Tarihimizi Yazmak ve Bektaşiliğin Doğuşu Kitabı
Tarihimizi Yazmak ve
Rıza Yıldırım’ın Bektaşiliğin Doğuşu Kitabı Üzerine…
Ayhan Aydın
Can dostlar, iyi – kötü okuyan ve okumayı hiçbir zaman, hayatımın hiçbir döneminde bırakmayan birisi olmanın rahatlığıyla söylüyorum ki, Alevi- Bektaşi toplumu olarak yeteri kadar okumuyoruz. Okuduklarımızı ya tam okumuyor, ya da başka kitaplarla, metinlerle karşılaştırıp, sorup - sorgulayıp okuduklarımız hakkında belli analizler yapmıyoruz.
Duygusal insanlar olarak, bize ne iyi, ne hoş geliyorsa, bizim gönlümüz neye meylediyorsa, oraya yöneliyoruz. Hemen her konuda olduğu gibi kitapları okurken, yargılarda bulunurken, mutlaka taraf tutuyoruz, bazen de, hiç gereği yokken, yazılanlar doğruyu yansıttığı halde, yazılanlara öfkeleniyoruz. Bunların belki hepsi de belli oranlarda doğal şeyler… Bu durum herkes gibi elbette bende de var.
Alevi – Bektaşi dünyasının 30 yıldır içinde olan birisi olarak, tüm gelişmeler, olaylar, etkinlikler beni ilgilendirdiği gibi, bu konuda yazılan kitaplar da beni çok yakından ilgilendiriyor. Gerçekten okuduğum binlerce kitap gibi, her bir yeni kitabı da okuyup ondan bir şeyler öğrenmenin merakı ve heyecanıyla kitaplara bakıyorum. Aynı zamanda artık elbette daha bir dikkatli okuyup, dipnotlarına varıncaya kadar bazen belli yerleri iki üç kez de okuyarak, hem metin, kitap bütünlüğü ama aynı zamanda o güne kadar bildiğim şeyleri de sorgulayarak/karşılaştırarak o kitabı daha fazla değerlendirmek istiyorum. Yani kitaptan tam yararlanmak için o kitabı okuyorum. Bu konuda en büyük ilgi alanlarım da edebi eserler dışında; tarih, sosyoloji, antropoloji, halkbilim çalışmaları. Bende ki okuma aşkı aslında bunca kitaptan sonra işte öğrenme isteğinin dışında da, Alevilik- Bektaşilik konusunda ne kadar eksik yanımızın olmasıyla da ilgilidir. Bu devasa örgünün her alanında da çok ciddi boşluklar var.
Yirmi yılda, kurumların çatışmalarının arasında kalan “dedeler birliği” üç beş sayfalık, “Alevilerde cenaze erkânını” bir kitapçıkta toplayınca büyük bir işi halletmişlerdi! Eyvallah, saygım var… Ama geçip giden 40-50 yılda hakkını yemeyelim hangi kökenden olursa olsun kimi bilim insanı, ciddi araştırma ruhu olan akademisyenlerin yazdığı kitapları toplumumuz tarafından maalesef her zaman uzak bir köşede bırakıldı.
Dedelere, babalara, âşıklara ve sadece kendi özgün yanınızı, kendi yörenizin cemlerini, o köyde doğup yaşamış âşıkları, dedeleri, türbeleri yazın dedikçe, yüzde doksanı, Nuh Aleyhisallam’dan başlayarak bugüne kadar birçoğu basit kurnazlıklar yığını olan birbiriden alıntılarla dolu, basmakalıp ezbere bilgileri alt alta, üst üste sıralayarak bize kitap olarak yutturdular. Bunlara maalesef ki yazarlarımız da dâhil oldu. Bir yazar, gazeteci tek bir alanda eser veya eserler ortaya koysaydı daha iyi olmaz mıydı? İlliha ki her birisi her konuda yazacak, kitaplarını birbirleriyle yarıştıracaklar… Birileri, her şeyi biliyor, her konuda konuşuyor, yazıyor, desinler, diye kitaplar yazıldı… Ne dersin, ne yaparsın?
Bu bilimdir hiç durmadan gelişir, büyür, çoğalır, önü açıktır akıp gider. Alevilik Bektaşilik konusunda yapılan çalışmalar, bu arada bilimsel çalışmalar da, onu tanımlama, ona don biçme, onu şekillendirme, yönlendirme bütünlükleri içinde ele alındığı için, haklı olarak bu konuda da tartışmalar yaşandı. Bundan doğal da bir şey olamaz. Birçok konumuz gibi bu yanımız da, bir gün elbette, bilim insanları tarafından ele alınacak, konuşulacak, kamuoyuyla paylaşılacak, bu da hayatın gerekleri.
Alevilik - Bektaşilik konusunda da, işte Türkçü / Devletçi görüş ve bakış açısı denilip şimdilerde çokça eleştirilen “Fuat Köprülü Ekolü” de denilen, dolayısıyla Alevilik - Bektaşilik konusundaki araştırmaları belli ideolojik temellere oturttuğu söylenen yaklaşıma karşın, hem çok ciddi makaleler, hem de ciddi eleştiri yazıları birbiri arkasından yayınlandı. İyi de oldu. Ama işte bunlar vicdanı olan kalem sahiplerinin yazdıkları olunca yerli yerini buluyor. Karalama, ahkâm kesme ve de ki gevezelik için yapılınca sırıtıyor.
Efendim söyleyip duruyoruz; Alevilerin – Bektaşilerin tarihini Aleviler – Bektaşiler yazmamışlar, yazmıyorlar, devletin resmi ideologları, kalemşorları, devlet okullarında okuyanlar, devletin imkânlarıyla adam olanlar Aleviliği - Bektaşiliği yazıyorlar... Böyle söyleniyor, böyle yazılıyor. Böyle yaklaşımlar da var. Bunu da bazı Alevi yazarlar, aydınlar, akademisyenler de dile getiriyorlar. Eyvallah epey haklılık payı elbette var…
Can dostlar; olay çok boyutlu, üstesinden gelemeyeceğim de bir şey değil… Zaman zaman yazı da yazdım, hatta bazı arkadaşlarla çatıştık da… Bektaşiliği sözde eleştireceğim diyen bazı gerçekten de değerli yazar arkadaşlar Balım Sultan’a hakaret etmekle, maharet işlediklerini sandılar. Boş işlerle uğraşanlar çok oldu. Bunları da geçelim.
Meselenin özü şudur; her şeyi bir tarafa bırakalım, biz toplum olarak, dernekler olarak, vakıflar olarak bu konularda ne yaptık, ne yapamadık, neler yapmalıyız, tümüyle bunu düşünüp hayata geçirmeliyiz. Aslında çoktan yapılması gereken şeylerdi bunlar. Ha yapılmadı mı? Seminerler, sempozyumlar, toplantılar, “Akademi Söyleşileri”, hatta Alevi Akademisi kurmak… Bunların tümü yapıldı, denendi… Bu uğurda emek verenlere bin kere teşekkür etmemiz lazım. Önemli deneyimler yaşamış olduk, birçok bilgiye de ulaşmış olduk bu sayede.
Sonuçta ise maalesef yapılacaklar yanında bugüne kadar yapılanlar devede kulak kalır. Bilim; kurumlara bağlı işlemez, bilim insanı bağımsızdır, bir otorite karşısında tarafsız olur/olmalıdır. Nihayetinde zaman zaman gerçek bilimsel üretimler üniversite dışından yapılır. Birçok bilim insanı üretim zeminin bulamadıkları için üniversitelerden ayrılmışlardır. Benim ve benim gibi birçok insanın zaman zaman dile getirdiği gibi Alevi - Bektaşi kurumları bilim insanı yetiştirsin, görüşü belki hedefini tam bulmuyor/bulamıyor. Yüksek Lisans, Doktora yapacak gençlerimiz desteklensin, onların önü açılsın, bilim kurulları oluşsun, onlara çalışacakları alanlarda kurumlarımız maddi manevi destek bulunsunlar, görüşü yerinde bir görüş ama bu insanları istihdam edemedikten, sonraki yaşamlarında destekleyemedikten sonra bu da tam sonuca ulaşamaz sanırım. Ama bir Alevilik – Bektaşilik Araştırma Merkezi’nin, Akademi’nin olması olmazsa olmazımızdır.
Bizler Alevi - Bektaşi toplumu olarak oldukça gevezelik edip, duruyoruz. Bunun bir istisnası yok gibi; akademisyeni, dedesi, babası, yazarı, ozanı, dernek başkanları, kadın kolları… Kim aklınıza geliyorsa gevezelik ediyoruz. Ne konuda? Her konuda. Aslında şimdi yakın zamanda sesli kitaptan dinlediğim ve gerçekten de insanoğlunun yeryüzündeki serüvenini benzersiz bir şekilde anlatan hele hele de genç yaşta, yıllar önce Yesar Arafat hakkında benzersiz, doyurucu bir kitap yazan bir gazeteci gibi, İsrailli bir tarihçi- yazarın hiçbir insanı ve toplumu ayırmadan herkesin yararlanacağı temel bir eserinde söylediği gibi; gevezelik aslında insanlığın gelişmesinde çok önemli bir aşamadır. Hem de öyle açıklıyor ki, ne dersiniz, doğru, dersiniz. İnsanlar tarihsel olarak, konuşa konuşa, çevrelerindeki her şeyi, başlarından geçenleri anlata anlata sosyalleşmişler, bugünkü dünyayı, yani “sosyal yaşamı” belki de buna borçluyuz. (Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi (Türkçe), Yuval Noah Harari)
İyi de Alevi – Bektaşi toplumu zaten çok ama çok şey yaşadı ve bunu anlattı, diyebiliriz. Demek ki ve doğru olanı da, her şeyi de tam anlatamamışız. Yani sonuçta gevezelik etmek kötü bir şey de değil, iş yaptıkça, sonuç aldıkça ilerledikçe niye kötü olsun ki!
Can Dostlar; en azından konuyu bilimsel olarak ele alan, kitaplar yazan, araştırmalar yapan insanlarımızı çoğaltmalıyız.
Mutlaka ama mutlaka gençlerimizi bu konularda desteklemeli, onları özendirmeliyiz.
Bilimsel olarak hazırlanmış kitapları okumalı, okutmalıyız.
Buraya kadar okuduğunuz için de teşekkür ediyorum.
Şimdi gelelim sadede, tarihi metinler…
Tarihçi olmak da öyle kolay bir şey değildir. Genel geçer sonuçlara ulaşmak için tarihin ruhunu ama çok daha önemli olmak üzere ele aldığınız konunun tarihsel zeminine inerek o dönemi iyi tasvir edip, yorumlananımız gerekir. Bu da benim bir gezgin olarak gördüklerimi yazmama benzemez elbette. Beş yüz yıl önceki olaylar dizisinden ortaya bizlerin anlayacağı bir sonuç dizgisi çıkarmak için sıradan bir tarihçi olmak da yeterli değildir.
Ben bir okur olarak; beş – altı yüz yıl önceki bazı kişiler arasındaki ilişkileri, o dönemki diyelim ki inanç atmosferini, insanlar arası diyalogları, egemen bazı zihniyetlerin olaylara müdahalelerini nasıl anlayıp, öğreneceğim? Ben bir okurum; dil bilmem, tarih bilmem, en azından tarih metodolojisi bilmem, o dönemdeki egemen yönetim ve toplumsal yapıyı, dini yapıyı yani dini toplulukları (zümreleri) kestirmem, hadi diyelim tam kestirmem imkânsızdır. Herhangi bir tarihçi - yazar da bunu ortaya koyamaz. Bunu ortaya koyabilmesi için o döneme ait temel materyallere sahip olması gerekir. İşte bunlar da o zamanın sohbetleri, hikâyeleri, anlatıları, belki de gerçekten “gevezelikleri”dir.
Ama beş – altı yüz yıl önceki bu döküm (envanter) nerededir? Elbette bunlar ancak yine de kitaplardadır. (Keşke görüntü ve ses kayıtları elimizde olsaydı!)
İşte can dostlar her birisi elmastan da çok daha değerli olmak üzere Alevi - Bektaşi toplumunun Velayatname, Manakıpname, Buyruk, Secere, Cönk, Erkanname vd. olarak da bildikleri bu tarihi metinler bu toplumun tarihinin yazılması için en önemli kaynak eserlerdendir.
Alevi - Bektaşi ulularına ait, genelde ismi geçen ulunun dışında bazen onun yardımcısı pozisyonundaki dervişi, bazen o yapı dışından insanlar tarafından, devlet erkine yakın insanlar tarafından, belki o erenlerin yaşadıkları dönemden çok sonra da yazılmış olsa da kaleme alınan bu eserler bugünü anlamak için, bu toplumun köklerini öğrenmek için birincil derece, hayati öneme sahip eserlerdir. Çok şükür ki, bunlar aslında bir iki tane de değildir.
İşte Alevi - Bektaşi toplumunun yüzyıllar boyunca elden ele dolaşan ve inanç konularındaki temel bazı konuları içeren Buyruklar, Hz. Ali, Cenknameleri, Battalname’ler, Saltukname’ler gibi biraz da cenk öykülerinin anlatıldığı kahramanlık söylenceleri ama dahası da Hacı Bektaş Veli Velâyetnamesi, Abdal Musa Velâyetnamesi, Seyyid Ali Sultan Velayetnamesi, Kolu Açık Hacım Sultan Velayetnamesi, Otman Baba Velayetnamesi, Demir Baba Velayetnamesi, Balım Sultan Erkannamesi gibi onlarca tarihi metin bu Alevi - Bektaşi Yolu’nun tarihini anlamamız açısından da ayrıca son derece önemlidir, hayatidir.
Yani hiç durmadan “konar – göçer / sözlü kültürle yetinmiş” denilen bu topluluk aslında elbette yazılı belgeleri olan, altı yüz yıl, yedi yüz yıl önce ocaklarını/ tekkelerini / dergahlarını/ köylerini kurmuş bir topluluktu. Yüz yıl önce Anadolu’ya gelen topluluklar “yerleşik-yerli” oluyor, bin yıldır bu topraklarda yaşayan Aleviler – Bektaşiler hep göçebe oluyor! Vay ki, vay… Ört ki ölem… Elbette sürülmüşüz, hayvancılık yapanlarımız, obadan obaya, ilden ile göçmüş o ayrı bir mesele… Milyonlarla ifade edilen bir insan topluluğunun hiç yazılı belgesi yok, bunlar o kadar cahil ki hiç okuyan yok. İşte efendin, Osmanlı baskı yapmış, kırsalda yaşanmış, hiç okur- yazar yokmuş! Bırakın bu çocuk öykülerini artık yahu. İstisnasız tüm Alevi - Bektaşi yerleşimlerde yüzyıllar boyunca, mutlak okur – yazar insanlar vardı. Bu kadar basit değil hiçbir şey.
Evet, neyse dönelim yazıya…
Elbette bugüne kadar bu alanda birçok yayın yapıldı. Dahasını söylemek gerekirse âlemin tek akıllısı ben değilim, bu eserlerin önemine binaen tıpkıbasımlar, yorumlu basımlar gibi bu klasik kitaplar birden çok kez de yayınlandı. Bizler bu konuda bir literatüre de sahip olduk. Birileri ne derse desin, Alevilik - Bektaşilik konusunda bu alanda önemli araştırmalar yapan isimlerden birisi de Prof. Dr. İrene Melikof’un öğrencisi olan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’tır. O bu alanda bir büyük adım atmıştır, bu işin olmazsa olmazı Arapça, Farsça, Osmanlıca bilmek zorunluluğunu, batı dillerinde kitapları tercüme edecek kadar yabancı dil bilme zorunluluğunu önceden halletmiş, Fransa’da doktorasını tamamlamış, zorlukları ve alanın önemini görerek temel kaynak eserlere inip bu alanda önemli çalışmalar yapmıştır.
Bununla sınırlı kalmamak üzere birçok yabancı akademisyen de uzun yıllardan beri Alevi - Bektaşi toplumunun sözde aydınları tarafından hiçbir zaman önemsenmeyen bu tarihi metinleri üzerinde bitmez tükenmez çalışmalar yapmışlardır ve yapmaya da devam ediyorlar. Bazıları bunları “çalmış, çarpıtmış, kendi ideolojisine göre yorumlamış” diye boğmaya çalışıyorlar. Elbette bunların da gerçek payı vardır. Ama aynada suratına kendisi bakamaz, çarşıya gelmiş adam beğenmez, misali çarıklı erkânın döne dolaşa toplasan üç beş makalelik yazılarıyla karşılaştırılınca Batılıların da bu konuda önemli ve kalıcı çalışmalar yaptıklarını görüyoruz.
Ahmet Yaşar Ocak tapılacak bir insan değil elbette. Onun da hataları, eksikleri vardır. Nihayetinde bilim dünyasında Tarihçiler Prof. Dr. Ahmet T. Karamustafa, Prof. Dr. Cemal Kafadar, onun tezlerine çeşitli eleştiriler getirmiş, yazılar yazmışlardır.
Ahmet Yaşar Ocak hocamızın ekolünden yetişen Prof. Dr. Haşim Şahin hoca ve başka bazı isimler de aynı şekilde çalışmalarını sürdürmektedirler.
Ne güzel ki, bizde de çok sevgili Doç. Dr. Ayfer Karakaya gibi yabancı diller bilen, ABD’de bir üniversitede dersler veren, Osmanlı ilk dönemi, Osmanlı Arşiv Belgeleri ışığında Alevilik çalışmaları yapanlar da vardır.
Tüm derdimiz Alevi Bektaşi tarihini daha iyi anlayıp bugünü ve geleceğe ilişkin daha sağlıklı analizler yapabilecek bilim insanlarımızın sayısının artması, bu alanda çalışanlara destek verilmesidir.
Gerek Türkçe, gerekse yabancı dillerde yapılan bu son derece önemli ve olayı anlamamıza yardımcı olacak kitaplardan bırakın Alevi - Bektaşi toplumunu, bu toplumun sözde Alevi öncülerinin bile haberlerinin olmaması da durumumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Lafazanlık yapacak değilim, nihayetinde bizim için çok önemli eserler de olsa, tarihi konular, kitaplar bizim insanımızı sıkmaktadır.
Can dostlar bizler; Kürtler veya Türkler fark etmez, Sünniler gibi, çekirdek çitleyip, kovboy filmi izler gibi kitaplar okumak istemekte, “lep demeden leblebiyi” anlamamızı sağlayacak, gönlümüzü hoş edecek, yarı ideolojik, yarı mitolojik, yarı köy hikâyeleri içerikli kitaplar okumak istiyoruz. Piyasadaki Alevilik – Bektaşilik’le ilgili kitaplarının en az yüzde altmışı bu nitelikte kitaplardır. Her şeyden önce, bir kere bu zihniyetin değiştirilmesi gerekir.
Rıza Yıldırım – Bektaşiliğin Doğuşu
Son dönemde dikkatlice okuduğum kitaplardan birisi de akademisyen Rıza Yıldırım’ın Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu, kitabıdır.
Bu kitap gerçekten bir tarihçi tarafından yazılmış, konuyla ilgili önemli kaynaklardan birisidir. Bence onu önemli kaynak yapan şey kitap yazarının yetenekleri yanında, olayı ele alış tarzıdır. Rıza Yıldırım Osmanlıca’yı çok iyi bilen, aynı zamanda ileri düzeyde İngilizcesi de olan bir yazarımızdır. Kitabın düşünce temelini inşa ederken Rıza Yıldırım, Alevi Bektaşi klasik eserlerinden veya o döneme ait bazı önemli metinlerden, bu metinleri sıradan okuyup alıntılar yapan bir yazar gibi değil, gerçek bir tarihçi gibi davranmıştır.
Orijinallerini, orijinal dilinden okuduğu bu tarihi metinler üzerinde çok ciddi karşılaştırmalar yapan Rıza Yıldırım, bu yöntemiyle o dönemle ilgili önümüze yeni ufuklar açılmasına sebep olmuştur.
Yeri gelince satır satır, metinlerdeki kişileri, olayları, birbirleriyle karşılaştıra karşılaştıra tüm olasılıkları ve yanılma paylarıyla birlikte bir tarihçi gözlüğüyle ortaya sermiş, böylece bizde önemli bir muhakeme gücünün oluşmasını sağlamıştır. Yani farklı yorumlanabilecek görüşleri, düşünceleri arka arkaya sıralayarak bizlerin ciddi bir akıl yürütme yetisine sahip olmamıza fırsat yaratmıştır.
Sadece Osmanlıca bilgisiyle bunu yapmayan Rıza Yıldırım, uzun yıllardan beri hiç ara vermeden Alevi - Bektaşi klasik eserleri üzerindeki ciddi çalışmaları ve kafa yormalarıyla bunu sağlayabilmiştir. Zaten bir bütün olarak daha önce yayınladığı ve tüm Rumeli’nin en etkin – büyük erenlerinden birisi olan, Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesini de tenkitli bir şekilde yıllar önce yayınlayarak bu alandaki önemli uğraşısını ortaya koymuştu.
İlk yayınladığı eserde olduğu gibi yeni kitabında da Tarihçi Rıza Yıldırım; Alevi – Bektaşi toplumu için son derece önemli erenlerin tarihi kimlikleri, eserleri, dönemsel olarak o erenlerin kendi aralarındaki, merkezi yönetimle olan ilişkileri ve o dönemde devletin resmi tarih yazıcılarının eserlerinde onlara bakışları, karşılaştırmalı olarak ortaya koyup bizlere önemli bir kapı açmaktadır.
Kendimi bildim bileli hep tartışılan Bektaşilik, Hacı Bektaş’ın tarihsel kimliği, Hacı Bektaş’ın Bektaşi olup olmaması ve Bektaşiliğin ortaya çıkışıyla ilgili elbette Türkçe yayınlanan hemen tüm eserleri okuyan birisi olarak ve de çalışma saham olması nedeniyle Rıza Yıldırım’ın kitabını daha da dikkatlice okuma gereği duydum.
Zaman zaman geriye dönüp birkaç kez okuduğum bölümleriyle bu kitapla Rıza Yıldırım’ın konuya hâkim, yazdığı kitabın hakkını vererek, eseri kalemi aldığını gördüm.
Rıza Yıldırım yazdığı eserle, bir tarihçi olarak ortaya yeni ve iyi bir ürün koymuş oluyor.
Safsatalar dışında, Alevi - Bektaşi klasik eserlerine dayalı olarak Hacı Bektaş’a kadar Bektaşiliğin teşekkülü’nün serüvenini yine Alevi - Bektaşi klasik eserlerinin izini sürerek ortaya koymaya çalışan Rıza Yıldırım, bence bir ilki başarıyor bu kitabıyla.
Bazı Alevi yazarlarca; Sünni kökenli, devlet yanlısı vs. yakıştırmalarla çoğunlukla haksız yere itham edilen, bu alanda çok ciddi, önemli çalışmalara imza atmış olan Ahmet Yaşar Ocak’tan sonra bence, Rıza Yıldırım; klasik metinlere dayalı olarak Alevi - Bektaşi tarihinin ortaya konulmasında, bir tarih yazıcılığının iyi bir örneğini ortaya koymaktadır. Bu bence bu alandaki çok iyi bir denemedir. Elbette başka tarihçiler benim gibi olaya bakmayıp başka açılardan olayları değerlendirip, Rıza Yıldırım’ın da kitabını tenkit edeceklerdir. Ama en azından benim gördüğüm Alevi kökenli bir tarihçinin, metinlerin orijinallerine vakıf bir şekilde, bu olayı bir tarihçi ciddiyetiyle ele alarak önemli bir adım atmasıdır.
Bir de bakmışsınız, Osmanlıca, Farsça, Arapça, İngilizce de bilmeyen, tarihçi de olmayan bir “maceraperest” zevzek; A, bunda ne var yahu, ben zaten bunları yıllar önce söylemiştim, yazmıştım, Rıza Yıldırım bunları benden almış, da diyebilir. Burası Türkiye’dir, buna ise hiç şaşırmam…
Kitapta en çok dikkatimi çeken hususlar birisi de, Saltukname’yle, Hacı Bektaş Velayetnamesi’nin karşılaştırmasına yönelik eleştirisel bakış açısıdır. Birbirine çok yakın bir zaman diliminde yazılan bu iki tarihi eseri karşılaştıran Rıza Yıldırım, kitabında Bektaşiliğin bir tarikat sistemi olmasından önce, merkezileşmesi aşamasında Hacı Bektaş, Kutup, Horasan Erenleri, Rum Abdalları, Fakih Ahmet, “ökseği” atmak, Ahmet Yesevi gibi bazı temel yapı taşı isim ve kavramların ele alışları arasındaki farklılaşmayı, iki metini kıyaslayarak vermiştir. Saltukname gibi Velayetname’nin de kendi içindeki bazı bölümleri arasındaki farklılığa dikkat çeken Rıza Yıldırım tüm metinler üzerinden Rum Abdalları, Horasan Pirleri kavramlarını da irdelemekte, bizlere bu konularda da metinler üzerinden bambaşka bakış açıları sunmaktadır.
Anlatacak çok şey var kitapla ilgili; Demir Baba’nın iki kez Seyyid Ali Sultan Dergahı’nı ziyaret ettiğini, Demir Baba Velayetnamesi’ni okuyan sıradan bir okur tam nereden bilecek? Ama bundan çok daha önemli bir detay var olayla ilgili. Bugün için Yunanistan’da halen mevcudiyetini bildiğimiz iki farklı tekkenin varlığı çok önemli bir ayrıntıdır. Bunun tarihsel temellerini daha iyi irdelememiz gerekir. Burada iki tekkenin bulunduğunu, bunlar arasında bazı sorunlar olduğunu Demir Baba Velâyetnamesi yazıyor. Konuyla ilgilenen ben de dâhil Demir Baba Velâyetnamesi’ni okuyan birisi belki de bunun önemini ilk etapta tam bilemeyebilir. Ama gerçekten de Seyyid Ali Sultan Dergâhı’nda Çelebilerle / Seyyid Ali Sultan soyundan gelenlerle / Bektaşiler arasındaki farklılık Demir Baba zamanında başlamış mıydı? Ya da, her iki Tekke farkı farklı iki tekke olarak faaliyetlerine tam da o zamanlar mı geçmişlerdi? Demir Baba’nın iki ziyareti arasında tekkelerde nasıl bir değişim yaşanmıştı? (Vatan Özgül’ün her ikisinin de birbirinden apayrı tekkeler olduğu iddiaları vardır.) Bunlar gerçekten daha ciddi okumalarla yeniden ele alınacak konulardır. Bu da Seyyid Ali Sultan Dergâhı’yla ilgili araştırmalar için çok önemli notlardır.
İşte Rıza Yıldırım kitabında; Alevilik Bektaşilik’le ilgili olan çok önemli tarihi metinleri, düz bir mantıkla değil, tarihsel – dönemsel – kişiler bazındaki ilişkiler ağı içinde, karşılaştırmalı olarak okuyup, yorumluyor.
Aynı şekilde konuyla ve dönemle ilgili tüm menakıpları – velâyetnameleri farklı farklı bakış açılarına göre, dili, anlatımı ve tarihi verileriyle değerlendirerek, Bektaşiliğin ilk doğuşundaki gelişmeleri bize sunan Rıza Yıldırım yazdığı kitapla bana göre tarihi bir iş yapmıştır.
Kitapla birlikte bize sunulan bir yeni perspektif vardır. Buna göre; kişilere, olaylara metinleri karşılaştırarak artık daha farklı bakabilme yeteneğiyle, “ne olacak ya, işte ikisi de benzer şeyleri yazıyor” denilip es geçilen tarihi metinlerin, yeniden yeniden okunup, iyi incelendiğinde, bu alanda bizlere yeni kapıların açılmasını sağlayacak temel eserler olduğunu görüyoruz.
Rıza Yıldırım kitabında; velâyetnameler, eren-abdal, velilerle ilgili farklı yazarların farklı görüşlerini de irdelemekte, yer yer batılı bilim insanların makalelerine de atıflarda bulunup mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde bizlere konuyu yeni bir gözle ele alacak bakış açıları sunmaktadır.
İşte tüm bunlar da bizlerin ihtiyacı olan bakış açılarıdır. Ben burada Rıza Yıldırım’ın ve de yazdığı eserin övücülüğünü yapmıyorum. Gördüklerimi, okuduklarımı söylüyorum. Benim tek derdim sıradan bir yazar olmanın ötesinde, toplumsal bir sorumluluk sahibi olarak da, tüm Türkiye’de, tüm dünyada Rıza Yıldırımların sayısının çok artmasıdır. Her zaman okuyanın, araştıranın yanında olduk, her zaman onlara yardımcı olmaya çalıştık, kurumlara karşı onları destekledik. Ömrümüzü bu uğurda geçirdik. Benim buradaki sevincim, bir Alevi’nin öz sevincidir.
İnsan yetiştiremiyoruz, bizim tarihimizi hep başkaları yazıyor, tarihi çarpıtıyorlar, hurafeleri, devlet dayatmalarını bizlere yutturuyorlar, diye diye yıllarımızı geçirdik…
Tüm kurumları eleştirmeyi bıraktım da; Alevi kökenli bilim insanları, akademisyenler bugüne kadar kaç Alevi kökenli gencin elinden tuttular, onlara yol gösterdiler? Bunu da soruyorum elbette.
Hadi hepsini katmayalım, zaten kimliklerini belki ortaya bile koymayı istemiyorlar veya benim söylediklerim çok da etik karşılanmıyor, yani kökenine mi bakılır, yoksa yeteneğine ne mi bakılır? Diye soranlar olacaktır. Ama diyorum ki, hiç değilse pozitif ayrımcılık diye bir şey yok mudur? Siz yetenekliyi tutun da, başarısız bir insanı sırf Alevi diye tutmayın. Eyvallah onu demiyorum zaten. Ama Allah aşkına her şey bu kadar zor mu? Ben mi bunu çok abartıyorum, neden Alevi gençlerin önü bir türlü açılmıyor? Alevi de Alevi’nin elinden tutmazsa sonuç ne olur?
Rıza Yıldırım, güzel bir iş yaptı; bilimsel disipliniyle bir yol açtı, insanlara bir yol gösterdi bu çalışması ve diğer kitaplarıyla. Emeği var olsun…
Güzel çalışmaları duyurmalıyız, çoğaltmalıyız.
İnsan insanın aynasıdır, varsa hatası, varsa sevabı o ayna da hep birlikte birbirimizi görmeliyiz. Görmeliyiz ki, alçak dağları ben yarattım, demeden önce biraz düşünelim, sözde yolundan gittiğimiz Alevi Bektaşi Yolu’nun en temel değerinin “benlik”ten geçmek olduğunu unutmayalım.
Sonuçta herkese ve özellikle tarihi konulara ilgi duyanlara gönül rahatlığıyla önereceğim bir kitap bu.
Muhabbet ehline aşk ile…
Ayhan Aydın
9 Mayıs 2020, Rumelihisarüstü, Sarıyer.
Rıza Yıldırım, Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğusu, İletişim Yayınları, 2019, İstanbul.