Prof. Dr. Cemal KAFADAR’la; 2. Balkanlar’da Türkler, Alp erenler, Dergâhlar; Kızıldeli Sultan ve Dergâhı Üzerine Bir Söyleşi
Prof. Dr. Cemal KAFADAR’la; 2.
Balkanlar’da Türkler, Alp erenler, Dergâhlar; Kızıldeli Sultan ve Dergâhı Üzerine Bir Söyleşi
Ayhan AYDIN
Türkler’de, Türk Kültür ve İnanç dünyasında bir Alperen/eren olgusu, kimliği var.
Geniş kitlelerin benimsedikleri din önderleri, uluları var, manevi öncüler var.
Sadece Alevi/Bektaşi inanç kimliğinde değil, bir bütün olarak olaya baktığımızda tüm Türk topulumu içinde mevcut olan bir yapıdır, bu yapı. Daha geçmiş bir dönemde ise sadece sivil toplum içinde değil ordunun içerisinde, yanında, manevi bir nüfusa sahip bir kitle var.
Var ki bu insanlar, gerçekten geniş halk kesinlerinin, kitlelerinin Türkleşmesi, Müslümanlaştırmasında önemli rol oynuyorlar.
Ayna zamanda bu insanlar Türk kültürünün/inancının veya mevcut fikrin başkaları tarafından kabul edilmesinden katalizör rol oynuyorlar.
Gerçekten kolonizatör Türk dervişleri de denen, bu erenlerin, bu velilerin, bu Alp erenlerin her halde benzerlerinden de, diğer insanlardan da, askerlerden de, yöneticilerden de daha farklı, cezp edici, ayrı yönleri ve rolleri vardı ki bu insanları diğer farklı inançlardan, ırklardan insanlar, bu arada Hıristiyanlar, kendilerine yakın buldular. Kimileri gerçekten o insanlar sayesinde Türk kimliğini benimseyerek Müslüman oldular.
Bu görüşler gerçekten bu bir abartma mıdır, yoksa çok samimi bir ifadeyle örneğin Balkanlar’dan bahsedersek, buraların fethedilmesinde bu Alp erenlerin ciddi rolü var mıdır?
Sorusunun yanıtını alarak konunun uzman isimlerinden Cemal Kafadar’la bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sayın Kafadar, gerçekten bu görüş bir abartı mı?
Abartı olduğunu düşünmüyorum. Çok büyük bir rolleri olmuş olsa gerek. Çünkü fütuhat kelimesinin çağrışımını, anlamını düşünürsek ordunun çok güçlü olduğunu anlıyoruz. Ordunun teknolojik gücü vardır, sayısal gücü vardır, bir yeri alır ve o yer üzerinde iktidarını tesis eder.
Şimdi Osmanlı fütuhatı böyle bir şey olsa nasıl kalıcılığı sağladı? Diye sormak gerekir. Çünkü ordunun gücü ile 400-500 yıl nice beldenin maddi/manevi çehresini değiştirecek kalıcı bir iktidar tesis etmek apayrı bir husus.
Dediğim gidip bir orduyu kurup, gücü ortaya koyması bir şey; ondan sonra orda yeni bir kültürün, yeni bir medeniyet dairesinin, yepyeni anlayışların kitlelere, yığınlara, halklara, halka nüfuz ederek kuşaklar boyu yüzlerce yıl kendini yaşatması, kabul ettirmesi ayrı bir şey.
Bu ikincisinin olabilmesi fütuhatın asıl açmak anlamını dönersek yani hem beldelerin, hem gönüllerin açılması gibi anlamına bakarsak, ben dervişlerin, Alperenlerin ordulardan da önemli rol oynamış olduğuna düşünüyorum. O anlamda gerçekten söylenenleri hiç abartı bulmuyorum. Gerçekten bu insanlar yani bir meslektaşım, adını duymuşsunuzdur Ahmet Karamustafa, dediği gibi zannederim şey demişti o da Peter Bravon diye bir Geç Roma Erken Bizans tarih dönemi çalışanından, meslektaştan alıntı yapmış olabilir hatırlamıyorum, bunlara gönül Emprezaryosu demişti. Hanimüzikte çok kullanılır bu tabir: büyük yaratıcılığıyla bir müzisyen bir enstrümanda yepyeni açılımlar kazandırır ve bir kemanı, piyanoyu, sazı, zurnayı hiç böyle duymamışsınızdır, müzikte çok kullanılır bu tabir. Onun gibi insan gönlünün titreşimlerini çelebilen, onlardan müzik yapabilen meteforik anlamda kişiler olmuş oluyor. Cezbe, diye kısaca söylüyorum, bunun arkasında çok şey yatırıyor, bu tür şeyler bunun nasıl yapıyor müzikle, şiirle, bizzat hayatıyla yapmaya çalışıyorlar. Sanırım belli ilkelere uyarak, belli ahlaki prensipleri yaşama geçirerek onlar etrafında küçük cemaatler kurarak, o cemaatleri çevrelerine örnek kılacak şekilde besleyerek bu yapılıyor. Onları beslemek demek takii maddi anlamda değil, o da var muhakkak ama şiir olacak, müzik olacak, ruhu okşayacak bir takım görüşler olacak, o görüşlerin birilerine hitap etmesi gerekiyor.
Müthiş bir yıkım döneminden sonra geldiklerini, sonra onun içinden büyüyüp, ortaya çıktığını bu felsefi akımların, bu insancıl yaklaşımların, görüyoruz. Bunu da hatırlayamayız yani dergahtaşı bin yılında tarihini üç aşağı beş yukarı değiştirebilir yaklaşık 1500 yılına kadar Anadolu ve Balkanlar safında aynı anda başka yerde de oluyor dünyanın bazı yenilikler. Ama biz bunu konuşmuyoruz. Mesela İspanya Yarımadası’nda bambaşka sonuçları oluyor; iyidir, kötüdür ama Anadolu’da ve Balkanlar’da 500 senelik bir kargaşa hali var.
Bu 1400 yılı sularında durulmaya başlıyor. İstanbul’un alınışında artık kesinleşiyor. Olayın ne yönde gideceği, durulacağı, kimin neyi teslim ettiğinin anlaşılacağı o zaman netleşiyor. Medeniyet, barış ve huzur, düzen anlayışının kimin tarafından temsil edildiği, kimin kendini kabul ettireceğini anlaşılıyor. Ama o aradaki uzun süreçte ortaya çıkan ve çok derin insani sorunlara cevap arayan kişilerden söz ediyoruz.
Alp erenler dediğimiz ulu dervişler, ulu zatlar, kişiler dediğimizde düşünün yani Anadolu’nun ya da Balkanlar’ın fütuhat bir yanda oluyor onun yanındasınızdır, uzağındasınızdır, karşısındasınızdır ama bunlar oluyor. Ve işte Bizans orduları, Selçuk, Moğol orduları geliyor, biri geliyor, biri gidiyor, insanlar bir kuşak içinde, iki kuşak içinde yeni diller, yeni adetler yeni hükümet etmek için veri tanıyorlar büyük ölümler oluyor. Tabi ki gerek savaşlardan, gerek salgın hastalıklardan bunların yarattığı bir insani tablo var; karmaşık, acılarla dolu ama o acılara cevap vermek isteyen, o acıları duyumsayarak oradan şiir, müzik, felsefe yoluyla yeni bir düzen ve huzur yaratmak isteyen kişiler var.
Yunus Emre’nin şiirlerine bakarsanız ölümle iç/içedir, yüz/yüzedir devamlı. 13. yüzyıl Anadolu’sunun gerçeğidir söyledikleri. Başka şeyler de var ama o da var.
Yunus Emre işte, gök ekini biçmiş gibi, yiğitlerin ölümünü görür, hisseder ve onun üzerine aradan geçen 700-800 yıla rağmen hiç eskimemiş hatta gittikçe yenilenerek bize hitap eden bir şiir üretir.
Böyle insanlar gibi görüyorum ben Alp erenleri. Hepsi şair değil tabi ama onlar hayatlarını şiir gibi yaşayan insanlar. Menakıb-nameleri okursak o olaylar oldu mu hakikaten bunlar lüzumsuz sorular olur.
Sonuç olarak menakıb-nameler’de karşınıza çıkan insanlar o büyük kargaşalar ve acılar içinde yoğrulan, topluma cevap sunmaya çalışan insanlardır.
Ve o yönde; çeşitli zamanlarda dile getirilen, şunu yaptı, bunu etti, denilen anlatıların içindekine ben öyle bakmıyorum. Düz bir fantezi bile desek, nasıl bir fantezi yani neyi tahayyül etmişler, ne gibi şeyleri amaçlamışlar, orda da çok şairane bir duyarlılık, çok ince ve derin bir yaklaşım çıkıyor karşımıza.
Doğa güçlerini insanlara yarayacak şekilde harekete geçirmek ve aynı zamanda saymak/sevmek duyguları var.
Belki Endüstri devrimi için de aynı şeyi diyebiliriz. Doğa güçlerini insan için kullanmak var. Mesela buharı al insanın yararına kullan, anlayışı var. Ama endüstri devriminin içinde aynı zamanda doğaya ve insanın ahlakı yönlerine saygılı bir taraf yok. Olması da gerekmiyordu belki. Ben bunu kötülemek için de söylemiyorum ama öyle bir tarafı yok. Endüstri devrimi çok daha düz maddi hayatta ilerleme kaydetme yönünde kendini sunan, kendini hazırlayan bir hareket olmuş 200 yıldır da dünyayı kasıp kavuruyor.
Ama benim menkıbelerde gördüğüm, doğa güçlerini harekete geçirmenin farklı olduğunu ifade etmek için söylüyorum. Bir Hacı Bektaş Veli’nin duvarı yürüttüğü zaman, ya da Karacaahmet bir arslanı yürüttüğü zaman arslan neslini yok edici bir edinimle karşı karşıya değiliz. Onların yaptıkları o doğaya saygı konusu, insana saygı konusu, çok kuvvetli karşımıza çıkıyor menkıbelerde.
Kaygusuz Abdal ne diyor “insan nur’u kadim’dir, hasta değil hekimdir.”
Bu çok güçlü ve manalı bir deyiştir. Yani keşke bunu bugün bütün zenginliğiyle tanısak ve yaşasak. Bu şekilde mesela bütün psikiyartların arkasında bu yazsa ne iyi olur. Şahsen ben bunu isterim. Yani Hipokrat’ın yemini var ya, o da çok güzel bir şey, onu da hikmetli bilirkişi adetmiş bizim Anadolu İslam Türk geleneği. Hipokrat bize yabancı birisi değil zaten.
Ama onun yanı sıra tasavvuf felsefesi, bilhassa Alevilik/Bektaşilik içinde serpilen tasavvuf felsefesine yansıyan insan nur’u kadim’dir, hasta değil hekimdir anlayışı da günümüz psikiyatrisi için şiar olabilir, yani o kadar özlü ve derin bir söyleyiş. Etraflarındaki insanlara Müslüman olsun, gayrimüslim olsun, Türk olsun, Ermeni olsun, Rum olsun, bu gözle bakabilmiş kişilerdir sözümü ettiğimiz Alp erenler.
O yönleri de sanırım modern insanların takdir ettiği ama uzaktan tanıdığı kişiler. Ama 13.-14.-15. yüzyıllarda okuduğumuz Alp erenler için bu gündelik bir gerçek karşısındaki insan kim olursa olsun, Nur’u kadim’dir. Dervişlerine, müritlerine ya da mensuplarına kazanmaya çalıştığı kişilere de bu dersi vermek isteyenlerden söz ediyoruz.
Balkanlar’da fütuhat dediğimizde asıl fütuhat’ın önemli tarafı bu bence. Bunu başarabildikleri için kalıcı ve dönüştürücü yeni bir düzen, yeni bir medeniyet kurabildiler.
Öyle ki; Anadolu diyelim çok renkli bir yapıya sahip ama Balkanlar gibi çok daha renkli bir yapıya sahip toprak parçasında son birkaç yüzyılı saymazsak, ona da geleceğiz, böyle uzun bir zaman bu dervişler, ulu kişiler dergâhlarında, tekkelerinde, oturdukları yerlerde bu sayede ayakta kalabildiler.
Bugün bile, bir kısmını beraberce gidip ziyaret ettik, o yapıların yıkılmayıp hala ayakta kalması bile, izlerinin önemli bir biçimde maneviyatlarıyla, onlara hala bağlı binlerce insanıyla yaşaması da herhalde onların o kutlu, güzel kimliklerinin etkisi de vardır, diyorum ne dersiniz?
Şüphesiz onların yüzyıllar boyu yaydıkları mesajlara bakacak olursak, okudukları nefeslere bakarsak olursak, hep bugün bizim yüce insani değerler, dediğimiz şeyler ve evrensel boyutta olan şeyler vardır bunların içinde.
Çin’e de gitsek, Şili’ye de gitsek, bizim insani değerlerimiz bunlar, diye savunabileceğimiz şeyleri söylemişlerdir. Yüzyıllar boyu bu insanlar nefeslerinde, sohbetlerinde hep bunları konuşmuşlardır.
Öyle ise hala diyebiliriz ki; Yunanistan’da da, Bulgaristan’da da Makedonya’da da hala bu değerler ve eserler var, hem de çeşitli hasımlıklara rağmen?
Son 100-150 yılın, bu tabiri ben kullanacağım, barbarlıklarına rağmen var.
Bir de bu dergâhların, ulu kişilerin yerleştikleri yerlerin ordunun hareket yollarıyla da çakışmaları, daha doğrusu temel yerleşim birimleriyle örtüştüğü yani batıya doğru ilerleyen bir yapının içinde boy verdikleri doğru mudur?
Erenler/alp erenler, ulu kişiler daha çok nerelerde dergâhlar kurmuşlardır, nerelerde irşat yapmışlardır?
Öncellikle ben bunun çok masa başında düzenli bir şekilde planlanmış bir devlet sistematiği içinden sürdüğünü sanmıyorum.
Ama geriye dönüp baktığınızda da olayın belli bir mantığı var.
İyi ki bu soruyu açtınız. Demin sözün hep işin gönül tarafından, kültür, şiir, müzik tarafından konuştuk. Ama elbette dünyada yaşıyoruz, bir takım dünyevi başarıları başarmak, elde etmek için gerçekçi ve organizasyon maharetlerini de göstermek gerekiyor.
Kolonizatör dervişlere baktığımızda daha çok dikkati çeken bir özellikleri de geçit yerlerinde, biraz önce bahsettiğim kargaşalıklar, savaşlar, acılar, yıkımlar sürecinde güvenliğin yitirilmiş olduğu yol güzergâhlarında güç/çetin geçit bölgelerini tutmuş olduklarını görüyoruz.
Bazılarının sonra da Osmanlı’da derbent teşkilatının içinde bir araya getirildiğini görüyoruz. Derbent muhakkak ki ulaşım ve iletişim açısından kilit geçit noktalarını, güvenliğin zor sağlandığı geçit noktalarını bize işaret ediyor. Böyle yerleri seçiyorlar. Bu gibi yerleri seçmelerinin amacı çok çeşitli olabilir; bir kere amaç insanlara hizmet etmek.
O geçit yerlerine bir tekke veya cemaat kurduğunuzda oranın güvenliğini sağlamak için bir adım atmış oluyorsunuz.
Oralarda gelen/geçen çok çeşitli kesimlerden oluşan insanlar olacağından ve bu insanlar iletişim kurmuş oluyorsunuz.
Hem maddi, hem manevi nüfusun yayılması için derbent tarzı kilit geçit noktalarının tutulması, oraların şenlendirilmesi yani insanın yaşar hale getirilmesi, güvenli hale gerilmesi uzun vadede bu yayılımı hem kolaylaştırıyor, Balkanlarda yayılımı, hem de kalıcılaştırıyor. Hem de süreç içende değişik insanları kazanmak içinde bir odak oluşturuyor. Çünkü güvenliği olduğu için seyyah geçecek, Müslüman hacı geçecek, Hıristiyan hacı, tüccar vb. yani herkes kolayca gezebilecek.
Onun dışında ilginç olan bazen bir şehrin kuruluş sürecine katkıda bulunacaklar. Mesela Balkanlar’a bakılacak olunursa Saray Bosna, Yeni Pazar, Tatar Pazarcık gibi yerleri sayabiliriz.
Birçok belde Türk fütuhatında önce şehir denebilecek bir yerleşim göstermiyor yani Türk fütuhatının Balkanlar’da şehirleşmeye çok büyük katkıları olduğunu biliyoruz. Var olan birtakım şehirlerin oluşumunda ya da hiç olmayan köy varı yapıların şehirleşe dönüşmesinde o noktada biz Dervişlerin çok büyük rolleri oynadığı görüyoruz.
Derbende benzeyen yani yine şenlendirme kavramı Osmanlı’da çok kullanan kavramdır. Şenlendirme kavramı etrafında anlayabiliriz şu veya bu şekilde orası yıkım görmüş belki de Osmanlı savaşları sırasında yıkılmıştır. Bunu açıkça konuşmak lazım, savaşların olduğunu kim inkâr edebilir, ama maksat savaşlardan sonra ortaya insanların güven/huzur/rahatlık içinde yaşabilecekleri, aile kurabilecekleri, kültürlerini geliştirebilecekleri, nesil kurabilecekleri, kendi kültürlerini aktarabilecekleri bir ortam yaratmak.
İşte bu açıdan bakıldığında Balkanlar’da Osmanlı fütuhatı ile birlikte gelen şehirleşme çok önemlidir.
O şehirleşmede de dervişlerin çok ciddi rolleri var. Zaman zaman terkedilmiş tarım alanlarında görüyoruz, yine şenlendirmeye bağlıyoruz. Çünkü derviş cemaatleri sadece zikirle uğraşmayan ayrıca çalışan insanlar bunu bu şekilde algılayamaz sanırım modern okurlarımız.
İsterseniz bunu biraz açalım mı hocam? Bu az bilinen, aslında yanlış bilinen hatta çok yanlış bilinen bir konuyu da açmış oluruz. Yani bizlerde derviş denilince biraz da meczup bir şekilde yarı dilenci, yarı ahmak bir şekilde gün geçiren, kimi zaman çalışıp, kimi zaman gezinen insanlar anlaşılıyor.
Alevi/Bektaşi İslam inancında aslında tüm inanç önderleri ilk önce “derviş”tir. Yani hizmet gören insandır. Bunlar ayrı konular.
Beraber bu sene içinde Bulgaristan Varna yakınlarındaki Batova’da Akyazılı Sultan Dergâhı’nı ziyaret ettik. Siz arada bizlere Evliya Çelebi’nin Akyazılı Sultan hakkındaki izlenimlerini okudunuz. Orada o dönemki dervişlerin, dedelerin, babaların yaptıkları, bir dergâhın bir günü çok güzel anlatılıyordu, canlı bir gözlemci olan Evliya Çelebi’nin kaleminden.
Belki tekrar gibi olacak fakat çoğu insan bilmiyor olabilir, bir dergâhta yaşam nasıl geçiyor? Yani konuyu biraz daha açalım?
Evet, biraz daha açalım. (Fakat yeterli malzeme yok yanımda hatırladığımız yeterli zannediyorum.)
Bir kere Evliya Çelebi’nin anlattığı Akyazılı çok iyi bir örnektir. Arıkovanı gibi çalışan bir cemaatten bahsediyor Evliya Çelebi. Kimileri tarımla uğraşıyor, kimileri hayvanlara bakıyor, kimileri gelen gidenle misafirle ilgileniyor.
Biraz önce konuştuğumuz gibi derviş yerleşimleri arasındaAkyazılı tam bir derbent değil ama çok önemli bir güzergâhta yol boyunca gelen/giden Müslim /gayrimüslim her türlü tüccara ve seyyaha hizmet veren bir kuruluş gibi. İnsanlar oraya gidebiliyor, kalabiliyorlar, yemek buluyorlar, onların kaldığı yerleri birileri temizliyor, birileri döşek hazırlıyor, birileri orada aş pişiriyor, o aşlar sunuluyor. Onun dışında dervişler sırf bununla yetinen otel hizmetçisi insanlar değiller. Kültürlü insanlar; okuyorlar, kitap yazıyorlar... Bilmem kaç kişi oturur orada, sürekli kitap yazarlar. Okur ve yazarlar. Kitapları istinsah (mevcut olan eseri yeniden yazıyorlar) ediyorlar muhakkak. Zaten bu tür tekkelerde istinsah edilmiş, üretilmiş yazma eserler şimdi kütüphanelerde karşımıza çıkıyor; Süleymaniye’de, Ankara’da Milli Kütüphane’den “fakir bunu bilmem ne dergâhında yazdım” diye sonuna not düştüğünden biliyoruz böyle şeyleri.
Akyazılı gerçekten Evliya’nın (Çelebi) anlattığı gibi arı kovanı gibi işleyen, hem kendi cemaatine, hem de gelen geçene hizmet veren bir kuruluş. Ve yüzlerce sene bu hizmeti sürdürmüş. Bu muazzam bir şeydir. Hangi otel, bırakın bugün işin kültür tarafını, böyle bir geçmişle övünebilir?
Kızıldeli’ye bakarsak, orayı Süreyya Hanım çalıştı biliyorsunuz, Süreyya Faruiqiu’un Kızıldeli dergâhındaki iktisadi faaliyetlerle ilgili çok güzel makalesi vardır.
O makaleye bakıyoruz derviş dediğimiz kişilerin hepsinin bir görevi var; kimisi hayvanlara (küçükbaş-büyükbaş) bakıyor, kimisi buğday yapıyor, kimisi meyvelere bakıyor, bu tür görevler muhakkak paylaşılıyordur. Orada ciddi bir ürünü var, üretim var.
Kızıldeli dergâhının vakfa gelir getirmesi lazım. Sadece, köylüler getirsin biz miskin miskin yatalım, havasında bir dervişlik muhakkak vardır şurda/burda. Hele son devir için düşünülebilecek bir olgu olabilir bu. Yani bazı ortamlarda olabilir bu. Ama inanın büyük bir azınlıktı bunlar. Son devirde bile dergâhlara baktığımızda el zanaatlarıyla uğraşan insanlar görüyoruz; takke örer, bez işleriyle, kumaş işleriyle, bağ, bahçe, cilt, işleriyle uğraşıyorlar.
Ama normalde dervişler tembel tembel oturan insanlar değillerdirler. Onlar hem üretim işlerinde, hem de inanç işlerinde çalışan, tüm gün çaba harcayan insanlardır. Yoksa bu kadar üretimin olması, bu kadar insanın hizmet görmesi, bu hizmetlerden memnun olması düşünülemez.
Süreyya Hanım’ın gösterdiği rakamlar gerçekten değme bir çiftlikle boy ölçüşecek bir zirai üretim kapasitesi gösteriyor Kızıldeli Dergâhı için.
Ama onun gösterdiği bu rakamlar 17.-18. Y.Y.’da olan rakamlardır.
Yani genelde insanların yozlaşma ve çöküş dönemleri dedikleri zaman dilimlerinde olan üretimlerdir.
Fakat bir bakıyorsunuz tıkır tıkır işleyen, üretim yapan, vergisini veren insanlar çıkıyor karşımıza. Yani dergâhlar sürekli işlemiş, üretmiş.
Hocam o boyutlara, konulara geleceğim.
Yani bu dergâhlar gerçekten somut olarak hangi tarihlerde kuruldu ve niye yıkıldı, bu nasıl oldu diye merak ediyoruz.
Bir de Balkanlar’da Türk varlığına değinelim. En erken hangi tarihlerde acaba Türkler Balkanlar’a, hangi yollarla, nasıl geldiler, nasıl karşılandılar, buralara nasıl yerleştiler, genel anlamda, Alp erenlerin dışında?
Her konu gibi işin içine girince karmaşıklaşıyor ama mümkün olduğu kadar net özet şekilde anlatmak gerekirse, en azından 11. Yüzyıla, binli yıllara kadar inen bir Türk varlığı var Balkanlar’da.
Çünkü Deliormanlar dediğimiz bölgeye Bizans kaynakları daha 11. Y.Y. Deliorman, diyorlardı. Kelime besbelli Türkçe ve bu Malazgirt’le eş zamanlı bir dönem. Elbette hemen Malazgirt’ten Balkanlar’a geçilmedi. Bu da akla hemen Karadeniz’in kuzeyinden farklı göç yollarıyla Batı’ya geçen Türkleri hatırlatıyor. Nitekim de öyle, 11.-12. Y.Y. Peçenekler, Kumanlar ondan önce Hunlar gibi Macaristan’a Batı dilinde adını veren onlarda çok büyük kesimler kendi dilleri ile Balkanlar’a, Bulgaristan Romanya’ya gelmiş, yerleşmiş ve o dil üzerinden tanıyabileceğimiz yer isimlerini belirlemiş kavimler bunların bir kısmının gittikçe Hıristiyanlaştığını Bizans topulumu içerisinde eriseler de erimeseler de Türkçe açısından bir yere kadar devamlılık gösterdiğini anlayabiliyoruz.
Çünkü Balkan dillerinde, Türkçe’lerinde o kadar değişik ağızlar, lehçeler var ki, saymakla bitmez. Ve Türkçe’nin o kadar tarihi katmanlarını buluyor ki araştırmacılar bu konuda çok kafa yorup, eserler yayınlıyorlar. Ama ben dilci değilim tabii ki ancak onların yazdıklarını okuyorum.
Bunların birçoğu sonradan Anadolu Türkçe’sine dönüşmüş ama Anadolu Türkçe’sinde farkı kuzey Kıpçak Türkçe’sinden kalıntılar var, Kumanlar’dan kalıntılar var.
Kumanlar malum bir süre Kırım’ı ellerinde tutmuşlar. Kırım’dan Ukrayna, Romanya, Tuna boylarına kadar yayılmışlar. Çok güçlü bir kavim olmuşlar. O kadar ki Latin kaynakları bunlarla ticaret yaptıkları için ve çeşitli ilişkileri olduğundan Latince ve Türkçe lügatler hazırlanmış; ukedoks – manikos diye bir lügat var. Yani öyle bir realite, gerçeklik var.
Bizim az önce sözünü ettiğimiz Alp erenlerle birlikte gerçekleşen büyük ve kalıcı fütuhattan önce irili ufaklı Türk boylarının daha çok kuzey yollarından gelerek Balkanlar’a yerleştiğini söyleyebiliriz.
Ondan sonra ikinci büyük göç hareketi yani Anadolu’dan başlayan hareket benim bildiğim kadarıyla 13.Y.Y. Selçuklular döneminde İzzettin Keykavus adlı şehzadenin bir iç savaştan (yani çatışmadan) sonra yenilerek Balkanlar’a doğru çekilmesiyle başlıyor. Çünkü onunla birlikte değişik rakamlar veriliyor. Bu konuda büyük bir nüfusun göçtüğünü biliyoruz. Çünkü İzzettin Keykavus’un taraftarları Türkmen aşiretler oba oba 1200’lü yıllarda Balkanlar’a yerleşiyorlar. Sonradan Dobraca, Deliorman tarafına karakterini veren yerleşimin asıl bu olduğu söylenebilir. Ayrıca Sarı Saltuk’un tarihi kişiliği şüphesiz çok karmaşıktır.
Keykavus döneminde çok önemli bir göç var. Anadolu kültürünün ilk defa o dönemde ciddi anlamda taşınmaya başlandığını düşünebiliriz. Çünkü binlerce insan göçüyor ve yerleşiyorlar ve hatta Gagavuz kelimesinin, bu konuda etimolojik tartışmalar var, bu Gökoğuzdan geldiği düşünülüyor, Keykavuz’dan kekavuz kavmi olarak kullanıldığını söyleyenler var.
Onların Balkanlar’a yerleştikten sonra Hıristiyan olduklarını söyleyenler var.
Tabi biz burada bunu çözecek değiliz ama Gagavuzlar Hıristiyanlaşmış olsa bile Gagavuz folkloruna baktığımızda Anadolu’dan deyişlerle, atasözleriyle doludur. Yani Gagavuzlar’ın Türkçe’si daha önce sözünü ettiğimiz Kuman/Peçenek tarzı cins Türkçe’lerden daha farklı bir Türkçe. Daha çok Anadolu vari bir Türkçe.
Genel olarak Deliorman, Dobruca yöresinin Hıristiyan’ı, Müslüman’ı büyük çoğunluğu Türkçe konuşan insanlar. Bunların da büyük çoğunluğu Müslüman’dır. O nüfusun Türkçe’si çok zengin. Burada dille birlikte gelen büyük bir kültürden bahsediyoruz.
Anadolu Türkçe’si şiirleriyle, deyişleriyle hatta Hıristiyan dini tabirleriyle, dini bazı kullanımlarıyla çok ilginçtir, Anadolu özelliği taşıyor.
Bana kalırsa işte bu göç hareketi ve o hareketle birlikte oraya gittiğine dair rivayetlerle tanıdığımız Sarı Saltuk figürü herhalde Balkanlar’ın Müslümanlaşması ve Müslüman kültürünün, nüfusunun yayılması hikâyesinin temel kahramanıdır.
Sarı Saltuk çok çok önemli bir kahramanıdır.
Tarihi kişiliğini tam çözemediğimiz o efsanevi kişiliğin etrafında Balkanlar’ın bu erken Müslüman dönemlerini anlatabiliriz.
Ulu kişilerin birçoğu gibi Sarı Saltuk’un da Balkanlar’ın bin bir köşesinde mezarının olmasından bu manayı çıkarabiliriz.
Bir fenomen olarak, çok büyük bir Kalenderi alp/ereni olarak Sarı Saltuk’un tüm Alevi-Bektaşi dünyası ve dünya için enteresan bir kimliği olduğunu kabul etmeliyiz.
Onun kimliği ve yaşamıyla da birlikte, diğer bilgilerle Osmanlı’dan önce Selçuklular döneminde de Balkanlar’a büyük bir göçün olduğunu öğreniyoruz.
Osmanlılar neden Batıya yöneldi?
Genelde Anadolu’da öyle bir hareket vardı.
Osmanlılar olmasaydı da Anadolu’daki beylikler arasındaki rekabeti Germiyanlılar kazansaydı, Karasiler, Sarıhanoğulları kazansaydı da bence bu enerji Balkanlar’a yönelecekti.
Bu bir yerde Fuat Köprülü’nün de çok eskiden tespit ettiği bir nüfus hareketiydi. Yani Batı’ya doğru büyük göçler var ve nüfus Anadolu’nun batısına doğru yığılıp sıkışıyor.
Bilhassa İlhanlılardan ve İlhanlıların Anadolu’da pek de tasvip edilmeyen ağır rejiminden dolayı, Türkmen boylarının bu şiddetli İlhanlı iktidarından uzaklaşarak, 13. Y.Y. sonlarına doğru, Selçukluların çözülme dönemde Anadolu’nun batısına doğru yığıldığını Fuat Köprülü çoktan tespit etmişti ve haklı olarak ta o enerjinin kendine yeni maceralar aradığına işaret etmişti.
Bunların arasında Osmanlılar’dan çok daha erken Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Ege sularında yine Batı Anadolu’nun dışına taşan batıya yönelik hareketlere başlamışlar.
Hatta Aydın oğlu Umur Bey’in Balkanlar’a ilk 1330 yıllarda Osmanlı’dan önce geçtiği biliyoruz, bazı Bizans faktörleriyle kurduğu ortaklık sayesinde.
Umur Bey de kısmen menkıbeli bir kişilik kazanıyor. Giderek Aydınoğulları’nın o Ege maceraları ile ilgili Düstürname, diye Enveri’nin yazdığı yapı epik yarı menkıbeli çok hoş, önemli bir kaynak vardır.
Bu enerjinin boşalımında böyle bir gerçek var ama Balkanlar’ın cazibesi nereden geliyor? Çok mu verimli topraklar buralar, çok mu rahat ilerlemesi, fethedilmesi? Yoğun bir göç var bu bir gerçek ama niye Balkanlar’a doğru gidiliyor?
Şimdi dediğim gibi bu enerji kendine gidecek bir yer arıyor bu anlamda Balkanlar da gerçekten çok verimli bir yer. Trakya’yı düşünürsek, batısıyla doğusuyla, çok verimli topraklar.
Onun dışında çeşitli sebeplerden kaynaklanan şeyler de var (daha önce bahsettiğimiz yıkım, kıyım, savaş, kargaşa döneminin sonucu olarak).
Fakat kısmen değil de, hiçbir zaman yerleşilmediği için belki de çok boş alan vardı bu bölgede.
Bu konuda Bizans tarihçilerinin tespit ettiği yerleşim haritalarına bakıyoruz, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Mesela Gümülcine’nin kuzeyinde şimdi Kızıldeli’nin olduğu yerler, buraya bağlı köylerin bulunduğu alan o dönem bomboş. Hiçbir Bizans yerleşim görünmüyor o dönemde.
Şimdilik kimse bölgede yerleşime dair fazla bir şey bulamamış. Arkeolojik kazılarda da fazla bir şey çıkmamış. Eski Traklar dönemine ait olduğu tahmin edilen bir/iki kaya çizimi var; Kızıldeli, Seçek Yaylası’na yakın. Onun dışında çok ciddi bir yerleşim alanı olmamışa benziyor yörede. Yani boş alanlar var. Demek ki bu taşan nüfusu alan alanlar mevcut.
Bunun yanı sıra Balkanlar’ın siyasi durumu hayatın gerçekleri içinde elbette basit iktidar mücadeleleri, savaşlar var. Balkanlar’ın siyasi durumu yayılmaya müsait. Bir süre sonra Osmanlılar’ın karşısında onlarla boy ölçüşemeyecek küçük ve dağınık güçler ortaya çıkıyor. Onlar tabi Osmanlı’nın sadece savaşarak kazandığı alanlar değil. Osmanlı’nın sık sık kullandığı yöntem mahalli elitleri, askeri sınıfı, yöneticileri, Osmanlı sistemine bütünleşmiş etmek, kazanmak. Bu zaman zaman devşirme yoluyla oluyor ama bahsettiğim bu değil. Yani Tımar sahiplerine bakıldığı zaman bunun hesaplarını Bulgar tarihçileri yaptı. Balkanlar’da 1400’de Tımar sahiplerinin %20 Hıristiyan, geri kalan %80’de bir kısmı muhakkak din değiştirmek yoluyla gelmiş. Demek ki tımar dağıtımında Osmanlılar yerel eliti tamamen dışlayarak hareket etmemişler; bilakis onu kazanıcı bir yöntem kullanarak kullanmışlar.
Mihailoğulları var köklü bir aile o dönemde, o yörede?
Evet. Mihailoğulları Balkanlı değil, Rum kökenli. Söğüt’te Osman Gazi’nin komşusu bir köyden olduğu söyleniyor. Buna inananlar/inanmayanlar var ama o köy olmasa bile o yöreli olduklarına bence kesin gözüyle bakabiliriz. Çünkü sonradan ahvadı üç dört kuşak sonra bildiğimiz vakıflarını orada kuruyorlar yani oraya bir aidiyet hissediyorlar. Mihal Gazi ilk başında rivayetlerin çoğuna bir Hıristiyan olarak Osman Gazi’nin yol ve savaş arkadaşı konumunda bulunuyor. Süreç içerisinde (tam bilemiyoruz) din değiştirerek Osman Gazi’nin safından Müslüman rolüyle devam ediyor katkısına.
Mihailoğulları da bildiğimiz Balkan fütuhatının en önemli akıncı ailelerinden birisi.
Bunun gibi Malkoçoğulları, Evrenosoğullar gibi aileler de var. Bunların hepsi için aynı şeyleri bilmiyoruz. Ama Evrenos’un isminde yine tartışmalar var, bilim adamları arasında. Kimi onun Rum kökenli olabileceğini tahmin ediyor, Uranos kelimesinden geldiğinde öyledir veya değildir.
Mihailoğlu örneğinde verildiği gibi onun dışındakiler bir şekilde bu savaşlara katılmış ve Balkanlar’ın fütuhatında rol oynamış beş büyük akıncı ailesi var.
Bence Evrenosoğulları ve Mihailoğulları çok önemli. Bunların en büyüğü Evrenosoğulları sol kolu tutmuş. Yani İstanbul’dan Tekirdağ, Edirne, Gümülcine, üzerinden Teselya Ovası’na kadar uzanan fetih yolunu kolunu daha çok Evrenos ve ailesi temsil etmiştir. Evrenos Gazi’nin bu yol boyunca çeşitli yapıtları var.
Nefes Baba’nın (Yunanistan’da) hemen dibinde Evrenos Gazi’nin yaptırmış olduğu bir han vardı, restore ediliyordu şu an. Gerçi üzerine bir Osmanlı yapısı, ya da Evrenos Gazi yapısı, diye yazmamışlar ama bir Ortaçağı Hanı demelerine rağmen restore etmeleri bile makbuldür.
Gümülcine’de yine Evrenos Gazi’nin çok güzel bir hamam, cami, külliye kompleksi var ve kendi kurmuş olduğu bir şehir var orada.
Yenice vardır. Yani Vardar Ovası’nın bir noktasında, kilit noktalarından birinde yeni bir şehir kuruyor.
Yenice Vardar’da (Yunanca’sı Yanitsa), şehrin yanında Evronus Gazi’nin mezarı vardır.
Evrenos Gazi’nin ilginç tarafı, 20. Yüzyılın başında bir Yunanlı meslektaşım bunu yazmıştı bir makalesinde, hem Müslüman, hem Hıristiyan ahalinin bir aziz kişi olarak ziyaret ettikleri türbede yatıyor.
Yani bu fütuhat meselelerine baktığımızda elde kılıç herkesi korkutan, sindiren tipler düşünmemeliyiz.
Muhakkak ki savaş var, kılıç var ama Evrenos Gazi gibi birisi oraları fethedip şenlendirdikten sonra Hıristiyanlar için bile bir Aziz mertebesinde saygı görebiliyor.
Hocam; meseleler çok geniş, konular uzun.
Osmanlı devlet olduktan sonra imparatorluk olarak büyürken elbette artık daha da büyük coğrafyalara, daha da ileri sınırlara koşacaktı. Yani ilerlemek de bir devlet politikası olacaktı.
Konumuzla ilgili olmak üzere, örneğin yukarıdaki konuya devam edecek olursak, mesela dergâhların kurulması da mı bir devlet politikasıydı?
Dergâhların kurulması, onarılması, buralara yardım edilmesi, Osmanlı varlığının bir simgesine gösterilen ilgimiydi? Yoksa başka şeyler de var mı olayın içinde?
Bilhassa erken dönemlerde evet ama sonraki dönemlerde, giderek artan gerilim unsurlarının olduğunu, gerginliğin olduğunu söylemek gerekir.
Haliyle devlet büyüdükçe belli bir karakter edindikçe o karakterin içinde kabul ettiği/etmediği, kendine yakın bulduğu/bulmadığı farklı eğilimler arasında da tercihler yapıyor.
Dolayısıyla çok uzun bir tarihtir Osmanlı tarihi. Bütün 500-600 yılı için aynı şeyleri söyleyemeyiz.
Zaman içinde gerginlikler oluyor ama genel olarak baktığımızda yani (kuruluş döneminden bahsettiğimizde) bilhassa genellemek daha kolay. Evet, burada çok yakın bir ilişki, örtüşme ve devletin benimsenmesi, koruyucu kanatlarını germesi gibi şeyden söz edebiliriz.
Resmen, maddi yönden dergâhlara yardım ediyor, Osmanlı Yönetimi?
Evet. Tabii vakıf kurumu bu demektir. Devlet herhangi bir araziyi Miri olmaktan çıkaramazsa orası Vakıf olamaz. Yani siz gittiniz, ben burayı vakıf yapmak istiyorum, dediniz. Devlet der ki, orası sana mı ait? Göster tapunu, der. Şayet devleti ikna ederseniz (ben burayı vakıf yapacam, insanlara şöyle böyle yardımcı olacam) derseniz, devlet peki der ve orayı Miri olmaktan çıkarıp size mülkmüş gibi verir ve anında Vakfa kaydedilebilir.
Hukuki süreç böyledir.
Dolayısıyla Vakıfların kurulması ve yaşaması kolay değildir. Muhakkak ki devletle belli bir anlayış süresi çerçevesinde sürmesiyle mümkündür.
Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in belli vakıfları müsadere etme yeniden Miri’ye alma politikası var. Saltanatın sonuna doğru 1470-1474’den sonra bu durum dervişler cemaatleri arasında oldukça huzursuzluk yaratıyor.
Tursun Bey’in verdiği rakamlara göre 2000’den fazla köy (gelir olarak bakarsak çok ciddi bir rakam) müsadere ediliyor ama kalıcı olamıyor. O kadar tepki var ki! Fatih Sultan Mehmet hayatta kalsaydı ne yapardı?, bilemiyorum ama onun vefatından sonra oğlu II. Beyazıt bu Vakıfları geri veriyor. Tahrir defterlerinde bunu hikâye olarak biliyoruz. Kayıtlarda ki tahrir defterlerinde izdüşümleri var. II. Beyazıt döneminde yapılan tahrirlerde şöyle kayıtlar geçiyor; Deniz Abdal Cemaati Vakıftır. Sultan Ebul feth Mehmet zamanında geriye alınmıştır. Şimdi ise yine cemaate iade edilmiştir.
Kızıldeli civarındaki toprakların tahririnde ben nicelerinin örneklerini gördüm.
Demek ki Dergâhların yaşayabilmesi ancak Devletin onayıyla mümkündür. Zaman zaman bu konuda Devletin tavırlarında değişiklikler olmuş. Fakat birkaç yüzyıl içerisinde baktığımızda tarihte devlet bu vakıflarla birlikte yanında olmuştur.
Peki, daha sonra ne değişti? Yani 1826 ki olaylar yaşandı? Bektaşi dergâhları, tekkeleri yok edildi?
Çok kısaca modern devlete geçiş sürecinin sonuçları, diyebiliriz herhalde bu olaylara.
Yani II. Murat döneminde 1826’dan önce vakıfların bir merkezden yönetilmesi yönünde adımlar atılıyor.
Vakıflar sonuç olarak özerk birimler, devletin elinde çıkan kendi kendini yöneten cemaatlerdir. Bir onay ilişkisi var tabi ki ama o kaynakların kullanımında devlet bire bir söz sahibi değil.
Modern Devlet nedir? Dersek ilk akla gelen belli bir iktisadi alanda üretimin, vergilendirmenin, bölüşümün bütün bu mekanizmalarla ilgili kararların merkezden verilmesini sağlamakla ilgili bir kaygı çıkıyor önümüze.
Modern devletin bu kaygısı çok barizdir. Ve bunları kullanacak mekanizmaları da üretiliyorlar; büyük bürokrasiler kuruyorlar. Giderek tren yolları, telgraflar... Bütün bunlar bir yanda çok olumlu gelişmeler, bir yandan da devletin gücünü, merkezi yapısını artırıcı, pekiştirici, şeyler. Bunlar da olumlu. Fakat Vakıflar açısından bakarsak vakıfların özerk hayatiyetini bitirmesi sürecini oluyor aynı zamanda.
II. Mahmut zamanında, dediğim gibi bu oldukça erken başlıyor, saltanatı 1826‘da, çok net yaşıyor ve özelliklede bir hedefe yöneliyor, diyebiliriz: Yeniçeriler’e. Malum Bektaşi dergahları kuruluyor, zaman içinde bu Evkaf Nezareti, dediğimiz Vakıflar Bakanlığı’nın kurulmasına kadar geliyor bu olay.
Cumhuriyet döneminde malum Vakıflar Bakanlığı lav ediliyor, Genel Müdürlük olarak yönetiliyor ama o merkeziyetçi bakış sürdürülüyor böyle de olmak zorunda. Çünkü modern devlet böyledir.
Hocam Balkanlar ve Kızıldeli’ye gelecez ve konumuzu orda bitireceğiz. Hakikatten uzun bir zaman diliminde Balkanlar fethedildi hem toprak, hem hem gönül maneviyatı, hem de somut olarak büyük dergâhlar kuruldu, bugün bile ayakta olanlar var.
Ama özellikle son birkaç yüzyılı büyük bir trajedi ile sonuçlandı Türkler açısından Balkan macerası.
Niye bu kadar trajik oldu son? Hatta sizinle bu sene yaptığımız Bulgaristan gezimizdeki sohbetimizde, öyle acılar var ki daha bunların cevabı verilmedi, demiştiniz. Yani Türklere yönelik katliamlar var Balkanlar’da?
19. Y.Y. içinde birkaç milyon kişinin Müslüman ve Türk kimliğinden dolayı hayatını yitirdiğini söyleyebiliriz Balkanlar’da.
Bu direkt savaşla olmuyor ama zorlanmış göçlerle, çıkan salgın hastalıklarla olabiliyor.
Çok büyük acılar çekmiş Balkan Müslümanlığı ve Türklüğü. Ulus devletlerin kuruluş sürecinde acılı bir hikâye olduğu için konuşması da güç. Kimseye haksızlık etmek de istemiyorum. Ulusçuluk ille kötü bir şeydir, diye düşünen bir tarihçi değilim ben.
Bir yörenin insanı, biz kendi kendimiz yönetmek istiyoruz, bu daha haysiyetlidir, şeklinde bir tavır geliştirir ve bunu gerçekleştirirse bu saçmadır, kötüdür, demek kolay değil. Yani prensip düzeyindedir. Ama ne pahasına, ne şekilde tek çözüm bunu birçok soru sormak gerekir.
Maalesef 19. Y.Y.’da bu soruların hiç biri geçerli değil.
Bir noktadan sonra Avrupa’dan gelen milliyetçilik ve ulus/devlet kavramının güç kazanması, bilhassa orta sınıflarda, entelektüel kesimde, siyasi elitler arasında güç kazanması sonucu olarak ne bahasına olursa olusun, cevabını vermiş insanlar. Bunlar denince sınırlar kanla çiziliyor muhakkak.
Osmanlı devletinin hatası olmuştur. Öyle bile olsa ora insanının bu şekilde yüzlerce yıldır vatan bildiği yerlerde öldürülmesi malsız, mülksüz sürülmesi; evsiz, barksız kılınması hala konuştukça, belki ben de bir Balkan çocuğu olmamdan dolayı ama değil sanırım, çok daha evrensel insanı bir şey bu; çok üzücü bir konu.
Burada şunu da söylemek lazım; Avrupa devletlerinin kışkırtmaları, parmak sokmaları abartılıyor zaman zaman. Ama bir yerde de yaşanan belli gerçekler bunlar. Mesela Bulgaristan’da Türk Müslüman kıyımlarının abartılması, ya da uydurulması çalışıldı. Bu konu İngiltere’de öyle bir lanse ediliyor ki, İngiltere politikasını değiştirip Bulgar milliyetçiliğinden yana tavır alıyor. Yani maniple edilmiş bir hikâye olarak çıksa bile bu konu İngiliz kamuoyu yönetici sınıfı Bulgar milliyetçiliğinin yanında olmamız elbette gerekli, diyorlar. Olsunlar ama bunun da sonucu nedir, oranın barbar Türkleri (!) sürülsün ve ne bahasına olursa olsun burası temizlensin (!), tavrına yol açmış.
Bunlar 19. Y.Y. boyunca birçok yerde, defalarca yaşanmış bir acının yansımalarıdır. Göçler, kırımlar silsilesi ve hiçbir zaman ulus/devlet modeline göre biçimlenmemiş çok kültürlü Balkan toplumunun birden bire bambaşka bir siyasi anlayışa göre kesilip biçilmesi olayıyla karşı karşıya kalıyor. Bu olay; o anda teknolojik ve siyasi olarak başkalarıyla kıyas kabul etmez kadar güçlü dünya odaklarının da bizzat müdahale etmesiyle olaylar çok trajik oluyor.
Rusya 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan itibaren Balkanlar’daki Slav nüfus için ve Ortodoks bağlantısından dolayı Yunan nüfusu içinde kendi proje ve siyasi hedefleri ile çirit atıyor. Tabii o hedeflerin büyük çapta Osmanlı Devleti’nin yok edilmesi yönünde gittiğini biliyoruz ve İngiltere Hapsburk (Avusturya merkezli Viyana bilhassa kendi yakın olduğu bölgelerde Hırvatistan, Sırbistan, Saraybosna) devletlerde işin içine giriyor büyük nüfus mücadelelerine girişiyor.
Büyük devlet politikaları kendi tarihi geleneklerine çoğulcu, çok kültürlü, geleneklerine hiç uymayan yepyeni bir ulus devlet modelinin acilci bir şekilde benimsensin, ne bahasına olursa olsun, yöntemiyle uygulanması bunlar çok büyük roller oynuyorlar.
Burada Osmanlı Devleti’nin de muhakkak bir takım reformlarda gecikmesi, uygulamaya koymaması ya da onları hiçbir zaman düşünmemesi gibi birçok konu da var işin içinde. Yani çok boyutlu bir meseledir bu mesele.
Kızıldeli Sultan (Seyyid Ali Sultan) ve Dergahı
Evet, şimdi gelelim Kızıldeli (Seyit Ali) Sultan’a ve Dergâhına.
Bu dergâha ilginiz ne zaman başladı, niye bu yoğun sevgi?
Kızıldeli Balkanlar’ın çok kıyısında kalmış, çok ücra bir köşesinde bir mekân. Eskiden öyle değilmiş te, 20. Y.Y. gelişmeleri öyle getirmiş olayı.
Yunanistan’ın bir köşesinde bir cemaatin, küçük te değil, hatırı sayılır 30 küsur köyün varlığını biliyoruz, varlığını bugün çok iyi biliyoruz. Hatta Bulgaristan tarafını da düşünürsek olayın büyüklüğü daha iyi anlaşılır. O cemaatin aradan geçen bütün Yunan milliyetçiliği süreci, Nazi işgali süreci, Yunan İç Savaşı süreci gibi tüm işgallerle dolu acılı geçmişi ve bütün bunların ağır baskısı atında ezilmiş, acılar çekmiş, giderek marjinalleşmiş, kıyıda köşede kalmış, ücralaşmış bir beldenin insanın bu başlarda sözünü ettiğimiz zengin derin felsefi kültürünün ve birikiminin hala taşıyabilmesi doğrusu çok etkileyicidir.
Ben de bundan çok etkilendim.
Sadece burası için değil, Anadolu’da birçok köşe için de aynı şey geçerli.
Ama bilhassa Balkanlar uzun süre çekilen acılar çalkantılı baskılardan bunun hala böyle kalabilmiş olması o insancıl mesajın hala insanların yaşıyor olması çok çok etkiledi beni.
Tamam, buradaki insanlar Yunan hükümetlerinden şikâyetçi olabilirler, siyasi gruptan şikâyetçi olabilirler ama hiçbir şekilde ben temelde bir düşmanlık görmedim içlerinde insanların.
Kültürlerini, inançlarını, nefeslerini yaşatmışlar biliyorsunuz buradaki insanlar. Çok dillilik var evlerinde; 2-3 dil konuşuluyor, Slavca, Pomakça, Türk dili... bunlar öğreniliyor, konuşuluyor. Birçoğu askerlik, okul dolayısıyla Yunanca’ya intibak etmiş zaten. Bunları rahatça taşıyorlar ama dilini evde konuşan insanlar dahi bize nefis Türkçe deyişler okudular (Siz iyi biliyorsunuz ve tanık da oldunuz).
Nedir bu kültürün gücü? O gücü üç aşağı beş yukarı ilk başta konuştuğumuz yerlerde arayacağız. 13.-14.-15. Y.Y.’da gönülleri çelen, titreten, o kültür ortamında arayacağız. Ama onun devam edebilmesi çok zor şartlarda koşullara rağmen devam etmiş olması çok etkiledi beni.
Ayrıca Kızıldeli’nin tarihi şahsiyetiyle orayı şenlendiren insanlardan biri olması hem de başta gelenlerden olması biliyorsunuz Kızıldeli bir zamanlar Bektaşi ziyaretgâhları arasında çok önemli mekânmış.
20. Y.Y. siyasi olaylarından dolayı çizgiler farklı çizilmiş ama Pir Sultan Abdal’ın bir şiirini okumuştum ben, Hacı Bektaş, sonra Abdal Musa’yı, ondan hemen sonra ise Kızıldeli’yi zikrediyor ve o dönemde zikrediliyor.
Benim hatırladığım kadarıyla Kızıldeli’nin mehakıb-namesi de çok hoştur.
İsterseniz E-mail ile gönderebilirim size.
Kızıldeli’yle ilgili elimizde belli başlı hangi belgeler var?
1402-1411’den bize ulaşan belgeler var. Bize rahmetli Ahmet Hezarfen ulaştırdığı ve onun hazırlamış olduğu kitaplar var. Ve diğer kaynaklardan velayet-namesi var, onun dışında Alevi –Bektaşi ozanlarında, onların şiirlerinde, Pir Sultan Abdal, dâhil Kızıldeli’nin sözü çok geçer.
Ayrıca Kızıldeli Dergâhı’nda yazıldığını bildiğimiz ozanların birçok şiirlerini biliyoruz. Hatta Pir Sultan Abdal’ın Kızıldeli’de kaldığı dair rivayetler var ama onun için başka bir Pir Sultan Abdal (Serezli Pir Sultan) da deniyor.
Sadık Abdal diye bir şairin Ankara Milli Kütüphanesi’nde bir mecmuası olduğu duydum ama henüz okumadım. Sadece 5 ciltlik İsmail ÖZDEN özet kadarını gördüm. (Dursun Gümüşoğlu tarafından Horasan yayınları arasında divanı yayınlandı, ne mutlu!) O yazıyı elde etmeye çalışıyorum çok önemli konumuz açısından. Çünkü Balım Sultan’dan önce Kızıldeli Dergâhı’nda hazırlanmış bir şiir mecmuasının varlığını biliyoruz. Onu çalışamadım hala. Tabi sonra Balım Sultan’ın orada neşet etmesi ve Bektaşiliğin mücahitti, ikinci kuşağı halkanın kurucu olması, düzenin belli şekilde ona hep atfediliyor olması tabi tarihçiler bu konuda anlaşmışlar hiç olmasa Bektaşi geleneğinin bunu böyle gördüğü kesin Balım Sultanı Kızıldeli’de yetişmiş birisi o dergâhtan Balım Sultan’dan sonra 3-4 kişi çıkıyor. Kızıldeli’den çıkıyorlar ve Hacı Bektaş Veli’ye dedelik yapıyorlar yani bu sadece Balım Sultan’ın bağlantısı da değil Kızıldeli ve Hacı Bektaş arasındaki bağlantı aşağı-yukarı 100-150 sene bu biz Kızıldeli’nin çok önemli bir kültür merkezi olduğunu gösteriyor ben bunun da peşindeyim.
Şu anda bilemediğim çok boyutları var. Ama eminim ve araştırmaya devam ediyorum.
Siz kalkıp Trakya’nın bir bucağındaki dağ başındaki bir dergâhtan gelip Hacı Bektaş gibi 200-250 yıllık kültür odağı olmuş bir yerde şeyhlik taslayamazsınız, doğru dürüst bir birikim donamınız yoksa. Hadi bir kişi tesadüf oldu diyelim ama beş kuşak bu devam ediyorsa, bunun aksi imkânsız bir şey olamaz. Kızıldeli bir zamanlar çok önemli kültür merkezi olmuş olabilir.
Onun dışında günümüz çağdaş araştırmacılarında orayla ilgili çalışılmış doktoru kitap tez gibi neler var?
Mastır tezi olarak Bilkent Üniversitesi’nde tanıştığım Rıza Yıldırım isimli bir arkadaşın henüz basılmamış bir çalışması var. (Bu kitap da Tarih Kurumu tarafından basıldı, çok şükür)
Bunun yani sıra Ahmet Hezarfe’nin hazırladıkları var. (Cem Vakfı Yayınları arasında çıkardık) Bir de Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde, Ankara Vakıflar’da Kızıldeli ile ilgili bazı belgeler buldum.
Kızıldeli’nin 17-18. Y.Y. vakıf gelirleri ve devletle ilgili şeyler tabi. Bunların belli bir kısmı ödeniyor, devlet belli bir kısmı kendilerine kalıyor yada mütevelli konular devleti ilgilendiren yolsuzluk söylentisi oluyor. Ya da zaman zaman teftişler o şekilde Ankara Vakıflarda çeşitli belgeler var.
Bunları tek tek konuşmak kolay da benim yapmaya çalıştığım hepsini bir araya getirip bütüncül bir tablo çıkarmak. Tahrir Defterlerinden de topladım. 15. Y. Y. Kızıldeli’yle ilgili parça parça da olsa epey Tahrir Defteri topladım. Onları da çalışıyorum.
Kısmet olursa Kızıldeli’yle ilgili 1400’den günümüze kadar uzanan uzun dönemli yerel tarih (yerel mahalli tarih) çıkarmak istiyorum.
Süreyya Hanım’ın makalesi (okuyamadım) Kızıldeli Dergâhı’nın iktisadi yapısını gösteriyormuş, o döneme göre çok önemli bir tarım arazisi yapısı varmış? Zaten köyler var vakıf arazisi içinde.
Tabi biz bunu konuşurken sadece derviş cemaatinden bahsettik. Ama o vakfa ait 30 küsur köy var. O dervişleri bir yerde menejer (yönetici) gibi de düşünebiliriz. O toprakta, tarlada ne ekilecek, ne zaman ekilecek, bu zaman zaman rutüellerle (nevruz, hıdırellez, kasım kurbanı gibi) dergâhın belirlediği takvim, bütün ritüeller, tarım takviminin belli ve önemli noktalarına işaret eder. İnsanların hem cemaat olma tadını yaşamaları, hem bereket ve nasip dilemeleri için birer ortam yaratıyorlar.
O köylerde yaşayanlar dergâhlardan bağımsız mı yaşıyorlar? Yani dergâhla bağlantıları ne boyutta?
Bağlantıları şu anlamda; birincisi ürettiklerinin bir kısmı devlete aittir. Yani o toprakların vergisi, hepsi değilse bile önemli bir kısmı, devlete gitmeyecek Vakfa gidecek. O köylülerin ürününden diyelim %8 mi kesilecek, bunun önemli bir kısmı bizzat köylüler tarafından götürüyor dergâha. Yani bir dergâh çevresindeki köylerin, hele hele Kızıldeli örneğindeki gibi, aynı zamanda o dergâha gönül bağı ile bağlı olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla resmileştirilmemiş adak kurbanı gibi bu yüzden vergi diyemeyeceğimiz farklı katkılar da var mesela kurbanlar kesiliyor, buğday, meyveler getiriliyor, deriler veriliyor, bazen nakit olarak tabii bunun gibi birçok şey de var. Kayıtlara girmeyen gelirler de var.
Peki, Dergâh bina olarak orijinal halinde mi?
Maalesef size bahsetmiştim bir öğrencim Zeynep Yürekli; Seyit Gazi ve Hacı Bektaş’ın mimarı yapısı üzerine, tarihi üzerine tezini bitirdi. Aynı zamanda birlikte gitmiştik Kızıldeli’ye. Benim anladığım orijinal yapıyı koruyor (orijinal yapıdan kastım plan). Yani merkezde ulu bir dut ağacı (Bektaşi dergâhlarını çoğunda ulu bir ağaç görmeye alışığız) ve onun etrafında dairevi bir şekilde yapılar. Bunun başka hiçbir yerde örnek bilmiyoruz. O dut ağacının Kızıldeli’ye ait bir menkıbeyle bağlantılı olduğunu da düşünüyorum. Burada önemli oranda o yapılaşma tarzı sanırım değişmemiş.
Türbe de orijinal olsa gerek. Ama onun dışındaki yapıların şimdi ki hali daha çok 18. Y. Y. Kalma. Hatta dut ağacının hemen yanında çeşme var biliyorsunuz, üstünde bir kitabe de var; 18. Y. Y. Kalma. Biz bunu gördüğümüzde işte tarihlendirebileceğimiz bir yapıt dedik, meğersen onu oraya, siz tanırsınız Müslim Çolak getirmiş.
Şöyle söyleyeyim; eğer 1400 yıllarda oraya gitmiş olsaydık o döneme yakın daha çok şeyler bulmuş olacaktık.
Bir engin tepenin yamacında koruluk var, tarla olmaya müsait bir toprak parçasında kurulmuş bir dergâh var. Orası bilinçli bir seçim midir?
Oraya Tanrı Dağı diyorlar.
Kutlu ve önemli addedilmiş bir yer orası. Belki de Kızıldeli’den sonra böyle oldu ama Tanrı Dağı önce de olmuş olabilir, tam emin değilim. O da değişik ve ilginç bir örnek Abdal Musa’ya, Hacı Bektaş’a, Seyit Gazi’ye baktığımızda köylerin hemen yanında fakat Kızıldeli ise dağda kendi başına bir yerde kurulmuş. Geyikli Baba da öyledir. Fakat daha sonra da etrafında köyler var Kızıldeli’de böyle bir durum yok.
Osmanlı kuruluş tarihi içinde bir sima Kızıldeli Sultan (Seyit Ali Sultan).
Fetihler (alp erenler) içinde anılıyor, geçiyor değil mi?
Evet, Seyit Ali Sultan çeşitli kaynaklarda Hacı İlbey, Şeyh Bedrettin’in babası gibi bunlarla aynı kuşaktanlar. (İkisinin arasında tarihi Kırpınar’ın olması çok ilginçtir). Yakup Ece Sultan (İce Sultan) bir gazi dervişler grubu 1360-1370 yıllarında Trakya’nın erken fütuhatını gerçekleştiren kişiliklerdir.
Bunların bir kısmının tarihi kişiliği daha iyi biliniyor. Bunların aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde göreli bağımsız özerk hallerini olduğunu biliyoruz. Osmanlı Devleti o zaman küçük bir devlet olduğu için tüm noktalara ulaşamıyordu belki de bunu istemiyordu işte o ortamın insanları Seyit Ali Sultan.
Kızıldeli Sultan Şeyh Bedrettin’le aynı dönemde yaşıyor değil mi?
Evet, Şeyh Bedrettin ve Kızıldeli örtüşüyorlar.
8 Ağustos 2005