SÖMÜRELEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK

SÖMÜRELEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK

 

AYHAN AYDIN

 

Alevi-Bektaşi gerçeğinin ülkemizde yeniden gün yüzüne çıkmasından sonra kimi sömürücüler de hemen mesleklerini yapmaya koyuldular. Bunlardan bir kısmı Sünni kökenli, bir kısmı Alevi kökenli, bir kısmı sözde Marksist kökenli, bir kısmı Kürtçü, bir kısmı Şii (Caferi) gibi kişi ve guruplardı.

Sünni kökenliler içinde tarihler boyunca olduğu gibi ezeli hastalıklarından kurtulamayan kimi yazarlar, kurum ve kuruluş temsilcileri, hatta siyasiler ardı ardına kendi kafalarındaki  Aleviliği-Bektaşiliği gerçeğiymiş gibi anlatmaya, kendi kafalarındaki fikirleri her yolu kullanarak dayatmaya başladılar. Yani tarihi değerleriyle yaşayan Alevilik-Bektaşiliği değil, Alevileri Bektaşileri Sünnileştirerek, yozlaştırarak, Alevilik-Bektaşilik bünyesindeki inanç-kültür-felsefe birikimlerinin içini boşaltarak kimi “kardeşlik, barış, birlik vd.” Yaldızlı sözler adı altında oyunlarını sergilemeye koyuldular. Bir de üstelik Alevilere-Bektaşilere kendilerince akıl vermeye, yol gösterme yarışına girip, Aleviliği –Bektaşiliği, Alevilere-Bektaşilere öğretmeye soyundular!

Piyasada yayınlanan binlerce kitap içinde gerici, tutucu yayınevlerinden çıkanlar başta olmak üzere bir kısmı ilahiyatçı, milliyetçi, maneviyatçı, mukaddasıyatçı kimlikleriyle de sivrilenler dört koldan sömürülerini sürdürdüler.

Sünniliği, bu arada Sünnilik adına yüzyıllardır başaramadıkları yozlaştırmayı yaymak için yazdıkları kitapları, çıkardıkları dergileri, bazı dergilerin özel sayılarını, broşürleri, cd.’leri, panelleri, televizyon-radyo programlarını, söyleşileri, konferansları kullandılar. Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi, Hz. Hüseyin’i, Kerbela’yı, Aleviliği, Bektaşiliği kendi kafalarındaki şekliyle halka taşıyarak tarihi tahribat yapma yarışına giriştiler. 

Alevileri-Bektaşileri; eğer Müslümansalar(!), camiye davet ettiler, ramazan orucu tutmalarını, cemi bırakmalarını salık verdiler...

Nefeslere türkü dediler, semahlara oyun dediler, Kerbela Olayı’nı basit bir olay, erenlere bağlılığı Allah’a şirk koşmak, Yunus’u zaman zaman söyledikleriyle haddini aşan sıradan bir adam yerine koydular...

Cemevi cümbüş evi oldu, cem “gulu gulu dansı” oldu, Nusayri inancından olanlar “Sapık Alevi Mezhep” oldu. “Mum Söndü” yapıyorlar, ana bacı tanımıyorlar diye bin dört yüzyılın en adi hastalığını bu çağda da yaşattılar. Alevilerin-Bektaşilerin yapmış olduğu ibadetler veya yapmadıkları  Sünni uygulamalar, “Küfür, İnkar” oldu.

İslam kapitalizminin kurucusu, soyguncu, kan içiçi Muaviye’yi haklı çıkarma, masum gösterme yarışına giriştiler. Halife Osman zamanında başlayan servet edinmeyi, akrabalarını devlet idarelerine yerleştirmeyi, halka baskı işkence yaparak kendi görüşlerini dayatma hastalıklarını unutturmaya çalıştılar.

Bugün ülkemizde Mezhep temelinde bölücülük yapan, Alevilerin - Bektaşilerin “Kafir” olduğunun ima edildiği günlük gazeteler yayınlanmaya başlandı.

Yıkıcı yayınlarıyla Türkiye’nin huzuruna, birlik ve beraberliğine kasteden, aydınları hedef alan, demokrasi ve laiklik, çağdaşlık düşmanı, mezhep temelinde bölücülük yapan, “PKK’yı Aleviler Ele Geçirdi” diye manşet atıp Alevileri, dedeleri hedef alan, bölücü terör örgütüyle, insan sevgisi en büyük sermayeleri olan Alevileri, teröristlerle özdeş gösteren, Sivas’ta yakılarak katledilen canlarımızı saygısızlık yapan, “İşte Seyfi Dede Adaleti: 1993 Sivas olaylarını “örgüt” suçuna dönüştürerek mazlumlara en ağır cezalara çarptırılması için çalışan yargıdaki “Seyfi Dede” yapılanması” diyerek açıkca suç işlediği, katilleri haklı gösterdiği halde yargının güç yetiremediği bir yayın organı da fütursuzca yayınlarına bugün ülkemizde devam etmektir. Suriye’de bir cemevleri bile olmayan, her yerde parıl parıl Yeşil kandillerin yandığı (ki kimsenin bir diyeceği olamaz) camiilerde hiçbir sorunla karşılaşmadan ibadetlerini yapan milyonlarca Sünni kardeşimiz karşında kendi ibadetlerini bile yapamayan, Suriye’deki gerçek madurlar olan Aleviler karşısında “Müslüman”  olarak nitelendirilen ve katilliği meslek edinmişleri, uluslararası tarafsız gözlemcilerin kayıtlı Aşırı İslamcı Teröristler olarak nitelendirdikleri kişileri sırf Esad’a karşı oldukları için, (Esat’ın Aleviliğin her sefer vurgulayarak ki onun ki ne menem bir Alevilik bilmiyoruz, bizi de pek ilgilendirmiyor) “muhalif” olarak öven, destekleyen ve tahminimizce bu ülkenin başbakanın da her gün okuyarak gününe başladığı, (kendisine hiçbir hakaretin olmadığı sadece gerçekleri yazan Türkiye’nin aydınlık yüzü Cumhuriyet’e sansür uygulaması unutulmamalı) tüm vatandaşların vergileriyle yayın yapan TRT.’de tanıtımları yapılan Yeni Vakit denen şey bugün ülkemizde Alevilere karşı bir tehtid unsurudur.

 

Bir de şimdi sağcı-gerici-muhafazakar çizgide, “ileri demokrat” iktidar yalakalağına soyunan bir takım sözde gazeteciler de yargıda, bürokraside Alevilerin hakimiyetlerinin olduğu, Türkiye’de gelişmenin önünde, statükocu, ordu taraftarı, Suriye’deki gibi devleti ele geçirmiş bir Alevi varlığının olduğunu, azınlıktaki Alevilerin, ülkeye yön verdiğini, çoğunluktaki Sünni vatandaşların madur edildiği edebiyatına girişmişlerdir. Tarihler boyunca her türlü iftiralara uğrayan Alevilere yeni bir iftira dalgası da kendisine ”gazeteci” diyen bir takım soytarılarca yapılmaya başlamıştır.

Bir gurup “gazeteci – araştırmacı” ise yaptıkları yazı dizileri ve yayınladıkları kitaplarda yaşayan, olan Aleviliği-Bektaşiliği değil, kendi kafalarınca oluşturmak,  görmek istedikleri Aleviliği-Bektaşiliği aktarmak için yalan yarışına girmişlerdir. “Siz niye camiye gitmiyor musun?, O olayların (Kerbela vd.) arkasından yüzyıllar geçmiş bunları bırakın artık. Bunlar birliğimize zarar vermiyor mu? İslam’da tek ibadet yeri camii değil mi? Dinimiz bir, Peygamberimiz bir, kitabımız bir, bu dernekler ve yazarlar halkın kafasını karıştırıyorlar. Halk arasında bir ayrım yok, herkes camiye gidiyor zaten, herkes ramazan orucu tutuyor, küçük farklılıkları büyütüyorlar. Bunlar bölücüler, bunlar ülkemizin birliğini istemeyen, dış güçlerin uzantısı insanlardır. Bakın Kürtlerin haklarını savunduk başımıza neler geldi, şimdi de aynı şey Alevilik’te de olmasın” Tarzında yazılar, kitaplar yazan bir takım “gazeteci – araştırmacıların” yazdıkları ortalığı doldurmuştur. Dedelere, halktan insanlara tek yanlı, yönlendirici sorular sorulmuş, alınan yanıtlarla kendi görüşlerine dayanak oluşturmak, zemin yaratılmak istenmiş, gerçekli ilgisi olmayan yazılar yazılmıştır.

Kimi yazarlar, profesörler de ilahiyatçılar ya, Arapça, Farsça biliyorlar ya, kimi Alevi yazarlar, kurum ve kuruluşlar kendilerine kucak açıyorlar ya, her biri bir Alevi uleması, üstadı, yazarı, dahisi kesiliverdiler karşımıza! Halbuki çok iyi bilinmelidir ki onların birçoğunun yazdıkları yazılar, kitaplar taraflıdır, bilimsellikten yoksundur, asimilasyona hizmet etmektedir.

Çok ilginçtir bazı yazarlar, akademisyenler “Alevi” olmadıkları halde Aleviyim, demektedirler. Bu da bir sahtekarlık değil midir? Alevilere şirin görünmek, onlardan istifade etmek bir sömürü değil midir? İnsan namuslu olmak zorunda değil midir? Aleviysen Alevisin, Sünnisiysen Sünnisindir. Kimsenin kimseye bir şey söyleme hakkı yoktur. Önemli olan adam olmaktır, bilimsel araştırmalar yapmak, olayları tahrip etmemek değil midir?

Bir yanda küçük kız çocuğuna baş örtüsü takdıracaksın, profesör olacaksın, bir de Alevi olmadığın halde kendini Alevi göstereceksin, dernek dernek dolaşıp “parasız madur hoca”, edebiyatı yapıp bu toplumu sömüreceksin? Bu kurnazlık görüntüsü altında tilkilik yapmak demek değil de nedir?

Her türlü ocak hakkında bilgin edası takınıp tüm ocak ve kültür varlıklarını, tekleştireceksin, Dersim’i tümden “Türkleştireceksin”! Şuna buna yalakalık yapıp kitap pazarlayacak, çok alim gibi görünüp birilerine raporlar hazırlayacaksın!  Birileri de kalkacak yine ocaklarla ilgili her şeyi ben biliyorum, Ocakların Kürt kimliklerini inkar etmemeliyiz, deyip Kürtçülük yapacak!

Bir de şimdi isimleri mezubahis değil bazı yazarlar için yirmi yıl önce yazdıklarıma çok kızmışlardı birileri de şimdiler de çoğu bu görüşlerimin doğruluğu hakkında fikir birliği ediyor; Kurmuş olduğu yayınevinde kitap pazarlayıp, eserinde Hacı Bektaş Veli’ye Sünni diyen, birilerinin el yordamıyla “Alevi Düşünür” ilan edilen emek sömürücüsü, sahtekar, başkalarının eserlerini yağmalayan, bazı yazarlara küfür yazıları yazmayı bir marifet sayan, devrimci bir anlayıştan gelmişken geçmişini inkar edip ırkçılarla kol kola girebilen, Diyanet’in yayınlarını dergahlara doldurtan, aynı kitabı farklı isimlerle birçok kez basan, başkalarının eserlerini izin almadan yayınlayan, işi gücü para, çıkar, sömürü olan bir yazar-yayıncı bozuntusu da hiç “Osmanlıca” bilmediği halde Osmanlı Arşivlerinden çevirileri kendine mal etmiş, bu içerikli kitabın kapağına kendi ismini yazmamış mıydı?

Bir de Sivas Olayları’ndan sonra “Sivas Akbabası” kesilip bu olayı suistimal edenler olmamış mıydı?

Ankara’da bir Radyo Mozaik skandalını da yaşamıştı bu toplum... Daha neler neler... Bu ayrı bir yazının hatta kitabın konusu...

Vah Aleviler vah!

Siz kimlere kaldınız, sizin hakkınızda kimler derin! araştırma yapıp, kitap yazıp onları bir güzel pazarlıyorlar! Kimler Alevi önderi oluyor, kendilerin dev aynasında görüp, toplumu sömürüyorlar...

 

Sevgili Okurlarım,

Çok iyi anlayacağınız gibi burada “Sünni Yazar” söylemiyle Aleviliği – Bektaşiliği yalan-yanlış yazanları hedef aldık. Çok iyi biliyoruz ki, sizler de bilin ki, Alevilik-Bektaşilik’le ilgili belki de en bilimsel doyurucu araştırmaları da bir kısım Sünni kökenli bilim adamları yapmıştır. Buna örnek olarak  Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ı gösterebiliriz. Ocak; Tarafsız, bilimsel, doyurucu, birinci kaynaklara dayanarak mükemmel  temel kaynak eserler ortaya koymuştur. Bir gazeteci olarak, sanatçı olarak Fikret Otyam’ın bu inanca, kültüre katkıları çoktur. 

Onlarca Sünni kökenli saygın bilim adamı, yazar, gazeteci Alevi-Bektaşi Yolu’nun aydınlığında sayısız eser vermişler, bu yola büyük katkıları olmuştur. Onları emeklerinden dolayı selamlıyorum.

Birileri de devlete hakim olan Sünni anlayıştan aldıkları güçle, Diyanet İşleri’nin örtülü veya açık destekleriyle, yurt içindeki - dışındaki kimi güç odaklarıyla işbirliği halinde, Sünnileşmiş asimile olmuş kimi Alevi kökenli insanları da kullanarak Alevi köylerini, beldelerini, ilçelerini, yörelerini, ocaklarını, Alevi merkezlerini eritmişlerdir-eritmektedirler.

Sünnileştirmek hastalığını psikolojik bir baskı aracı olarak kullanarak, muhtarları, bir kısım dedeleri, hocaları da kullanarak uygulamışlardır. Hatta Sünnileşmiş, Şiileşmiş (Caferileşmiş) kimilerinin kurdukları dernekler, örgütler, vakıflar halkımızı yozlaştırmaya giriştiler, Alevi köylerine zorla camii yaptırmaya, zorla Kuran Kursu adı altında gericiliğin işlendiği kurslar açmaya giriştiler.

Bilinçli dedesi olmayan, ozanlık geleneği kurutulmuş, cemleri yürümeyen, bilge insanlarından yoksun, Aleviliğini Bektaşiliğini yaşayamayan geniş kitleler bağnazlığa teslim edilmiş, o zalim, gerici kafaların insafına bırakılmıştır.

Bu zulüm Emeviler’den, Abbasiler’den, Selçuklular’dan, Osmanlılar’dan bugüne gelen bir geleneğin devamıdır. İslamcı sermayenin kurucusu ve kollayıcısı, emperyalist, kahpeçe düzenlediği suikastlarla Nur kaynağı Ehlibeyt bendelerini katleden Muvayi ve onun kurduğu zihniyet onun zamanından bugüne devletin sistemi olmuştur.

Fatihler fatihi olarak adlandırılan Fatih Sultan Mehmet’le başlayan; Konar göçer halde yaşam savaşı veren büyük insan kitlelerini “yerleşik hayata geçirme” planı, onlardan daha fazla vergi alma hesaplarıyla ve tek tip yapı oluşturup İmparatorluğun gücünü pekiştirmek adı altında insanları, dergahları, tekkeleri zabturap altına almak, Zalim Yavuz Sultan Selim’le devam eden onbinlerce “Kızılbaş-Rafizi”yi kılıçtan geçirip, kuyulara doldurmayı, sürgün etmeyi, mallarını yağmalayı, bunu yobaz Hanefi din ulemalarından altığı fetvalarla yapan zihniyet devlet geleneğine dönüşmüştür.

Tüm kent merkezlerine büyük görkemli camiiler inşa ederek bugün “mahalle baskısı” denilen baskıyı beş yüz önce alenen Sünniliği devlet eliyle zorla veya sopa göstererek tahakküm ettirmek isteyen sultanlar sultanı Kanuni Sultan Süleyman’la ve onun soyundan gelen Osmanlı padişahlarınca  Alevileri asimile etmek, sürgün etmek, yok etmek politikası hiç ara vermeden sürmüştür.

Yüzyıllar boyu; Selçuklu’yu, Osmanlı’yı kuran ve dört cihanda kök salmasını sağlan Alevi Tasavvuf anlayışını benimseyenler, Hakk Muhammed Ali sevgisiyle dolup taşanlar barbarca kılıçtan geçirilmiştir. 8 Temmuz 1826’da da Osmanlı’nın Balkanlar’daki gerçek öncü gücü ve kurdukları dergahlarda  insanlığı, Türklüğü, İslamı, Aleviliği, Bektaşiliği, hoşgörüyü, Osmanlı’yı, yardımlaşmayı, barışı, ordu askerlerini, gazileri bağrında barındıran Bektaşiler ve Bektaşilik de tahammülsüzlüğün sonucu hedef alınmış toptan yok edilmek istenmiştir. Türk tarihinin kanlı sayfalarından birisi daha yazılıp yüzlerce ilim irfan, maneviyat, hayat kaynağı olan Bektaşi Dergahları/Tekkeleri acımasızca ve vahşice taş üstünde taş kalmamacasına yıkılmış, ölülere bile saygısızlık yapılıp atalarımızın kemikleri sızlatılıp mezar taşları tahrip edilmiştir. Zalim II. Mahmut’un yaptığı bu “Vakayi Hayriye” denilen aslında Vakayi Şerriye olayı üzerinde yeterince durulmamıştır. Bu arada onbinlerce yeniçeri askerinin asılması - kesilmesi, ormanlarda yakılması ders kitaplarında çocuklara övünülecek olaylar olarak anlatılmıştır-anlatılmaktadır. 

Bugün ise devlet içinde yuvalanmış kimi faşist yapılarca, yurt dışındaki bağlantılı güç odaklarıyla, Türkiye’deki devrimci-demokrat-aydın-laik, Alevi kesimi sindirmek, korkutmak, tümden yok etmek, kendi dünya görüşlerini devletin tümüne hakim kılmak isteyen çeteler Türkiye’de toplu katliamlar yapmışlardır. Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta yapılan faşist katliamlarla Aleviler, devrimci, demokrat, aydın kesim hedef alınmış, Türkiye’yi parçalamak, bir totaliter- oligarşik/şeriatçı devlet modeli, ABD. Güdümünde parçalanmış, birbirene düşman, kamplara bölünmüş bir Türkiye yaratma oyunları sahneye konulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti denilen devleti yönetenler ise Dersim Olayları’nda olduğu gibi kendi vatandaşlarına karşı kıyıcı, yok edici, yok sayıcı, sürgüncü, işkenceci bir devlet anlayışına sahip olduğunu birçok kez göstermiş, terörü bizzat kendisi yaratarak kan dökmüş, işkence yapmış, yüzlerce Alevi-Devrimci, Türkiye’nin geleceğinin teminatı olan fidanlarımız gençlerimizi toprağa gömmüş, bunun hesabını bir gün bile vermeye yanaşmamış, elinin kanını yıkama gereğe duymamıştır.

Peki bütün bunlar olup – biterken, ortalık yangın yeriyken; İstanbul’da, Ankara’da otuz yıllık kuruluş serüvenleri olan Alevi dernekleri, vakıfları, dergahları, birliklerin, federasyonları Anadolu’daki ve Rumeli’deki, Suriye’deki, İran’daki, Hindistan’daki, Pakistan’daki, Afrika’daki samimi, inancını yaşatma konusunda yalnız kalmış canların yanında görebiliyoruz muyuz?

Bugün Batı Anadolu’da; Kütahya’da, Afyonkahisar’da büyük bir Sünnileştirme yarışı sürmektedir. Devlet destekli Sünni İslam, egemenliğini her yolu kullanarak Alevilerin azınlıkta oldukları, cemin, dedenin, ozanın, bilim adamının, cemevinin olmadığı yerlerde kurmak istemektedir. Bu uğurda harcamayacığı para, göstermeyeceği güç, yapmayacağı oyun yoktur. Devlet denilen Sünni ve sağcı yapılanma bu uğurda insan canı, onuru başta olmak üzere her şeyi yok etmeyi planlayarak darbelerine devam etmektedir.

Bugün belki Alevilere Bektaşilere karşı toplu bir kıyım söz konusu değildir ama “Mahalle Baskısıyla” kıyaslanmayacak ölçüde bir büyük “Psikolojik Baskı, Sünnileştirme Dayatması” zulüm derecesindedir. Ayrıca insanların ayrımcı muameye tabii tutulduğu bir gerçektir. Bu işyerlerinden, kışlada, okulda her yerde vardır. Hem de bal gibi vardır... Devlet kademelerinde Alevi avına girişilmekte, bir kişinin Alevi olduğu anlaşıldığı zaman onun ilerlemesi engellenmekte, işe alınmamakta, kaymakam yapılmamakta, Osmanlı’da olduğu gibi ilerde “defteri dürülmek” üzere kayıtlanmaktadır. Sadece batıda değil, Samsun’da Havza’da, Tokat Turhal’da, yurdun dört bir tarafında bu baskı hissedilmektedir, dört koldan Sünnileştirme çalışmaları sürmektedir. Daha kırk elli sene önce onlarca Alevi köyü olan Diyarbakır’da bugün kaç Alevi köyü vardır?

Varsa bir babayiğit Anadolu’nun doğusunda Ramazan Orucu tutulurken, sokakta yemek yesin bakalım, sigara içsin bakalım neyle karşılaşıyor? Bu konuda onlarca öldürme ve yaralama olayı kayıtlarda mevcuttur. Bu Aleviliğe-Bektaşiliğe baskı değil de nedir? İş yerinde, Okulda, Kışlada devletin her kademesinde Alevilere  - Bektaşilere yönelik baskı ve zulüm devam etmektedir.

Kimi Alevi kökenli yazarlar, kendine aydın diyenler ise tamamen safsatalardan oluşan, bir bilimsellik taşımayan, başka eserlerden çalıntılarla dolu, uydurma, yalan-yanlış kitaplarla; dergi-internet gibi iletişim organlarında binlerce makale, deneme adı altında yozlaşmayı, bozulmayı artıran yazılar yazdılar, yazmaya da devam ediyorlar.

Bazı Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşların başına geçenler, buraları ele geçirenler, buraları babalarının çiftliğine, kendi özel aile şirketlerine dönüştürmüşlerdir. Bazı Cemevlerinin, dernek ve vakıfların başına geçen yönetici adı altında, başkan adı altında şarlatan, hırsız, inançsız, şuursuz, bilinçsiz insanlar buraları sömürdüler, sömürmektedirler.

Dernek demek, vakıf demek, dergah demek; inançta, kültürde canla başla çalışmak demektir, halka hizmet etmek demektir, insan yetiştirmek demektir, aydınlık kapıları açmak demektir, tarihe, Alevi-Bektaşi Yoluna, inanca sahip çıkmak demektir, halka bilgi aktaracak okul demektir, tarihi tekke ve dergahları, ocakları, dedeevlerini onarmak yaşatmak demektir, gerçekleri arayıp bulmak demektir, ozanlarına, gerçek yazarlarına sahip çıkmak demektir, erenlerin aydınlık yolununu tüm dünya insanlığına anlatmak, göstermek demektir, Osmanlı Arşivlerini, diğer ülke arşivlerini taramak demektir, dünyanın dört bir yanındaki Alevilere-Bektaşilere sahip çıkmak demektir, yurt dışında yayınlanan kitapları Türkçe’ye kazandırıp halkın ilgisine sunmak demektir, alanda araştırmalar yapmak demektir, dedeleri yetiştirmek için okullar açmak demektir, bilimsel sempozyumlar düzenlemek demektir, başarılı öğrencilere sürekli yeteri kadar burs vermek demektir, akademisyen yetiştirmek onlarlardan yararlanmak demektir,  yurt yapmak demektir, Alevilerin-Bektaşilerin özde farklı olmadıkları Devrimci, demorkat, aydın, laik, Atatürkçü, yurtsever kurum ve kuruluşlarla, bu düşüncelerde olan yazarlarla, aydınlarla, bilim adamlarıyla işbirliği yapmak demektir.

Yoksa yönetici demek, başkan demek; kesilen kurbanları iç eden, soygun ve talan anlayışıyla halkın birer lira bağışlarıyla ilerlemesini, yaşamasını istedikleri cemevlerini sömüren asalaklar tayfası, baskılar karşısında pusan, haksızlar karşısında susan, ikiyüzlü, zaman zaman en büyük yalaka olan, korkak insanlar topluluğu  demek değildir. Bilim adamlarına kapılarını kapatan, bilimsel çalışmalar yapmayan, işi gücü dedi kodu, plav pişirip et yedirmek olan, cenaze kaldırmanın tek amaç olduğu cemevleri halkın dertlerine derman olamaz, gençlerimize kapılar açamaz, yaralarımızı saramaz.

Sosyalist ve Marksist olmak bir yetenek, bir hayat tarzı, bir siyasi görüş olarak saygı duyulması gereken ideolojiler olabilir. Ama ne yazık ki, kendi dünya görüşleriyle yorumlamaya çalıştıkları bir inanç sistemini özünden soyutlayıp, tamamen kişisel kimi “buluşları, önermeleri, tezleriyle” kılıktan kılığa sokma yarışında olan kimi yazarlara Marksist yazar diyebilir miyiz? Kişi Marksist, Sosyalist olabilir, bu doğaldır. Ama bir kişi Aleviliği-Bektaşiliği özünden soyutlayıp Marksist görüşleri doğrultusunda yorumlamaya çalışırsa bir de üstelik kendi kafasındaki yalan yanlış bilgilerle dolu Marksist görüşleriyle açıklamaya çalışırsalar, Aleviliği, Bektaşiliği, yani özünde bir inanç olan bir yapıyı Marksizim olarak anlatırlarsa bundan zırvalamaktan başka ne sonuç çıkar?

Alevisiyle, Bektaşisiyle, Sünnisiyle, Hıristiyanıyla bir kısım yazarlar ise Aleviliği-Bektaşiliği farklı dinlerin basit bir karması, eski inanç önderlerinin, tanrıların, tarih öncesi geleneklerin devamı olarak göstermek için kitaplar yazmışlardır, yazmaktadırlar. Luvi’lere, Hititlere Aleviliği dayamak, Hititlerin on iki tanrısıyla On İki İmamlar arasında bağlantı kurup “keşif(!)”ler yapmak bilimin, araştırmanın, kaşifliğin çok basite alındığı bizim gibi ülkelerde olabilir sadece. Ulular ulusu ozan Pir Sultan Abdal’ı  söylenceler içine karışmış bir Ortaçağ’daki keşiş Pir Pavlus olarak ilan etmek en büyük cahillik değil midir? Şimdilerde kimi yurt içi ve dışındaki derneklerce el üstünde tutulan Erdoğan Çınar isimli bir mimar arkadaşın yazmış olduğu safsatalardan oluşan eserler Aleviliği nasıl tanıtabilir, anlatabilir?

 

Aleviliği-Bektaşiliği Hıristiyanlığa dayamak isteyip, Alevilik’te Hıristiyanlığın birçok değerinin olduğunu söyleyerek Alevileri Hıristiyanlaştırmak için sinsi oyunlar dört nala devam etmektedir. Bunlara göre; on iki sayısı kutsalmış, Hıristiyanlar’da da On İki Havari varmış, bu da Alevilik’teki On İki İmamları yaratmışmış!  Sayılar dünya insanlığında ortak kutsal motifler olabilir. Tarihte On İki Havari de yaşamış olabilir. Peki ey zavallı; Hıristiyanlıkta On İki Havari’nin yaşaması Hz. İsa’nın yoldaşları olmasının yanında; Alevilerin önderi Hz. Ali ve (onunla birlikte) On İki tane de İmam’ın yetişmiş olması, tarihte yaşamış olmaları güzel bir tesadüften başka ne olabilir? İlla ki On İki Havari On İki İmamlar’a mı dönüşmüş olacak, onlardan etkilenilmiş mi olacak, on iki değil de On Üç İmam olsaydı On İki Havari’nin veya On Üç İmam’ın değeri mi azalacaktı ey ahmak? O küçücük  beynini başka şeylere yorsan, başka başka, araştırmalar, “keşifler” yapsan olmaz mı?

Sevgili dostlar bugün on binlerce İncil ücretsiz olarak Alevisiyle Sünnisiyle halkımıza dağıtılmıştır-dağıtılmaktadır. Denebilir ki, ne var yani, hani Alevi hoşgörüsünden bahsediyordun, İncil de okusun insanlar ne var bunda? Diyebilirsiniz, safça. Güzel dostlarım kitap okumada sınır yoktur, Kuran gibi elbette İncil’i de okuyacağız ama burada bazı odaklarca yapılan bir propagandanın unsuru olarak kitap ve cd.’lerin kasıtlı olarak dağıtılması olayı vardır. Yoksa merak eden, ilgilenen gitsin istediği kitabı alsın okusun elbette, burada amaç başka.

Zaten okuma özürlü Alevilerin doğru dürüst kitap okudukları filan da yok. Ver Aleviye keşkeği, bulgur pilavını, davulu – zurnayı, halayı, sazı... avunup dursun gün boyu!

Bugün maalesef bu güzel toplumu bu hale getirdiler!

Kimi Kürtçü yazarlar ise Aleviliğin tümüyle Kürt Uygarlığı’nın bir ürünü olduğunu, eski Kürt örf, adet, gelenk ve görenek, inançlarının sonucu olduğunu söyleyip onlarca kitap yazmışlardır.

Kimi Türkçü kafalar ise Alevi-Bektaşi inancını sadece ve sadece Türk kültürünün bir ürünü olduğunu işleyen eserler yazmışlardır.

Bazıları da Şiiliğin Alevilik’le aynı şey olduğunu ısrarla yaymak istemekte, son yıllarda yüzlerce kitap-kitapçık, dergi, broşür yayınlanmayı, hatta Kutsal Alevi-Bektaşi Mabetlerine turlar düzenlenmekte, insanlarımıza bu ziyaretler esnasında zorla namaz kıldırılmakta, bu amaçla dernek ve vakıflar kurulmakta, yasal olmayan kimi “Caferi Evleri” kurulup özellikle Aleviler hedef alınmakta, kimi Şii-Caferii-Alevi etkinliği adı altında İran Molla rejiminin propagandası yapılmaktadır. Şimdilerde takip ettiğimiz gibi birkaç dede ve baba taslağını ağlarına geçiren bu anlayışa Anadolu Rumeli Aleviliği-Bektaşiliği geçit vermeyecektir.

Tüm bunlar birer sömürüdür.

Alevilik-Bektaşilik sahipsiz farz edilmiş, ortam boş bulunmuş, bilim adamları, üniversiteler, gerçek araştırmacılar, dedeler, babalar, ozanlar, gazeteciler, sanatçılar olaya yeteri kadar el atmadıkları için meydan sırtlanlara kalmıştır.

Üç beş kuruş biriktirip kendini tatmin etmek için saçmalıklarını kitaplaştırıp hatta kartvizit bastırıp “Uzman  / Araştırmacı-Yazar-Dede-Ozan-Sanatçı” diyerek kitap yazdığını sananlar, bundan tatmin olanlar, yazdığı kitaplar sayesinde para kazanmak isteyen, Yurtdışına gidince ortamdan yararlanıp Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk Bayrağı’na, Alevi - Bektaşi inanç değerlerimize hakaret eden, küfreden, yerden yere vuran, saldıran, o derneklerin verecekleri üç beş kuruş için kişiliğini satan yazar-sanatçı taslakları ortalığı doldurmuştur.

Bu arada Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlara yaklaşanların bir önemli bölümü de buralarda biraz barınmak ve isim yapıp, çevre edindikten sonra “toplum önderi” sıfatlarıyla, siyasi parti temsilcilerini kandırma yarışına girişerek, oralardan buldukları adamları sayesinde siyasi arenada at koşturmaktadırlar. Kendini siyasete pazarlamak isteyen sömürücüler ortalığı sarmıştır.

Bütün bunlar büyük yaralarımızdır. Aşmamız gereken, yapmamız gereken; özümüzle yaşadığımız Alevi-Bektaşi inancının, geleneğinin önündeki bu büyük engelleri, yok etmek, ortadan kaldırmaktır.

Yolumuz ulu bir yoldur.

Yolumuz aydınlık bir yoldur.

Yolumuz yetmiş iki milleti bir nazarda gören ulu erenlerin kurduğu yüce bir yoludur.

Alevilik-Bektaşilik’te ırk, renk, cinsiyet ayrımı yoktur. Kainatı kendi özünden, varından var eden, taşıran, fışkırtan Tanrı tüm canlıları aynı aşkla yaratmıştır. Tanrı-evren-insan bir bütündür. Hiç bir ırkın, cinsin, dilin, insan topluluğunun bir diğerinden üstünlüğünden söz edilemez. Ayrıca yaratılmış tüm canlılar kutsaldır. Önemli olan bu ulviyete ulaşmaktır. İnsan mazlumdur masumdur ve zalimdir. İnsan barışsever ve yıkıcıdır. İnsan çok iyi ve çok kötüdür. Dünyayı zindana çeviren de insandır, cennete çeviren de yine aynı insandır. Her şey insan denen bu küçük kainatta vardır, saklıdır. Her türlü iyilik ve kötülük insandadır, insandandır. Önemli olan Tanrı katına çıkmakta değil, Tanrılaşmakta değildir, kötüden arınıp iyi olabilmektir, bir melek olabilmektir. Zaten insan melek  gibi bir insan olursa Hakk’a da ulaşır, Ona doğru yol alır, Ona kavuşur.

Yolumuz; On İki İmamların, Ehlibeyt’in yolundan giden,

Kırklar Meclisi’nde cem olanların yolunu süren; “Enel Hakk” deyip canını bu yolda feda eden yani Tanrı’yı insanda gören, İnsanı yücelten Hallacı Mansurların, Yezit zihniyetini yıkıp aydınlık kapılar açan Cüneyt Bağdadilerin, Zalime karşı ayaklanan, başkaldıran Baba İlyas Horasani’nin, Baba İshakların,  “Ete kemiğe büründüm-Yunus diye göründüm” diyen Yunusların, “Gel yine gel-Umutsuzluk kapısı değildir bu- Olduğun gibi gel” diyen Mevlanaların, “Ellerin kabesi var benim kabem insandır” diyen Hacı Bektaşların, kan uykularından uyandırlıp öldürülen, Fazlullah Hurufi’nin, derisi yüzülen Nesimilerin, çırılçıplak bir dar ağacına asılan Şeyh Bedreddin’in, Şah sevdasından vaz geçmeyen İmam Ali’nin yolunda asılan Pir Sultanların, Hacı Bektaş Dergahı’nı kutlu yolunda başı vurulan Şah Kalenderlerin kurduğu ulu bir yoldur.

Yolumuz Seyyid Hüseyin Gazilerin, Seyyit Battal Gazilerin, Sarı Saltukların, Seyyid Ali Sultanların, Kızıldeli Sultanların, Abdal Musaların, Kaygusuz Abdalların, Otman Babaların, Sultan Süceattin Velilerin, Akyazalı Sultanların, Demir Babaların, Sersem Ali Dedebabaların, Balım Sultanların; Şah Hatayi, Fuzuli, Virani, Nesimi, Teslim Abdal, Muhittin Abdal gibi yüzlerce büyük ozanın kurduğu ve sürdüğü ululardan ulu bir yoldur.

Yolumuz; Ebul Vefaların, Zehiri içip parmaklarından akıtan Ağuçanların, cansız duvarları yürüten Baba Mansur’ların, Yılanı eline kamçı alıp arslanlar yürüten Seyyid Mahmud Hayranilerin, Hacı Kureyşanların, Şah Haydarların, Cemal Sultanların, Kemal Sultanların, Karacaahmetlerin, Şahkulu Sultanların, Güvenç Abdalların, Sarı İsmaillerin, Veli Babaların, Hamza Babaların, Sarıbalların... dahi nice nice binlerce dedenin, babanın, ululunun kurduğu ululardan  ulu bir yoldur...

Bu yolda; mert dayanır, namert kaçar, gelme gelme, dönme dönme denir... Gönül kırmak en büyük günah, insana hizmet, insanlığa hizmet en büyük ibadettir.

Bu yolda; üretim vardır, sevgi vardır, saygı vardır, dostluk vardır, açıksözlülük vardır, ozan vardır, pir vardır, mürşit vardır...

Bu yolda; dar vardır, didar vardır, özünü dara çekip el pençe divanda insanlığın önünde, bu dünyada, halk mahkemesinde hesap varma vardır bu yolda...

Bu yolda; nefsini terbiye vardır; dört kapı – kırk makam vardır, edep vardır; edilen dilene beline sahip olmak vardır bu yolda...

Bu yolda hizmet esastır, dervişlik hayat boyu süren en yüce makamdır bu yolda... Kurban vardır, İmam Hüseyin’in sancağı altında toplanacak kurbanlara sayılır bu yolda kurbanlar. Ama en büyük kurban İmam Hüseyin gibi en sevdiklerinin canlarını zalimlerin atlıları altında, inancı için hayatta ilke edindiği değerler adına feda etme erdemliliği vardır bu Alevi Bektaşi yolunda...

İmam Ali gibi  yiğitler vardır bu yolda... Babası da olsa, çocuğu da olsa ayrım yapmadan herkese eşit davranan adil yöneticilerinin yoludur bu ulu yol.

Muhammed’in nuru sarar alemi bu yolda, Muhammed Ali Hakk’ın özünden gelen nurdurlar, Kırkların Cemi’nde kadın – erkek, küçük – büyük, Arap-Türk-Acem bir üzüm tanesinden mest olmuşlar, Aşk şarabından içip semah dönmüşlerdir bu yolda...

Bu inancın özünde olan insanlığa hizmet etmektir. Her kim ki insanoğlu için, dünya için iyi bir iş yapmış o iyi bir insandır, dahası onun dinine, diline, rengine, kökenine bakılmaz. Yani insanları kafir diye ayırmak, yok saymak yoktur bu inançta.

Alevi-Bektaşi İslam İnancı’nda Tanrı’ya korkuyla değil, sevgiyle varılır.

Gerçek sevenler için bu yolda korku yoktur, ölüm yoktur, son yoktur...

Bu yolda varlık vardır, birlik vardır, dirlik vardır, insanlık vardır...

 

 

 

AVRUPA

 

Balkanlar’a Türklerin ve Alevi Bektaşi İslam inancına sahip milyonların göçünden ve yerleşmesinden sonra Batı Avrupa’ya akın eden yüzbinlerce insanımız da bu sefer Suriye’li bir güzellik tanrıçası olan Avrupa’nın ismini taşıyan kıtanın dört bir yanında ekmek peşinde koşmaya başlamıştı. Dağlarından bal aktığı söylenen Aydın’ı, Dadaşlar yurdu Erzurum’u, Ozanlar yurdu Sivas’ı, Elmaları güzel Şiran’ı neden bırakıp ta kara trenlerle buralara gelmişlerdi Türkler? Niçin el kapılarında sokakları temizlemek zorunda bırakılmışlardı? Bir imparatorluktan sonra kurulan bir ulus devlet’in hedeflediği demokratik laik, özgür ve gelişmiş bir ülke olunamadığı, Cumhuriyet’in kazanımları teker teker sermayedarlara peşkeş çekildiği için bu göç katarı başlamıştı. Kültürümüzle, inancımızla, varlığımızla, doğal güzelliğimizle otuzu birden arkamıza düşüp bizi kendi birliklerine üye yapmak isteyecek bu ülkelere şimdi bizler boyun büküyoruz, onların arkasından koşuyoruz, köle yerine konulduğumuz bu ülkelerin değerlerine değer katan insanlarımız dışlanıyorlar. Türk’ün fendi eninde sonunda bu ülkeleri yenecektir. Çünkü Batı’lının Türk’ten bir üstünlüğü yoktur. İşçi bir anne ve babanın oğluyum; insanın insana köle yapılmasına, çocukların ağlamasına karşıyım, Alevi Bektaşi İslam Yolu’nun bir oğlu olarak barıştan, kardeşlikten, eşitlikten, haktan, demokrasiden, özgürlükten yanayım. Batı’nın benden üstün bir tarafının olmadığına inanıyorum. Benim gençlerim de onların ki gibi yakışıklı, onların ki gibi güzel. Neyi eksik insanımızın onlardan; zekamız mı eksik, aklımız mı kıt, insanlığımız mı zayıf, duygumuz mu az? Hayır. Onlardan daha fazlası bizde var. Bazı geleneklerimizi, yaşam tarzımızı geliştirmeliyiz o kadar; zihniyetimizi geliştirmeliyiz, eğitimimizi geliştirmeliyiz o kadar. Ormanı baltalarla kesmemeliyiz, sokağa tükürmemeliyiz o kadar, İlimden bilimden yana çaba harcamalıyız o kadar? İnsanlık, irfan, ahlak, edep, erkan mı öğreneceğiz Avrupa’dan? Anadolu’nun Rumeli’nin ortasında dünya Hümanizmasının doruk isimlerinin yolundan giden ve kutlu Alevi Bektaşi İslam Yolu’nun erdemlerini yaşayan; batıdan yüzlerce yıl önce kadınıyla erkeğini yan yana getiren, kadına söz söyleme hakkı veren, ibadette eşitliği veren bir İslam anlayışı değil midir, Alevilik-Bektaşilik? İçinden çıkıp geldiğim toplumun, inancımın bir ferdi olarak Batı’daki insandan neyim eksik? Benimle birlikte milyonlarca Alevinin, Türk’ün, Kürt’ün neyi eksik Avrupalı’dan? Fırsat verildiğinde hangi Avrupalı çocuk benim çocuğumu tutabilir? Benim yavruma bol kağıt, boya verirsen güzel resim yapmaz mı? Bal gibi de yapar. Batı’da yaşıtlarıyla, aynı ülkenin okulunda okuyan binlerce Türk çocuğun ne eksiği var Almanından, Fransızından, İspanyonalından, Rumundan, Bulgarından?

Anadolu’da, Rumeli’de Hacı Bektaşların, Mevlanaların, Yunusların okulunda yetişmiş, Alevi İslam Yolu’ndan giden Türkler yani özünde bu topraklarda yaşayanların köklerinin inancında olan insanların Avrupa’ya verecekleri çok şey vardır. Bizim oradan alacaklarımız yanında onlara vereceğimiz de çok şey vardır.

Büyük ozan Yunus Emre’nin şiirleri Batı’da aydınlanmanın kaynaklarından birisidir. Bu çok az bilinen bilgiye göre Yunus’un şiirleri Batı dillerine çevrilmiş ve geniş bir kesimi etkilemiştir. Bunu Batı’lı tarihçiler yazmaktadır, bizim uydurmamız değildir. (Bakınız; Erdoğan Alkan, Yunus Emre, E Yayınları)

Tahta valizlerinin yanında, soğanını katık ettikleri aşlarının yanında, sabır ve tahammülün yanında, gönlümüzle gitmişiz Avrupa’ya, aşkımızla, türkülerimizle, çiçek işlemeli tülbentlerimizle… Gülümüzle, Pir Sultan’ımızla, ezgimizle, deyişimizle, cemimizle gitmişiz Batı’ya, dedelerimizle gitmişiz, pirlerimizle gitmişiz yani.

Amele Birliklerini kurmuşuz, işçilerimizin haklarını savunmuşuz, geceler düzenlemişiz, cenazemizi yurdumuzun toprağına getirmek için çaba harcamışız, oralara yerleşmişiz, oraları da vatan yurt bilmişiz. Zaten köklerimizde olan, özümüzde olan kültürümüzle Avrupa’yla, Avrupalı’yla özleşmişiz. Zaman zaman bir roboto dönüşen insanlara neşeyi götürmüşüz, sohbeti, misafirliği, hısım akraba kavramlarını götürmüşüz. Örgütlenmiş, dernekler kurmuşuz. Elli yıl sonra ayrılmaz parçası olduğumuz Avrupa’da inancımızı, kültürümüzü yaşamışız, yaşatmak istemişiz.

Cemler yürütmüşüz, ozanları ağırlamışız, gençlere sazlar öğretmişiz, dilimizi yaşamak için büyük mücadele vermişiz.

Dernekler kurulmuş, buna büyük emek verenler olmuş. Birlik için, inancımızı yaşatmak için, değerlerimize sahip çıkmak için çaba harcayanlar, topluma öncülük edenler olmuş. Bunların hangi birini sayalım ki?

Sonrasında ise yirmi yıllık süreçte Alevi Bektaşi İslam Yolu’na ihanet eden, bu ulu yolun damarlarını kesenler, inanç, kültür, gelenek yerine bölücülüğü hedef edenler birçok derneğimizin başına gelmeye başlamışlar. Yurdumun, ülkemin, inancımın, dilimin, kültürümün, tüm değerlerimin dışında inançsızlığı, bölücülüğü, yıkıcılığı, uşaklığı, yurdunun öz değerlerine küfretmeyi meslek edinmiş tümüyle satılmış soytarılar tayfası bu güzelim kurumlarımızın bir kısmını ele geçirip buraları işgal etmişlerdir. Alevilik adına Avrupa’daki örgütlerin başına geçenler Sosyalizm’le de, Marksizim’le de ilgisi olmayan sözde “devrimci” kılıksızlıklarıyla derneklerden Atatürk’ümüzün, sonra Türk bayrağı, On İki İmamlarımızın resimlerini indirmişler, Alevi Bektaşi İslam değerlerini yok sayan Sünnilerden daha çok, Diyanet zihniyetinden  daha çok, yobaz ve bağnazlardan daha çok, bizim  öz değerlerimize saldırmışlardır. Bu konuda adam bile dövmüşler, sakat görüşlerini kabul ettirmek için ellerinden gelenleri yapmışlar, inançlı vatandaşlarımızı derneklerimizden, cemevlerimizden kovmuşlar, bir sülük gibi yapıştıkları koltuklarda Alevilerin sırtından para kazanmaya başlamışlardır. Bölücü terör örgütünün uzantılarıyla koyun koyuna, Batı’nın her an uşaklığını yapacak şekilde Türkiye’ye, Türk Yurduna, Türk Bayrağı’na kin kusmuşlardır.

Ne İnsanlıkla, ne İslam’la, ne Alevilik’le bir ilgileri olmayan bu bölücüler bugün de Avrupa’daki vatandaşlarımızın kanını emmeye devam etmektedirler.

Ne Anadolu’nun, Rumeli’nin aydınlığından, ne Batı’nın gelişmişliğinden, Hümanizmasından, ne aşktan, sevgiden, barıştan, kardeşlikten, eşitlikten, mertlikten, inançtan haberi olmayan bu bozguncular tayfası tüm Avrupa’da çaka satmaktadırlar. Bu sırtlan sürüleri, Aslan Bağı’na girmiş boy göstermektedirler.

Türkiye’de olduğu gibi  dini kendisine kılıf yapan kan içicilerin, kara yobazların elinden çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de bunların elinden halkımız kan ağlamaktadır.

Avrupa’da veya Amerika, Avusturya gibi yerlerde bazı Alevi Bektaşi  kurumlarının, cemevlerinin, dernek ve vakıfların başına geçenler kendileri gibi düşünmeyenleri oralardan uzaklaştırıp, gençleri de etkileri altına alıp yollarına devam etmektedirler.

Birkaç Avrupa gezimizde gördüğümüz gibi; kendi görüşlerimizi anlatmaya başlayınca ağzımızı açmadan bağırmaya başlayıp, hakaretler yağdırırlar... Bizler de onlara deriz ki, burada Avrupa’da, İsviçre’de indirin yakın bakalım İsviçre bayrağını, buranın dirlik ve düzenini yok etmek isteyin bakalım o zaman İsviçre’nin nasıl bir darbesini yersiniz! Demokrasinin sınırlarını nasıl görürsünüz! Uyuz uyuz, işsiz güçsüz, kahvehaneye çevirdiğiniz bu güzelim mekanları kirletiyorsunuz, bağırıp, höykürerek kendi görüşlerinizi dayatacağınızı sanıyorsunuz, boşuna avunmayın, sizden korkumuz yok, defolun gidin bu kurumlardan, burayı buraların gerçek sahiplerine bırakın!

Onlar da sanmaktadırlar ki, bu saltanat ilelebet sürecek!

Yalanlarla, çirkinliklerle, korkularla, saldırganlıklarla kurdukları düzen bir güzel işleyecek, gencecik beyinleri kendilerine, kendi ilkel görüşlerine esir edecekler, geçmişimizi olduğu gibi geleceğimizi de karartacaklar!

Boşuna hayal kurmasınlar; bugüne kadar nice Yezitler, faşistler, şeriatçı yobaz sürüleri bu gül yüzlü toplumu yok edemedi, bu güzelim Alevi-Bektaşi İslam inancını, kültürünü yozlaştıramadı, üç beş çapulcu mu yok edecek?

Yol Muhammed Ali’nin kurduğu ulu yoldur, Yol; İmam Hüseyin’lerin haksızlığın önünde eğilmeyen başların devrimci aydınlık yoludur, Yol; canını doğruluğa feda edecek yiğit ceylanların yoludur. Yol; İmam Ali’den alınan erdemlerin yoludur. Yol; On İki İmamların kurduğu kutsal yoldur.

İşte sevgili dostlar; Avrupa’da da Alevi Bektaşi İslam güneşinin parlamasından sonra, Alevilik Bektaşilik gibi aydınlık bir yolu Hıristiyanların yurdunda da yaşatmak isteyen insanlarımız kendilerini bekleyen tehlikelerden birisinin de bu asimilasyoncular olduğunu nereden bilecekti?

Son yirmi yılda Avrupa’daki canlarımızı bir araya getirmek, inanç ve kültürlerini yaşamalarına imkan sağlamak için kurulan göz bebeği gibi olan kurumlarımıza gelen çocuklarımızı, gençlerimizi yalanlarla, dolanlarla kandırmak isteyen yol kaçkınları, her fırsatı değerlendirerek zehirlerini akıtmak istemişlerdir.

Güzelim Alevi Bektaşi toplumunun gül yüzlü insanları; Ali diyerek, turna diyerek, semah diyerek, yar diyerek, deyiş diyerek, Pir Sultan diyerek bu kurumlara koşmuşlar koşmaya da devam etmektedirler. Ama bu canım insanlar aradıklarını bulamamaktadırlar. Saatler boyunca kimi örgütlerin propagandalarının yapıldığı, Aleviliğin – Bektaşliğin İslam dışında bir ayrı din ve inanç olduğunu savunan, beyni sulanmışların boyunduruğunda ezilmekte, sonunda buna tahammül edemeyenler ise oraları terk etmektedirler.

Doğruları dile getirirseniz, sermayelerini ellerinden alırsanız sizi dövmeye kalkarlar bu örgüt kaçkınları. İyi bir hatip bozuntusudurlar, ezberlediklerini bir bir dökerler kurt misali. İrinli beyinlerinden inanç, iman, irfan, hoşgörü, barış, kardeşlik, ibadet kavramları geçmez. Bunları dile getirenleri küçümserler, onlara göre “cem manyakları”nın bu çağda yeri yoktur, onların işi bitmiştir, ömürleri tükenmiştir. Gençlerin inançla, dinle, ibadetle ne işleri olabilir ki?!

Güzelim Aleviliği, Bektaşiliği kılıktan kılığa sokacaksın, onu ayrı bir din olarak takdim edeceksin, yalanlarınla göz boyayacaksın, çocuklarımıza, gençlerimize bin dört yüz yıllık onurlu geçmişimizin yerine başka başka inançları, uygarlıkları, kültürleri Alevilik, Bektaşilik diye anlatıp, onları kandıracaksın.

İnsafsız hayın! Hadi diyelim bilmeyenler, kendinden geçenler, kişiliğini az çok kaybedenler sana bir şey demiyorlar. Ya, bin dört yüzyıllık bir büyük yolun nefesini taşıyanlar, onurunu yaşayanlar, değerlerini taşıyıp bunlarla yaşayanlar size cevap veremeyecekler mi?

Siz Aleviliği – Bektaşiliği  sahipsiz mi sanıyorsunuz?

Ha keza yolun sahipleri vardır, yolun kimseye ihtiyacı yoktur ayrıca, ama üç beş kıytırığa meydan da bırakılacak değildir. Şovla, dedikoduyla, bayağılıkla, sömürüyle bir yere varılamaz.

Sizler bırakın bu yolu gerçek sahiplerine, inlerinize çekilin, yeter artık sömürdüğünüz!

Gerçek bilim adamları, yazarlar, ozanlar, dedeler, babalar, aşıklar, sadıkları, dervişler, analar, bacılar, gençler, çocuklar, erler bu yolun gerçek sahipleri bu yolu süreceklerdir.

Bizler siz zavallıların eski zamanlardan kalan güzelim kitapları kemirmeye çalışan kurtçuklardan kalan toz zerreleri olduğunuzu çok iyi biliyoruz.

Bu dünya üzerinde bir hükmünüz olmadığını, olamayacağını çok iyi biliyoruz. Geçici saltanatınızın keyfini sürerken bu büyük inanca, bir büyük topluma, çocuklarımıza yani geleceğinize kastetmemiş olsanız sizden bahsetmek bile dile ziyandır. Sizin zavallılıklarınızı anlatarak tüketilen satırlara, dökülen dillere günahtır.

Boyun büktüğünüz, yalakalık yaptığınız, uşaklaşmaktan zevk aldığınız egemen güçlerin kuklası olmanıza şaşmıyoruz elbette; alın teriyle yapılan cemevlerimize, derneklerimize acıyoruz o kadar. Üzerinde sülük olarak süründüğünüz güzelim güllere yani gençlerimize üzülüyoruz o kadar.

Ama Muhammed Mustafa’nın, On İki İmamların, İmam Ali’nin, Hz. Hüseyin ve Kerbela Şehitlerinin, cümle erenlerin, velilerin, ozanların, dedelerin, babaların, uluların şavkı ortalığı saracak, karanlıklar, en karanlık noktalarına kadar aydınlanacaktır.

Bundan hiç şüpheniz olmasın.

DOSTLAR BAĞINDA GÖNÜL SEYYAHI (Alevilik - Bektaşilik / Denemeler, Yurtdışı Gezi Notları), ÜRÜN YAYINLARI, 2013, ANKARA (ÖNSÖZ), SAYFA: 65-78

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile