ŞİNASİ ÖZDENOĞLU

Hüzünler Diyarında

 

Atatürkçü bir aydın olan Şinasi Özdenoğlu, bir kamu yöneticisi olmasının ötesinde ülkemizin önde gelen edebiyatçılarından birisidir. Onun denemeleri bir aydının ülkemiz sorunları karşısındaki haykırışları yanında gerçekten de çok güzel şiirleri Türk Edebiyatında onun kendine  özgü bir yer edinmesini sağlamıştır.

 

Siz Atatürk devrim ve ilkelerinin yılmaz savunucusu, demokrat ve laik bir Türk toplumu yaratmak için uğraş veren bir siyasetçimiz ve edebiyatçımızsınız. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze aynı heyecanı ve çalışma azmini içinizde hep yaşattınız ve yaşatıyorsunuz sanırım?

 

Yaşam sizi öylesine bir yola koyuyor ki öylesine bir yön veriyor ki size, özellikle yaşam içinde savaş vermeye zorunlu bir insan oluyorsunuz. Mutlaka ve mutlaka kendi toplumunuzun sorunlarıyla özdeşleştiriyor hayat sizi.

Ben meslek olarak idareyi, yönetimi seçtim. Siyasal Bilgiler’den çıktıktan sonra on yıl köylüyle, halkla kaynaştım genç bir kaymakam olarak. Atatürk’ün büyük devrimi Anadolu için büyük bir süreçti. Çünkü, bu Türkiye ölçeğinde bir kültür devrimiydi. Türk köylüsünü, Türk halkını uyandıracak bir devrimdi. Zaten bu hukuksuz bir demokrasi düşünmek olanaksızdır. Bugün de bu inancı aynen taşıyorum. Kültürsüz bir toplumda demokrasi çok çetin sancılara gebedir. Yer yer de bölünmeye, dondurulmaya mahkumdur. Böyle bir toplumda adına demokrasi dediğimiz rejim bir oyun olmaktan öteye geçemez. Halkı kandırma oyunu olur. Her hangi bir siyasi partinin oligarşi dediğimiz üst yönetim kademesi, bir bakıyorsun diktatör kesiliyor. Ben bunlara “demokratik” diktatörlükler dedim. Yani adı demokrasi ama aslında diktatörlük. Yani Şili’nin başındaki askerin, komutanın keyfi yönetimiyle Türkiye’de ben bir siyasi partinin kişinin oligarşinin arasında büyük bir fark görmüyorum. Oligarşide hırsızlık yapılıyor, hiçbir şey yapılamıyor buna karşı. Çünkü sistem o kadar kötü kurulmuş. Sadece yeniden seçilme kaygısıyla liderinin kuklası olmuş bir parlementerden ne beklenebilir. Sağlıksız işleyen bir parlamentoda liderin bir suçluluğunun görüşülmesinde onun kuklası olmuş bir parlementer ondan hesap sorabilir mi? O parlamento sağlıklı çalışabilir mi? İşte size bir çıkmaz. Peki bunun kişi diktatörlüğünden ne farkı var? Bu daha çirkin bir oyun. Halk yönetimi diyorsunuz, ama halka yararlı olmadıktan sonra neye yarar bu yönetim.

Genç yöneticiliğim zamanında, Anadolu halkının terk edilmişliği, yalnızlığı, ekonomik yönden son derce yoksul oluşu... beni derinden yaralamıştı. Köylünün köyüne gelen kaymakamına, jandarmasına ikram edecek bir şeyi bile yoktu. Bütün bu trajediyi yaşadım ve bu haliyle köylüyü çok sevdim. Zaten bizim kucağımız sevgi doludur. Bunun bedeli de kamu hizmeti yapan insanların büyük çoğunluğu büyük özveriyle çalışmıştır. Atatürk Devrimlerini yaşatmak için, Cumhuriyeti güçlü kılmak için, onu çağdaş bir çizgiye getirmek için çok namuslu, onurlu yaşadık, mücadele verdik. Evet, doğrudur ve bunu ilan ediyorum bizlerin veremeyeceği tek hesabımız yoktur. Böyle olduğumuz için de hep dışlandık. Çünkü bugünkü siyasi sistem bizi reddediyor. Kapıdan içeri almıyor. Kapıdan içeri dalkavukları alıyor. Onurunu bırakıp geliyor insanlar. Belediyeye para yedirerek milletvekili oluyorlar. Birilerinin gözüne girerek şaklabanlık yaparak hükümete giriyorlar. Herkes görüyor bunları. Görüyor ama kimse ses çıkarmıyor.

 

 “Kim bir avuç sevgi karşılığında, dünyayı bağışlar bana? Uzak sevgililerin mektubunu, kim yollar uçan kuşlarla, kim sevginin ışıktan arabasını sürer sonsuzluğa. Kim ki emekle yan yana yazar özgürlüğün bulutlara, kim ki şiirle çıkar orduların karşısına, şair derler adına. Gün gelir, mutlu bir dünyanın temel atma töreninde, herkes kendi hünerini gösterir, şair çıkarır kalbini verir (Şinasi Özdenoğlu, Şairler Böyle Sever,s. 8)

Şiirlerinizde yalnızca kendi halkımızın değil tüm dünya insanlığının ortak özlemleri olan barış, özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, konularını işlediniz. Macar Rapsodisi ile Vietnam Şiirleri yurtdışında da yankı buldu. Şairlerin bir görevi de evrensel boyutta insanlığın kederini haykırmak, onlara ortak olmak mı?

 

Şairlerin başlıca görevi, yalnız kendi toplumun sorunlarına değil, tüm insanlığın sorunlarına eğilmek olmalıdır. Başlangıçta böyle olmuyor tabii. Ben de başlangıçta bütün şairler gibi, aşk ve sevgi şiirleri yazdım. Şair, tüm insanlığın mutlu olma mücadelesini üstlenen bir kişidir. Şair, toplumla kendisi arasında, şiiri arasında çok sağlam bağlantılar kurmalıdır. Ancak böylece kendisini ciddiye aldırabilir. Ancak böylece saygınlık kazanabilir. Bunu yapmadığı zaman, topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen insan konumuna düşer. Bir sanatçının, şair olsun, yazar olsun, tiyatrocu olsun, romancı olsun, başlıca görevi toplum karşısındaki görevinin bilincine varmaktır. Tabii ulusal bakış acısının ötesinde evrenseli yakalayabilmelidir. Kendi toplumu için bir şeyler yapan insan sanmıyorum ki sadece kedi toplumu için bir mesaj veriyor. Hayır, onun dışında tüm insanlığa mesaj veriyor. Gerçekten kendi toplumunu sevmeyen insan, insanlığı da sevemez. Başka insanları da sevemez.

Şairin başka bir görevi de evrensel boyutta insanlığın kederlerini haykırmak onlara tercüman olmaktır. Sorunları dile getirmektir. Bunu yaparken şair, kuşkusuz her şeyden önce gerçek şiiri yaratmanın sorumluluğunu hissetmeli. Ismarlama şiir yazılamaz. Bu da sanat olmaz, şiir olmaz.

 

Evet ısmarlama şiir yazılamaz.

Sayın Özdenoğlu, eserlerinizde sürekli özgürlük kavramını işliyorsunuz. Şiirlerinizde, yazılarınıza, düşünce ve eylemlerinize bu denli yansıyan özgürlük niçin bu kadar önemli? Sizce özgürlük hürriyet, bağımsızlık, onurluluğun, aydınlığın birer ön koşulu mu?

 

Özgürlük, belki de anayasanın birçok konusundan daha da önemli bir kavramdır. En hassas noktası ise özgürlüğün sınırları meselesidir. Ama, şiir bu sınırları aşar.

Tüm dünyaca kabul edilmiş insan haklarının altına imza atmayacak bir insan düşünemiyorum. Bir sanatçının en önemli fonksiyonu yaratıcılığıdır. Kendine özgü bir şey yaratması. Bernard Shaw’ın bir sözü var: “Muktedir olan, yaratır, muktedir olmayan öğretir” diye. Ben bu sözü kullandıkça bazı öğretim görevlileri “Ne yani, biz muktedir değil miyiz?” deyip bana takılıyorlar. Eser veren öğretim elemanları bunun dışındadır tabiiki. Ama üretemeyen, başkaların eserlerini kullananlar değil.

Yaratıcı olan sanatçı belli kurallarla sınırlanmışsa, bu özgürlüğünün sınırlandırılmasıdır. Bu kabul edilemezdi sanatçı için. Şair bütün insanlığın sesini haykırandır. Öyle olunca da onun önüne kısıtlayıcı kurallarla çıkamazsın. Yasa koyucunun koyduğu sınırı sanatçı aşar. Özgürlük kavramı bir sanatçı için vazgeçilmezdir. Hiçbir şekilde kısıtlanması söz konusu olamaz.

XXI. yüzyıla girerken bile hala binlerce insan katlediliyor. İnsan hakları dünyanın her yerinde ayaklar altına alınıyor. İşte gözlerimizin önünde insanlık trajedileri; Bosna, Azerbaycan.... Ben bunları görmezlik edemem. Hiçbir zaman da etmedim zaten. İnsanlığın ortak acılarını paylaşmaya çalıştım sürekli. Tüm şairler de böyledir.

 

Şiir ve diğer edebiyat ürünleri özgürlük bağımsızlık, aydınlık düşüncesini geliştirmek için nasıl etkili oluyor, olabilir?

 

Şairin bu konuda çok önemli görevi olduğunu, bunu üstlenmesi gerektiğine inanıyorum. Halk Ozanı Aşık İhsani:

Sorumluyum ben çağımdan

Düz ovamdan dik dağımdan

Sömürüyü toprağımdan

Kovana dek yazacağım, diyor. Bazı şairlerin hissetmedikleri sorumluluk duygusunu bir ozanımın haykırıyor. Biz 1940 kuşağı, barışa, özgürlüğe susamış bir Türkiye’ye böyle bir şiir getirmeye çalıştık. Her taraf kan barut yangın... Esir düşen bombalanan insanları, kederlerini yaşıyorduk Türkiye’de. Barış ve kardeşlik için yazdık bizler.

Şiir hayata, haksızlıklara bir başkaldırıdır, isyandır. Şiir ölümsüzlüğe giden bir sestir aslında. Onu güçlü kılacak sonsuzlaştıracak şey, ölümsüzlüğüdür. Ben devamlı dünyanın hiçbir yerinde bir haksızlık olmaması için çabaladım. Yazdım, mücadele ettim.

 

Macar Halkının kahramanlıklarını yansıttığınız “Macar Rapsodisi” isimli şiiriniz uluslar arası bir yarışmada da ödül aldınız. Bu ödülden bahsedebilir misiniz?

 

Macaristan’ın özgürlüğü ve buradaki halkın kahramanlıklar için yazdığım şiir, Memsetör Ödülü’nün bana verilmesini sağladı. Macarlar gibi yine özürlük mücadelesi veren, Vietnam, Kıbrıs, Çekoslovakya için de şiirler yazdım. İnsan onurunun zedelendiği her yerde hissediyorum kendimi.

Şu anda da kendi Ulusal Kurtuluş Hareketimiz üzerine, büyük devrimimiz üzerine de bir destan yazıyorum. “Başkomutanlık ve Çiğiltepe” bölümleri bitti. Özgürlük tutkunu, cumhuriyet aşığı birisi olarak kendimi bunda da zorunlu gördüm.

 

“Lüksemburg bahçelerinde bir çift göz aradım/ Anadolu toprakları kadar sıcak” (Şairler Böyle Sever, s. 46).

Şiir ve yazılarınızda Anadolu’nun derin lirizmi akan sevdasını görüyoruz. Niye Anadolu’ya bu sevgi, özlem? Niye Anadolu toprakları bu kadar sıcak, neden Anadolu’nun yarası sarılmalıdır?

 

Anadolu hem bizim toprağımız, hem de çok eski uygarlıkların beşiği, ölçülemez değerlerin beşiğidir. Anadolu’nun mitolojisini yazmak istesek bir ömür yetmez. 20 yaşlarında olsam tüm Anadolu’nun Uygarlıkları için şiirler yazmak isterdim. Anadolu benim için kutsal bir toprak. Bir de bu denli eski parlak medeniyetlerin yaşadığı bir toprak üzerinde insanların bu denli yoksul, geri kalmışlığı var ya o akıl almaz bir tezat gibi geliyor bana. Gidiyorsunuz bir Ege kıyısına göklere sütunlar yükseliyor, çok ileri bir kent kalıntısı görüyorsunuz, uygar... Tiyatrosu var, alt yapısı var, her şeyi var... Şimdi o kıyılarda oturan benim insanım en doğal ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak, bir yaşantı içindeler. Ve o derece geri bir görünüm sergiliyorlar. Demek ki insanlık o günden bugüne çok geri bir yere gitmiş. Teknoloji ilerlemiş ama o benim köyüme, kasabama girmemiş. Ankara’nın civarında hala yüzyıl öncesini yaşayanlar var. Başkent burası. Haymana’lılar bugün hala Türkçe konuşamıyorlar. Bir yandan o büyük zenginliği düşünürken, bir yandan da bugünkü yoksulluğu geri kalmışlığı düşünüyorum... Çaresiz Anadolu halkının yarasını sarmayı ben bir görev sayıyorum kendime.

İşte görevliyken bir gün ayağımda çizme at sırtında... Köy köy dolaşırken en ufak devlet desteği olmadan köylüyle okul yaptırırken, Tombak diye bir Türkmen köyüne gitmiştim. Damda yatarak yıldızları seyretmiştim. Yatacak yer yoktu. Oradan çok etkilenmiştim. Bir şiir yazmıştım; “Tombak’ta bir Türkmen kızı gördüm/ Durup yalvaramadım/ Beterdi yarası Anadolu’nun/ Oturup saramadım”       …

Köy Enstitülerinden mezun olan gençleri öğretmen olarak biz yerleştirmiştik okullara. Köylülerden tepki gösterenler bile olmuştu. “Sığırtmaç Mustafa’nın oğlu nasıl olur da benim oğlumu, kızımı okutur” dediler.

 

“Çeşmeler içinde

şarkısı bitmiş

çeşmeler kadar yalnızım

yetim çocuklar gibi unutulmuşum

vagonlarda”…

“Turnalar, sefer edin doğduğum memlekete

evim uzak dağlar uzak yollardan öte (Ölüm Poemi, IV. Anoforda Dönen Adam)

 

Yer yer şiirlerinizde hüznün, garipliğin, yitik özlemlerin türküsü var. Nasıl bir çaresizlik ki bu sizi ve birçok şairimizi yalnızlığıyla baş başa getiriyor?

 

Bir yazımda açıklamaya çalışmıştım. Güçlü adam yalnızlığından kendine arkadaş yaratan insandır. Dağ başlarında, ücra dağ köylerinde yatıp kalktım. İlçe merkezlerine bekar idareci olarak çok kasvetli ve bunalımlı, yalnız günlerim gecelerim oldu. Parazitli radyoların karşısında, bir şeyler okuyarak vakit geçiriyordum. Yalnızlık kaçınılmaz bir gerçekti benim için. Sonra tabii gönül arkadaşım, her şeyimi paylaşabileceğim dostlarım yoktu. Ya da çok azdı. Konya’nın bir ilçesinde kaymakamken bir okul yaptırıyordum, dağların başında. Siz bir yayla yolundasınız. O sıra başınızın üstünden bir Pan Amerikan uçağı geçiyor. Düşünebiliyor musunuz? Beni bu, bir imgeler dünyasına götürüyor ki o zaman şiir doğuyor.

 

“Ölüm gün batışı gibidir

Akşamla kararır gülüm

Dökülür yaprakları çiçeğin

Düşer üstüme ölüm... (Sımsıcak Dostluğunda Ölümün Gece Yayınları, s. 27)

“Yürür zaman Adım adım

Üstüme üstüme bilirim

Umutlar bitince o zaman

Düşer toprağa ölürüm...”

“Keser yolunu sevdanın

Sitemi aşkadır ölümün”…

 

Sımsıcak Dostluğunda Ölümün eserinizde tümüyle ölüm olgusunu işliyorsunuz. Ayrıca aynı eserinizde, “zaman bölünmez durdurulmaz sonsuz bir süreç olduğuna göre, ölüm de bu süreç içinde, tıpkı yaşam gibi onunla bütünleşen bir başka gerçek!” diyorsunuz.

Ama yine de soruyoruz niçin ölüm? Yüzlerce şair işlemiş bu konuyu sizinki biraz da sitem mi ölüme karşı?

 

Ölümsüz kavramlar, gerçekler vardır. İnsanlık var oldukça ölüm gerçeği de sürüp gidecek. Sanatçı metafiziğe eğilen insandır, fizik ötesine. Görebildiği şeylerden bıkıyor. Çözemediği şeylerin peşine düşüyor. Şair, çözemediği yeterince algılayamadığı, yeterince yorumlayamadığı şeylerin peşine düşüyor. Bu onun diğer insanlardan başlıca farklılığını da yansıtır. Bu nedenle dünyanın bütün şairleri ölüm üzerine şiir yazmış olsalar da her şairin kendine göre bir biçimi var, bir söylemi var. Bir düşünceyi, bir duyguyu ifade etmek genelde söylemdir. Kendisine göre ifade etmek de biçimdir. Şair ölüm gerçeğini yazmazsa, konuşmazsa, söylemezse şiirin kendisinde bir noksanlık görülür. Aşk için yazmayan bir şair bulamazsınız. Çünkü aşk ebedi bir şeydir ve insanlığın en doğal duygusudur.

Aşk insanı insan yapan, daha ileriye götüren, yücelten bir duygudur. Aşk, yaşam.... Ve nihayet ölüm. Yalnız önemli olan başkalarının söylemediğini söylemektir. Şiirlerimde çok genç yaşta kaybettiğim yakınlarımın da etkisi vardır. Beni çok sarsan ölümler. Kardeşlerimi kaybettim, annemi kaybettim. Anneme çok bağlıydım, annemin mezar taşının üstüne de şunu yazdım:

Harşitin suyu serin

Onulmaz bu yara derin

Nerede bahçeler anam

Nerede güzel ellerin.

 

Sanki ölmüş gibiyim

O yedi kat göklerin

Mavi aydınlığında denizlere çok yakın

Bir anne kucağında...

(Sımsıcak Dostluğunda Ölümün, Sanki Ölmüş Gibiyim, s. 43)

 

“Ölüm ne güzel başlangıç

Duyurun sevdiklerimize...

“Sımsıcak dostluğunda aşkın ve ölümün

Yaşadık nice serüvenler”

 

Peki ama ölüm anne kucağı gibi olabilir mi? Sımsıcak güzel bir başlangıç mı ölüm?

 

Bilinmeyen her şey insana imgesel dünyalar yaratır. Ölüm bir başlangıç mı, son mu bilmiyoruz. Gelmiş geçmiş pek çok filozof en önemlileri bile, bugün bizim bildiğimizi bir milimetre aşan, ileriye götüren bir yoruma gidememişlerdir ölüm konusunda. Bugün yaşamın tek gerçeği de ölümdür ne var ötede? Bu tamamıyla fantastik bir şeydir. Benim son kitabım tümüyle ölüm üzerinedir.

 

Ben ölüme çeşitli yönlerinden bakmaya çalıştım. Bir prizmanın farklı yönlerinden bakar gibi. Dikkat ettiyseniz kitabımda tümüyle kötümser değilim. Ölüm konusunda, ölümü yaşımın bir devamı olarak gördüğüm şiirlerim de var. Son şiirimde kitabımın çiçek toplamaya gider gibi ölüme gidiyorum. Şenlikle şamatayla ölümü karşıladığım şiirlerim var. Ölüm bazı şiirlerimde sonsuz bir huzur. Ruhun dinlenmiş olduğu bir yer ölüm biri özlem. Elbette ki ölümün reddedilmez son derece dramatik yanı da var. Korku da var korkusuzluk da var. Ama benim şiirlerimde ölüme karşı korkusuzluk var. Onun için bir ölçüde de ölümü ben, şiirlerimde insanoğluna sevdirmeye çalıştım.

 

Denemelerinizin, toplandığı iki kitabınız var; “Önce İnsan Olmak” “Suskunlar Ülkesi” her iki deneme kitabınızda da insana özellikle ülkemiz insanına ilişkin değerlendirmeleriniz var. Yalın ve içten bir anlatışla Türk insanının içinde bulunduğu çıkmazları irdeliyorsunuz. İnsanlarımızın bunalımlarını bir türlü üstesinden gelemediği problemleri ortaya koyuyorsunuz. “Türkiye’nin temelde yatan en önemli sorunu olarak, haksızlıklara karşı uygar, direnebilen bir toplum olamamasını gösteriyorsunuz. Bunu da ileri demokratik bir topluma ulaşmada ön koşul olarak ileri sürüyorsunuz.

 

Peki böyle bir toplum için sevmesini, erdemli olmasını, demokrasi kültürü kazanmasını, kavga etmemesini öğrenen bir toplum olması için insanımıza bu arada özellikle aydınlarımıza düşün temel görevler nelerdir?

 

Türkiye’nin sorunlarının başında gelen bir meseleyi açmış oldunuz sorunuzla. Fevkalade önemli, herkesin üzerinde durması gereken bir sorun. Nedense yönetenler Türkiye’de toplumu konuşan bir toplum haline getirme çabasında değiller. Aksine suskun bir toplum hedefleniyor, Türkiye’de. 1980 İhtilali de bunun ciddi bir provası oldu. Hedef konuşmayan toplum yaratmak. Akıl almayacak ölçüde etkili oldu bu deneyim. Bizim zamanımızda tek parti döneminde bile konuşan bireyler çıkıyordu. Fakat 1945’te çok partili rejim denendi. Bu sürede Türk insanı konuşan insan olmalıydı. Konuşan insan olmaya da aday oldu. Fakat daha sonraki gelişmeler buna engel oldu. Türkiye bugün suskunluğunun dramını yaşıyor. Bu gidişle de hiçbir zaman konuşan toplum olmayı başaramayacağız. Konuşan toplum olmadıkça Türkiye’de demokrasi rayına oturamaz. Bunu da bekleyemeyiz. Halkın denetimi olmadan parlamento görevini gereği gibi yerine getiremez. Parlamentoyu harekete geçirip çalıştırabilecek tek güç halktır. Bizim ülkemizde ise, halk seçtiklerinden hesap sormuyor. Seçtikleri insanlar görev yapmıyorlar ama halk yine onları seçiyor. Halk protesto hakkını kullanmıyor, onları denetlemiyor.

Demokrasinin gelişebilmesinin tek yolu, genç kuşağı konuşan kuşak haline getirebilmektir. Haklı konularda reaksiyon gösteren bir toplum haline getirebilmektir. Bu, temelde bir eğitim sorunudur. Öğretmenlerden işe başlanmalıdır. Bilgili, duyarlı, bilinçli bir kuşağın yetişmesi öğretmenlerin elindedir. Eğitimi çok iyi kullanmalıyız. Çağdaş bir kuşağı yetiştirecekleri konusunda bugünkü eğitim kadrosundan çok kuşkuluyum. Bu bir devlet politikası olmalıdır. Konuşan bir toplum yaratılmadan, kültürel değerlere sahip çakılmadan, hiçbir gelişme olamaz.

 

Siz bir çevre savaşımcısı olarak 37 yıldır mücadele veriyorsunuz. Ankara’lı şair ve politikacı olarak çevre sorunları konusunda yaygın kamuoyu oluşturmadaki ve Ankara’da hava kirliliğinin önlenmesi için giriştiğiniz çabalarda öncü rolünüzden dolayı, Ankara Büyük Şehir Belediyesi Meclisinin 05. 10. 1992 tarihli kararıyla Başkent Ödülünü de aldınız. Sizin bir “Doğacı Şiir Akımı” kampanyası başlattığınızı biliyoruz. Doğanın güzelliklerini savunan, doğa tahribine karşı protesto niteliği taşıyan bir şiir yazma kampanyasının sorumluluğunu yüklendiniz. Bu konuda bizi daha fazla aydınlatır mısınız? Bu edebiyat, bu şiir nasıl yaratılmalıdır, yaratılabilir?

 

Bu dünyanın ortak edebiyatı olacaktır. Çünkü, çevre sorunu, doğa sorunu ulusal mesele olmaktan çıkmıştır. Tüm insanlığın sorunudur bu. En son Rio’da 1990’da Çevre Zirvesi yapıldı. Ondan sonra Paris Şartı’na çevre sorunlarıyla ilgili bir madde eklendi. Hemen her devletin imza attığı bu şartlara uyulabildi mi? Hayır. Burada yapılacak işler maddi özveriye dayanıyor. Hiç kimse buna yanaşmak istemiyor.

Biz dünya sanatçıları olarak devlet adamlarının aymazlıkları karşısında duygu düşünce eylem birlikteliğiyle; insanları doğa sorunları konusunda duyarlı olmaya yöneltecek her türlü girişimde bulunmaya öncülük etmeliyiz. Benim en önemli çabam ve kaygım budur. Dünyada ve ülkemizde sayısız çevre örgütü ve derneği var. Bunların tümünün ortak çalışmalar içine girmesi zaruridir. Sanatçılar ve edebiyatçılar da tüm dünya çevre örgütleriyle uyum halinde, haber akışını sağlayarak ortak eylemlerde çalışma ve yapılanmalarda bulunmalıdırlar.

 

Şimdiye kadar 14 kitabınız yayınlandı. Başka yayına hazırladığınız kitaplarınız var mı?

 

Daha önce yayınlanmış kitaplarımın ikinci ve üçüncü baskıları için çalışmalarım var. Bir kısım kitaplarımın yeni baskılarında çeşitli eklerle, içeriklerini daha da zenginleştirmek için uğraşıyorum. Ayrıca yukarıda söylediğim gibi, bizim Büyük Devrimimizin de destanını yazıyorum.

 

İlgi ve içtenliğinize çok teşekkürler.

 

Ben teşekkür ederim, sağ olun.

 

Söyleşi; Ayhan Aydın, DAMAR DERGİSİ, SAYI 69, ARALIK 1996, SAYFA 5-9

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile