HÜSEYİN RAZI

Ne mutlu bana!

Hızır biraz daralınca hemencecik yetişiveriyor imdadıma. Ya, Hızır Nebi olmasaydı ne olurdu benim halim! Soruyorum, sorguluyorum, gelene, gidene kulak kabartıyorum, her zaman sokaklardayım, halkın içindeyim, insanlarlayım. Doğanın büyüsüne kendimi kaptırıyorum, bir de muhabbete. Hem de her türlü muhabbete. Yine kuşların, rüzgarın ama illa da insanların muhabbetlerine kendimi katıyorum. Yaşam da bana en büyük hediyesini veriyor: her an bir yenilik, bir bilgi, bir aşk…

Bir gün kapıdan giriverdi birisi… Vakur duruşu, dingin yapısıyla… Gözüm hemen “ısırıverdi” bu geleni. Dedim ki biraz kilo almışsın. Evet, dedi. Daha önce de konuşmuştuk, sohbet etmiştik. Ama şimdiki başkaydı, bambaşkaydı. Üç gün devamlı geldi bana. Kitap çıkarmıştı, hemencecik okuyuverdim. Çok beğendim, çok etkilendim. İşte dedim, yepyeni bir yürek, yepyeni bir ses, yepyeni bir aşk, yepyeni bir roman, yepyeni bir öykü.

Hüseyin Razı’yı iyi ki tanıdım, iyi ki onunla söyleşi yaptım.

Ne mutlu bana!

Bu ulu çınar daha nice dallar filizlendirecek, bu kutsal ve bereketli topraklar daha nice değerlerle bizleri şaşırtacak, sevindirecek.

Ne mutlu bana! Yeni bir ozanla tanıştım. Pardon, pardon… Anadolu’nun bir çınar altında yaşayan bir yaralı, dürüst, engin, verimli, üretken ozanını Hızır bana getirdi. Çok şükür, çok şükür,  böyle bir günü de yaşadım.

Ne mutlu bana! Ne mutlu bize!

Ozanlarımız var, ozanlık geleneğimiz yaşıyor!

 

AYHAN AYDIN

 

Her şeyden önce bize kendinizi tanıtmanızı istersek, neler söylersiniz? 1939 depreminin acılı günlerinde, Tokat Vavru yeni ismiyle Kemalpaşa beldesinde dünyaya gelmişim. Burası eskiden Rum ve Ermeni yerleşim yeriymiş. İlk önce Sırçalı köyünden dedem oraya gelmiş. Devlet burası boş, buraya yerleşin, demiş. Benim tahminimce burası Rum yeriymiş, çünkü biz oradayken daha Ermeniler vardı. Bağlık, bahçelik, üzüm bağları vardı. Çok güzel bir yerdi. Merkez bir köydür. Şehre altı yedi km. uzaklıktadır. Şimdi orayı şeftali bahçeleri donattı. Kiraz bahçeleri oldu. İhracat yapılıyor. Üzümcülük hemen hemen kalmadı. Amerikan asmasından olsa da bunlar çok azdır. Binalar taşla yapılmış, kerpiç karışımı, hemen hepsi yıkılmış. Köy yer değişmiş, biraz öteye gitmiş. Yakınlarda birkaç kilise vardı. Tarlalarımızda kiliselerin kalıntıları, yerleri vardı.

 

Çocukluğunuz nasıl geçti? On beş yaşında evlendim. Çöreğibüyük köyü vardı, dedemin bacısı orada kocadaydı. Oradan onun kızı Sakine’yle beni evlendirdiler. Zor oldu. Okuyacağım, dedim. O zamanlar, ben yine daha çok kısa zamanda on yedi yaşında çocuklarım oldu. Askere gitmeden önce iki çocuğum vardı. Serdal ve Tülay vardı. Sonra da Kübilay ve Tülin oldular.

Dağdan odun getirirdim, bağdan üzüm getirirdim, sap yüklerdim kağnı arabalarıyla getirirdik, harmana yıkardık… Karpuz tarlamız vardı, onlara bakardım. Durumumuz çok kötü değildi. Üzüm satıyorduk, çalışırsan para olurdu.

 

Ozanım, sizin durumunuz biraz iyiydi. Ama kötü olanlar da vardı mutlaka. Niçin onların ekonomik durumları kötüydü, yerleri mi yoktu, çalışmıyorlar mıydı? Onlar bizden sonra geldikleri için iyi değildi. Ama sonra onlara yer de verildi. Kendileri de çalışıp tarla aldılar, durumlarını düzelttiler. Tarlaları olunca kiraz, üzüm satarlardı. Durumları iyi olurdu. Ama bazı seneler eğer kışın çok soğuk olursa, ağaçlar yanıyordu, fideler üşüyordu, baharın çiçekler donunca onca emek boşuna gidiyordu. Böyle yokluklar oluyordu. Bazı seneler ürün çok oluyor, satamıyorsun, ürünün karşılığını alamıyorsun... Bu da zararla sonuçlanıyordu. Ama bazen de yetmiyordu. Ama yöremizde insanların durumları iyidir, herkes geçimindedir. Aç çıplak bizim yörede yoktur. Bizim yöreye Kazovo denir. (Pir Sultan’ın bir şiirinde geçiyor.) Eskiden burası sulak bir yer olduğu için kaz çoktu. Kazlar çoktu. Irmağın geniş bir yayılımı vardı, kazlar çok olduğu için bizim yöreye Kazova yöresi, denir. Verimlidir, insanı çalışkandır. Dolayısıyla bizde fakirlik pek yoktur.

 

Askere gidene kadar yörenizdeki inanç ve kültür yapısı nasıldı? İnancımız vardı, tabii ki. Dedem Abdülkadir Bilgiç (Annemin babası beni o büyüttü) Kadir Ağa, diyorlardı. Sarı Kadir derlerdi. On iki sene muhtarlık yaptı. Köyün yerini değiştirdi, su, yol vs. getirdi. Ama belki de en önemlisi Halk Evi diye, cemevini o yaptırdı. Altı üstü tahtaydı. Köyün insanını alıyordu. Her Cuma akşamı tarikata gideriz. Biz Bektaşi’yiz. Mesela tarikatta dedelere görülmeden ekin ekmezdik. On sekiz ocaktan dedemiz vardı, hangisi de gelse ona görülürdük. Eri erden seçmezdik. Benim dedem Keçeci Baba Şeyh Mahmudi Veli Sultan’dır.

Bu on sekiz ocaklar; köyün ağırlığı Hubyar, çoğunlulukla Keçeci Baba’nın torunu kabul edilen Ahi Baba talipleri vardır. Dedemoğlu talipleri vardı, Kul Himmet vardı, Şah İbrahimliler vardı (bunlar çok azdır). O dönemde yine de 180’den fazla hanemiz vardı. Bizim köyümüz merkezin en büyük köyüydü. Şimdi de en büyük merkez köyüdür. Şu anda iki yüz elli hane vardır. Ocaklar varlığını sürdürüyor. Köyden Hubyar Baba’ya, Keçeci Baba’ya ziyaretler, kurban kesmeler, festivallere katılmalar devam etmektedir.

 

Kendi köyünüzde türbe var mı? Ulusoylar’dan Orhan Ulusoy’un türbesi (Rıfat Ulusoy’un oğlu) bizim köyümüzdedir. Burası da ziyaret edilir, kurban keserler. Sivas’tan gelen Veli Dede ihtiyarlamış, vefat etmiş, talipleri varmış, onun da türbesi var. Şarkışla’nın Ağacakışla (Sarıtekke Köyü)’nden gelmiş.  Ben de tanıyordum, uzun boylu, hoş sohbet, on iki hizmeti çok güzel yürüten bir dedemizdi. Herkes onu severdi, şimdi de o türbe ziyaret edilir.

 

Siz bu cem olaylarına ilgi duyuyor muydunuz? Ben her Cuma akşamları giderdim. 6 yaşından itibaren ben oraya giderdim. Dedelerin dualarını dinlerdim. On iki hizmet duaları yapılırdı. Nefesler söylenirdi, ben de bunları ezberlerdim. Büyüklerim bana sevgiyi öğrettiler. Ben Keçeci Baba’ya yani Şeyh Mahmudi Veli Sultan’a bağlıyım. Nemem Hatice Ana, kendisini köyde çok severlerdi, babamın babası 26 yaşında Rus cephesinde şehit düşmüş. Hatice Kemalpaşa’da dört çocuğu büyütmüş.

 

Peki, kendi ocağınız dedeleri nasıldır? Bizim dedeler Keçeci Baba’dan gelirlerdir. Aziz Baba türbesi vardır, Keçeci Baba’nın torunlarından, aynı isimli (asıl ismi Garkın Köyü’dür ama Aziz Baba köyü olarak bilinir) köyden dedeler gelirdi. Keçeci Baba’ya gidenler mutlaka Aziz Baba’ya da giderlermiş. Hatta Tekke ve zaviyeler kapatılınca Aziz Baba’yı kapatmamışlardır. Oranın kerametleri olduğu söylenir. Kıbrıs’ta savaşlar olduğunda türbesinde kan damladığını söylüyorlardı. Oradan bize dedeler gelirdi, şimdi de geliyorlar.

 

Nasıldır buradaki dedeler? Eski dedelere gözü tok, biz ne versek hakkullah olarak alırlardı. Onlar çok kâmil insanlardır, esas Türk boyları, bozulmamış, yozlaşmamış boylardı. Bizler bu güzel dedelerin hikmetleri haksızlığı sevmezlerdi. Düşkünlük çok güzel çalışırdı. Her şey kurala uygun olarak işlerdi. Yol çok önemliydi. Yola ihanet edilmezdi. Dedeler çok saf temizlerdi. Onların hepsi güzel insanlardı. Bizim yöremizde kötü dede görmedik.

Güz esnasında, işlerin azaldığı dönemde gelirdi. Daha erken gelirler, tahılı ekini onlardan görülüp, sorguladıktan sonra ekilirdi. Görülmeden işler yapılmazdı. Biliyorsunuz bizim Anadolu’da güzün işler bitiyordu. Harmanı içeri alıyorduk, üzümlerimizi kesiyorduk. Çok mükemmel üzümler olurdu. Üzümden çok yararlanırdık. İnsanlarımızda dedelere ve misafirlere ikramda bulunurlardı.

 

Görgüyü nerede yaparlardı? Görgüyü Halk Evinde yaparlardı. Hemen herkesin müsahibi vardı. Müsahipliler müsahipleriyle görülürdü (bizde müsahiplilerden çiftler bir arada olmayınca da görgüleri olurdu. Köyler uzak olduğu için kendileri görülürdü) köylünün karşısında dedelerin huzurunda görgüden sorgudan geçiriyorlardı. Yolda yolakta, birbirinden küsülü olanlar barışsın, denirdi. Lokmalar önemliydi. Bir elma da olsa, bir kömbe de olsa lokma olarak getirilirdi.

Ekini biçiyoruz, az kaldı, üç tırpanlık Âdem Ata Ekti ekini, Ekin saklar topraklarda kökünü, Ali’ydi Muhammed’in vekili, Verelim Muhammed’e selavat. Allahüma salli... dua okunurdu. Salavat getirirken; la ilahe ilah Muhammeden Resululah Emirel Müminin Ali’yen Veliyullah, diye salavat getirirdik.

Dedem bir sene dedeye görülmedi ve (annemin babası Dedemoğlu ocağına bağlıydı kendisi, Sungurlu’nun Oyaca Köyünden gelirdi dedeler, Ali Kocan dede gelirdi). Şunu söyle: sen o kapıyı tanımazsan (Hacı Bektaş Veli kapısını) üç seneden beş seneye, beş seneden yedi seneye en fazla orada gidip icazetini tamamlamayan dedenin tacı delik, tariki murtatdır, dedi. Ve dedeye görülmedi. Git oraya icazetini tazele, dedi. Sen o kapıyı tanımazsan ben seni nasıl tanıyayım, dedi. El ele el Hakk’a bağlıdır. Her on iki hizmet arasında tarikatta deyişler söylenirdi. Saz çalana bizim yörede âşık denirdi. Bizim yörede Türkçe ifadeler kullanırdı. Bizde tarikat aşığı deniyordu.

Genellikle bizim yörede koç kurban edilirdi. Görgüden sonra da kurban kesilirdi. Herkes şahsi kurbanını ayrı kesebilirdi. Keçeci Baba’ya adamışsa, kurbanını orada kesebilirdi. Adakları olanlar da olabilir. İşte bir oğlum olursa, sana bir kurban keserim, der. Gider dileği gerçek olursa orada türbede adak kurbanını keser.

On iki hizmetler yürürdü. Bizde rıza lokması, görgü cemi, yedi gün Hızır orucu olurdu (Hubiyar talipleri buna daha çok eğilimliydi) bizler de farklı olsa da tüm tarikatlara (cemlere) gidilirdi. Yedi günde cem olurdu, aynı zamanda zikir yapılır, hü çekilirdi.

Aslında tümü bir cemdi. Cemin içinde belki farklı farklı isimler ve hizmetler olabilirdi.

 

Çevredeki diğer Alevi Bektaşi köyleri? Kocacık, (Dive), Günevi, Sırçalı, (Vere) Akyamaç, benim evli olduğu köy Çöreği büyük (Bağderesi) yani köy çok Kızılköy, Çerçi köy, Çaylı (Beldedir) var. Bu ovada köyler çoktur. Yüzde elli, yüzde elli. (Alevi Sünni köyler)

 

Dedeniz sizi nasıl büyüttü, özellikle neler anlatırdı, hangi konulara önem verirdi, sizin hangi konularda dikkatinizi çeker, uyarırdı? En çok bizi, Cuma günleri bir yanına beni, bir yanına benim bir yaş küçük kardeşimi, bacımı yanına alır, bize Kuran okurdu. Ben sağ yanına oturdum. İki düz üstü gelirdik, bize nasihat verirdi; sakın kimseye zarar vermeyin, kimsenin bağına asılmayın, helal yiyin, herkese iyi bakın, derdi. Ayrıca bana tüm aşıları öğretti, tarımı öğretti, köye çeşmeler yaptı, okulun yapımında dedem de çalıştı, Halk Evinin yapımında muhtarken dağda yattı, tahta biçtirip bu Halk Evini, cemevini yaptırdı. Haramı, helali, fazileti öğretti. Ona yüce Tanrı’dan rahmet diliyorum, onun dizinin dibinde büyüdüm. Beni çok severdi, bana yaşamı dedem öğretti.

Annemin babasının bir tek kızı varmış. O da annem. Annem beni doğurduktan bir yıl sonra kardeşim oluyor, bana annemin sütü dokuyormuş, hamileymiş, bazı akrabaları beni emzirmişler, inek sütüyle vs. beni büyütmüşler, dedem de demiş ki, bunu bana verin onu siz öldüreceksiniz, beni o büyütmüş. Dedem isim koyarken, üç ismi kağıda yazıp kura çekmişler, dedemin babasının ismi Hüseyin’miş, ayrıca komutanın ismi Cemalettin, babamın babasının ismi de Bektaş’mış, (Rus cephesinde şehit düşmüş26 yaşında,  nüfustaki ismi Bekir oğlu Salih diye çağırırmışlar) bu isimlerden Hüseyin çıkmış, benim ismimi dedem koymuş.

 

Askerlik? 1960 İhtilalinde asker oldum. Hatay’da askerliğimi yaptım.

 

Nasıl bir yerdi? Güzel bir yerdi. İklim daha güzel, tabiat güzel bir ildi. Hatay’ın içinde askerlik yaptım. Harbiye’yi gezdim çok güzel bir memleketti. Jandarma ve Çavuş kursunu birinci olarak kazandım, seksen kişi arasında. Memuriyette bana çok yararı oldu. Sevr, Lozan antlaşmaları bana memuriyette sordular, bunun yararını daha sonra görmüş oldum.

 

Askerden sonra? Bir ay sonra Orman dairesinde imtihan vardı. Birinci olarak bitirdim. Muhasebeci olarak Tokat Orman Dairesi’ne Dumarlı Bölgesi’nin kâtip mutemet olarak memuriyetime başladım, 1962’de. Memuruyetteki yaşadıklarımı anlatsam kitap olur, hem iyi bir kitap olur. Türk İş Genel Başkanı Halil Tunç beni bir dönem korudu. Devlet Üretme Çiftlikleri Genel Müdürlüğü’ne 1967’de geçip, Urfa Ceylanpınar Çiftliğine gittim. O zaman orada otuz bin ceylan vardı. İki milyon dönüm arazisi vardı. Ceylanlar Suriye’ye de gitmez, hep bizim yöremizde kalırlardı. Ama fareyle mücadele adı altında bir uçakla mücadele yaptılar, ceylanın çoğunu öldürdüler. Çok azı kalmıştı, onları korumaya aldılar.

 

Fikret Otyam da oralara sevdalı. Biliyorum. Onun eserlerini okudum. Daha sonra Oğuz Atalay genel müdürken Amasya Gökhöyük Çiftliğine muhasebe memuru olarak geldim. Orada iki sene kaldım. Orada ambarları da bana teslim ettiler. Sonradan Turhal Belediye Başkanı olan Naci Özdemir’le orada arkadaş olduk, ama maalesef müdür bizimle uğraştı, tayinimizi Iğdır’a çıkardılar. O belediye başkanı oldu, ben başka yapacak işim olmadığı için gittim. Iğdır Devlet Üretme Çiftliği’ne gittim. Aralık Dil’deydi. İran, Rus, Türkiye sırındaydım. Ağrı dağının dibindeydi. Tarım ve hayvancılık vardı. Boğalar vardı. Orada ben şiir yazdım. (Bir tarafı Rusya, diğer tarafında İran, farkı yok Magosa zindanlarından, Kaderim buymuş de, dayan ha dayan, yol vermiyor bu cehalet duvarları, bizi bu hale koydu memleketin hı… şiirleri yazdım). Amasya’daki müdür benim giydiğim kırmızı gömleğe takmıştı. Odalara megafon dinleme aleti koyuyorlardı, ben ise söküp atıyordum. Haksızlığa gelemezdim. Bunları hep yaşadım. Oradan Sivas Ulaş’a geldim. Halil Tunç ve Oğuz Atalay’la dostluklarım sürdü. Zaten Oğuz Atalay İngiltere’deydi, benim bir nevi sürgün olan Iğdır’a gitmemden haberi yoktu. Sonra çok kızdı, ben onu atama yoluyla getirtmiştim, nasıl olur böyle işler, dedi. İkisi de iyi insanlardı.  Ulaş’ta yedi sekiz sene kaldı. Orada dostlarım oldu, kirvelerim oldu, orada durumum iyiydi. Daha sonra Muş’un saymanlığı verdiler, Alpaslan Çiftliği’ni verdiler. Orada fazla kalmadım.  Daha sonra Ulaş’a tekrar döndüm, en sonunda ise Tokat Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne tayinimi yaptırdım, 1985 yılında emekli oluncaya kadar burada çalıştım.

 

26 yıl taşla, toprakla, hayvanlarla, ekinle, dikimle ilgili işlerde memur olarak çalıştınız. Ülkemizin toprak yapısını, insan yapısını nasıl gördünüz? Çiftliklerde durum iyiydi. Ama buradan daha çok haksızlıkları da gördüm. Müdürler, yöneticiler her zaman buralardan haksız olarak yararlanmanın yoluna gittiler. Yani ülkenin gelirini hep birileri yedi, yiyor da.

Toprakların, çiftliklerin verimi çoktu. Ceylanpınar bir tahıl ambarıdır. Her türlü ekim işi yapılıyordu. Fıstıklık tesisleri var, zeytinlik tesisleri var. Deniz seviyesine yakın bir yer. Su var. Çiftliklerde Ceylanpınar iyiydi, diğerleri zarar dahi edebiliyordu. Burada Çerkez kökenli bir müdürden bahsetmem gerek. Lütfi Bakış, çok değerli bir insandı, beni bağrına bastı, kendisi şimdi rahmetlik oldu, bana çok iyi davrandı. O zaman kırk yaşındaydı. O hiç evlenmemişti. Mücürüm bir bacısı vardı, ona bakıyordu. Adaletli, faziletli, herkese eşit davranan bir insandı. Bir depo yanmıştı, oturup ağladı, vatanını, insanları seven birisiydi. Nerelisin, dedi Tokat’lıyım, dedim. Neresindensin, dedi. Köyümü söyleyince, şimdi gerçek dostumu buldum, dedi. Bana sahip çıktı. Elbette ilk önce ben kendime sahip çıktım; sürekli çalıştım, ürettim, tembel insan değildim.

Iğdır’a gittim orada Kürtler vardı, Azeriler vardı. Azeri Türklerine Caferi deniliyor. Onlar Kerbela’ya gidiyorlardı. Kürtler de iyi insanlardı. Onlar birbirlerinden kız alıp veriyorlardı. İnsanımızı çok iyi gördüm. İlla bizim camiimize götüreceğiz, dediler. Onlar Caferiler iki rekât namaz kılıyorlar. Kerbela’dan getirdikleri toprağa baş koyuyorlardı. Beni evlerine götürdüler. Muharremde yemeklerini yedim. Ellerine aldıkları zincirlerle sırtlarını dövüyorlardı. Eski görüntüleri yaşadım. Kasım Otağı vardı. İmam Hasan İmam Hüseyin’e vasiyet etmiş, kızımı Oğluna vereceğim, demişti. Kasım’ın nikâhını orada küçük çocukken nikâhını kıymışmış, orada şehit olacaklarını bildikleri için İmam Hüseyin Efendimiz Kasım’ı evlendirmiş. Düğün alayı gibi Kasım Otağı’nı yapıyorlar, bunu çok güzel canlandırıyorlardı. Küçük çocukları bu Kasım Otağı’nın altından geçiriyorlar, kafalarına da hançerle iz bırakacak kadar küçük küçük kafalarına vuruyorlardı. Bu çok büyük duygusallıkta geçen bir hadiseydi.  Ata biniyordu, Celal Abbas’ı gösteriyorlardı, bana su vermeyin, çocuklara su verin diyordu. Bunu aynen yaşıyorlardı, Hüseyin bana, deyip zincirle sırtlarını dövüyorlardı. Ehlibeyt sevgisi onlarda vardı.

 

Şiire, saza, söze ilginiz ilk kez sizde ne zaman uyandı? Küçük yaşta, Kırk Aşığın şiirlerinin olduğu bir kitap elime geçmişti. İçinde Yunus’un da şiirleri vardı. Ben onunla birlikte diğer ozanların şiirlerini okuyordum. Alevi Bektaşi dedelerinden, ulularından da konuları dinledikçe, okudukça ilgim arttı. Cemler bunda önemli bir rol oynadı. Eline beline dilene felsefesini biz cemlerden öğrendik. Ben çocukluktan olayın içindeydim. Cemlerde âşıkların çalmaları beni çok etkiliyordu. Kırklar Semahı bittikten sonra, biz küçükler veya başkaları da Gönüller Semahına çıkardık. Ben bundan çok mutlu oluyordum. Bizler de bu semahlarla huzur buluyorduk. Bu cemlerde haramı, helali, aşına işine, eşine ilkelerini dedeler çok güzel anlatıyorlardı. Ben buradan çok şey kaptım. Kuran’ın kapağı renkliydi beni çekti, celbetti. Dedem dedi, onu bırak Türkçe’yi öğren, dedi. Kitap okumaya önem veriyordu. Eba Müslüm Horasa’nin kitaplarını kendi evimizde, dedem okuturdu, bize misafir gelirdi, biz giderdik dedem bana bu kitapları okuturlardı. Bazıları bu eserleri sesli okuyordular, avazlı okuyorlardı.

 

İlk şiir? İlk şiir Zile’de ortaya çıktı, 1964’te. Başarı Gazetesi isimli bir gazetede şiirler yazmaya başladım. Zile’ye gittim. Ağaçtaki Yara diye bir şiir yazdım. Bir banka müdürü, bir başkasıyla beni ezmek için bana uydurma bir şiir yazdılar. Bana “bir de Rus salatası” yedirdiler. Ben de onlara yine bir şiirle karşılık verdim. Gazetede de yazdım: “mağrur olma dostum sen, kimseyi görme hakir, Rus salatası yemedi şimdiye dek bu fakir, salata yemek için müdür mü olmak gerek, insanı boş gurura kaptırmasın felek, bağı bahçede salata, kabak nane gerek, kendi kaşığınla yetmez mi bal börek yemek” şeklinde bir şiir yazdım. Burada açıkçası bir görüş farklılığından çıkan bir şey vardı. O arada 6. Filo vardı. Amerikanın Türkiye’yi sömürme düzeni başlamıştı. Ben de ona karşı şiirler yazmıştım. İşte burada birilerinin işine gelmemişti. Bizim de çorbada bizim de tuz misali bir katkımız olsun, dedik. Bu devam etti. Bu bir haksızlığa karşı bir başkaldırının işaretiydi.

Bugün ülkemizde halen Alevilere Bektaşilere ayrım yapılıyor. Alevi Sünni kardeştir, demek yetmez. Batı’da, dünyanın her yanında inanç eşitliği, özgürlüğü varken bugün ülkemizde Alevilerin haklarını vermiyorlar.

 

Şiir dünyanıza geçelim. Ben şiirleriniz bir bölümünü okudum. Burada arı duru bir yapı olduğu gibi halk ozanlarının gerçek dünyaları olan hem toplumcu, hem duygusal, hem ana yüreği, hem vatan sevgisi, yurt sevgisini içeren şiirlerinizde var. O zaman Hüseyin Razı dünyaya insanlığa gerçekten nasıl bakıyor, bunu şiirlerinde nasıl işliyor? Benim için vatanın birliği dirliği her şeyden önce gelir. Her inançtan, her kökenden insana adaletli davranıp, herkese eşit davranılmalıdır. Atam sana yamuk yumuk bakanların gözlerin onları eritir, diyorum. Ben Atatürkçüyüm aslında. Atatürk’ün ilkelerine bağlıyorum. Bence insanın doğruları gerçekleri güzel bir şekilde yazması gerekir. İnsan haklarından bahsederken de, herkes akıllı olsun, herkes bu vatanın bir üyesi olduğunu bilsin. Demokrasi hepimize lazım olan bir rejimdir. Ama bugün demokrasi tam işlemiyor ülkemizde. Anayasa yazmasına rağmen demokrasi, insan hakları, sosyal hukuk devletinin doğru çalışmadığını görüyorum, Atatürk cumhuriyeti yıkılmak isteniyor, bu tam işlenmiyor.

Bu arada biz Alevi Bektaşilere de ayrım yapılıyor. Çağdaş bir ülkede ayrımlar olmamalı. Bizim köyden Hüseyin Amca vardı, (Kömbey diyorlardı. Bir küme’de, kömede yani köyden ayrı bir mekanda yaşıyordu. Köye iki km. uzakta ailesiyle birlikte yaşardı. Mal davarcılık yapardı) “dünyaya gelirsen bırak bir eser; eseri olmayanın yerinde yeller eser” derdi. Çok güzel bir söz bence. Eser elbette sadece yazı değildir, iyi çocuk yetiştirirsen de o da iyi bir eser sayılır.

 

Analarla ilgili çok güzel bir şiiriniz var? İsterdim ki, kırk yaşında vefat etmesin, ona hizmet edem, onun kulu kölesi olam isterdim, anama doyamadım. O yüzden içim çok dolu bu konuda, bu derin bir acıdır, içimde. Beni dedem büyüttü. Annemin annesiyle, annemin babasını çok severdim. Annem kalpten öldü. Ona hiç doyamadım, ona büyük bir özlemim var. Bunu tarif edemiyorum. Keşke yaşasaydı da, ben de ona hizmet etseydim. Dedem ben askerdeyken vefat etti. Ona da çok yandım.

 

Hayatınızdaki şansınız? İşe girişim. Bunu Hakk’ın tecellisi olarak görüyorum. Bunu kazanmak çok zordu. Bunu başarmak bana büyük bir kapı açtı.

 

Halk ozanları kimlerdir? Ozanlık ateşten bir gömlektir. Hak arar, hukuk arar, herkes o gömleği sırtına giyemez. Pir Sultan Abdal gibi dik duruşu vardır, haksızlara karşı çıkar. Yunus gibi alçak gönüllüdür, yaratılmışı yaratandan dolayı hoş görür. Hacı Bektaş’a gibi gerçekçi insanlardır. Gerçek ozanlar azdır, ama çok kutsaldır, önemlidir. Onları saygıyla anıyoruz.

 

Ne gibi görevler yapmışlar, toplumda? Toplumda adaleti savunmuşlar, haksızlıklara karşı savaşmışlardır. Pir Sultan Abdal haram karşısında benim köpeklerim bile haram et yemez, diyor. Bana göre İmam Hüseyin de bir büyük ozandır. O Yezit’e karşı geliyor, mazlumun yanında, en büyük erdem sahibi olarak doğruları savunuyor.

 

Hangi ozanlarla tanıştınız? Mahsuni’yle tanıştım, Zile’de tanıştım. Şiirlerimi ona gösterdim, beğendi, devam et, dedi.

 

Şu anda da bir gazetede şiirlerinizi yayınlıyorsunuz? Tokat Gazetesi’nde günlük olarak şiirlerimi yayınlıyorum.

 

Son olarak neler söylersiniz? Sevgi, saygı, hürmet, muhabbet, insanlık, derim. Ben hayatı, insanları seven birisiyim. Özüm doğrulukta, gönlüm insanlıktadır.

 

Söyleşi: 27 Kasım 2008, Perşembe, İstanbul

 

Şiir Kitabı: Ben de söyledim… Emek ve Hak “Şiir”, Hüseyin Razı, (1964–2008), Ocak 2008, Arı Ofset Matbaası, Tokat

 

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

 

Ben De Söyledim

 

Eğilmedim haksızların önünde

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

Mutlu saydım ben kendimi sonunda

Doğru bildiğimi bir bir söyledim.

 

Gelmiş idim Adem ile Havva’dan

Nasibimi ben de aldım doğadan

Herkes yüce, ben torağım sıradan

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

 

Vatan için güzel duygu besledim

Ay yıldızla kalp evimi süsledim

Yetim hakkı yiyenlere sus dedim

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

 

Ayırmadım insanları birinden

Bazen yara aldı kalbim derinden,

Hakk salladı zalimlerin şerrinden

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

 

Hiç kimseye dalkavukluk etmedim

İnsanları çıkar için satmadım

Alnım açık ayaktayım bitmedim

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

 

Hüseyin der gel verelik el ele

O güzel yavrular ne olur güle

Haklı davamızı dökelim dile

Doğru bildiğimi bir bir söyledim

 

Gönül

 

Seni hiç kimseler tarif edemez

Nerede gizlisin bilmem ki gönül?

Senin kıymetini herkes bilemez

Nerede gizlisin bilmem ki gönül?

 

Girmişsin bedene seyyah gezersin

O gönül bahçene çiçek dikersin

Dosttan yara alıp candan bıkarsın

Nerede gizlisin bilmem ki gönül?

 

Senden emiri alır diller dudaklar

Ağlayıp yaş döker gözler yanaklar

Bazen çektirirsin ah ile vahlar

Nerede gizlisin bilmem ki gönül

 

Yürür Hakk yolunda şaha gidersin

Gidersen o yolda Hakk’a erersin

Sanki ruh içinde özde bedensin

Nerede gizlisin bilmem ki gönül

 

Bazen kardeş olur girersin kalbe

Hakk’a yönelirsin dersin ki kıble

Ararım hep seni bilemem nerde

Nerede gizlisin bilmem ki gönül

 

Tarif ettim seni yine olmadı

Boşa koydum doldu, dolu almadı

Hüseyin de sensiz mutlu olmadı

Nerede gizlisin bilmem ki gönül

 

Ana Yüreği (I)

 

Sığmaz bu dünyaya o büyük yürek

Mekanı cennettir, en güzel melek

Eğer al eylerse o kahpe felek

Ağıtlar tutturur ANA yüreği

 

Göğsünü zırh eder sert esen yele,

Hep iyi dilekler dökülür dile

Vız gelir anaya çektiği çile

Kılıca, kalkandır ANA yüreği

 

Bir koyun misali kuzuya meler,

Onun ah çekişi dağları deler

Yavrusuz günleri zindanda geçer

Dayanmaz acıya ANA yüreği

 

Kurda kaptırırsa yanar kuzuya

Kızar, kafa tutar kara yazıya

Dayanamaz elbet büyük acıya

O ateşle yanar ANA yüreği

 

Baş tacıdır elbet bütün analar

Günahsız doğarlar güzel yavrular

Hüseyin de bekler hayır dualar

Yavrum diye inler ANA yüreği

 

Yazman Gerek

 

Bütün güzel dilekleri,

O verilen emekleri,

Bu dünyada melekleri

Ömür kısa yazmam gerek

 

Bu halkımı soyanları

Haram yeyip doyanları

Gözümüzü oyanları

Ömür kısa yamam gerek

 

Atom denen silahını

O devrilen külahını,

Mazlumların da ahını

Ömür kısa yamam gerek

 

Haklı haksız kullarını

Yetimleri dullarını

Yırtık, pırtık şalvarını

Ömür kısa yama gerek

 

Bizi küçük görenleri,

Kendisini övenleri,

Nabza şerbet verenleri

Ömür kısa yazmam gerek

 

Kulda ayrım yapanları,

Doğru yoldan sapanları,

Kör şeytana tapanları

Ömür kısa yazmam gerek

 

Adaletsiz mühürünü

İçindeki zehirini

O sevginin nehirini

Ömür kısa yazmam gerek

 

Hüseyin’i yok sayanı,

Aç kulları tok sayanı,

Haram yeyip hak sayanı

Ömür kısa yazmam gerek

 

Bir İnanç, Bir Yol, Bir Renk

 

Bektaş’ı Veli’nin temel attığı

Pir Sultan Abdal’ın emek kattığı

Ehlibeyt sevgisinin yattığı

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Yeniliğe o her zaman aşıktır

Vatanı çok sever alnı açıktır

Haramı istemez emeği haktır

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Kırk makamdan ders almıştır hak diye

Kötülüğün sonu yoktur bak diye

Dinle beni seveceksin çok diye

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Atasını sever elbet özünden

Ulusunu esirger  o gözünden

Dinler ise haz alırsın sözünden

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Hukuk devletine candan bağlıdır

Yanlış anlaşılmış yürek dağlıdır

Adalet ve Demokrasi yanlıdır

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Düşmanlara karşı her an diridir

O güzel renklerden o da biridir

Hüseyin de bu vatanın eridir

Gerçek BEKTAŞİLİK elbette budur.

 

Semah Eylerim

 

Dünya ile birlik olur döneriz

Yaradan aşkına semah eyleriz,

Çalar sazı Hakk kelamı söyleriz

Güzel Hakk aşkına semah eyleriz

 

Üçler, Beşler, Kırklar hazır bu cemde

Selman’ın badesi mest eder demde

Şehidi şüheda aşkı sinemde

Güzel Hakk aşkına semah söyleriz.

 

Lanet olsun Yezit denen şaşkına

Sazım çalar Ehlibeyt aşkına

Almışım onları gönül köşküme,

Güzel Hakk aşkına semah eyleriz.

 

Coşa gelmiş hepsi o erenlerin

Gerçekler uğruna can verenlerin

Nesimi, Mansuru hak görenlerin

Güzel Hakk aşkına semah eyleriz.

 

Hüseyin de semah eyler hak diye

Uyandır çırağı haydi yak diye

Kötülüğün sonu yoktur bak diye

Güzel Hakk aşkına semah eyleriz.

 

Tanrı’nın Aslanı

 

Şahımın vasfını ben de söyledim

Elbette kandilde nur idi HAYDAR

O güzel yoluna gönül bağladım

Hakk’ın kitabına yar idi HAYDAR

 

O ganimetleri kendi almadı

Yararlanıp ondan mutlu olmadı

Bu dünya malına bağlı kalmadı

O büyük HAYBER’de var idi HAYDAR

 

Hakk dedi Haydar’a benim aslanım

Güzel Elhibeyt’e bağlıdır yolum,

Muhammed soyundan o güzel şahım

Fatıma Ana’ya yar idi HAYDAR

 

O UHUD cenginde yetişti geldi

Hakk’ın kılıcını eline aldı

Hazreti HAMZA şahadete erdi

O yüce Tanrı’ya kul idi HAYDAR

 

Zalimin zülmüne demez elaman

Amir bin Abdudu devirdi hemen

Böyle güzel yiğit yoktur ha demen

Hakk’a şahlar şahı der idi HAYDAR

 

Yaz ki gerçekleri kalem beğensin

Kağıt şaha gitsin alem beğensin

Hüseyin de der ki kelam beğensin

Hakk denen her yerde var idi HAYDAR

 

Hasan’ın Kaderi

 

Yağma Hasanın böreği,

Hasan yiyemez çöreği,

Yıkılmış evin direği,

Bak şu Hasan’ın haline

 

Garip durmadan çalışmış

Ne var ise elden uçmuş

Hakkını yiyenler kaçmış

Bak şu Hasan’ın haline

 

Çok çalışmış olmuş hasta,

Ev halkının tümü yasta

Çorbası yok o boş tasta,

Bak şu Hasan’ın haline

 

Bunu kader bilmiş Hasan,

Böyle yaşam sürmüş Hasan

Ah çekerek ölmüş Hasan,

Bak şu Hasan’ın haline

 

Onlar sefa sürüyorlar,

Hep Hasana gülüyorlar

Neler, neler alıyorlar,

Bak şu Hasan’ın haline

 

Hüseyin’e düştü yazmak

Gidip mezarına bakmak,

Olmadı kaderi bozuk,

Bak Şu HASAN’ın haline.

 

Benim Öfkem

 

Benim öfkem; Gamsıza, hırsıza,

                        Vurdumduymaza,

 

Benim öfkem; gerçeklerden kaçan o arsıza

 

Benim öfkem; Soyanlara, aç koyanlara,

                        Hakk’ı olmayanı yeyip doyanlara

 

Benim öfkem; Seni susturanlara

                        Yıllardır sana kan kusturanlara

 

Benim öfkem; Yobaza, bağnaza

                        Yine o vurdumduymaza

 

Benim öfkem; Hortumculara cehalet

                        Zincirini vuran kara duvara

 

Benim öfkem; Senin kanını emen vampirlere

                        Başı eğik o asalak bitlere

 

Benim öfkem; Yamuk, yumuk giden hainlere

                        Korkaklara alçaklara

 

Benim öfkem; Bölene, böldürene,

                        İnsan haysiyetini öldürenlere

 

Benim öfkem; Seni güçsüz bırakanlara

                        Bütün güzellikleri yıkıp yakanlara

 

Benim öfkem; Şarlatanlık yapanlara

                        Garibe, tabana hor bakanlara

 

Benim öfkem; Sıkışınca kaçanlara,

                        Ben yas tutarım elbet

                        Genç yaşta ŞEHİT olup yatanlara.

 

Nasrettin Hoca’nın Öfkesi

 

Kadı der şurada mahkeme kurun

Şu zalim Hoca’ya yüz değnek vurun

Hoca der kadıya bir dakka durun

Hiç sopa yemiş mi kadıya sorun

 

Sopa yememiş ki sayı da bilmez

Aç yatan o fukarayı da bilmez

Benim gibi bahtı karayı bilmez

Ne olur adil mahkeme kurun

 

Açların halinden ne anlar toklar

Hiç aç yatmamış ki o derdi yoklar

Emek zarar görür yok olur haklar

Narı cehennemi düşünün durun

 

Hüseyin’e dale vere yapanlar

Ey gafiller kör şeytana tapanlar

Çıkar için gerçeklerden sapanlar

Görürsünüz elbet ye iç kudurun.

 

Sıkışınca Değişmek

 

Yine aynı yoldan gider durursun,

Nasıl değiştin sen bilmez miyim ben?

İstediğin gibi kadro kurarsın,

Ne diye değiştin görmez miyim ben?

 

Bukelamun gibi renge girersin,

Yarın başka türlü olur dönersin,

Hep kırmızı ışıkta yanar sönersin

Gelen tehlikeyi görmez miyim ben.

 

Eskiden ektiğini biçmek istersen

Yine o köprüden geçmek istersen,

Alıştığın yolu seçmek istersen

O çürük köprüyü görmez miyim ben

 

Ben değişmem değer aynı değerdir

Vatan aşkı görev aynı görevdir

Hüseyin de bu vatana neferdir

Yürekte sızıyı görmez miyim ben?

 

Ey Kaba Sofu

 

Edison’a bile dudak bükersin

Uzaya sen gittin ey kaba sofu

Uyu diye ne masallar söylersin

Neler bilirmişsin ey kaba sofu?

 

Hani o bindiğin gâvur icadı,

Sen karar verirdin olmuştun kadı,

Şimdi diyorsun ki bu dünya tadı

Neler bilir missin ey kaba sofu?

 

O Gutenberg sana ters ters bakıyor

Bilimde geç kaldık yürek yakıyor

Şimdi kafamızda şimşek çakıyor,

Neler bilirmişsin ey kaba sofu?

 

Hangi yüzle o uçakla uçarsın

Çıkarına cennet bile satarsın

Sıkışınca o çamura yatarsın

Neler bilirmişsin ey kaba sofu?

 

Yıllar boyu neler çektik elinden

Zarar gördük senin yalan dilinden

Hüseyin’in anlamazsın haliden

Neler bilirmişsin ey kaba sofu?

 

Tatlı Aş ve Tuz

 

Bir insan kendini yüce görürse,

Kara topraklarda yok olur gider

Bütün insanlara saygı duyarsa,

Yükselir yücelir Hakk olur gider

 

Sevmez ise yaratandan ötürü,

Hep benim der yükler ise katırı

Bilmez ise acı kahve hatırı

Ayrılır toplumdan yoz olur gider.

 

Böler ise bir somunu yarıdan

Haz duyarsa bölüştüğü paradan

Sayar ise kendini de sıradan

Yaptığı işlerden haz alır gider

 

O dağlar ki onun için düz olur

Sevgi dolu yüreğinde köz olur

Onun için kış ayları yaz

Cennetin içine hız alır gider

 

Hızır dedikleri işte o adam

Çalışır durmadan der ki ha babam

Herkes onun canı yoktur hiç yaban

Kışlar bahar ile yaz olur gider

 

Açıktır kucağı insanlar için

Sever Hüseyin’i bilmem ki niçin

Dostu için ağlar hep için için

Güzel aşımıza tuz olur gider

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile