VEDAT GÜNYOL

“Bir Avuç İnsandır Aslında

Tüm Dünyada Kültürle İlgilenen”

 

Deneme yazarlığımızın ünlü ismi, asırlık çınar, edebiyatımızın öncü isimlerinden olan Vedat Günyol gerçek bir Anadolu sevdalısı, ölene kadar edebiyatın, yazının yanında yerini almış usta bir yazarımız. Onun kitapları, çevirileri gerçekten de Türkiye Aydınlanmasına bir katkı niteliğinde.

Kendisiyle yaptığım söyleşide uygarlık, kültür, Anadolu, edebiyat, deneme üzerinde durmaya çalıştım.

 

Ben Anadolu Uygarlığı dendiğinde, çağdaş demokrat, ileri değerleri yakalamış bir Türkiye dendiğinde, bu Türkiye’yi yaratan, var eden ve edecek insanları düşünürüm hep. Başta düşünürleri, yazarları, şairleri, ozanlarıyla bu ülkenin aydınlarını düşünürüm.

Ülkemize baktığımızda gerçekten de büyük baskılara, engellemelere karşı yıllardan beri süre giden ve günümüzde de devam eden; her türlü kültürel çoraklığa karşı, her zaman insan sevgisini yaşatan, dirilten, gelecek kuşaklara aktarma mücadelesi veren kimi değerlerle karşılaşıyoruz.

Bu ülkenin güzel günleri için çaba harcayan aydınlar aslında o kadar fazla değil, belki de bir avuç insan.

Sevgili Günyol, sizi de değerlerimizden birisi olarak görüyorum. Türk aydınlanması, Hümanizması dendiğinde; edebiyat aşkı sevgisi dendiğinde; düşünce çoğulculuğu dendiğinde; felsefe dendiğinde sizi de hatırlıyorum.

Bu düşünce renkliliğinin sahibi Vedat Günyol, bize neler söyler yaşamı hakkında. Bizimle paylaşır mı derin bir duygusallıkta, insan sıcaklığında geçen hayat öyküsünü?

 

Şimdi dediniz ki, bir avuç insandır ilgilenen, kültürle. Aslında bu aşağı yukarı bütün Avrupa’da da böyle, dünyanın hemen her yerinde de böyle. Her yerde aydınlar bir avuçtur. Belki sayı bakımından daha fazla olabilir İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da. Ama her yerde yine de bir avuçtur.

Yunan Kültüründen gelip de Avrupa Uygarlığını yaratan kültür nerede başlamış? Bir de bakıyoruz ki bizim kıyılarımızda başlamış, Ege’de başlamış. İşte bunu kabul edemiyor birçok insan. Balıkçı’nın (Halikarnas), Azra Erhat’ın, Sebahattin Eyuboğlu’nun da yardımıyla bunun içine girildi. Bodrum’a sürülen Balıkçı’nın burada gözü açılıyor. Diyor ki, “Yunan Uygarlığını, Avrupa Uygarlığını yapan, onların çekirdeği sayılan uygarlık nerede? Bir de bakıyoruz ki, bakıyorlar ki felsefe bizim Ege kıyılarında başlamış. Ama Batı’ya nasıl ulaşmış? Araplar, Yunan uygarlığının ürünlerini alıyorlar. Onların çevirisi tekrar Yunanistan’a, oradan ise Avrupa’nın gidiyor. Arkadaşlar bu konular içinde sürekli çalıştılar, ben de onlara takıldım. Avrupa uygarlığının çekirdeğinin Ege kıyılarına (daha çok da felsefede) türediğini, yeşerdiğini ortaya koymak istedik. O münasebetle “Mavi Yolculuk” diye bir gezi de tasarlandı.

Bütün kıyıları, kıyılardan içerileri; Bizanslı’lardan, Romalı’lardan, Yunan’lılardan kalma bütün eski eserleri incelemek ve elde ettiğimiz bilgilerle onları karşılaştırıp bir sonuca varmayı düşündük. Bu araştırmaların sonucunda da bir çok gerçek ortaya çıktı. Sonradan gördük ki Avrupa Uygarlığı’nın çekirdeği Ege’nin kıyılarında başlamış. Biz onları kendimize mal etmek istedik. Ama bu “Gavur işi”dir, diye aleyhimizde çok çaba harcayanlar çıktı. Hümanizma akımı diye bir şeye kendimizi kaptırdık. Orhan Burian, Yücel Dergisi’nde Hümanizma üzerine çalışmalar başlattı.

Balıkçı olsun, Azra olsun, Eyuboğlu olsun içleri insan sevgisiyle dolup taşan aydın kişilerdi ben de onların arkasına takılıp gittim.

 

Orhan Burian dediniz. Bu değerli insanın, edebiyatçının sizin yaşamınızda çok ayrı bir yeri olduğunu biliyoruz. Onunla olan yakın dostluğunuzdan biraz bahseder misiniz?

 

Babam çok okuyan birisiydi. Namık Kemal’leri, Mithat Paşa’ları, Şinasi’leri biz küçük yaşta kitaplarından tanımıştık. Babamdaki bu edebiyat sevgisi bana da geçmişti. Ben de daha küçük yaşlardan itibaren edebiyata gönül vermiştim. Fransız Lisesi’nden çıkmış, Fransızca biliyordum. O zamanlar Yücel Dergisi çıkıyordu. Ben Mauppassant’dan bir çeviriyle o dergiyle tanıştım. Orhan Burian İngiltere’de okuyordu yazıları da Yücel Dergisi’nde yayınlanıyordu. O İngiltere’den dönünce tanıştık çok iyi anlaştık. Çok aydın bir çevreden geliyordu.

O kadar ince, o kadar duygusal, o kadar güzel bir insandı ki! Bugüne kadar onun gibi zarif, edebiyatın içine dalmış, şiir hayranı birisini daha tanımadım. Bir antoloji hazırlamıştı. Orada ilk kez Nazım Hikmet’in 15 sayfalık şiirini yayınlamıştı. Öyle de cesur bir insandı.

Bu Yücel Dergisi yamalı bohçaydı. Sağcısı, solcusu herkesin yazı yazdığı bir dergiydi. Fakat biz Orhan Burian’la düşündük, bu dergiyi ne hale sokalım, diye. Bize değer verdiler, biz o dergiyi Hümanizma yolunda bir ilericiliğe kavuşturduk. Orhan Burian’ı uzun yıllar önce kaybettik. Onu anmadığım tek bir günüm, onu hatırlamadığım tek bir saatim yoktur.

 

Sevgili Günyol, siz Fransa’da hukuk alanında doktora yaptığınız yıllarda özellikle Batı kültürünü, düşüncesini çok yakından inceleyen, irdeleyen birisiniz. Bize bunlardan bahseder misiniz? Gerçekten Batı düşüncesinin büyüklüğü nereden kaynaklanıyor. Sizce Doğu ile Batı arasındaki temel ayrım noktası neresidir?

 

Dünyada inançla bilim her zaman çatışmıştır. Ta insanlığın ilk dönemlerinden beri her şey kafayla akılla; inanç-hurafeler çatışıyor.

 

Aklın üstünlüğüne dayalı Batı’da bilimin öne geçtiğini görüyoruz. Reform, Rönesans Hareketleriyle bütün dünyaya yayılan bütün insanlığın ortak kaderini etkileyen bir akım var; Hümanizma. Hümanizma’dan, Batı aydınlanmasından, bize bahsedebilir misiniz?

 

Hümanizma bence Erasmus’la başlıyor. Rotherdamlı Erasmus’la. O “Deliliğe Övgü” kitabının yazarı. O kitabıyla alaya alıyor, gericileri, hurafecileri. Orada insan değerini ön plana koyuyor, insan sevgisini ön plana koyuyor. Ben zaten onun eserleriyle bu işe girdim. Thomas Moore’un Ütopyası var. Sayısız düşünür ve yazarın eserleri var. Tüm bunlar aklın ışığında dünyaya bir mutluluk getirmek isteyen insanların çabaları.

 

Hümanizma Batı’da düşün adamlarının çabalarıyla gelişiyor yani?

 

Elbette düşün adamları Hümanizma’yı yaratan ve geliştiren kişilerdir. Batı aydınlanması XVIII. Y.Y.’da Rousseau, Voltaire, Diderot gibi düşünürlerin çabalarıyla başlıyor. Onlar bütün hurafeleri bir tarafa atarak aklın egemenliğini ortaya koydular. Daha sonraki yüzyıllarda yaşayan düşünürler de öncekileri izlediler.

Ben Paris’te Jean-Paul Sartre’ın konferanslarını izledim. Bir keresinde Gaulle’cüler konferans salonunu basıp, Sartre’a yumurta, taş atmışlardır. Fakat o hiç boynunu bükmeden konuşmasını sürdürmüştü. Batı düşüncesine, aklın batıla, zorbalığa egemenliği hep sürmüştür. Batı gelişmesinin temeli bilimin aklın yaşama egemenliği ve bunun için yoğun çaba harcayan insanların bilim adamlarının varlığıdır.

Ben Atatürk’ü iyi inceledim. Baktım ki bulunmaz bir adam. Dünyada eşine az rastlanır bir adam. Neler getiriyor Türkiye’ye? Türkiye’yi insanlarla doldurmak istiyor. Kafası işleyen insanlarla doldurmak istiyor. Hele laiklik çabaları müthiş bir şey.

Turan Dursun, içinden yetişmiş hepsinin ne olduğunu biliyor ve nasıl ortaya koydu hepsini teker teker. Atatürk de hepsini çok iyi biliyordu. O da ortaya koydu. Atatürk bunların içlerini, dışlarını, ruhlarını biliyor ona göre hareket ediyor.

Bir çok kişinin söylediği gibi onun yaptığı Avrupa taklitçiliği değil. O iyi yetişmiş insan kazandırmak istiyor Türkiye’ye. Bir alaturka müziği hayranıyken, konservatuvara çok sesli müziği getirip koyuyor Türk Dil ve Tarih Kurumlarını kuruyor.

Osmanlı’da devlet ve toplum şeyhlerin, şıhların, şeyhülislamların elinde. Atatürk Batı’daki gibi insanlarımızı hurafelerden kurtarıp bilimin içine çekmek istiyor. “Hayatta en hakiki mürşit, yol gösterici ilimdir, bilimdir” diyor. Üniversiteleri kuruyor, Atatürk.

Atatürk’ün yaptıkları namuslu birer kafa ürünü. Memleketini bilen, burayı harap eden birtakım geri kafalı namussuz insanlara karşı cephe alıyor. Türkiye’yi düzeltip, adam etmek istiyor, insan yetiştirmek istiyor. Onun yaptığı tümüyle Türkiye’ye özgü, bu topraklara özgü şeylerdir. Bu ne yazık ki bir türlü hazmedilemiyor hâlâ.

 

Sizi Eramus’un etkilediğini, Batı’daki Hümanizmanın köklerinin yine yerleşik köhne düzeni eleştiren insanlardan bilim adamlarından çıktığını söylediniz. Peki bunlar kaynağını nereden aldı. Bu düşün adamlarının beslendiği kaynak neydi?

 

Bunlar XII. Y.Y.’da hatta daha önce İtalya’dan kaynağını alıyorlar. Bu papazlara, kiliseye karşı cephe alan aydınlarla başlıyor. Çünkü kilise ve din teker teker kişiye, insana değer vermez akla önem vermez. Aklı azat et, sonra rahat edersin. Aslında en büyük gerçek insandır. İnsan, karşısında insanları görmektedir. İnsanları horlayanlar var. Kim horluyor? Kilise. Bu sefer insandan yana olanlar ona karşı olanlara karşı cephe alıyorlar.

 

Anadolu’da da Anadolu Uygarlığında da Hümanizmanın izlerini görmek olası. Özellikle Anadolu halk kültür ürünlerinde bu etkilenmelere rastlanıyor, sanırım?

 

Bizde Hümanizma Yunus’la başlıyor. Onunla en yüksek noktasına ulaşıyor. Anadolu’da Hümanizmanın temsilcileri var; Yunus dışında Mevlana var, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan var, birçok halk ozanı var.

Mevlana her ne kadar ben Türk değilim, diyorsa da o bu topraklarda yaşamış ürün vermiş büyük bir şair ve hümanisttir. Her konuda şiir yazıyor, insan ve Tanrı sevgisini, güzelliğini buluyor. Şemsi Tebrizi’ye aşık oluyor onların arasında derin bir aşk var.

Anadolu Halk Kültüründe hem Hümanizmanın izleri var, hem de Türkiye’nin en güzel yapısı var. O büyük yapı oradan geliyor zaten. Osmanlı yönetimi sarayı Arapça ve Farsça karışımı bir dil kullanıyor; Osmanlıca. Osmanlıca’nın karşısına ise hiç bozulmayan bir Türkçe’yle çıkıyorlar, Yunus’lar, Pir Sultan’lar, Karacaoğlan’lar.

Bence biz bugünkü dilimizi Anadolu Halk Ozanlarına ve onların şiirlerine borçluyuz. Yani bu ozanlarımızı Türkçe’yi hem koruyup yaşatan ve halkın düşüncesini de eserleriyle yaşatan geliştiren, günümüze getiren hümanist temsilcilerdir. Bunlar insan sevgisiyle dolup taşan, insana değer veren kişilerdir.

 

Temelinde insan sevgisi olan, Hümanizmanın izlerini taşıyan halk ozanlarının eserlerini siz incelediniz? Ozanların eserlerinde gerçekten bir zenginlik, derinlik, içtenlik ve güzellik var.

 

Bu ozanların şiirlerini inceledim, tekrar tekrar okudum; gerçekten de dediğiniz içtenlik, sıcaklık, derinlik, zenginlik var onların şiirlerinde.

 

Başta İsmet Zeki Eyuboğlu olmak üzere bazı araştırmacılar Alevîliği, Anadolu Alevîliği olarak isimlendirmekte ve Anadolu Alevîliğindeki inanç ve kültür birikimlerinin kaynağının Anadolu Uygarlığından köklerini aldığını belirtmektedirler. Sizin bu konuda fikirleriniz nelerdir?

 

Ben, Alevîlerin hümanist olduklarına inanıyorum. Alevîler Sünnilerle çatışma durumuna getirilmişler fakat onlar çatışmayan insanlardır. Kendilerince bir yaşam düzeni tutturmuş, gidiyorlar. Alevîliğe düşmanlık Yavuz Sultan Selim’le başlıyor. Yavuz Sultan Selim halifeliği aldıktan sonra, gidiyor binlerce Alevînin başını kesiyor. Bu ne büyük vahşet, ne büyük bir rezilliktir.

Değişik şekillerde de olsa Alevîler de Tanrı’ya inanıyorlar. Ama onlarda cami yok, Ramazan orucu yok. Bunu kabul edemiyorlar. Yahu bırakın da onlarda öyle yaşasınlar. Hepiniz aynı topraklarda yaşıyorsunuz. Ama nerede, Yavuz Sultan Selim’den beri o kin ve düşmanlık bitmiş değil. Alevîlerle Sünnilerin kardeşliğini istemiyorlar. Kin, hınç hâlâ devam ediyor. İnançlar günümüzde hâlâ sömürülmeye devam ediyor. Bakın Refah Partisi Alevî Sünni ayrımını sürekli körüklüyor ve sömürüyor. Alevîlerin bu durum karşısında içlerinde hep yaşattıkları insan sevgilerini sürdürmelerini istiyorum.

 

Sizin gerek arkadaşlarınızla ortaklaşa, gerekse tek başınıza çıkardığınız edebiyat dergilerini ve yapmış olduğunuz eleştiri ve denemelerinizi görüyoruz. İlk eseriniz de bir eleştiri kitabı zaten. Genel olarak bir edebiyat metni ya da düşünsel bir ürün hangi kıstaslara göre eleştirilebilir, değerlendirilebilir. Bu konuda sizin izlediğiniz yol ve yöntem neydi?

 

Ben yazıya eleştiriyle başladım. Kitapları okudum, inceledim, araştırdım. Eleştiri kitabım yayınlandıktan sonra da denemeye döndüm.

Şimdi eleştiriye iki açıdan bakanlar var. Bir tanesi objektif değerlendirme. Bu konuda örnek isimlerden birisi Asım Bezirci. Bir tanesi de subjektif değerlendirme. Ben ise bu konuda Anatol France’ın görüşünün yanındayım. A. France diyor ki, “Bir kitapta kendimi bulsam da bulmasam da, ona uzaktan bakarım” diyor. Ben ise uzaktan bakamıyorum kitaba. Kitabı alıyorum, o bana bir şey söylüyorsa, yüreğimi hoplatıyorsa, içime bir sıcaklık doluyorsa, o kitabı ben beğeniyorum.

 

Sizin özellikle denemeleriniz, çeviri eserleriniz oldukça ilgi toplamıştı, topluyor. Bu çalışmalarınızdan ve kitaplarınızdan bahseder misiniz?

 

Eleştiriye bir şey daha ekleyeyim. Eleştiri de beğenmediğim fakat değer verdiğim eserleri dövmüşümdür. Ben hep solcu bir adam açısından bakıyorum eserlere. Ama sağcı bir adamın kitabı gerçekten değerliyse ona da hak ettiği değeri veririm Tarık Buğra önce solcuydu, sonra sağa kaydı. Ama adam çok yaman bir yazar. “İbişin Rüyası” diye bir eseri var, Türkiye’de daha onun üzerine aşk romanı okumadım. Tarık Buğra’yla daha sonra bozuştuk.

Benim kitaplarımda, eserlerimde dinle aklın çatışması birinci plandadır. Bütün denemelerimde aşağı yukarı sezdirmeden hep bu iki görüş arasındaki çelişki üzerinde durmuşumdur.

 

Sizin birçok ansiklopedi hazırlama çalışmasında bulunduğunuzu biliyoruz. Bu arada İslam Ansiklopedisi’nin hazırlanmasında da uzun yıllar çalıştınız?

 

İslam Ansiklopedisini Adnan Adıvar çıkarıyordu. Daha doğrusu Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda onu görevlendirmişti. İslam Ansiklopedisi, İslam’ı öven bir eser değildir, harika bir eserdir. Ben orada Adnan Adıvar’la 13 yıl çalıştım. Aynı masada tam 13 yıl karşılıklı sevgi ve saygı duygularıyla çalıştık hep. Adnan Adıvar, Orhan Burian ve babamdan sonra en çok sevdiğim kişidir.

 

Peki Adnan Adıvar ile daha önceden bir tanışmışlığınız var mıydı?

 

Adnan Adıvar ve Halide Edip ile Paris’te 1938 yılında tanıştık. Paris’te bunlar Atatürk düşmanı diye Türk öğrenciler tarafından dışlanmışlardı. Evlerine kimse gitmiyordu. Beni Fethi adında bir arkadaşım onların yanına götürdü. Onlar beni evlat edindiler adeta. Bir Atatürk genci olarak her şeyi bir tarafa atarak onlara gitmem çok hoşlarına gitti. Halide Edip ile çok konsere gitmişimdir. Dr. Adnan Adıvar beni felsefe derslerine götürürdü. Beraber Sorbonne’a gidiyorduk. Derken 1939 Savaşı başladı. Ben Türkiye’ye geri döndüm ve onları kaybettim. Öğretmenlik yaparken bir gün Adnan Adıvar ile karşılaştık. Önerisi üzerine onunla çalışmaya başladım. Bir gün Vedat bana “Atatürk haklıymış biz haksızmışız” dedi. Bu büyük bir itiraftı beni çok sevindirmişti. Ben Halide Edip’in gönüllü 13 yıl sekreterliğini yaptım.

Üç romanını ben dikte ettim, mektuplarını bana yazdırırdı. Onların evinde bir çok ünlüyle tanışma fırsatım oldu.

Bunun yanında Meydan Larousse’da dört buçuk yıl bunların dışında da 3-4 ansiklopedinin hazırlanmasında çalıştım. Benim yaşamım aslında öğretmenlikle, dergicilikle geçti. 25 yıl Yeni Ufuklar Dergisi’ni çıkardım. Orhan Burian’la bir yıl Ufuklar ismiyle çıkarmıştık o dergiyi. Orhan’ın ölümü üzerine tek başıma çıkardım.

 

Yıllarca Fransızca öğretmenliği yaptınız aynı zamanda. Sanırım Köy Enstitülerinde de bulundunuz?

 

Askerlikten sonra daha önce iki yıl asistanlık yaptığım Hukuk Fakültesine dönmedim. Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğünde Klasik Eserler Müşavirliği yaptım. Daha sonra beni Tercüme Bürosu’na verdiler. Bir de Gazi Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapıyordum.

Köy Enstitülerinden Tonguç beni yanına çağırdı. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gittim. Öyle bilgiye susamış insanlar ki bana sürekli sorular soruyorlardı. Bana dediler ki “üç ayrı yerden para alıyorsun sana burada para vermeyeceğiz.” Ben zaten büyük zevk almıştım o ortamdan. Hasanoğlan öğretmenliğin tadına vararak çalıştığım ilk yerdi. Bilgiye susamış insanlarla karşılaştım, onlarla olmaya çalıştım. Oradaki öğrencilerimden biri Mehmet Başaran’dır, oradaki 30 öğrenciden yedisi şimdi Fransızca öğretmeni.

 

Sevgili Günyol, yukarıda söyledikleriniz gibi birçok değerli aydınımızla yakın dostluklarınız oldu. Azra Erhatlar, Eyuboğulları... Daha niceleri bu dostluklarınızdan bir şeyler söylemek ister misiniz?

 

Şimdi söyledikleriniz, gerek diğerleri, insana önem veren, değer veren kişilerdi. İnsancılık vardı tümüyle bunlarda. Çevresindekileri devamlı seven, onlara değer veren kişilerdi.

Sabahattin Eyuboğlu, bir derviş, evliya gibi bir adamdı. Kişisel hırsları yoktu. Bir hırka, bir lokma misali yaşardı. O ve diğerleri hiçbir zaman insanlara yukarıdan bakan birileri değillerdi.

Ben onların dostuydum. Şimdi ben düşünüyorum, senin düzeyin nedir?, diye sorsalar bana. Benim düzeyim karşımdaki insanın düzeyiyle aynıdır, derim. Ama bir politikacıyla aynı düzeyde değilim. Ezilmiş insanlarla aynı düzeydeyim; bakkalla, üniversite öğrencisiyle, bir ayakkabı boyacısıyla aynı düzeydeyim. Ama bir Refah Partisi başkanıyla, partilisiyle aynı düzeyde olamam. Dostlarım olanla, yazarlarla benim ortak noktamız insan severliktir. Ben Kürt’le Kürt, Ermeni’yle Ermeni olurum; ama iyi bir Kürt’le iyi bir Ermeni’yle, kökenine bakmam ben. Bu ülkede bu topraklarda yaşayan insanlar benim insanlarımdır. Hiç birisini birbirinden ayırmadan severim.

“Kulbu Sultan, Ateşi Suzan”, sultana yaklaşma, yanarsın diye bir söz vardır. Ben sultanlardan uzak dururum.

 

Sanırım Yaşar Nabi Nayır’la da beraber çalıştınız?

 

Neşriyat Müdürlüğünde Yaşar Nabi’yle beni bir odaya koydular. Birlikte uzun bir süre aynı odada çalıştık. O çok nazik bir adamdı, kibar bir adamdı. Yaşar Nabi öyle çalışkan, öyle dürüst bir adamdı ki hiç boş vakti yoktu. Resmî işleri bittikten sonra da kendi çevirilerini yapardı. Bana bir yakınlığı vardı, ama o sürekli çalışırdı pek az konuşurdu.

Bir gün Yaşar Nabi, Varlık’ı çıkaramayacağını bana söylüyordu. “Bunu Yücel’cilere devredeceğim” diyordu, sizde de bu konuyu arkadaşlarınızla konuşun. Arkadaşlar ise bunu kabul etmediler. Zaten bir dergi çıkarmak zor işken diğerini de almaya yanaşmadılar. Yaşar Nabi gerçekten de çok büyük işler yaptı. Ne kadar güzel kitaplar çıkardı. Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı işlerin on katını yaptı.

 

Daha sonradan Fransa’ya tekrar gittiniz mi?

 

Yukarıda da söylediğim gibi, Fransa’daki yıllarımı çok yoğun yaşamıştım. Sartre, Camus konferanslarına gittiğim düşünür ve yazarlarındandır. O dönemin en ünlü kişileriyle burun buruna gelme fırsatını yakalamıştım. O zamanlar Paris’in en civcivli dönemiydi. Çok o yılları yoğun yaşadım aslında bir rastlantıydı. Çünkü daha sonra da Paris’e gittim. Fakat nerede o eski hareket, canlılık, her taraf kupkuruydu.

 

Peki Sevgili Hocam şu anda neler yapıyorsunuz?

 

Yazı yazmaya devam ediyorum okuyorum ama çok okuyorum. Daha önceden okuduğum kitapları tekrar okuyorum. Diyorum ki bu kitabı daha önceden okumamıştım. Başka bir kitap çıkıyor karşıma. Demek ki o zaman başka türlü düşünmüşüm. Bu çok önemli bir şey.

Falih Rıfkı Atay, bu adam bir Türkçe ustası. O kadar güzel Türkçe var ki kitaplarında onun kitaplarını okuyorum yeniden. Yakup Kadri’yi, Ahmet Rasim’i okuyorum.

 

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim efendim.

 

Sevgili Ayhan ben teşekkür ederim sağ ol.

 

Söyleşi; Ayhan Aydın, DAMAR DERGİSİ, SAYI 62, MAYIS 1996, SAYFA 4-8.

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile