yok” dediler.  Nanço çıktı “Bilal  pek ileri gitme, sen eski faşist zamanımı arıyorsun?” der demez orada ağız dalaşı başladı. Nanço  sustu ve nihayet o da Türkler tarafından seçildi.  Türkler tarafından seçilince bize bir cesaret geldi.

Bir zamanlar 1933 yılına kadar bizim köyde Turan Cemiyetinin gölgesi bir cemiyet varmış. Bir askeri faşist darbe olunca o cemiyet kapatılmış.

Şimdi orada yaşlılar bana “Bu derneği tekrar canlandıralım” dediler “Ne yapacağız?” “Razgrad’ta bilmem ne bankasında parası da var, işte tüzüğü de burada. Biz  bunu tekrar canlandıralım.” Süleyman Efendi pek istemiyor, o Bulgarca biliyor biraz da Bulgar taraftarıydı.  Ben okulda olduğum için bütün yükü bana yüklediler “Bu dernek nasıl açılacak? Ne  olacak? bütün yolunu sen bulacaksın. Gençsin  ama bunu yapacaksın” dediler.

Bir  zaman göz hapsinde bir Duştubak denen bir köyde Zakir Efendi var.

Amcamla  birlikte  gidip Zakir Efendiyi buldum. Dedim ki  “Bak böyle böyle, bizim köyde bir dernek vardı. Sen tüzüğünü biliyorsun”  o da Bulgar okulunu bitirmiş, çok iyi bir adam. Fakat  Bulgarlar, Türklere önderlik yapıyor diye onu göz hapsinde tutuyorlar. Hiçbir  yere salmıyorlar. Evinde  idi. Hemen bir dilekçe yazdık. Gideceksin  şuraya müracaat  edeceksin, parayı alacaksın. Oradan  döndük geldik, halk okula dolmuş beni bekliyor. “Nasıl oldu?” dediler “Böyle böyle” dedim. “Ne duruyoruz, hemen kuruluşuna geçelim.” dediler. Kalabalık, hemen orada divan kurulu oluşturuldu. Bir  Abdullah Ferhat vardı o başkan oldu, ben de sekreter. Ondan  sonra ikinci başkan bilmem ne, dediler “Bu parasız yürümez, hadi bakalım herkes keseye davransın.” Ben artık yazmaya yetiştiremiyorum o zamanlar para kıymetli, masanın üstü parayla doldu, hele ki bonolar var bilmem ne. Derneği  açtık.

Şimdi “Dernek açıldı, bayram da yaklaşıyor elde müsamere yok. Ne  yapacağız?” dediler. Ben  tuttum bayramda güzel bir oyun, müsamere yazdım. İlk  müsameremizi Bulgar okulunda erkeklere verdik. Fakat kadınlar bize de gösterin diye ayak dirediler ve art arda kadınlara gösterildi ve benim düzenlediğim “İyi Geçinmek” adlı müsamerem o kadar beğenildi ki bir çok gençler bunu örnek alıp ailemizle böyle geçineceğiz diyorlardı ve öyle de yapıldı. İkinci  piyes “Faşizmin Yenilgisi” idi. Almanların Berlin’e doğru kaçışlarını anlatıyordu. Bu piyesimiz İsperih (Kemaller) Kaymakamlığı tarafından Kemaller halkına gösterilmesine karar verildi ve bir akşam Kemaller Kıraathanesinin düzenli salonunda öyle güzel temsil edildi ki Türk Bulgar ellerini patlatırcasına alkışladı. Biz bile nasıl güzel oynadığımıza şaştık.  

Gençler  toplandı “Gece okulu açacağız” dediler. Bilenlere, bilmeyenlere Rüştiyeyi bitirmişlere falan okullar açıldı. Gece  şarkılar, marşlar, bilmem neler derken okulda bir hareket oldu. Fakat  o senenin ilk baharı geldi, 20 Nisanda beni askere aldılar.

Akyazılı Sultana yakın bir yerde bir çiftlikte askerlik yaptım.

Bir  yıl kadar köyden uzak kaldım ama bana mektup geliyor, ben müsamere yazıp köye  yolluyorum, orada oynanıyor. Gayet  güzel insanlar yetiştirdik. Askerde  de bu işi devam ettiriyoruz. Askerde  yetenekli gençlerle bizi 4 – 5 ay tamamen bu işlere verdiler. Kumandan  “Sen, ne yazdın ise hatırlayacaksın. Bütün askeri birliklere müsamere düzenleyeceksin” dedi. Çeşitli yerde birlikleri var Durjinanın içerisinde, Şumnu’da, Prestlavda bilmem nerede. Biz askerliği böyle bir müsamere yapmakla geçirdik. Haziran ayında terhis oldum.

Köyde  rüştiye açılmış. Oraya  öğretmen olacağım zaman bir şart koştum “Bizim hanım da ilkokula öğretmen olacak.” Encümenlerden de bir Şerif Ahmet var o da cahil bir adam. Onu başkan yapmışlar, bir de tutucu “Kadınlardan öğretmen olur mu?” dedi “Eğer olmazsa bende olmam” dedim. Yeni Işık denen gazeteye de ilan verdim. Yine okula devam ediyorum. Kızılburun denen köyde 5 – 6 tane köy birleşmiş geldiler. Encümenlerden  Mustafa Canbaba’da var. “Orada sana iki maaş, odun, su, yemek” dediler “Benim bacanak var” dedim. Çiller Köyü var o da Kızılburun’dan daha büyük ve daha zengin. Fakat Kızılburun çok kültürlü, halkı Bektaşi, öbürleri kültürsüz. Bacanakla  baldız oraya Çiller’e , ben bizim hanımla Kızılburun’a öğretmen olduk.

Orada  konuşurken bir araba daha geldi. O da Tuna boyundan Slepol denen zengin bir Tatar köyü. “Siz ne verdinizse biz daha çok vereceğiz.” Diye  başladılar konuşmaya “Bizim köyde daha çok rahat edersin. Etsiz  duramıyoruz. Et  ihtiyacını da göreceğiz, işte şunu da bunu da...” “Ben baştan bunlarla konuştum Kızılburun’a gideceğim.” dedim “Yahu yapma öğretmen gel bize. Okul  dağılmak üzere, öğretmen bulamıyoruz” Tam da mısır kırma zamanı, iş var “İşleri bitireyim beni gelip alırsınız.” “Yok, sen şimdi bizimle geleceksin seni köy görsün. Çevre  köyler öğretmenin geldiğini görsün çünkü öğrenciler dağılacak.” Tam da ikindi den sonra yola çıktık. Anam babam hepsi kaldı. Ben ilçeden geçerken Kemaller’e uğradım. Orada bir kitapçı vardı. Mühürleri  nasıl olacak onları biliyorum. Mühürler, defterler ilkokula, ortaokula...

Orası bir zaman Romanya idi.

Romanya çekildi fakat oranın insanları Bulgarca bilmiyor. Çevre köylerde de hiç Bulgar yok hepsi Türk.  Ezan geçti, geç oldu. Atlar gidiyor Dobruca’ya gidiyoruz. Uzun, düz yollar. “Kızılburun’a yaklaştık.” dediler Fakat  köy kenarında aydınlıklar, fenerler vardı. “Onlar ne?” dedim “Öğretmen gelecek mi gelmeyecek mi diye köylüler kenara çıkmış orada bekliyorlar” dediler.  Yaklaşınca köylü “Ne oldu?”  diye sordu. “Tamam bulduk” dediler. “Hani görelim” diye geldiler bana bakıyorlar. Bende  gencim iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptım, “Eyvah pek de genç” diyorlar. utanıyorum. Neyse  vardık bir bakkal Ahmet diyorlar, oranın encümen reisi onun odasına. Ahmet hocalar Bektaşi dedeleri hemen geldi “Hoş geldin” yaşlı insanlar bana saygı gösterince “Eyvah! Ben bunlara nasıl hizmet edeceğim? Bunları  nasıl memnun edeceğim?” diye düşünmeye başladım. Orada  biraz anlattık Mustafa Can “Sabah okula gelirsin.

Ben  ilkokul öğretmeniyim orada biraz konuşacağız.” Dedi. Gittim,  öğrenciler erkenden hazırlanmış gelmiş. Ama   çoğu büyük. İlkokulu bitireli belki 4 – 5 yıl olmuş, hepsi iri. Kızlar  var bayağı hepsi baş göz olacak kızlar. Neyse  başladık orada onlarla eğitim yapmaya.  Mustafa Efendi beni aldı, evine gittik.

Mustafa Efendinin ayrı bir odası var, güzel ve bana Somuncu Baba’nın hayatını, Şah İsmail’i, Akkoyunlularla Karakoyunlular arasındaki savaşları anlattı, nasıl olduğunu, ne ettiğini...

 

Somuncu Baba Bektaşi mi?

Evet. Onları İsmail Safavi’yi anlattı, nasıl saklanmış? nasıl etmiş? Ben  de sizin gibi eski yazı ile not tutuyorum. Hala vardır o notların bazıları. Mustafa Efendi anlaşacak birisi çıktı diye seviniyor. Bir hafta sonra beni bir araba ile yolladılar. Bizim hanım, çocuklar, eşyalar aldım... Bizim çocuk 5 yaşında, onu aldık geldik. Hanım da ilkokula öğretmen oldu.

 

Toplum  ilerici mi? biraz onlardan bahsedelim.

Ben askerden geldim. Kayınpederler, hısım akraba, o dervişler zengin. Toplandılar  kayınpeder “Ben bu kızları boş yere okutmadım” bacanakta orada “Ne yapacaksınız?” dedi “Birer yer bulacaksınız, öğretmen olacaksınız. Bak  bu çevrelerde hiç kadın öğretmen yok, hep kadınlar geri tepiliyor. Kendinizi  gösterin.” Biz  Razgrad’a geldik. O zamanlar savcılığa müracaat ediliyor, sabıkası falan yok. “Öğretmenlik yapabilir” diye bir  kağıt veriyor, Bulgar Krallığın mührünü basıyor. Onu  almaya gideceğiz, “Nasıl yapalım?” otobüs yok bir şey yok, “Yaya çıkalım” dedik. Duştubak denen bir köy var, Razgrad’ta bizim köy arasında. Bu  kağıtları alacağız diye yola  çıktık o akşam o köyde kaldık. Bizimki  modern elbiselerini, çantasını aldı gidiyoruz. Çerkovna denen bir  Bulgar köyü var, bir zaman Türk köyü imiş. Ama Bulgarlar halkını katletmiş.  Tamamen  Bulgar köyü olmuş. O  köyden geçiyoruz. Bizimkiler orada kazak örmesi  için birisine sipariş vermişler. “Uğrayalım da bakalım” dedi. Fakat köye gelmeden önce ormana vardıktan sonra bizimki elbiseleri değiştirdi, modern giysilerini giydi. Sonra yola devam ediyoruz. Başka Bulgar kadınları var, bizi modern elbiselerle görünce “Bak ne kadar güzel” diye bizi takdir ettiler. “Sizin  Kemal’ de işte böyle yaptı.” dediler.

 

Bulgarlar Mustafa Kemal’i biliyorlar.

Biliyorlar. O  Selanik’li idi  ona çok hayranlar. İlk  Bulgarları uyandıran Kril Metodis o da Selanik’li Bir de  ateşe militer olarak Sofya’da kalmış hatta yakın zamana kadar Mustafa Kemal diye bir meyhane bile varmış. Mustafa Kemal Bulgarların içinde bayağı ün  yapmış.

Duştubak’ta yakınımız Hafız Teyze’de kaldık sabah Razgrat’a indik. Sabah  oldu, Razgrat’a gittik kağıtları aldık, elimizde kağıt var.  “Kadınlardan görevli olsun” dedim, Bulgaristan’da devrim oldu.

O yıl haziran ayında Razgrat içerisinden geçen Aklom Çayı taşıp bir çok mahalleyi su basıp evleri yıktı. Bu arada bizim de mezun olduğumuz rüştiye binası yıkılmış yerini okulun önündeki kavak ağacından bulabildik ve bizim hanım o kavak ağacına dayanarak öyle bir ağladı ki onu hiç unutamıyorum.

Çok geçmedi benim Kızılburun’a tayinim çıktı. Şimdi orada bizim hanıma birinci, ikinci sınıfı verdiler. Mustafa Efendi’ye üçüncü ve dördüncü sınıfı verdiler. Oradaki  okul iki dershaneli. Birinde rüştiye, diğerinde dördüncü beşinci sınıf olarak ayırdılar. Bizim  hanıma bir boş ev buldular. Halim Ustanın evi. Orada çocukları okutuyor fakat oradaki kadınlar “Bir kadın öğretmenlik yapıyor” diye çok iftihar ettiler.

Bizim  baldız bacanakla Çiller’e geldi. İki  köy  birbirine yakın, gidip geliyoruz ve bu kadın öğretmenler orada o bölgenin iftiharı oldu. İkisi  de; bizim hanımda kız kardeşi de üstün bir başarı gösterdiler. Hatta benim bacanak bile baldız kadar başarı gösteremedi. Halk böyle takdir ettiler.

 

Söyleşi:  7. 11. 1998, Küçüksu, Anadolu Hisarı

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 251-262