Şiran Kırıntı Köyü'nden Güvenç Abdal Talibi Yusuf Öztürk

YUSUF ÖZTÜRK

 

Güvenç Abdal Ocağı Talibi

(Şiran Kırıntı Köylü / Hacı Bektaş İlçesi’nin Merkezinde İkamet Ediyor.)

 

AYHAN AYDIN

 

Ömrünü Hünkar Hacı Bektaş Veli yoluna adayan, bir derviş misali her daim bir gaip alemde gerçeğin izini süren Yusuf Öztürk’ün Alevilik, Müsahiplik hakkındaki görüşlerini alırken, bir aşkla Hacıbektaş’a bağlanışı ve Hacıbektaş İlçesi’ne yerleşmesinin öyküsünü derlemeye çalıştım.

 

Sevgili Öztürk sizinle biraz önce çok uzunca özel sohbette bulunduk. Ayrıca 50 yıllık musahip kardeşiniz, dedem Ahmet Zemci Aydın’la da çok uzun sohbetleriniz oldu. İsterseniz musahiplikten söze, sohbete girelim. Neler söyleyeceksiniz bu konuda? Musahibimle (Yeniköy’lü deden Ahmet Zemci Aydın’la) ilk anlaşmamız, asker ocağında oldu. Alman harbinde, 4 seneye yakın özümüzü, sevgimizi birbirine bağladık. Nice zorlukları birlikte aştık, bir yatakta uyuduğumuz da oldu. Musahip olmaya karar verdik. İkrarı da orada vermiş olduk. İzmir’de askerdik, sonra Çeşme’ye geçtik. Çeşme’den terhis olduk. Tabii Almanlar mağlûp olmasa, terhis olamayacaktık. Uzun süren bir İkinci Cihan Harbi sonrasında geldik memlekete. Yolumuzun usulüne göre, dört kapı-kırk makamdan, “Ali ile Muhammet musahip oldu, bundan üstünü var mı?” dedik ve özümüz bir diyerek, kurban kestik.

 

Şiran’da musahip oldunuz. Nasıl yapıldı müsahiplik kavli? Yeniköy’de yapıldı. Dedelerle, cemiyet bizi sorguya aldılar. Kanımız, kinimiz, kimseyle alıp vereceğimiz olmuyor. Hep doğru yolda gitmiş oluyoruz. Dedeler soruyor, cemaatten şahitler oluyor. Dedeler, “Dördü de nur-u Adem’dir” diyerek bir araya getiriyor, ikrar alıyorlar. Öyle ki; dünyalıktan çıkmış, ahiret ortamına girmiş gibi oluyorsun.

 

Cemaate girerken abdest alınıyor mu? Bu cemiyete girdin mi, ister suyla, ister özünle al, abdestlisin, gönlünü arındırıyorsun. Yani vücudun temiz oldu mu, misri camil oluyorsun. Misri camil, vücut âlemi demektir. Mesela karşı karşıya konuşuyoruz. Senin sıfatın benim kıblem, benim sıfatım senin kıblen, bütün dünyalıktan geçmiş, zikri âleme tapmış oluyorsun. Öyle ileri bir makam. Zahir âlemi, batın âlemi diye bir şey var. Herkes bunu bilemez, aşık olanlar bilir. O zaman zahir âleminden çıkıp, batın âlemini girmiş oluyorsun. Bu dünyadaki varlığın yok olmuş gibi oluyor. Cemaat kadın erkek toplanır. Çıt yok, dualar okunur. Sonra kurban kesilir. Benim kesem senin, senin kesen benim, o kadar bağlanıyoruz. Kardeşlik usulü hâlâ da böyledir. Öz aynıdır. Ali ile Muhammet musahip oldu ya, işte o gün bugün aynı şey devam ediyor.

 

Nasıl oldular? Dedelerimiz söylerdi, “Baş bir göründü, gövde iki. Gövde iki göründü, baş bir. O kadar ki, âlem ummana daldı. Muhammet, Ali’ye bağlıdır. ”Allah’ın aslanı Ali” denmesinin manâsı vardır. Muhammet, miraca gitti. Hz. Ali yol etti, Kırklar’ın kapısına varınca, selâm verdi. Kapıda, “Sen kimsin?” dediler. “Ben peygamberim.” “Git peygamberliğini yap” dediler. Üçüncü kez, gaipten nida geldi. “Ya Resulullah! Fakir fakirullahım diyeceksin, sana yol açılacak. ” O zaman yola çıktı, yolda bir aslan ona hamle kıldı. Yine nida geldi; “Ya Resulullah! Hatemi çıkar, ağzına ver. Aslan sana yol verir. ” (Hatem: Mühür, yüzük) Çıkardı, ağzına verdi, aslan gitti. Vardı kırklara ki, 39 kişi. “Neden biriniz eksik?” dedi, “Salman Fars’a gitti. Birimize neşter vursan, kırkımızdan kan akar” dediler. Hakikaten de birine hafif bir neşter vururlar, 39’undan da kan akar. Bir damla da pencereden içeri girer. Salman Fars’tan gelir. Bir tabak getirirler, içinde bir üzüm tanesi. Bu üzüm tanesini biri içer, cümlesi hayran olur. Muhammet cûşa gelir, başında tacı pârelenir. Kısaca, Peygamber makamına gelince, baktı ki aslanın ağzına verdiği yüzük, Ali’nin parmağında. Oradan ismi aslan kaldı.

 

Nasıl bir insan, Hz. Ali? Nasıl bir önder? Hz. Peygamber’in sahabelerinden, Fazlı isminde bir borçlu vardı. Çok borçluydu, eskiden kul alıp satarlarmış. “Ya Resullullah! Bir kul ver de satıp borcumu ödeyeyim” dedi. “Ya Fazlı! Ben birine ‘Git Fazlı’ya satıl’ dersem, peygamberlikten çıkarım. Git Ali’ye söyle, o bir çare bulur.” Geldi, Ali’ye söyledi. Ali, “Ben kime kul diyebilirim? Kul olarak beni satabilirsin. Öl dediğini öldürür, benliğini döndürürüm. ” Ali sabah namazını kıldı, sabahın seher vakti, kapıya bir sahil geldi. Sahil de Fazlı. Sahil geldi, “Allah’ın aslanı Ali, dost Ali, seni cömert derler, senden bir kul isterim” dedi. Ali, “Kambere varalım. Nedir dileğin, soralım. Allah bize, ‘cömerttir’ dedi. Ne isterseniz veririm. ” Dudakların bendi ile bir ikrara bağlandı gene, Ali’ye ferahlık geldi. Fatıma Anamla helalleşti. Oyuna bak oyuna, dolanayım Ali soyuna. Ali garip kul, Fatıma Anam baktı boyuna. Kul oldu Fazlı’ya, satılmaya gidiyor. Fazlı’ya dedi ki, “Beni öv, ne kadar översen krala, o kadar para alırsın. ” Oradan kulu aldılar, sabahın seher vakti Bah (Belh (?)) şehrine vardılar. Bah’a girdiler, bağda gül derdiler. Ali garip kul diye, eline güller verdiler. Kralın karısı düş gördü, lalası hayra yordu. O gece rüyasında, sarayına nur doldu. Kral bindi atına, vardı Sahil’in katına. “Sahil, sen Bah’a girmişsin, bağda güller değmişsin. Bu gül senin neyine? Eline güller vermişsin.” Sahil der, “Kâbe’ye varmışım, araya araya Ali’yi bulmuşum. Bu kulu bana Ali verdi. Sen bu kulun neyini sordun?” Kral der; “Tatar mısın? Müşteri gelse, sen bu kulu satar mısın?” Sahil der; “Tatarım. Kuluma müşteri gelse, ben borçluyum, satarım.” “Sahil derim sana, sen de dön bak bana. Kulun fiyatı nedir? Hemen söyle bana” “Kulum kuldur, içi dolu nurdur. Kulumun fiyatı sorulmaz, pahası milyarlarca altındır.” “Kötü sözleri atalım, tatlı dilden ötelim. Kulun fiyatı sorulmaz. Varalım nizamda tartalım. Her dediğimi yaparsa, ağırlığı kadar para veririm” diyor.

Oradan kulu aldılar, nizam başına vardılar. Ali girdi terazinin bir gözüne, kral altın koydu diğer gözüne. Terazi yerinden kımıldamadı. Kral der; “Yanılmışım, sarhoşum. Kul nizamda tartılır mı?” Sahil der; “Gazilerden gaziyem, sözünden dönen, dininden dönsün. Ben pazarlıktan dönmezem.

Kral tekrar geldi, koydu terazinin gözüne, baktı Ali’nin yüzüne. Döndü Ali’ye; “Bir dileğim var, öldürürsen; bir bendim var döndürürsen, en büyük düşmanım tutup getirirsen, evvel kul iken sonra sultanım olsun.” dedi. Ol dem demi öldürdü, hem yine bendi döndürdü, el yüze sürer gibi, hemen bitirdi işini. Ali, “Bir kafes yapın bana” diyor, “En büyük düşmanınız Ali, tutup getireyim size”. Kafesi yapıp getirdiler. Ali girdi kafes içine, Hakk kalmadı suç ile, dedi, “Ali benim. Allah’ın aslanı benim. Yazılan gelir başa. ” Bu kafesi aldılar, od içine saldılar, yedi gün yedi gece yandı, daha günah kalmadı. Kafesin kapısını açınca, yüzüne bakıp şaştılar. Baktılar ki yanmamış.

 

Şah Hatâyî’m der tamam, gönlümde kalmadı güman.

Yetmiş bin kâfir, ol anda oldu Müslüman.

 

Hz. Ali’nin mucizesiyle Müslüman olanlara Alevi, dediler.

Hacı Bektaş Veli’nin mucizeleri ile olanlara da Bektaşi dediler.

 

Küçüklüğünüz, Gümüşhane-Şiran-Kırıntı köyünde geçti. Nasıl bir çocukluktu, sizin çocukluğunuz? Kış geldiğinde, görgü zamanları bütün köyün kurbanı kesilirdi. Ya Şıhgil’de, veya belli bir kişinin olduğu yerde kurban kesilirdi. Evvelâ “Küslüğün, alacağın-vereceğin var mı?” diye sorarlardı. Sonra On iki hizmet yürürdü. Öyle haller vardı.

 

O zamanki dedeler hangi ocağa bağlıydı? Bizim İbrahim Şıhgiller’e, Sarıbal Ocağı derler. Özümüz (G)Kavrazoğulları, Güvenç Abdal’dan gelir, Ordu Gürgentepe’den.

 

Siz Güvenç Abdal dedelerine bağlısınız?  Güvenç Abdal’a bağlıyız. İbrahim Şıh ise Sarıbal Ocağı’na bağlı.

 

Sarıbal Ocağı’nın başka bir ismi var mı? Bilemiyorum. Onu İbrahim Şıh’a soracaksın.

 

Dedeniz sizi görmeye gelir miydi? Gelir, memlekette görürdü. Alişan Efendi, Ordu’dan, Gürgentepe’den gelirdi. O da Güvenç Abdal’a bağlı, ocak sahibiydi.

 

 

Başka bağlı olan var mıydı, yalnız siz mi bağlısınız? Bizim Kavraz (Gavraz) Mahallesi, 15 hane, oraya bağlıydık. Kavraz Ocağı, çok eski bir ocak. Önce Alucra’nın Haşhaş Köyü’ne gelmiş, bir süre orada kalmış, sonra Kırıntı’ya gelmişler.

 

Dedelerle Sarıbal Ocağı dedelerinin erkânında bir fark var mı? Meselâ sözler aynı mı? Bir fark yok. Sarıbal Ocağı, On iki hizmeti tek tek ayetleriyle görür, bizim Güvenç Abdallar daha basit. Onu da, “Hüseyin Şıh bulmuş, buyruğun içinden On iki hizmeti tek tek yürütmüştü” derler.

 

Sarıbal Ocağı Hacı Bektaş’a bağlı değil mi? Hepsi oraya bağlı. 90.000 erin başı Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’den dağılma, bunlar.

Güvenç Abdal, Hacı Bektaş buraya ilk ayak bastığında, İstanbul’da, padişahın yanında, yaver gibi bir şeymiş. Derviş olarak buraya gelmiş. Hünkâr’a diyor ki, “Sadık kim? Muhip kim? Aşık kim?” O da diyor ki, “Zamanı gelince söylerim. ” Kara Reis isminde bir gemici varmış. Ummana dalmış, on bir ay on bir gün sonra, buna bir el, çağrı gelmiş. Hacı Bektaşi Veli’nin eli, o zaman kara görünüyor, Hindistan’a çıkıyor, gemici. O zaman Hacı Bektaş Veli dervişleri topluyor, diyor ki, “Benim bir yerde (Artık o zaman ne kadarsa) altınım, adağım var. Onu kim getirecek?” Güvenç Abdal, “Adağını bulduran, beni de bulur. Ben getiririm” diyor.

Hindistan’da Hamar çarşısında gezerken, Kara Reis bunu görüp çağırmış, “Sen nerelisin?” “Ben Hacı Bektaşi Veli’nin dervişiyim, bir adağım var. Götürür müsün?” “Ben de ona geldim. ” Neyse, coşuyor, “Şu 1000 altın sana, 1000 altın Hacı Bektaşi Veli’nin, 1000 altın da dervişlerin, 3000 altın” diyor. O zaman bir tellal çığırıyor çarşının içinde, “Dünya güzelini görmek isteyene 1000 altın” diye bağırtıyor.

Derviş görüyor, hoşuna gidiyor. “Muhabbet etmek için 1000 altın. Dervişlerinkini vereyim de, Hacı Bektaşi Veli’ninkini götürürüm” diyor. Muhabbet ederken, aşık oluyor, Hakk’ın cilvesi. Muhabbet ederken Güvenç Abdal’a, “Eyvah! Hata ettik. Ayaklı, güzel bir şamdanım vardı.” diyor. Elini atıyor, “Bu mu?” diyor, aynı şamdanı getiriyor. Bunların hepsi batından, kırk budaktan geliyor.

 

Kırk budağın öyküsü mü bu? Çağırıyor dervişleri, “Gelin” diyor, “Aşıksa, dünya güzeli elime aşık olsun, sadıksa sözüne sadık Güvenç Abdal, hiç sormadan gitti. ” İşte “aşıktım, sadıktım, muhiptim” dedikleri, bu. Hacı Bektaş Veli meydana getiriyor işte.

 

Bizim köylere Efendiler (Çelebiler) mi geliyordu, dedeler mi daha çok? Eskiden Efendiler çok gelirlerdi.

 

Kim geldi oralara? 1951’de, ben oradayken, rahmetli Cevat Ulusoy Efendi gelirdi. Köye geldi, bir hafta hizmet verdik. Çal’a uğradı, o gece Çal’da yattı. Yeniköy ve Uzunköy’e de uğradı.

 

Başka gelenler oldu mu? Ben yoktum, Yusuf Efendi ve Kâzım Ulusoy’la, Sefa Efendi gitmiş.

 

Kırıntı’dan buraya (Hacı Bektaş’a) dedeler geldi mi? Her sene gelir, icazet alırlardı. Şimdi seyrek geliyorlar.

 

Güvenç Abdal’a bağlı başka köyler var mıydı? Gürgentepe’nin dedeleri, Eskiköy derler, 300 hane köy ona bağlıydı. (Trabzon’daki köy.) Sis Dağı’nın altında bir köy. Gürgentepelilerden sormak lâzım onu, ben hatırlayamıyorum.

 

Peki, bizim cemler nasıl yürürdü? Cemlerde semahlar nasıldı? Kışın yapılır, On iki hizmet yürürdü. Sonunda kırklar semahını yaparlardı. Onu cuma akşamları, büyükler yapardı. Gençler, çarka dönen semahları yaparlardı.

 

Dede ne kullanıyor? Tarik mi, yoksa pençe mi ? Genelde pençe.

 

Hacı Bektaş’a ne zaman geldiniz? 1950’de geldim.

 

Neden geldiniz? İtikat üzerine geldim. Köyde İbrahim Şıh’a, “Beni dergâha götüreceksiniz” dedim, “Tamam” dedi. Harala gürele, Zile’ye kadar geldik. “Yusuf daha çok var, gel buradan dönelim” dedi. Zile’de, Rıza Efendimin evi vardı. Aslında Hamdullah Efendi’nin evi de, orada o otururdu. Uğradık ki, Nalân Anam’la Sakine Anam evdeler. Rıza Efendim gitmiş. Dediler ki, “Hacı Bektaş’a gitti. ” Oradan geldik, “Samsun’a gidelim” dedik. Geldik Samsun’a, “Allah aşkına gidersen git, beni götürme” dedi. Samsun’dan, Güneysu isimli bir vapura bilet aldık, üç gün üç gecede İstanbul’a geldik, İstanbul’dan da buraya geldik. Geldiğimde, taş köşkü tanıdım. Ruhum, ben gelmeden buraya gelmiş. “İçeride tahta merdiven var” dedim. Varmış gerçekten.

 

Bir sene sonra mı buraya yerleştiniz? Yerleşmeniz nasıl oldu? Buraya geldiğim gece rüyamda gördüm: “Sen buranın malısın”, dedi. Kalktım, Rıza Efendi’ye söyledim. O da beni sevdi, yol verdi. “Benim Kızılöz’de (Hacıbektaş civarında bir yöre) 4 tane ineğim var. Yaza kadar dur, seninle köye gideriz” dedi. Orada, vallahi rüya görür, söylerdim, olurdu. Neyse, bir gün Cevat Efendi, Şebinkarahisar köylerinden birine gitmiş. Orada dedelik yaparken yakalanmış, Şebinkarahisar’da hapsetmişler. Bunu o gece, savcı rüyasında görmüş, sabah gelmiş çıkarmış. Ben, Kızılöz’de rüyamda gördüm; “Ben artık gidemeyeceğim, Hüseyin Efendi’yle sen git köye, dolaşın, gelin. Babandan senin için izin alsın, temelli benim yanımda kalırsın” dedi.

 

Bekâr mısınız o zaman? Evliyim, bir de çocuğumuz var, adı Mehmet. Eve geldik, babam gözlerinden yaş akıtıyor ki, ne dergâhtan vazgeçebiliyor, ne evlâdından. Ben de aradayım, dedi ki, “Hüseyin Efendi, Rıza Efendi’den izin alır, oğlunu gönderirim.” O zamanın parası, 2200 lira var, iyi para. Yeleğim vardı, “200 lirayı sakla, 2000 lirayı verelim” dedi. Hep beraber girdik, Rıza Efendi öylesine oturuyor. Niyazımızı yaptık. Hüseyin Efendi yanlarında oturuyordu. Hüseyin Efendi dedi ki, “Hizmeti çıkar. ” Çıkardık, 2000 lirayı verdik. Rıza Efendi, “Şu benim 200 lirayı da” deyince, çıkardık. 100 lira bana, 100 lira ona verdi. Bu hallerin içinde buraya geldim. İyice burası beni kendine bağladı. İnsan değişiyor, doğduğu gibi kalmıyor ki. Akıl da, vücut da, tüy de değişir. Tüy bile beyaz oluyor. Halen de bağlıyım. Sonra dedi ki, “Efendi bir babası var, Yakup Aleyh-is-selâm Yusuf’ta bu. Çok ağlıyor, ne yaparsan yap, Yusuf’u gönderelim” dedi. Döndü bana, “Ne diyorsun? Akşama kadar düşün, bana cevap ver” dedi. Vakit hiç geçmiyor. O zamanlar yasak var, tekkeler açılmıyor. Kara Dede isminde bir tekke dedesi vardı. “Baba Sultan şurayı aç” dedim. Açtı, girdik içeri. Resul Balı var ya Hacı Bektaş’ta, bir tahta var orada, “Şunu kaldıralım da içine bakayım” dedim, “Hay hay” dedi. Tuttuk kaldırdık ki, içinde kefen olduğu gibi yatıyor. Atladım içeri. Hiç korku falan yok, dünyadan geçmiştim. Üstteki kefenleri üflediğin gibi gidiyor. Nur gibi böyle, sonra kapattık. Onu öyle gördük. Dedim ki, “Baba Sultan, sen kapıları kapat üzerime, çık. Ben biraz zikredeceğim, kaldım arada” dedim. Ne babamdan geçebilirim, ne avrat ve çoluk çocuktan. Akşama kadar tekkenin içindeydim. “Ne zaman aklına gelirse, gel aç.”  Dedim. Ama o sırada biri sanki bana dedi ki (O sırada hizmet erleri, Rıza Efendi’nin iki çift atı vardı.), “Birini sana versin, git, Kızılöz’de otlakçılık yap. ” Öyle bir aklıma geldi, yoksa katiyen, mülkünde gözüm olur mu? “Yok” dedim. Sonra geldim, “Efendim, ne dergâhtan, ne köyden geçemiyorum. Birisi sanki bana, iki çift atı var, birini sana versin, Kızılöz’de otlakçılık yap, geçin, dedi.” “İkisini de vereyim.” dedi. Oradan bindik, gittik memlekete. Aşka düştük.

O sırada Cevat Efendi Kayacık köyündeymiş. Hüseyin Şıh kafaları olgun karşılamaya gidiyoruz. Arda köyünü geçtik. Mindaval’dan da hayvanlara yüklemişler, zerdali satmaya götürüyorlar. Onları durdurduk, birer kilo meyve aldık. Benim keten mendilim var, onun içine attım, aceleden parasını vermeyi unuttuk. Dedim, “Parasını vermeyi unuttum.” “Unuttuysan günah değil” dedi. Geldik, Cevat Efendi niyazına vardık. “Yusuf, çıkınındaki ne?” dedi, “Zerdali” dedim. “Bir tane verir misin?” Orada su akıyordu, “Yıkayayım” dedim “Yok, ver. Öyle olsun” dedi. Yerken güldü, “Herifin parasını da vermedin” dedi. O zaman bizim taraf, hemen eline ayağına kapandılar, anladılar vaziyeti. Her yerde bir işaret gösterdi. O zaman köyden çıktık, geldik. Halimiz bu kadar işte. Almanya’ya gittim, 2 yıl çalıştım, bir yer aldım.

 

Demin içeride iki şey söylediniz. Onu bir daha anlatır mısınız? Bizim rahmetli (eşi Seher Ana), dünyadan göçtü. O dünyadan geldiğini içimden biliyorum. O dünyadan geldiği gün giyinmiş, kuşanmış, çayırlık, çimenlik bir yerde konuşuyor; “Allah nerede, ne şekilde?” Başka bir sıfat sanıyorum. Bir saat daha müsaade etse, biraz daha konuşsak da, öyle gitse... Bizim rahmetli kalktı, on metre ilerde bir delikanlı vardı. “Sen seni bilirsen, Hakk sende” dedi, gitti. Uyandım ki, rüya. “Allah’ım, ben günah mı, hata mı ettim? Ne yaptım?” diye böyle bir müddet düşündüm. On gün mü geçti bilmem, gece bir uyandım ki, içim yanıyor, saat üç sıraları, şunları yazdım;

 

Yerde gökte Allah arama

Gel Adem’e Adem’e

Boşuna kendini yorma

Gel Adem’e Adem’e

 

Adem’dir bu sırrı taşır

Onu fehmeden ona ulaşır

Rahmeti o kimse taşır

Gel Adem’e Adem’e

 

Zor imiş Adem olmak

Olup da ikrar almak

İstersen nasip almak

Gene gel Adem’e Adem’e

 

Adem’den nasibini iste

İste nasibi ulaş dosta

Zaman aradan kalkar posta

Gel Adem’e Adem’e

....

Hepsi ezberimde yok. Bunları yazdım. Ondan sonra değiştim.

Demek ki varlık var Adem’de. Öyle zaman oldu ki abdest alır, her daim uyanır, Hünkâr’a durur, zikre başlardım.

Bazen dalardım, daldım mı, ne olduğumu bilmiyorum. Bir gün daldım, baktım cesedim şurada yatıyor, ben nerede olduğumu bilmiyorum. Bir de baktım, ceset kayboldu.

 

Hünkâr Hacı Bektaş’ın kerametleri çoktur.  Hacı Bektaş Veli, Hz. Ali’dir.

 

Atatürk kimdir? Atatürk de Hz. Ali’dir. Aşığın biri şöyle söylemiş; “Şükür olsun yaratana, Pîrime, gittiğimiz evliyalar yol oldu, silsilemiz On İki İmam’a yetişti, sevdiğimiz Ali El Murtaza oldu. Baksana şu gülde biten yaprağa, yaprak şurayı bir sarsa, Muhammet’ten bir tel düştü toprağa, o da o vakit misk-i amber oldu, kestiler kömür ettiler çamur iken, gümüş keseye koydular kum iken, koyarken, altıncı kapıyı arattılar, yedinci kapıda sızdık, dil oldu. Şahin Abdal’la gezersin ırağı, sevin gönlüm evliyalar durağı, yerin göğün arşın direği, evvel Ali idi Hacı Bektaş Veli. ” Daha vardır içimizde.

 

Söyleşi: 24. 10. 1998, ANKARA

 

YUSUF ÖZTÜRK TEMMUZ 2004’DE  HACI BEKTAŞ’TA VEFAT ETTİ.

 

(Hiç bir zaman unutmadığım ve unutamayacağım, dedemden ayırmadığım, müsahip dedemi her daim anıyor ve zikrediyorum. Ruhu ışıklar içinde olsun.

YUSUF ÖZTÜRK’LE AYRICA İKİ KEZ HACI BEKTAŞ’TA DA SÖYLEŞİ YAPTIM. HER HACI BEKTAŞ’A GİDİNCE, HACI BEKTAŞ MEZARLIĞI’NDAKİ YUSUF ÖZTÜRK DEDEMİ, SEHER ANA’YI VE ORADA YATAN ŞİRAN’LI HEMŞEHRİLERİMİN MEZARLARINI ZİYARET EDİYORUM.)