Aşık MAHZUNİ ŞERİF
Ben de bir insan oğluyum
Bırak beni konuşayım
Her zamanki tevazuluğuyla, bal gülüşüyle, dost bakışıyla beni selamladı.
Kapalı kapılar bana bir açıldı, pir açıldı… Ama bu kapıların bin dört yüzyıllık bir büyük inanç ve kültüre de açıldığını söylemeliyim. Çünkü kucağımda bir demet çiçekle girdiğim evde planladığımdan daha uzun kalacağımı ama yüreğimin en büyük isteği olarak bu konuşmalarımızı kayıt altına alamayacağımı bilemiyordum. Buna çok içerlemiş, çok kafaya takmış ve büyük üzüntülere kapılmıştım. Ancak gül yüzlü cemalini fotoğraflayarak o anları ölümsüzleştirebilecektim.
Hani han sarhoş, hancı sarhoş ya işte tam o ruh halindeydik ikimiz de. Bu bir sevdaydı, bu bir buluşmaydı, bu bir hasret gidermeydi, bu bir dertleşmeydi, bu sırların bir bir ortaya cevher olarak dökülmesiydi. Bir cennet kapısı açıldı, sislerin içinden altın boynuzlu kanatlı atlar indiler, kanatlı bebeklerle birlikte. Uzakta bir yer vardı, iyice seçilemiyordu. Ama öyle esrarengizdi ki orası sözlerin bittiği, kelimelerin yetersiz kaldığı, o anların yaşandığı sıcaklıkta bir atmosferin içindeydik. Tüten bu buharlar, bu gülüşmeler, bu sarhoşluk neydi? Bu sohbet neyin nesiydi babo? Bu sırdaşlık neydi, bu yürek açış neydi? Bu sarmaş dolaş dostluk neydi ey erenler? Bu diyar nereydi, bu kuş sütü tadı neydi, gamzelerinden ballar akan bu çocuk kimdi?
İmam Hüseyin’in sancağı nereden geldi, Düldül’ün sırtındaki Seyyid Nesimi niye yare sitem ediyordu da derdine ağlamıyordu Virani gibi; Nedir hey erenler benim yandığım / Halden bilmez yar elinden dertliyim / Bu aşkın ateşi yaktı sinem i/Pervaneyim nar elinden dertliyim?
Fatma Ana’nın eli hangi yaraya değmiş de iyileşmemişti, Hızır Aleyhisellam İlyas’la buluşmasaydı ne olurdu bu dünyanın hali?
Katil Amerika süt tozuyla avuttuğu yığınları yeni bir dünya savaşına sürükleyebilecek miydi? Bu savaşı ozanlar durdurabilir miydi? Ozan neydi, yazan neydi, saz çalan kimin türküsünü söylüyordu?
Dedem Korkut muydu yoksa kapıdan giren? Şimdi bir cem kurulacakmış, Muhammed Ali orta yere oturmuş, meydana on iki post serilmiş, kırk mum yakılmış, çerağlar gönülleri aydınlatır m’ola?
Yolun pirleri sıralanmışlar konuşuyorlar, müşkül halleri dedeler, babalar çözebilecekler miydi? Görgüden geçip yıkanıp arınabilecek miydik? Asalı, hırkalı dervişler sema-semah edip kendilerinden geçebilecekler miydi?
İşte ben büyük bir susamışlıkla, bir sigara tiryakisinin adeta sigarayı emercesine tüketişi gibi sanki bir büyülü atmosferin içinde hiç bitmemesini istediğim ama bitecek diye korktuğum o anların içinde bir büyük ozanı o anda, o zaman tanıyabildim.
Ne yüzlerce kez dinlediğim kasetleri, ne şiirleri, ne anıları, ne Almanya’ya kadar uzanan konserleri, duygusallığı… hiç birisi o günkü kadar etkilememişti beni.
Mahzuni Şerif bir Anadolu bilgesi olarak karşıma çıktı.
Büyüklerden büyük bir yürek olarak karşıma çıktı.
Yaralarıyla karşıma çıktı.
Bir ulu yolun ortasında yalnızlığıyla karşıma çıktı.
Sekiz yüzyıllık bir çınarın gölgesinde çoğalan kuşların çığlıklarıyla çıktı karşıma.
Geçit vermeyen yalçın kayaların iniltisiyle çıktı karşıma.
Hırçın kıyılarıyla deniz, gökyüzü gibi mavi, berrak, yeşil bir okyanus olarak çıktı karşıma.
Beni öldürüp ağlama
Böyle bulanıp çağlama
Yazık kolumu bağlama
Sadece bir Pir Sultan Abdal olarak değil, bir büyük Köroğlu, bir büyük Dadaloğlu, bir Kul Himmet, bir Teslim Abdal, bir Aşık Veysel olarak da karşıma çıktı Mahzuni Şerif.
Anadolu ekininin içinden, Rumeli havasını da içine alan bir rahmet rüzgarıydı Mahzuni Şerif.
Halkının devrimci savaşında elleri ekmek ekmek büyüyen emekçinin alın teriydi Mahzuni Şerif.
İmam Hüseyin’e Fatma Ana kadar ağlayabilecek gönül adamıydı Mahzuni Şerif.
Issız dağlar başında yapayalnız bir yaşama mahkum edilmişlerin Selman-ı Farisi’siydi Mahzuni Şerif.
Umutsuzluk kapısı değil, gonca gonca umut toplanan has bir bahçeydi Mahzuni Şerif.
Rahmet pınarlarının aktığı engin bir göldü Mahzuni Şerif.
O yanınızdaysa, onun sesi varsa koca okyanusu yürüyerek geçeceğiniz sırdaşınızdı Mahzuni Şerif.
Baharınız sizin olsun kışı yaz eden, bir güneşti Mahzuni Şerif.
Duygu yüklüydü. Çile adamıydı. Omzunda bir büyük yük vardı. O yükü yerine ulaştırmak zorundaydı, ölümü hiçe sayan bir seyyahtı Mahzuni Şerif.
Görmediniz mi onu Afrika’da, Avusturalya’da Sidney’de, Kanada’da, Sibirya’da?
Görmediniz mi onu siz ormanlarda, tarlalarda, vadilerde?
Görmediniz mi daha göğün yedi kat üstünde, yıldızlarda, en dipsiz kuyularda onu?
Gittim bir doktora yarım sarmaya
Sen kendi yaranı sar dedi bana
Bir kamile vardım adam olmaya
Senin adam olman zor dedi bana
Dostlar ben onu bir cem içinde gördüm.
Varlık aleminde yokluğun yaşandığı devri alemde gördüm.
Konuşan oydu ama Virani’nin dizeleri dile gelmişti bir anda.
Bir ulu şehirde tellalığım var/Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir/Eksik alsam artık satsam gene kar/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Mezada vermişim küll-i varımı/Tellala çıkardım şirin canımı/Lal ü mercan ile cevher kanımı/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Bir rıza malıdır alıp sattığım/Üçler, Beşler, Kırklar pazar ettiğim/İmam-ı Cafer'den dükkan tuttuğum/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Hint Yemen metaın alıp satamam/Bu rıza malıdır ölçüp biçemem/Dükkanımı her nadana açamam/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Ledün ilmi derler şehrin adına/Doyamadım lezzetine tadına/Metaımı koydum aşkın badına/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Virani'yim her dem Hakk'a yeterim/Tellal oldum şu alemde gezerim/Kudretten dükkanım kendim pazarım/
Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir
Rıza şehrine girmiştik, apak bir yol vardı önümüzde… Orada her şeyi konuşmak mümkündü.
Ben ey dostlar her şeyi sordum, o da yanıtladı birer birer sorularımı.
Önce Aleviliğin erdemlerinden, güzelliklerinden bahsetti. Alevilik insan olmak demektir, zor bir yoldur, ulu bir inançtır, İmam Ali’lerin, İmam Hüseyin’lerin, Fatma Ana’ların yoludur bu yol. Bu yolun büyük güzellikleri vardır. Bu yolun incelikleri vardır, dedi.
Mahzuni Şerif Alevi tarihini de çok iyi bilen bir insandı, tarihsel süreçlerden de bahsetti ama onda bir büyük Hacı Bektaş sevgisi olduğu hemen anlaşılıyordu. Hünkar Hacı Bektaş bir büyük eren bir büyük veliydi onun nazarında. Yokluklar içinde bir cennet yaratmış, insanları barıştırmış, birleştirmiş, kaynaştırmış bir büyük yol oğlu, yol önderidir, diyordu Hünkar için. Hacı Bektaş onun nezdinde bir büyük ozandır. Kutlu sözlerin sahibi olan Hünkar benzerleri içinde en yetkin deyişler, türküler söyleyen halkının dertlerine derman olmak isteyen bir engin deniz gibidir ona göre.
Dünya Kainattan kopup gelirken
Adem miyim, hayvan mıyım, ben neyim?
Adem ile Havva vücut bulurken,
Cennet miyim, şeytan mıyım, ben neyim?
Sonra ise Pir Sultan Abdal’a söz geldi. Pir Sultan’ın onun yanında çok ayrıcalıklı bir yeri olduğu görülüyordu. O bir büyük devrimciydi. O bir isyan eriydi. Ama Pir Sultan’ı Pir Sultan yapan onun büyük bir ozan olmasıydı, ölümsüz dizeler üretmesiydi. Ozanlık nedir dediğimde ise Dedem Korkut’tan bahsetti. Dedem Korkut’un sazıyla çok güzel şiirler söyleyen bir büyük ozan olduğunu, ozanlığın da ondan çok etkilendiğini vurguladı. Ama yine Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun, Yunus’un büyüklüğünü de ortaya serdi. Ona göre insandan yana en güzel şeyleri ozanlar sazlarıyla ve şiirleriyle ortaya koymuşlardı.
Söz yine Hacı Bektaş’a ve Pir Sultan’a geldi. Mahzuni Şerif her iki ozanın da birer düşünür olduğunu, ululardan ulu olduklarını, Aleviliğin bu iki büyük ozanda kendisini ifade edebildiğini söyledi.
Mahzuni Şerif konuşmasında, sohbetimize bal katan sözlerinde İmam Ali’nin aşkıyla yandığını, onun bir insanlık önderi olduğunu belirtiyor, birçok kez Ali’nin meziyetlerinden bahsediyordu. Ali bir kahraman, Ali bir adalet timsaliydi. İslam’ın gerçek önderi Muhammed ve Ali’ydi. Mahzuni Şerif İmam Ali’nin tüm dünyadaki insanlara kucak açan, yoklukların arkada bırakıldığı herkesin eninde sonunda varmak istediği umut kapısı olduğunu söylüyordu. İmam Ali Varlık deryasıydı yani. Belki birilerinin pek itibar edemiyeceği şekilde İslam’la ilgili, Türk Kültürüyle ilgili kafa yormuş bir engin yürek olan Mahzuni Şerif ülkesinin dertlerini dert edinmiş bir büyük ozandı. Ama onun mücadeleci kişiliğinde İmam Hüseyin’in farklı bir yeri olduğu sohbetten anlaşılıyordu.
İmam Hüseyin’in zalimin karşısında, ezenin karşısında, Yezit’in karşısında insanlığın bayrağını yücelten dünyada eşi benzeri olmayan bir büyük savaşçıydı. Bir adalet timsaliydi. Kerbela’da yaşananlar Aleviliğin kökünde olan hak alma, haksızlık karşısında dik durma bilincinin en önemli dönüm noktasıydı. Kerbela’nın, İmam Hüseyin’in onun üzerinde derin etkisini görmek mümkündü.
Bir ara mihmanı doyurmadan olmaz demiş, lezzetini tadını hiç unutamadığım, kendisini de tattığı pideleri yerken bir an önce sohbete dönsem, diye acele ediyordum.
İmam Ali’nin, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin yağlı tabloluları önünde sohbetimiz derinleştikçe derinleşiyordu. Benim içimi kavuran ise yanımda hazır tuttuğum kameramı çalıştıramamaktı. Bir an bir okyanusun içinde hissettim kendimi, bir engin denizde hissettim, ılık bir rüzgarın önünde hissettim, boş verdim kamera kaydını, kendimi iyiden iyiye kaptırdım, sohbete.
İdris Nebi biçer iken hülleyi
Yüksekten geçerken insanlık yayı
Muknati aşarken ulu deryayı
Gemi miyim, kaptan mıyım, ben neyim?
İzzettin Doğan’dan ve Cem Vakfı’ndan bahsedildi bir zaman da. İzzettin Doğan günümüzün bir büyük dahisidir, bir büyük adamıdır, bir yol önderidir, diyen Mahzuni Şerif tüm eserlerini toplayıp CEM Vakfı Yayınları arasında çıkarmak istediğini söyledi. Vakfı çok takdir ettiğini söyleyen Mahzuni Şerif dernek ve vakıflar konusuna fazla girmek istemeyen bir tavırla konuşmasını sürdürürken bu konuda da endişelerinin, dertlerinin olduğunu vurguluyordu.
Tüm bu konuşmalara ve sohbete Ozan’ın eşi de tanık olmuştu.
Mahzuni Şerif şunları anlatıyordu bana, en azından anlattıklarından ben şunları anlamıştım: Mezarım bulutlar içinde gizli, her kim ki beni bulmak isterse bir yorgun atın terksine baksın. Beydağı’na karlar yağmış birkaç metre boyunda; ben ise bir masal kahramanı olarak bilinmek isterim. Karadeniz’de takaların üzerinde bir düğün alayı var, beni oralarda arayın.
Beni oğlunu askere uğurlamak için yola çıkan ananın göz yaşlarında arayın.
Ahireti bu dünyaya getirdim, bir söğüt ağacının altında sorgudan geçirin beni.
En gizli sırlarını meydana koyan bir yiğidin aşkı olarak görün beni.
Hiç kimsenin sahip olmadığı yaylaların kuytularında akan bir yalnız çeşmenin hüznünü söyleyen bir çobanın kavalında bulun beni.
Bir gelinin sancısıyım ben iki canlıyım yani, hangisini bir diğerinden fazla sevebilirim ki, mümkün mü bu? Bir köy var uzakta dağın dibinde, git git bitmez bir yolun sonunda yani. Nasıl anlatabilirim ki bizim köyü size tavuk aynı tavuk, tarla aynı tarla ama her bir insanın bir başka öyküsü vardır, burada da. Hangi birinin tercümanı olabilirim size ben? Yine de en fakirin halini anlatmayı isterim, bir dilim ekmeğini ikiye bölüp size verebilen köylünün gözlerinde arayın beni.
Bu yolun erenlerinden bahsetmeliyim size, bir ölür bir doğarlar yani. Ama ne ilginçtir ki bu erenler her gün doğarlar gün gibi, yalnız maharet onları görebilmektedir. Hangi kutlu gözler onları görebilir bunu bilebilmektir maharet yani, erenlerin sürdüğü yolda arayın beni.
Bir an ise bencilliğe düştüm kendime baktım, kendi kendimi dinledim; Bir türkü ülkesindeyim ben, her gün, her saat bir kuş öter bir ağaçta. Müneccim değilim ama bir kutlu rüya gördüm onun sarhoşluğuyla uyandım ama bu rüyanın sırrını kim çözecek bilmiyorum yani: İmkansızlığın olmadığı bir büyük boşlukta bir yer hayal ettim, yüz milyar kez yüz milyar yıldız varmış kainat denen boşlukta; bir ademoğlu daha yok mudur dersiniz bu evrende dünyanın dışında dedim yani. Bir nergiz açtı derken bir derenin kenarında bir tilki yavrularını su içirmeye buraya getirse bu ak nergis dönüp ona selam vermez mi yani?
Öküz arabasının sesi kasabadan duyulurken bir samanlık ot yüklü arabaya bakıp şapka çıkarmayan bir köylü olur mu yani?
Mevsimlerden sonbahar kasımpatları açmışken, bir sigara içimi uzaklıkta bir seyide yüz sürmeye giderken bir dolu götürülmez mi yani? Dolu götürüp de saz çalınıp deyiş söylenmez mi yani?
Bir ulu ozanın sazını İran’da, Suriye’de, Bulgaristan’da, Makedonya’da dinleyenler olur da onun resimleri duvarlara asılmaz mı ola yani?
En yakın hısmınıza küsmüş, kızmışsınız, nasıl olur da onun gönlünü alırım diyorsunuz ama günahın çoğu onda mı, bende mi diye halen düşünürsünüz, bir an boş bulunup varsın olsun yani günahın azı ben de olmuş olsun, ben yine de onun yanına gideyim, dediniz mi yani?
En güzel kızla, en güzel oğlanla bir günaha girmek isterken bir ter sarmışsa en hoş yanınızı, ne yapalım, hayalinden kötü olmaz ya deyip o günaha girmez misiniz yani?
Bu işler niye bu kadar karmakarışık, diyip bir sahile atıp kendini martılara bir simit alıp attın mı yani? Ya denizden yeni çıkmış balıkların kıpırtısında hayatın sevincini bulabildin mi yani?
Bir sarhoş halindeyim derken sana düşman olan biriyle barışık olsan, bir merhaba desen, kendini boşluğa bırakıp siktir çektiğin birinin selamını alsan, yıllardır görmezden geldiğin birine sarmaş dolaş olsan yani?
Bin bir türkü söylese de bıkıp usanmayan bir aşığın yanında bir trene binsen ta Çin’e, Maçin’e gitsen gün yirmi dört saat türkü dinlesen ama bıkmasan, sazın tellerine kendini assan ve her gittiğin ilin renklerine bürünsen de bıkmasan yani?
İmam Ali’nin bir gözünde dünyayı görsen, mest olsan, kanaat getirsen, bir yavru aslana bakıcılık yapsan, bir kelebeğin kanatlarında kıtaları aşsan, zehiri bal diye yutsan, öfkeni yenip demirleri eğsen, bir çocuğun gülüşüne bin can bağışlasan, bir korsan gemisinde helal bir hazine olsan, bir can kurtarmak için dağı taşı delsen, kanını su gibi akıtsan haksızlığın karşısında nasıl olur yani?
Seyyid Nesimi’nin yanında olsan onunla birlikte kendi derini kendin yüzsen bin bir zevkle ummana dalsan nasıl olur yani?
İşte gönlüm bir daldı, bencillik ettim bunları geldi bir dakikanın içinde yüreğime. Sonra kendimi toparladım, can kulağıyla dinlemeye devam ettim büyük ozanı.
Nedense, acaba benden mi kaynaklandı desem de sonradan, iyice düşününce Mahzuni Şerif’in bizzat kendisinin sohbetimizde konuyu Aleviliğe Bektaşiliğe getirdiğini çok iyi anlıyordum. Bektaşilik’ten de bahsediyordu sohbetti. Bektaşi lafını da kullanıyordu. Alevi Bektaşi diyordu. Aleviliğin insanlığın aradığı bir inanç ve kültür yorumu olduğunu söyleyen Mahzuni Şerif’in Aleviliğin ve dedeliğin temel değerleri olan eline beline dilene sahip olmak gibi konulara da girdiğini de söylemek zorundayım. O gerçekten de Eyüp Peygamber’in sabrının ne olduğunu çok iyi bilen bir insandı. Eyüp gibi birçok sıkıntıya soruna sabretmişti. Ahmet Arif’in dediği gibi bir dosta yarasını gösterir gibi dertlerini açıyordu, söyleşimizde. Ama sanki bu dertleri bir kenara bırakmak isteyen bir hali vardı. Onun mutlu bir dünya ve yaşam özlemi içinde olduğunu görüyordum. Acaba çok mu bıkmıştı, usanmıştı, dertlerden, tasalardan? Tümünü geride bırakıp unutmak mı istiyordu? Bunu tam anlayamadım. Benim CEM Vakfı’nda, Cem Dergisi’nde çalıştığımı biliyordu. Daha önce bir söyleşimiz daha olmuştu, hanesine bir kez daha gitmiştim. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Keçiören’de bir dede tarafından duası da verilip bir koçun kesildiği bir birlik ceminde de beraber olmuştuk. O bir büyük ozandı, ama bir büyük aşıktı. Cemlerin bülbülü olacak yol ehliydi. Ertürk Yöntem’in 1995’te TRT. İçin yaptığı çekimlerde de yaptığı konuşmalarda birlikten, beraberlikten, dirlikten bahsetmemiş miydi? Yine Sivas kıyımında yitirdiğimiz canlarımızın anısına düzenlenen etkinliklere katıldığında, kurucusu olduğu bir Vakfın yöneticileri tarafından suçlu gibi gösterilince de o vakur duruşunu, devrimci duruşunu, asil duruşunu hiçbir zaman kaybetmemiş miydi? İşte bir anda da o anılar canlandı gözümde. Folklor Edebiyat Dergisi Yayın Yönetmeni Metin Turan geldi aklıma o da ne çok seviyordu ozanı ve eserlerinin derlenip toparlanması konusunda ne de büyük mücadele veriyordu.
TRT çekiminde ozanlık geleneğinin Şamanlardan bu yana Türk ulusunun bağrında varlığını sürdüren bir büyük sürek olduğunu söyleyen büyük ozan yaptığım söyleşide de aynı şeyleri tekrarlıyor ve ozanlardan, ozanlık geleneğinden ümidinin kesilmediğini, halk oldukça ozanlık geleneğinin yaşayacağını da dile getiriyordu.
O zaman zaman destanlaşan yergilerin şairiydi. Zevzekliğimizi, Murti gibi insanların bulunduğunu, Karayalçın’a danışman olmasına rağmen nasıl değer bilmezlikle karşılaştığını hep çalıp söylememiş miydi?
Ama bugünkü sohbetimizde bu konulara niçin hiç girmiyordu? Ha bire insanlıktan ve Alevilikten bahsediyordu? Açıkçası ben de biraz şaşırmıştım.
Yaklaşık iki saat süren birlikteliğimiz bir cemden farksızdı.
Dünyayı masaya yatırdık, haksızlıktan bahsettik, insan haklarından bahsettik, insanımızın sorunlarından, gençlerimizden bile bahsettik. Büyük ozan geçmişi bir kenarda bırakmak isteyen bir ruh halindeyken aynı zaman inanılmaz bir umut içindeydi, sanki büyük muştularla her zaman neşelenecek, Türkiye’miz, Dünyamız, ozanlarımız çok mutlu günler görecekmiş gibi bir ruh halindeydi.
Masmavi okyanusu kapkara edenlere rağmen karanlık, kötülük dünyaya, yaşama egemen olamayacaktı.
Bir umut diyarında gördüm kendisini.
Emsalsiz bir güzellik içinde gördüm kendisini. Bir masal diyarındaydı, kurt ile kuzu dost olmuştu, tüm çocuklar doymuş, oyun oynuyorlardı. Bin bir çiçek açmış bir tepenin üstünde dünyanın her köşesinden gelen koca koca adamlar uçurtma uçuruyorlardı. Tereyağ ve bal sürülen ekmekleri yiyen kimsesizler tarifsiz bir mutluluk içinde birbiriyle koklaşan kedilere bakıyorlardı. O ise sahneye ilk kez çıkan mahcuplar mahcubu bir Zeki Müren gibi, bir Ali Ekber Çiçek gibi duygularımıza dokunuyordu.
Dost döküldü gazelim çürüdü bağım
Yıllar evvel göçmüş köyüm bucağım
Bugün doğdum varım, yarin de yoğum
Aradaki yalan mıyım, ben neyim?
Ama neden cemden, deyişten, şiirlerden bahsederken bu kadar umutluydu? Bu benim mi şansımdı? Büyük rahatsızlıklar atlatan ozan en güzel günlerinden birisindeydi sanırım. Çünkü devamlı gülen bir hali, güleç bir yüzü vardı. Bu o günkü fotoğraflara da yansıyordu.
Robin Hood gibi haksızdan, zalimden, zenginden alıp ihtiyaç sahiplerine bir şeyleri dağıtmanın mutluluğu vardı sanki yüzünde. O Don Kişot gibi yeldeğirmenlerine, umutsuzca kılıç sallayan bir hayalperest değildi. Nergislerle, sümbüllerle, irislerle dolu bir tarladan umut toplarken; derdin, tasanın geçeceğini bilen bir bilge insan duruşu vardı onda.
Faşizmin karşısındaydı, gericiliğin karşısındaydı, zorbalığın karşısındaydı. Emekten, eşitlikten, haktan, hukuktan, özgürlükten yanaydı.
Onun gözünde İmam Ali, İmam Hüseyin adaletin, hak ve hukukun temsilcisi oldukları için; Kırkların Cemi de insanın paklanmasından, yalandan, riyadan, her türlü kötülükten arınmanın sahnelendiği bir rıza şehrine giriş töreni olduğu için, postta, çerağ da anlamlıydı.
Evet bir ozan bir dost bir post yeter bana demişti ama o biraz daha farklı yorumluyordu hayatı. Rıza şehrinde herkesin birbirinden razı olmasından sonra herkes birbiriyle müsahip kardeş olacağı için aradaki ikilik perdeleri kalkacaktı. Varlıkta birliğe inanmıştı. Tüm canlar bir ana candan çıkmıştı, sonuçta da aynı vara doğru yol alacağız madem, neden bu zülüm, neden bu haksızlıklar, neden Filistin’de halen çocuklar öldürülüyor, diyordu? Hakk’ın adaleti mutlak değil miydi? Cennet te, cehennem de bu dünyada değil miydi? İnsan bu dünyada günahlarından arınıp, insanlığın yolunda aynada kendisine bakıp ilk önce kendinden razı olduktan sonra tüm insanlıkta kendisinden razı oluyorsa ölümden korkmanın ne manası olabilirdi?
Hesap bu dünyada verilmeliydi. Bu dünya da insanlar aklanıp paklanmalıydı. Bir büyük yaratıcı varsa ki, vardır, onun karşısına insan kiriyle, kibiriyle, pisliğiyle gitmemeliydi. İşte Alevilik tüm dünya insanlığına bunun formülünü göstermiş, en güzel arınma vesilesi olan “Rızalık” kavramını ortaya koymuştu. Herkes birbirinden razıysa daha ne sorun olabilirdi yaşamda? Ama işte aslolan bunu sağlayabilmekti. Kul kusursuz olmayacağı için elbette bu bir süreçti. İşte ulu ozanlar, ulu veliler, bu büyük yolda insana örnek olanlardı. Ne kutlu insanlardı gerçek mürşitler. Sonsuzluk ta burada, yüz yıllık ölümsüzlük te burada değil miydi? Bu ozanların, erenlerin, velilerin açtığı yoldan gidilirse gerçeğe ulaşılabilirdi insanlık. Kin, kibirden uzaklaşan insan gökyüzünde uçan güvercine dönüşüp diyarlar aşmaz mıydı? Bu güvencin uçar da kanatlarıyla gönüllerdeki ateşi söndürüp, ocaklardaki külleri alevlemez miydi?
Ozanlar çok önemliydi. Ozanlık çok önemliydi. Saz sıradan bir çalgı aleti değildi. Deyişler sıradan söz yığınları değildi.
Kimler akıllanmış kimler bunamış
Eyüp derde düşmüş cahil kınamış
Mevla İbrahim’i boşa sınamış
Kasap mıyım, kurban mıyım, ben neyim?
Sazın ve sözün kutsallığı vardı, insanı eğitme özelliği vardı. Can ile cananın buluşmasını, haklıyla haksızın karşı karşıya gelip helalleşmesini sazlar ve sözler, cemler sağlıyordu. O yüzden dedelere de çok büyük görevler düşüyordu. Gerçek bir dede evliya gibi bir insan olup adalet timsali olmalıydı; İmam Ali, İmam Hüseyin gibi. Kendi çocuğu da olsa haksıza haksız diyebilen bir dede, bir insan nasıl olurdu da adalet timsali olmazdı? Nasıl olurdu da onların bulunduğu toplum mahkeme kapısı tanırdı? İşte ozanlar ve dedeler bir ulu yolun yolcuları, adalet dağıtıcıları, bekçileri ve gözcüleriydiler. Diyar be diyar, oba oba, çadır be çadır, köy köy bu adelet dağıtıldığı zaman Hızır oralara uğramış olurdu. Her bir dede ve her bir ozan Hızır Aleyhisselam olursa gerçek barış ve kardeşlik sağlanmış olurdu. Bu nedenler saz ve söz çok önemliydi, pir ve mürşit çok önemliydi, cem ve cemaat çok önemliydi.
Anadolu’da gerçek barışın ve kardeşliğin şifrelerini Aleviler Bektaşiler asırlar öncesinden çözmüşlerdi. Neden Sünni vatandaşlara da bunlar anlatılmasın, bu birlik ve beraberliğe ve barışa onlar da davet edilmesin di ki?
İşte Mahzuni Şerif’i Mahzuni Şerif yapan bu sohbette, bu söyleşide tüm bunları aktaran bir büyük yüreğe sahip olmasından başka bir şey değildi.
O bir umut kapısıydı, varlık deryasıydı, bir gönül sırdaşıydı.
Alıp sazını giderken insanları en çok üzecek bir garip dervişti.
Bir yiğitti sözünün eri ve attığı adımın sahibi bir kişiydi.
Mayası tertemiz, toprağına zemzem suyu damlamış haslar hası bir adamdı.
Pınarın başıydı, gözenin özüydü.
Yarpuzların kokusu, kuşların kanatlarındaki rüzgardı.
Yitip gitmek istediğimiz bilinmez diyarların gonca gülüydü.
Dar vadide sığınacağımız bir zulamız, bir küçük şirin mağaramızdı.
Yazıların en hası deyişlerimiz, türkülerimiz sahibiydi.
Veysel Karani’nin Yemen’deki çoban dostuydu.
Güneşin doğduğu yere doğru yürüyen umut işçilerinin rehberiydi.
Bir büyük kavgada harlı bir ateş, Sırat köprüsünde bir atlıydı.
Ortadoğu’da bir güvercin, Hacı Bektaş’ın kucağındaki bir ceylan, tüm dünyaya bir barış elçisiydi.
Arımızda yaşar er oğlu erler
Erleri ne bilir kör oğlu körler
Bana bu illerde Mahzuni derler
Merdan mıyım, Mervan mıyım, ben neyim?
30 Kasım 2001’de Ozan’ın Dikmen’deki evinde yapılan sohbetten esinlenilerek yazılmıştır.
Ayhan Aydın