BÜYÜK AVRUPA GEZİSİ YAZILARI 2.
AVRUPA’DA ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 100 GÜN (2013/2014) (2. Yazı)
Ayhan Aydın
AVUSTURYA (4-5 Mayıs 2013)
Aynı isimle bir Alevi derneğinin de bulunduğu Vorarlberg buradaki eyaletin ismi. Bregenz ise ilin ismi. Felckih (Felkir) Veli Sedef’in kaldığı kazanın, Frastanz ise kaldığı köyün ismi. Vorarlberg Forarlberg, diye okunuyor.
4 Mayıs
Veli Sedef (1963)
(Tokat, Zile Merkez. (Asıl köy Yavıhasan Köyü))
Bizim köyün aslı Hubyarlılardır ama bizler Anşabacılılara (babacılar)’a dönüşmüşüz. Özümüz itibariyle Hubyar Sultan talibiyiz. Bizlere Sıraç, diyorlar. Dr. Orhan Yılmaz’ın Sıraçlar kitabında geçiyor. (Dr. Orhan Yılmaz’ın kitabı: Sıraçlar (Anşabacılılar ve Hubyarlılar) Beydili Alevi Türkmenleri, Veni Vidi Vici Yayınları, 2009)
1989’da buraya geldim. Öncesinde İstanbul’da, Bağcılar’da kaldım. Çocukluğum Zile’de geçti, öğrencilik dönemim. Askerden sonra İstanbul’a geldim. 1989’da ilk önce Viyana’ya geldim. Şu an çalışmıyorum. Rahatsızlığımdan dolayı çalışmıyorum. İlk geldiğimde Bregenz’de dernek vardı. 1992’de ilk kez burada Alevi Bektaşi Kültür Birliği kuruldu. Burada ilk başta çok sıkıntılar çektik. Bilhassa sol kesim burada Alevi ismiyle dernek kurulmasına şiddetle karşı çıkıyordu. O zaman dernekte 49 kişiydik. Ben şahsen on yıl boyunca bu dernekler içinde yer aldım. Dornbirn’de ilk adımı attık, sonra şimdi yerimize geldik. Bizler ilk önce Federasyon içindeydik. Sonra onlardan koptuk. 1999’da şu anda içinde bulunduğumuz binada hizmet vermeye başladık. Bodense Alevi Kültür Birliği’ndeki fikir öncülüğünü Cem Vakfı’ndan aldık. Vorarlberg Alevi Cem Kültür Merkezi olarak yine Cem Vakfı’nı örnek aldık. Ama bizler sürekli “Cemci” olarak bilindik, öyle nitelendirildik. Evet bizler tüm Avusturya’da “Cemci” olarak bilindik, anıldık, söylendik. Bu aslında bir hakaret sözüydü. Bizler Cem Vakfı’nın çalışmalarını benimseyen, önemseyen, o yolda giden insanlardık.
2009’da İzzettin Doğan’ı buraya çağırdık, burada panel yaptırdık. 2009’da başkan olduktan sonra Cem Vakfı’yla diyaloglar arttı.
1999’dan beri Bregez’e bağlı İsviçre – Almanya sınırındaki Lautrach’te bir tuttuk orada kaldık.
Ben bu mart ayında başkanlığı Mehmet Atıcı’ya bıraktım. (Bunu bilmiyordum. Kendisini halen başkan olarak bildiğim için oraya gitmiştim.) Şu anda İAGÖ’nün yönetim kurulu üyesiyim. Yani Alevi İslam İnanç Toplumu içindeyim. Benim bundan sonraki hedefim Alevilerin Avrupa’da uluslar arası alanda çalışmalar içinde yer alması. Bu nedenle sizlerin de tanıdığı Hüseyin Enhas, Ersan Erseven’le birlikte çalışıyoruz. Çok önemli ve güzel hedeflerimiz, projelerimiz var.
Bregenz, Felckih (Felkir), Frastanz
Veli Sedef’le birlikte sabah erkenden bir yürüyüş yapalım, dedik.
Evet, bugün uzun uzun yürüyüşler yaptık. Bir ara kahvaltı yapıp, kenti geziyoruz.
İlk önce bir küçük gölün kenarında balık tutanları izliyoruz. Su öyle billur ki zemini görülüyor. Dağlar, ormanlar, yollar… Burasının da İsviçre’den bir farklı yok. Allah tüm güzellikleri sanki özenip bezenip bu Batı ülkelerine vermiş.
Kentteki yeşillik yoğunluğu ben daha önce hiçbir yerde görmedim. Bendeki merak meğerki Veli Sedef’te de varmış. Ha bre yürüyoruz. Dur, durak yok. Tepelere çıkıyoruz adeta, kenti yüksek yerden görme merakı, akan dereleri görme isteği, tarihi binalara imrenerek bakmak bir dakika olsun beni yalnız bırakmıyor. Gün boyu gezdik desek yeridir. Burası acaba diyorum yoksa İsviçre’den de mi güzel? Bu ülkeler güzellikte yarışıyorlar adeta. Doğa ve doğal yaşamla iç içe Avrupa. Kentle köy, gelişmişlikle kırsal alan gerçekleri birleşmiş. Ağaçlar öyle bir çiçeğe bezenmiş ki, insanın aklı gidiyor. Ben ise otların, çayırların içinde bahara yeni çıkmış danalar ve yaramaz çocuklar gibi elimde makinem koşturup duruyorum kentin sokaklarında, dere kenarlarında, tepelerde. Her tarafta tarihi kiliseler ve tarihi evler. Ama tüm evler yeşil bir bahçenin içinde sanki. Buraya doyulmaz, usanılmaz.
Ali Haydar Gülmez (1949)
(Tunceli, Nazimiye, Dokuzkaya Köyü (Markasar))
Köyde doğmuşum. 13 yaşında İstanbul’a gelip işçilik yaptım. Avusturya Kız Koleji’nde aşçı yardımcısı olarak çalıştım. 1969’da asker oldum. Askerden sonra 1972’deVorarlberg Bölgesi Bregenz’e geldim. Kırk yıl boyunca işçi olarak çalıştım, 2007’de emekli oldum.
1992 yılından beri Avusturya’daki Alevi kuruluşlarının içindeyim. Disiplin kurullarında, yönetim kurullarında bulundum. İlk başlarda çok güzel işler yaptığımıza inanıyorum. İlk başta çok güzel işler yaptık. Sonra ise böl yönette olduğu gibi bizi birbirimizden ayırdılar. Çok fazla yol alamadık.
Ben bir inanç olarak Alevilik işlerine sarıldım, onu bir inanç olarak kabul edip o şekilde çaba harcadım. Hep ilkelerle birlikte çalıştım. Ailemde bu işin içinde yer aldı. Halen de çalışmalarımız devam ediyor. O çocukluğumda gördüğüm şekliyle, aşkla yaşadım ve bugünlere geldim. Ben cemleri görmüştüm. Bir gün bir pir gelmişti eve. O acaba ateşe girecek mi diye merak ediyordum. O aşklar bugüne kadar benimle birlikte geldiler. Ben hem yaşadım, hem gördüm, hem de inandım.
Gece, Alkol ve Çirkinlik
Akşamsa burada Lauterach’da Hofsteilgsaal denilen bir yerde, bir etkinlik var, Türkü ve Halay Etkinliği. Ama ben anlıyorum ki, bütün Avrupa’ya hâkim olduğu gibi bu aslında Alevilik’le ilgili bir kültürel etkinlik filan değil bu gösteri, insanların “türkü şölenine” mahkûm edildiği para kazanma amacıyla düzenlenmiş bir faaliyet.
Bu tip etkinlikler Avrupa’daki Alevi kurumlarında çok yaygın. Meşhur olmuş, olmamış önemli değil mutlaka Türkiye’den getirilmiş birkaç sanatçı, Avrupa’da yaşayan yetenekler, şunlar bunlar her sene yemekli, içkili geceler yapılıyor bu derneklerde. Derneklerin önemli gelir kaynaklarından birisi bu geceler.
Bu Türkiye’de her sene bir “yemekli gece” düzenleyip, bir takvim bastırarak yıllık kirasını ödeme derdinde olan ve çoğu zamanda aylarını bu “büyük faaliyet” için geçiren Alevi örgütlerinin buluşlarından farklı bir şey değil.
Alp Dağlarının karlı yamaçlarının eteklerinde yeşilin türlü tonları içinde düzenli sokaklarında, her birinin envanteri çoktan çıkarılmış tarihi binalar ve düzenli akan dereler, çaylar ve binbir çeşit çiçeğin üzerinde uçuşan kelebeklerin huzuru bizim insanlamızda yok, o gece de yoktu.
İnsanlarımız eğlenmek için, bira içmek için, halaya durmak için buraya gelmişlerdi. Yoksa kitaba, sinemaya, tiyatroya verecekleri parayı niye türkücülere vermek için gelseydiler!
Burada içkiler su gibi aktıkça, burada genç yaşında bile itilen, kakılan, yabancı görülen, örselenmiş, genç yaşta emekli olup hayatın zevklerini yaşamak isterken bunun bu kadar kolay olmadığını genç yaşta hayata küstürülerek öğrenmiş bu insanlar bu zümrüt yeşili güzel coğrafya içinde aslında yılan zehri kusmak zorundaydılar.
Bu konuyu yeteri kadar görememiştik, yazamamıştık. Şimdi daha iyi kavrıyor, anlıyorum buradaki resmi daha iyi görüyor gibiyim, çok eksiklerim olsa da.
Ağır bir ekonomik – sosyal ve kültürel yarılmalar, yabancılaşmalar ve hayatın yükünün silindir gibi üstlerinden geçtiği gurbetçilerin meğerse daha derinlerinde ne büyük travmanları varmış.
Bazılarının inanç ve kültür yuvası diye sarıldıkları dernekler birilerin terapi amaçlı gittikleri yerler olmuş.
Bozuk plak gibi “geçmişin büyük haksızlıkları, zulümleri, işkenceleri, haksızlıkları” dile getirilecek, insanların bir kısmı tatmin olacak, bu konuda bilgi sahibi olmayan gençlerin beyni bir güzel yıkanacak…
Güzelim gençler, çocuklar ise slogana mahkûm edilen ve tam anlayamadıkları, öğrenemedikleri Alevilik hakkında bu hasta ruhlu kimi solcu eskilerinden, kimi şizofrenilerini ustaca gizleyip, kimi ortaya çıkmasının vakti saatini bekleyen bir bomba gibi özü nefret dolu kişiliğinin bozukluğunun patlamalarıyla sarsılacaklarını bilmeden buraları mesken eylemişler.
Halen ilkel “köy, yöre, aşiret milliyetçiliğini” bu Alman faşizminin boy verdiği topraklarda yaşatan ilkel kafalar kime hizmet ediyorlar?
Eleştirince kızıyorlar. Öneride bulununca istemiyorlar. Sen çok akıllı uslu bir adamsın nasıl böyle şeyler söylüyorsun, yazıyorsun, konuşuyorsun, diyorlar.
Ben akıllı makıllı bir insan değilim, uslu hiç değilim. Hırçın, agresif, öfkesini yenemeyen bir insanım!
Bu gerçeğin ta kendisidir.
Şimdi soruyorum;
- Alevi Bektaşi toplumu alkolle kafayı bulan bir toplum olmak zorunda mı?
- Her yerde, her ortamda bir büyük maharet gibi ellerindeki kadehi havaya kaldırmak zorunda mı?
- Alkol almak Aleviliğin Bektaşiliğin olmazsa olmazlarından birisi mi?
- Niye bu kadar alkole batan bir toplum olduk?
- Neden tüm gecelerimiz, şölenlerimiz, anma toplantılarımız alkolle oluyor?
- Alkol almadan insanlar eğlenemiyorlar mı?
Yok, yok benim alkolle bir problemim yok. Ben bu toplumun yüzde sekseninden daha devrimci demokrat bir insanım. Hoşgörü benim mayamda, hiçbirinde olmadığı kadar var ve olmak zorunda. Benim yaşamım bunun üzerine kurulmuş. Elbette almak isteyen Alkol alabilir. Ama alkolü alacaksan dengeli al, ölçülü al; içki iceceksen de adam gibi iç. İnsanlıktan çıkmak için, insanlıktan çıkacak kadar alkol alma. İnsanlıktan çıkacaksan alkol alma. Bir başkasına başkalarına zarar veceksen alkol alma. Bir geceyi rezil edeceksen, taşkınlık yapacaksan, yedi sekiz polis arabasını iki ambulansı o gecenin bitiminde oraya dikeceksen alkol alma!
Bu alkolü meret olmayacak kadar al, ölçülü al, diyorum o kadar. Benim dediğim sadece bu.
Ama nerde o kafa bizde.
Tüketen bir toplumuz. Tüket, tüket… Sınırsız tüket.
Belki Avrupa’nın zor yaşam koşulları altında, zor hayatın dişlileri altında ezildiğini biraz unutur, kendini avutur, bir sarhoşlukla istediğin kişiye daha rahat sataşma şansına ulaşır, etrafı kırıp dökerek içindeki şiddeti dışa vurabilirsin.
Senin kim olduğunu cihana gösterirsin.
Öyle değil mi?
Babayiğitsen bunu alkol almadan yapsana, diyeceklerini adam gibi söylesene.
Nerde sende o yürek!
Örselenmiş, pörsümüş, gelişmemiş beyinler, bedenler, zavallılıklar...
Bunu yazıp yazmama konusunda kararsızdım.
Ama sonunda yazmaya karar verdim.
İşte o gece bölgedeki adli raporlar incelenirse gayet net olarak görülür; dernek yönetiminin işgüzarlığı nedeniyle, normal saatinde bitmesi gereken sözde etkinliğin herhalde biraz daha para kazanırız, mantığıyla (ne kadar çok içki satılırsa dernek o kadar çok para kazanıyormuş), ileriyi görememesi sonucunda bir meydan muharebesi yaşandı sokaklarda. Bütün bunlara saatler boyunca tanık oldum maalesef.
Bunu bir Sünni, sağcı, dinci yazsa belki farklı algılanır. Ama ben devrimci, demokrat bir Alevi olarak bundan utanç duyarak yazıyorum bu satırları.
Bu tip vakaların zaman zaman yaşandığını duyduğum için yazıyorum bunu.
Aleviliğin Bektaşiliğin, düzenlenen gecelerde içki içip dağıtmamak olduğunu belirtmek için yazıyorum.
Türkücülerin devri yaşıyor, Avrupa’daki Alevi kurumlarında, bu otuz yıldır böyle.
Bu sadece bir basit mesele değildir sevgili okurlar; Bu bir zihniyet meselesidir.
Bu güzelim inancımıza ve gül yüzlü çocuklarımıza bırakacağımız mirasta bunların yeri olmaması gerekir.
Bu gecede, alkol konusunda daha dikkatli olunsaydı, sahneye en son çıkan kadına normal saatinin çok üstünde, yaklaşık iki buçuk saat süre verilmeseydi, etkinlik zamanında bitirilseydi, yani gece bitmesi gereken saat olan 24.00 yerine 01.30’de bitirilmeseydi, o genç Avusturya polislerinin gülerek ve kıllarını kıpırdatmadan izledikleri meydan savaşı yaşanıp birçok kişi yaralanır mıydı?
Bunu çokbilmiş dernek başkalarının ve yöneticilerinin yanıtlamasını istiyorum.
Ben ise aynı yerde cennet içinde cehennemi yaşadım aynı gün. Üç dört saat bu utanç tablosunun karşısında dona kaldım.
Hayat aslında ne kadar anlamlı; yüce yaratan işte cennet, işte cehennem, diye gözler önüne ne güzel örnekler sunuyor da bizler göremiyoruz.
Bu arada yazamadım. Geceye davetli olarak gelen ve çok şükür ki bu rezillikleri yaşamadan giden ve Avrupa’da, Alevi örgütlenmesi için çok samimi bir şekilde, canla başla çalışan, ilkelerinden ödün vermeyen çok değerli bir isimle de burada buluşmak varmış. Hasan Gazi Öğütçü ile etkinlik öncesi epey bir sohbet etme şansımız oluyor. Konstanz Şehri’nin karşısında Daisendorg –Meersburg’da yaşayan bu değerli aydınımızla 2014’deki ziyarette bu sefer Stutgrat yakınlarında bir yerde yine bir sohbette bir araya geliyorum. Gecenin tek güzel yanı bu oluyor.
İNSAN VE EMEK
Bir sergiyle geldi bahar
Ne don vurur, ne meyve verir
Öylece bir çiçek düşlemesi
Ne güzel bir oyundur canım
Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi
Benim memleketimde bugün
Kırk elli bin liradır
Resmin metrekaresi
Ve dillere destandır canım
Turan Erol beyazıyla Bodrum'un mavisi
Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canım
Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi
Belki bu nedenle, yazık
Asılmış gibi durur
Asılmış gibi kederinden
Duvarlarımda resim
Çalgılarımda müzik.
Ruhi Su
5 Mayıs
Vorarlberg Alevi Cem Kültür Merkezi’de İlginç Bir Toplantı
Burada benim anlamadığım bazı başka şeyler de oldu.
Veli Sedef bana Cem Vakfı paralelinde Avrupa’da “Evrensel Avrupa Birliği” kurulmak istendiğini, burada bununla ilgili bir toplantı yapılacağını, bu toplantıya Viyana’dan ve İsviçre’den özellikle Cem Vakfı taraftarı olan bazı kişilerin katılacaklarını söyledi.
Viyana’dan Kazım Gülfırat, İsviçre Basel’den Ali Dedeoğlu gibi isimler de bu toplantıya katılacaklarmış. Ben de merak ediyorum, neler konuşulacak, ne kararlar alınacak, diye.
Saat öğlen oldu ne gelen var, ne giden. Ben bu arada zamanı değerlendiriyorum. Önceki günün şokunu üzerimden atmaya çalışıyorum. Derneğin bulunduğu alan da çok güzel; Yemyeşil ve atların otladığı bir yer. Dernekte ilk başta kimseler yoktu. Sonra insanlar gelmeye başladılar.
Sonrasında ise Veli Sedef Türkiye üzerinden Viyana’ya gelen ve orada Kazım Gülfırat’la görüşen Ersan Arsever’i tren istasyonundan alıp geliyor. Cenevre’den Hüseyin Enhas Dede ve ablası geliyorlar. Hepsi bu.
Derken toplantı başlıyor. Ersan Arsever Uluslar arası Alevi Birliği’nin kurulması gerektiğini, İzzettin Doğan’ın da buna büyük önem verdiğini, dedelerin bu konuda eğitilmeleri gerektiği, her şeyin eğitimle mümkün olduğu konularını dile getirirken, böyle konuşmasını sürdürürken salondan birisi sözünü kesti.
Siz kimsiniz, burada niçin toplandınız, niye buradasınız, dedi. O da izah etmeye çalıştı, daha önce bir karar aldıklarını burada toplanacaklarını herkesin bildiğini, Veli Sedef’in ise bundan haberi olduğunu, kendilerini onun davet ettiğini söyledi. Ama sonradan derneğin yeni başkanı olduğunu öğrendiğim Mehmet Atıca ise benzer şekilde, bu toplantıdan kendilerinin haberi olmadığını, burada izinsiz toplantı yapamayacaklarını söyledi.
Ben ve benim gibi orada bulunan bazı insanlar çok şaşırmıştık. Bir toplantıya davet edilmiştik, burası Cem Vakfı’nın bir birimiydi, en azından onunla birlikte hareket ediyordu, bizi davet eden kişi Veli Sedef te oradaydı. Ama toplantı yürümüyordu. Orada bulunan bir genç yüreğindeki temizlikle, yahu işte Alevilik adına gelmişler, bırakın konuşsunlar, dediyse de, o toplantı o gün orada olamadı.
Ya ben yazmayayım da ne yapayım ey okur!
Bu böyle olmadı diyen, sen yalan yazıyorsun, diyen birisi çıkarsa, maalesef bu ne yazık ki doğru; evet aynen böyle oldu, o gün orada bunlar yaşandı, derim.
Ben ise sonuçta dernekten çıkarken, yazıklar olsun sizlere, dün bir rezillik yaşadık, şimdi de burada ikinci bir rezilliği yaşıyoruz; bu nasıl Alevilik, bu nasıl bir insanlık böyle, dedim.
Bunları İstanbul’a gidince Cem Vakfı’na rapor edeceğim, merak etmeyin, Alevilik bu kadar sahipsiz değil, dedim.
İnanabiliyor musunuz, sevgili okurlar, daha ben İstanbul’a dönmeden bir kumpasla karşılaştım!
Ben daha Avrupa’dayken Türkiye’ye, İstanbul’a Cem Vakfı’na giden birkaç kadın, müdür yardımcısı olan Dursun Altınay’la görüşüyorlar, benim burada İzzettin Doğan, dedeler, Alevilik aleyhinde konuşmalar yaptığımı söylüyorlar.
İşte tüm mesele bu!
Aleviliği günümüzde bitiren zihniyet bu.
Ey Allahsızlar; ben orada iki gün kaldım. Veli Sedef’ten bir gün olsun ayrılmadım. Gezmekten, fotoğraf çekmekten başka bir şey yapamadım.
Ne zaman, nerede, kime bunları konuşmuşum? Bunu bir ispat etseniz!
Edemezsiniz değil mi ahlaksızlar, şerefsizler!
Öyle ya, ben sizi İstanbul’a rapor edeceğim, deyince benden önce hareket edip, beni sözde rapor etmişler, şikâyet etmişler!
Yesinler sizleri yamyamlar.
Vay adiler vay.
Demek ki birilerini eleştirince, yanlışlarını ortaya koyunca hemen bir iftira atma yarışına girişiyor insanlar. Ne ilginçse bunu en çok da yıllar yılı hizmet ettiğim bir kurumdakiler yapıyor. Yıllar yılı Cem Vakfı’nda birisi bana az adilik yapmamıştı, az iftira atmamıştı.
Demek ki daha bunun devamı gelecekmiş!
Siz birçoklarının bulaştığı iftira çamuruna bulanmış olsanız da, benim tarafsız gözlemlerimi halka ulaştırmama engel olamazsınız.
O irinli beyinlerinizle aynen Türkiye’de olduğu gibi kurumlarda sonsuza kadar saltanat süremeyeceksiniz.
Çoğunuz kaçak yollarla, siyasi mağdur edebiyatıyla Türkiye’nin en kurnaz köylüleri olarak gidip sığındığınız Avrupa’da, bir yolunu bulup, bir de “çalışamaz” raporu almışsızınız, malulen emekli olmuşsunuz. Kurmuşsunuz kendinize göre bir kara düzen, çalışmadan işlemeden bir yol tutturmuşsunuz, bir yanda alkol, bir yanda türkücü, bir yanda işkenceden geçtik edebiyatı, paraları ceplere indirip durursunuz.
Geçimin kolay ama adi bir yolunu bulmuşsunuz.
Siz ve aynen sizin bir kopyanız olan Türkiye’deki kimi dernek başkanları, bu güzelim kültürü adına ahkâm keserseniz.
Ama bu kültürü yok eden sizlersiniz.
Bu topluma bir şey vermeyen, aydınlatmayan, sorunlarına çözüm bulmayan, nutuk çekmekten, günü gün edip duran ve bu toplumun 30 yılını çalan sizlersiniz.
Bunlar bana iyi geliyor. Çok iyi geliyor.
Bu çiğlikleri yerinde görünce bu işler çok iyi geliyor.
Daha durun bakalım neler neler yaşayacağız bu seyahatte ve bundan sonraki hayatta.
Bu tam bir maceralı seyahat olmaya şimdi başladı!
Sonradan (Rahmetli) Mehmet Yaman Dedeyle bazı şeyleri konuşurken o da bana benzer şeyler söylüyor. Bu Avrupa’yı gözünde çok büyütme, diyor Mehmet Yaman Dede. Yıllar yılı emek verdiğini, bazı kurumlara gittiğini, çok değerli insanlar, dernek başkanları olsa da, içlerinde son derece bayağı insanların da olduğunu bana söylüyor. Avrupa’yı çile çekme yeri olarak görüyor. Hatta Avusturya hele deVorarlberg denilince kendisini de bir benzer olayı yaşadığını söylüyor. Kendisi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği yaptığı için kendisine birilerinin ajan, dinci, ilahiyatçı vs. yaftalarının yapıştırıldığını, bunlara çok üzüldüğünü söylüyor. Mehmet Yaman Dede, yozlaşmanın Avrupa’da egemen olduğunu, olumlu çalışmaların çok az kişi tarafından takdir ve fark edilebileceğini söylüyor.
Kaçış
Sonra ise âdete bir yangın yerinden kaçar gibi buradan hızla kaçmak istiyorum.
Hüseyin Enhas’ın önerisine kulak vererek onun arabasıyla, o, Ersan Arsever, ve Hüseyin Enhas’ın ablasıyla birlikte dört kişilik bir ekip olarak ta Cenevre’ye kadar konuşa, konuşa, dertleşe, dertleşe çok uzun bir yolculuk yapıyoruz.
Allah, Allah yine dört ayaklarımın üstüne düştüm! Çizmeli kediden daha mı şanslıyım ne?
Efendim ne söyleyeyim, ne anlatayım, benim kelimelerim yetersiz kalıyor. Bu güzellikler içinde yolculuk hiç bitmese desek de geliyoruz Cenevre’ye.
Ersan Arsever
Kendisi bir kültür insanı olarak Avrupa’da yetişirken kendi kültüründen de kopmayan ve Bir Ses Böler Geceyi isimli filmle birlikte isminden söz ettiren yönetmen, yazar, akademisyen Arsever, günümüzde Alevilik konusunda özellikle de Avrupa’da yaşayan Aleviler ve sorunları üzerine kafa yoran isimlerden birisi oldu. Kendisine yakın bulduğu Cem Vakfı’yla diyaloglarını geliştiren Arsever burada kendi fikirlerini anlatacağı kişilerin arayışına girdi. Sürekli bir diyalogla olumlu çalışmalar yaptı.
Yol boyu konuştuğumuz ve öncesinde de sohbet etme şansımız olan Arsever, insanların yaşadıkları topraklara yabancı kalarak var olamayacaklarını, dolayısıyla Alevilerin de ilk önce yaşadıkları Avrupa’yı ve Avrupa kültürünü tanımaları gerektiğini söylüyor. Alevilerin sorunlarını, sorularını ve bunun çözümleri konusunda kafasındaki soruların yanıtlarını arayan Arsever’e göre dedeler halen Aleviler için çok önemli. Ama dedelerin önemli bir kısmı eğitimsiz. Bu onların suçu olmasa da, bunun çözülmesi gereken bir sorun olduğunun bilinmesi gerekir. Gençlere, farklı kültürden insanlara karşı nasıl konuşacağını, davranacağını bilemeyen dedelerin topluma bir fayda sağlayamayacaklarını söyleyen Arsever, dedelerin mutlaka bir eğitimden geçirilmeleri gerektiğini söylüyor. Eğitimin öncelikli hedef olması gerektiğini söyleyen Arsever oluşturmak ve olgunlaştırmak istedikleri “Uluslar arası Alevi Birliği”nin temel hedefinin kültürünün bu arada yaşadığı kültür ortamının farkın olan olan Alevilere kültür, sanat, edebiyat yoluyla eğitimi götürmek olduğunu, kültürel etkinlikler yapmak istediklerini, gençleri, dedeleri eğitmek istediklerini, bu konuda insanların fikirlerini almak istediklerini söylüyor.
Arsever, yaşadığı kent olan Cenevre’de bazı gençlerin kendilerine çok ilginç ve önemli sorular sorduklarını, bunları yanıtlamanın bir mesele olduğunu vurguluyor. Kendini geliştirmeyen kişilerin ve toplumların çağa ayak uyduramayacaklarını söyleyen Arsever Alevi aydınlarının üzerlerine düşen görevleri tam yerine getiremediklerini dile getiriyor.
Alevi yol ve erkânın, Buyruklar üzerinden araştırılmasının yeterli olmadığın söyleyen Arsever bugün yaşayan bir Bedreddilik olduğunu ama bundan çoğu insanın haberdar bile olmadıklarını, Aleviliğin, Bektaşiliğin, Tahtacıların, Çepnilerin, Bedrettinlilerin zenginliklerinin ve köklerinin Aleviler tarafından bile tam bilinmediğini söylüyor.
Alevi ibadetindeki erkan farklılıklarının yeteri kadar araştırılmadığını söyleyen Arsever, önemli olanın insanların birbirlerini dinlemelerinin ve ortak bazı projelerde bir araya gelebilmelerinin olduğunu söylüyor. Baba Mansurlu, demek ne demek? Bizler yerel kullanımlara bile yeteri kadar değer vermiyoruz. İşte yapmamız gereken hakkaniyetle Aleviliği araştırmak, onu araştıracak insanları yetiştirmektir, diyen Ersever bu konuda Alevi kurumlarının hemen hiçbir şey yapmadıklarını vurguluyor.
SANAT
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımızda bin bir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar
Sen kubbesinde ince bir mozaik ararda
Gezersin kırk asırlık mabedin içini
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini
Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin
Bizimde kalbimizi kımıldatır derinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin
Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine
Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...
Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz
Faruk Nafiz Çamlıbel
TEKRAR İSVİÇRE
Cenevre ve Hüseyin Enhas, Ali Demir
(6 – 8 Mayıs)
Dünyanın belki de en bilinen şehirlerinden birisine gelmiş oluyorum. Uluslar arası birçok kurumun merkezi burada. Bu şehir bir ticaret, finans şehri olarak da bilinse benim gözümde burası hem turistlik, hem de kültür ve sanatın da merkezlerinden birisi. İnsan hakları deyince, uluslar arası barış deyince, uzlaşma deyince, kültür, sanat, tarih, turizm, dağlar denince benim aklıma ilk gelen kentlerden birisi Cenevre’dir.
Bu kentte olmak apayrı bir duygu. Burada kaldığım süre içinde kenti olabildiğince gezdim. İmkânlar ölçüsünde ve Hüseyin Enhas ve Ali Demir sayesinde müzelere girdim, kentin zaten kültür kokan sokaklarında yürüdün, bahçelerini arşınladım, her birisi tarihi birer inci olan evlerini, binalarını gözlemledim. İnsanlara baktım uzun uzun. Yaşamın, iş koşuşturmalarının, trafiğin içindeki insanları gözlemledim. Batı’da yaşamın nasıl bir şey olduğunu kavrayama çalıştım. Cenevre bende etki bıraktı. Burası sanki tüm yoğunluğu ve koşuşturması içnde yine de kent içinde sakinliğini koruyabilmiş önemli bir koşuşturma cenneti. İnsanlar yürüyrolar, nereden gelip nereye gidiyorlar.
Hatta bir keresinde yine tarihi bir yapıyı Hüseyin Enhas beni gezdirirken bir kadını gördüm. Tek başına önünde bir döviz, metanetle dikiliyordu. Kocası mı bir haksızlığa uğramış, kayıp mıymış, neymiş. Herkesin kendini ifade etme hakkı var burada. Hangi yolu kullanırsan kullan kendini ifade edebiliyorsun.
Sokaklar bana ilginç geldi. Aslında çok dar sokaklar da var, genişleri de. Ama taş burada ana unsurlardan birisi.
Diyorum ki her seferinde, bu bizim Türkler her zaman için dünyanın tüm milletlerinden ve özellikle de Avrupa’dan daha akıllılar!
Öyle ya, taş, doğal ot örtüsü, göletle, ham kavaklar bizim neyimize. Sökelim taşları, taş binaları, keselim ham kavakları, sökelim ham otları, yeşillikleri… Betondan yapalım her şeyi. İthal edelim üç aylık ömrüyle kokusu olmayan çiçekleri, eskisini yıkalım hemen yapalım naylondan yenisini her şeyin.
Bize aslında neyin uyduğunu yeni yeni anlıyorum. Bunlar da bizi kesmez. Bizi ancak Çinliler paklar, haklar, bilmem ne yapar! Açalım pazarımızı Çin’e… Nasıl olsa şu yeryüzünde onca kilometre taştan duvarlar ördüydük zamanında onlardan kurtulmak için, şimdi ise onların duvarları, ilkeleri, haysiyetleri kalmamış, topsuz tüfeksiz girelim Türk pazarına.
Nasıl olsa, sözde bir devletleri var, kendilerini paraya satan bakanları var, üç kuruş etmeyen akıllarıyla çok akıllı olduğunu sanan bu millete dayarız ne kadar kanserli ürünümüz varsa onlar hemen alırlar. Zaten baksanıza oturmuşlar televizyon başına ne versen hemen alıyorlar. En akıllısını kandırmak bile koyaldır bu Türklerin yahu!
Hani bir kadın çadırına gitti diye ülkeyi düşmana teslim etmiş ya bir paşaları var. Biz mi onlara dayamayacağız her şeyimizi?
Daya Çinlim daya, sen de gel daya! Dayaya, dayaya bu millette dayanacak bir ruh, bir beden kaldı ya, yeryüzünde en büyük “dayanma” ödülünü alacak bu milletin daha dayanak gücü varmış, her şeye rağmen, bir de sen daya!
Cenevre’de taşduvar sokaklar, evler, binalar yerli yerinde; her şey doğal, organik!
Yeryüzü insanlığının kültür mayası, kedilerin ana yurdu, bir zamanların tahıl ambarı, hayvancılık cenneti Anadolu şimdi yapay, hormonlu, beton, ithal, çirkin, ucuz, adi şeylerle dolmuş, doldurulmuş…
Vah bana, vah bana…
Hüseyin Enhas (56)
(Maraş, Pazarcık, Çınarlı Köyü)
Hüseyin Enhas çok iyi bir ev sahipliği yapıyor. İşte diyorum gerçekten mağdur olmuş, mağdur edilmiş, her şeyi hak eden erenlerden bir parça sevgili bir dede, sevgili bir aydın, sevgili bir emektar!
Herkes onun gibi olsa ne iyi olur, en güzel olur, diyorum. Bu Avrupa böyle bir yer işte… Binlerce çiğin içinde, bazen böyle gerçekten pişmiş insanlar da var. Mevlana’nın dediği gibi; “Hamdım, yandım, piştim”. Önemli olan pişebilmek.
Hüseyin Enhas’ın yaşamı aslında yazılması gereken bir hayat öyküsü. Bir mücadele var arkasında, bir direnç, bir karşı duruş ve ilkelerinden ödün vermeden, bir yaşam mücadelesi var.
Çocukluk, baba ve dedeler
Maraş doğumluyum. 12 yaşına kadar köyle Maraş arasında gidip gelmişim. Çocukken köylülerim bana bakarlardı. Beni çok severlerdi. Benim babam bir dedeydi. Dedeliğe giderdi. Gittikten 2-3 ay sonra gelirdi. Kendisi atıyla giderdi. Gelirken yanında bir heybeyle gelirdi. İçinde biraz yağ, peynir, çökelek, bulgur vs. olurdu. Hepsini toplasanız 20/30 kg. kadardı. Taliplerinin hepsi fakirdi. Neyi var ki, dedesine de onu versin? Bizim zamanımızda buğday bile lüks sayılırdı.
Baba tarafım Sinemilli’dir. Anne tarafım Üryan Hızırlı’dır.
Dedeme “Zor Dede” denirmiş. Babam Mıstı Dede, (Mustafa Dede) onun babası Ali Dede, onun babası Mustafa Dede’ymiş. Onun babası ise Hüseyin (Curro Dede)’ymiş.
Babam 29 Kasım 1974’de Hakk’a yürüdü. Öldüğünde 84 yaşındaydı. O dedelik yapardı. Ama o her zaman babasından kendisine kalan ama hiçbir zaman tam sahip olamadığı 10 bin dönüm arazinin yokluğuyla yaşadı. Esas Maksutuşağı Köyü’ndendir. Yaşadığı Çınarlı Köyü’nün dedesi olmadığı için ve de babasından kaynaklı çevresinde çok sevildiğinden onu bırakmıyorlardı. Talipleri kendi köylerinde ona 1945’lerde bir ev yapıyorlar... Her şeye rağmen talipleriyle kalıyor. Ailesi başka bir köyde olmasına rağmen o kendi talipleriyle birlikte yaşıyor. Onun yaşadığı ev köyün 11. Evidir ve o her zaman mutlu olduğunu söylerdi.
Babam mütavazi bir insandı. Yöresel bir dille, yalın bir şekilde, felsefi bir üslupla karşısındakine önyargıyla bakmayan, başkasının laflarına aldırış etmeden yaşayan çok sade bir insandı. O bence çok geniş bir olgunluğa sahipti. Hiç sinirlenmezdi, herkes onu dinlerdi. Onun olumsuz her türlü olay karşısında sakinliğiyle olayları çözdüğünü görüyordum. Onda derin bir sevgi vardı.
Babam ayrıca talipleri olan Kayseri Sarız’a, Malatya Arguvan’a, Bingöl bölgelerine giderdi. Adana Kızıldere, Pazarcık, Elbistan yörelerinde taliplerimiz çoktu.
Babamın bizlere anlattığı Alevilik, Horasan erenlerinin yaşadığı bir Alevilik’ti. Tanrı’yı insanda bulan bir Alevilik anlayışını babam bir dede olarak bizlere anlatırdı. Ahir Ali’dir, Evvel Ali’dir. Evrende yaşayan bir Ali kavramı vardı.
Babam bana şimdi çok dahi iyi görüyorum ki çok ahlaki öğütler verirdi. Babam bize yapacağınız işi iki kez düşünerek yapın, derdi. Bizlere israf etmeyin, derdi. Boş kaldığı zamanlar hayvanlarla ilgilenmeyi severdi. Tek bir buğday tanesini bile ziyan etmeyin, derdi.
Gençlik Dönemi ve Türkiye’de Zorlu Yıllar
Ankara Üniversitesi Dil ve Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümüne kaydoldum. Ama o zamanlar “sağ-sol olayları”nın dorukta olduğu yıllardı. Doğru dürüst okuyamıyorduk. Ben de 1976’da askere gittim. Sivas’ta askerdim. Sonra Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Muhafaza Alayı’na geçtim. Para yok, yokluk çoktu. Mehmet Ali abim bana para göndercek ki, ben de o parayı alayım köye döneyim. O parayı bir hafta geç aldım, bir hafta sonra köye gidebildim. Köyde tarım arazisi çok azdı. İş yoktu. Ben de Sosyal Sigortalar Kurumu’na başvurdum. Ankara’da Gölbaşı’nda Gazeteciler Cemiyeti’nin restoranında gittim. Orada çalıştım. Orada bir müsteşarla tanıştım. Maraş Sosyal Sigortalar Kurumu’nda çalışmıştı. Onun da yönlendirmesiyle sınavlara girip Yardımcı Müfettiş olma hakkını kazandım. (1978)
Hayat böyle sürerken Maraş Olayları oldu.
Benim yaşadığım mahalle “Kara Maraş” denilen Yavuz Sultan Selim Mahallesi idi. Burada çoğu Şafii olan Sünni Muşlu Kürtler yaşıyordu. Aydınlar Mahallesi’nde (Sünni Yörükler) onların da Alevilere saldırdıklarını gördük. Biz olayların içinde olmadığımız, zarar gören kesim olduğumuz, bize saldıranlar belli olduğu halde, ben olayların içinde olmadığım halde, kendimi bir anda valinin karşısında buldum. İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ydı. Hüseyin Doğan’dan dolayı onu tanıyordum. Ona sitemde bulundum. Benim bir suçum yok, ben niye buraya getirildim, dedim.
Ben çok önemli bir adammışım gibi sözde bana saygı gösterdiler. Güvenli bir yere götürülmem bahanesiyle beni oradan aldılar, götürdüler. Bir başçavuşla birlikte başkomserin odasına götürüldük, hepsini tutuklayın, dedi. Bana soru sorma hakkı vermediler. Hem öldürüyorsun, hem de madur edebiyatı yapıyorsun, dediler. Beni içeri aldılar, suçsuz bir şekilde on ay Adana’da bir hapishanede yatırdılar.
1130 kişilik bir iddianame hazırlanmıştı ben 976. Sıradaydım. Bana on ay sonra savunma hakkı geldi, ben o zaman zaten çıkmıştım.
1979 Kasımında Maraş’ta geldim.
Yani 24 Aralık 1978 tarihinden Kasım 1979 tarihine kadar tutuklu kadım.
Adana’da Dev-Genç Sempatizanı veya üyesi olan Av. Halil Sıtkı Güllüoğlu ve Milletvekili Hüseyin Doğan’la bizim eve gidiyoruz. Kapıçam denilen yere geldik ki, yer gök inliyor. Her taraf insan dolmuş. İnsanlar slogan atıyorlar, CHP aleyhinde. Tüm devrimciler toplanmışlar CHP’nin vergi paketini protesto ediyorlar. Biz bu olayların arasında kaldık.
Maalesef Halil Sıtkı Güllüoğlu Adana’da ülkücüler tarafından öldürüldü.
Benim üzerimde Maraş Olayları’nın büyük etkisi oldu.
Bence Maraş Olayları Maraş’tan; Pazarcık ve Elbistan’dan yurtdışına göçün, Avrupa’ya gelişin ana nedenlerinden birisidir.
Ben hapisten sonra 5 yıl mecburi ikamet yeri olarak Kayseri’de yaşamak zorunda kaldım. 5 yıl büyük çileler çektim, kamu hizmetlerinden men edildim.
Büyük sıkıntılar yaşadığım için, geçim derdi, hayat korkusu ve başka nedenlerle Türkiye’de yaşamanın zor olduğun görünce yurtdışına çıkmanın yollarını aradım. Abim Almanya’da idi. Gerekli vize parasını tam çıkaramadığım için İsviçre’ye gitmeye karar verdim.
İsviçre’ye Geliş…
İsviçre’ye gelince tesadüfen havalimanında bir İsviçre’li bayan milletvekiliyle tanışma şansına ulaştım. Benim Türkiye’de haksızlığa uğradığıma inandı. Bana yardımcı oldu. Ben siyasi ilticacı oldum. Bu 1982 yılında oldu. O zaman Lozan’daydım. Freiburg’a beni gönderdiler. Kendime iş buldum. Kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalıştım. Ama beni İsviçre’den Türkiye’ye göndermek istediler. Bunun üzerine ben de büyük bir mücadele başlattım. Kendi irademle baş başaydım artık. Türkiye’de haksızlığa uğramıştım, orada yaşamam zordu. O nedenle burada kalmak zorundaydım. Olaya Bakanlar Kurulu’na kadar götürdüm. Burada elimden alınmak istenen haklarım için insanlar seferber oldular. Duyarlı insanlar bana sahip çıktılar, benim için yürüyüş yaptılar. Bu olay televizyonlara yansıdı. 3 bin adet kart bastılar; “biz hepimiz Hüseyin’iniz, onu göndermiyoruz” dediler. İnsanlar seferber oldular. Bunları hiçbir zaman unutmuyorum. “Devletsizler Kağıdı” verdiler. Bu kağıtla istediğim yere gidebiliyordum. Ama kendi yurduma 17 yıl sonra gidebildim.
Benim hayatım senin dediğin gibi bir kitap konusu.
Sevgili Ayhan;
Eşim Ornella ile 1989 yılında evlendim. Hayatım değişti. Sıkıntılar bitti mi, hepsi geride kaldı mı? Elbette ki, değil. Hayat hiçbir zaman tam güzel ve mutluluk kaynağı değildir. Her zaman, yaşam olduğunca zorluklar da, sıkıntılar da devam edecektir. Ama benimkisi önemli bir hayat öyküsüdür. Ama bunları geride bıraktım.
Ben şimdi mali müşavirlik ve emlakçılık yapıyorum. Sivil toplum kuruluşları ve derneklerle uğraşıyorum.
Alevilik Çalışmalarım
Alevilik’le ilgili çalışmalara 1994 yılında başladım. 1994 yılında Cenevre Alevi Kültür Derneği kurduk. 2009 yılında bir gurup arkadaşla oradan ayrıldık. Bizler farklı bir yapıda çalışıp yeniden bir örgütlenme içine girmek istiyorduk.
29-30-31 Ekim – 1 Kasım 2003 tarihinde burada büyük bir panel düzenledik.
ABD’de 11 Eylül yaşanmıştı. Avrupa’da da bir büyük İslam düşmanlığı hüküm sürüyordu. Burada İslam’a karşı büyük bir hoşgörüsüzlük hüküm sürüyordu. Baktık ki bundan Alevilik’te payını alacak. Burada Alevilik tanınmıyordu. Bunu aşabilmek, bazı duvarları yıkabilmek için seminerler yapmamız gerektiğine karar verdik. Ali Demir’in manevi desteğiyle bir büyük işi giriştik. Bizler burada olumlu bir şeyler yapmak isteyince, bunu somut olarak göstermek zorundaydık.
Bizler yıllar öncesinden Milli Eğitim Bakanlığı’nda Aleviliğin anlatılması gerektiğini, öğretilmesi gerektiğini düşünüyorduk. Gerçekten de bizim aklımızdan geçenlere sevgili hocamız Prof. Dr. İzzettin DOĞAN dile getiriyordu. Biz de burada bir seminer yapalım, halkı aydınlatalım dedik. Türkiye’den Prof. Dr. İzzettin Doğan’ı, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’yi, Prof. Dr. Kezban Hatemi’yi, Mısır’dan; Prof. Dr. Fawzia Al Shmavi gibi şimdi aklıma gelenler, bunları davet ettik. Burada bir seminer yaptık, İslam’la ilgili, Alevilik’le ilgili.
Etkinliğe Avrupa Parlamentosu II. Başkanı Renzo İnbenih, Belçika Milletvekili Olga Zrhien, İsviçre Devlet Temsilcisi, Cenevre Belediye Başkanı gibi çok sayıda davetlinin katıldığı bir etkinlik yaptık.
Seminer’in ismi: Çoğulcu İslam’dı. (İslam’ın Farklı Yorumları).
18 Şubat 2004’de Türkiye – İsviçre Avrupa İşbirliği üzerine bir seminer yaptık.
2007’de İsviçre Parlamentosu’nda Alevi toplumunun istişare toplantısını yaptık.
Emine Coşkun (73) (Ablası)
Babam beden olarak çok güçlü değildi ama bence o sevgi olarak çok güçlü, benzersiz bir insandı. O kendi âleminde yaşardı, kimsenin malında, mülkünde gözü olmayan çok sade bir hayat süren bir insandı. Birisi küfredese onu çok kınardı. O her zaman Şahı Merdan, diye çağırırdı. Saz çalardı. Cemlerde semah dönerdi, zikre girerdi.
Maksutuşağı Köyü’nde evimizde kalan babaannem Zeynep (Zine Kome) Ana’yı bile ziyaret ederdi.
Babaannemin kardeşi olan Hüseyin Kome’nin kabri şimdi ziyaret edilir. Bize taliplerimizin büyük sevgi ve muhabbetleri vardır.
Biz 5 kardeşiz. Mustafa Abimin üzerinde babam çok dururdu. O da kendisini geliştirdi sevilen bir dede oldu.
Şimdi kardeşim Hüseyin bu işlerle ilgileniyor. Benim 4 olan, 3 kızım var. Size anlattığım Chur’da CHP başkanı Salman Coşkun benim oğlumdur. Ayrıca Chur’da yine Mustafa Coşkun vardır. Bir oğlum da İstanbul’da restoran işletiyor, İsmail Coşkun. Size hayat boyu başarılar diliyorum.
Sular hep aktı geçti
Kurudu vakti geçti
Nice han nice sultan
Tahtı bıraktı geçti
Dünya bir penceredir
Her gelen baktı geçti...
Yunus Emre
Ben şöyle bir hayata sesleneyim
Ey hayat; sen nelere muktedirsin. Senin tarlandan kimler su içti, hangi ekinler büyüdü, boy attı. Sen kimlere yaşam hakkı tanıdın, kimlere tanımadın?
Ey zalim hayat; tarihinin karanlık sayfalarındaki yüz binlerce öykünün kahramanı yaptığın nice canları demir dişlilerin arasında ezdin, yok ettin, sonra büyük bir kahkahayla güldün.
Ey hayat; acımasızlığına kimler kurban verildi? Kaç canı aldın, eğdin, büktün, kırdın, döktün? Döktün demir mazgallarına, dağladın ve kimlerin gözyaşlarını kan akıttın?
Ey hayat; kim bilir kaç sevgiliyi birbirlerinden ayırdın, kınalı kuzuları analarından?
Ey hayat; ey meçhul gemi! Kimleri okyanuslarda boğdurdun, hangi imliklerini hangi masumların başlarına geçirdin? Kimleri haksız yere ağlattın, kimleri haksız yere güldürdün ey kahpe felekli dünya?
Ey hayat denen kan içici, zehirli engerek yılanı! Nice işkencelerde, soğuk gecelerde, dağ başlarında, yurdundan uzak yurt özlemiyle dolu nice nice canların kanlarını şerbet içer gibi içtin son soluklarını bile veremeden.
Kimine yas tutturdun, kimini kişnettin. Kimine kel bir baş, kimine hayat boyu gam ve kasavet verdin ey hayat!
Kimini kanser, kimini verem, kimini astım ettin attın hastane köşelerini ey zalim hayat!
Kimine servet, kimine köşk, kimine layık olduğu bir evlat verirken neden her zaman da zengini sevdin ey hayat!
Kimini diyar diyar gezdirdin, kimini inim inim inlettin, kimini ise Türkiye’de milletvekili edip deri koltuklara oturttun hayat.
Sen var ya sen, kimine ağustosta yağan kar, zemheride açan güneş gibi oldun adaletsiz, çarkı kırık terazi!
Nankör kedi!
Eşek kovalıyasıca!
Arı sokasıca!
Boynu altında kalasıca tospoğa.
Hin oğlu hin, ama her zaman da sen kazandın.
7 Mayıs
Peşimi bırakmayan dertlerim…
Gerek Hüseyin Enhas onun işleri olduğu için, zor olmasına rağmen Ali Demir eşlik ederek bu güzelim kenti bana gezdiriyorlar. Cenevre Gölü dağların sularıyla besleniyor. Dağ yamaçlarında ise Arap emirlerinin köşkleri varmış. Koca uçaklarla yüzlerce bavulla tatile gelir, dünyanın en pahalı şeylerini alıp memleketlerine giderlermiş.
Eeee burası İsviçre kimin ne kadar altını, parası vardır bu ülkenin bankalarında acaba, kim bilir? Bir gün açığa çıkar mı dersiniz?
Bir de bakmışsınız, Alevileri sömüren Alevilerin sırtından zengin olan kimilerinin de hesapları çıkıverir buranın bankalarında? Buna hiç şaşmam. O kadar namussuz, hırsız var ki bu toplumun içinde… Yahu yine başladım ben. Güzelim gölü ve manzarayı mahvettim. Kaldır at Ayhan şu karın ağrısı sancılarını Cenevre Gölü’ne, koca 25 milyonluk kitleymiş, biraz da onlar kafa yorsun, yahu sen kafayı üşüteceksin bu gidişte!
Yok, 1998’de Devletin Alevi kurumlarına verdiği 425 milyar lirayı alanlardan hesap soruluyormuy muş, yok ne olmuş bunun sonu. Yok, bilmem neler? Atatürk’e saldıran, Türk bayrağına saldıran, Türkiye düşmanı olan, çokbilmiş dernek başkanları biraz bunlarla uğraşsın… İnsanlar işkence çekmişler, kaçmışlar gelmişler buralara iyi tamam… Bunları kullanıp, onları sömüren, işsiz güçsüz, laf borazanlığı yapmayı meslek edinmiş Aleviliği Luvilere dayayan, İslam’dan tümüyle koparan, ayrı bir din yapan, kendince yeni yeni türeyişlerle büyük buluşlar yaptığına inanan insanlar biraz da bunlarla uğraşsınlar.
Sen her gün kendi kendini niye yiyip bitiriyorsun. Hem ne elde ediyorsun. Kim seni dinliyor, kim senin yazılarını okuyor?
Uzun uzun yazıyorsun, dertleniyorsun, tarif ediyorsun, kim ilgi gösteriyor? Kendi kendine tatmin oluyorsun işte. Gözüyle gördüğü güzelliği görmeyen bu insanlar, başkalarının hatalarını kusurlarını ararken kendi yaşadıkları rezillikleri görmek istiyorlar mı, okumak istiyorlar mı, düzeltmek istiyorlar mı? Ancak eleştirmek, karalamak, bağırmak, slogan atma. Bugünün Alevisinin yaptığı bu değil mi? Alevi kurumları veya bırakın kurumları, aydınları, yazarları, dedeleri vs. bu Aleviler kendi soranlarının çözümü için ne yapıyorlar Allah aşkına? Daha doğrusu milyonlarca sayıyla ifade edilen bu büyük kitlenden kaç kişi Aleviliğini mesele ediyor, bunu takip ediyor, sorunlarının çözümü için adım atıyor. Bacaklarını uzatmış televizyonda cem izliyor, elinde şişesi ahkâm kesiyor, bilgi sahibi olmak için okumadan her konuda filozof gibi fikir sahibi oluyor. Alevlerin durumu bu.
Ey Ayhan abartma, abartma, abartma diyorum yüz bin kez sana. Sen adam olmazsın. Sen aynı kafayla konuşup, yazıp duruyorsun.
Yahu sen adam olmazsın, dedin de, bunu sana daha önce birisi daha söylememiş miydi? Cem Dergisi’ne Milliyet’ten gelen bir kadın vardı. Alevilik’le, Alevi camiasıyla, dedelerle, yazarlarla bir ilgisi olmadığı, senin yaptıklarının üstüne konduğu halde, 2001’de sana hakaretler yağdırmış, Ayhan sen adam olamazsın! Demişti. Ondan iyi bilecek değilsin ya Ayhancığım, koskoca vakfın başkanı senin başına getirmişti, çok tecrübesi var, o derleyip toparlayacak, reklamlar alacak Dergiye, diye sizler maaşlarınızı bile alamazken yüksek bir maaşla gelip derginin başına oturmuş, başta sana veya Cem Radyo’dakilere, kime gücü yetiyorsa onlara hakaretler yağdırmıyor muydu? Ama hemen bir iki yandaş edinip onlarla sıkı fıkı olmayı başarmış, bu konuda çok yetenekli olanlarla, dedikoduyla ve adam elde etme yoluyla sizi bölüp, orayı daha iyi yönetmek için türlü manevralar yapmıştı. Öfkeli, kibirli, çokbilmiş haliyle zaman zaman terör estirmiyor muydu sizin üzerinizde? Onun hakaretlerini, baskılarını sineye çekmek zorunda kalmıştın aynen çok uzun süre Cem Vakfı’ndaki tüm müdürlerin, kimi sözde yöneticilerin, yönetim kurulu üyelerinin seni hırpalamalarını sineye çektiğin gibi.
Sonunda ne oldu? 17 yılın öfkesi birikmişti ve hepsini kusmuştun en son müdürün yüzüne!
Evet, evet, sen adam olmazsın Ayhancığım, bu göldeki kuğuların narin narin yüzmesini izlemenin keyfini kendi ellerinde suya batırıyorsun ya, o güzellikleri boğuyorsun ya, sen adam olmazsın.
Şerefsize ve şerefsizliklere minnet edeceğine taş işçiliği yapsaydın daha iyi olmaz mıydı? Hayatını böyle kazansaydın daha iyi olmaz mıydı?
Haaa, taş duvar işçiliği yapsaydım buralara gelemez miydim diyorsun, tek derdin bu muydu, buranın tadını çıkaramadıktan sonra gelmişsin, gezmişsin ne yazar?
Her şeye rağmen yine de yazarım mı, diyorsun?
O zaman aşk olsun sana çocuk, aşk olsun, diyorum ben de sana.
Yaz durmadan, çekinmeden yaz, yazmaya devam et öyleyse!
MUSEE D’ART ET D’HISTOİRE
Evet, burada günün olayı; MUSEE D’ART ET D’HISTOİRE’yi gezmem olayıdır. Bu müze binasını dakikalarca seyrettim. Bu bina bile bir sanat eseri. Dış cephesi bir sanat eseri. Devasa bir müze. Tüm birimlerini gezebilmek için tam günü buraya ayırmak gerekir. Ben resim hastasıyım. Ama önce klasikler olan silah bölümün ziyaret ediyorum. Bir önemli bölüm olan ve Roma’dan Bizans’a uzatan çizgide Roma İmparatorluğu’nun dönemini yansıtan gerçek tarihi sanat eserlerini sergileyen bölümü geziyorum. İkonalar ve Hıristiyanlığı simgeleyen resimlerin dışında burjuvanın yani kent soylularının her birinin en az kendi boylarında yaptırdıkları yağlı boya portre resimlerini, gümüş eserler, masalar, dolaplar, sehpalar, ev eşyalarının her türü, Hıristiyan azizlerin vitraydan yapılmış resimleri… Gez gez bitmiyor bu müze… Burada benim en çok dikkatimi çeken vitraylara yapılmış aziz resimleri. Bu ne ustalık, bu renk uyumu, bu ne canlılık. Bunu yapanlar canlarını, ruhlarını, ruhlarının da ötesinde inançlarını tam anlamıyla buraya katmışlar. Büyüleyici bir işçilik.
Erkek ve kadın vücudunun tüm hatlarının en ince ve belirgin bir şekilde ölümsüzleştirildiği heykeller… Ama benim asıl aşkım olan resimler. Burası bence çok önemli bir koleksiyona ev sahipliği yapan müze. Muazzam güzellikte ve çeşitlilikle resimler var bu müzede.
Cenevre Sanat ve Tarih Müzesi; tüm Avrupa’nın dağlarının, derelerinin, ormanlarının, ağaçlarının, köylerinin, köylülerinin, soylularının, tarihin sisli sayfalarından çıkıp rengârenk bir şekilde size sunuyor. Antik çağdan bu yana; Mısır, Yunan dönemlerine ait özellikle heykel bölümü sergiye kapalıydı. Bir saatten fazla gezsem de bu bana yetmedi. Müze gezmek saatler boyunca süren bir çaba gerektirir, ilgi ve sabır gerektirir.
En büyük arzum günün birinde uzun bir Avrupa turunda kentlerin dehlizlerine girer gibi müzelerine girmek, oralarda saatler geçirmek, oralara saklanmak…
Oralardan hiç çıkmadan oralarda kaybolmak…
Ali Demir (53)
Cenevre’de olmamın en büyük karı Ali Demir’i tanımak oldu.
Avrupa’da ve dünyanın dört bir tarafında dünyayı güzelleştiren insanlar vardır. Hangi dili konuşursa konuşsun, hangi kültürden gelirse gelsin, insan evladı olarak yaşarlar. İşte İsviçre Cenevre’de pırlanta gibi bir Anadolu ışığına denk geldim. Hüseyin Enhas’ın tanıştırdığı ve benimle çok ilgilenen Ali Demir Alevi yolunun gerçek bir yolcusu, derviş yapılı bir can insan.
Gözleri gülen, namuslu bir şekilde işiyle uğraşan, dedelerinden getirdiği temiz ahlaklı yaşamı Cenevre’de sürdüren, eşiyle, çocuklarıyla tam uyumlu, çok huzurlu ve güzel bir ömür süren Ali Demir, Aleviliğin değerleriyle, ilkeleriyle Cenevre’de de yaşamanı savunan, mücadeleci, alçak gönüllü, yapıcı bir insanımız.
Çocuklarının eğitimine önem veren, Alevilerin birlikte örgütlenmesi, güç birliği yapmasını savunan çok inançlı bir insan olan Ali Demir, Anadolu’nun, Maraş’ın güzelliğini buraya getirmiş burada yaşatıyor.
Beni alıp İsviçre Cenevre’ye çok yakın olan Fransa’daki evine götürdü. Çocuklarıyla tanıştırdı. Çocukları pırlanta gibi, ışıldayan gençlerimiz. Okuyan, araştıran, meraklı gençlerimiz. Onlara göre ki daha önce de bunu yazmıştım, Fransızca bilen ve Aleviliği anlatabilecek kişiler olsa buradaki arkadaları ve bu arada Fransız arkadaşları da, Alevilik’le ilgili bilgi almak istiyorlar. Yine de bana bazı sorular soruyorlar. Ne varsa bu gençlerde var. İlerde umarım bu okumuş, yazmış, kültürlü gençler kurumları ahtapot gibi saran beyni sulanmış kimi “Alevi ileri gidenleri”nden bu işleri devralırlar; Aleviliğin, Bektaşiliğin ve insanlığın evrensel değerleri neyse o şekilde bu toplumu bir araya getirip, kurumları yönetirler.
Kendi İfadeleriyle…
Eskiden Elbistan’a bağlı bir iken bağımsız bir ilçe olan Ekinözü İlçesi’ndenim. Doğumum ise Ambarköy. Ekinözü’ne bağlı bir köydür. Köyde 20 yaşına kadar kaldım. 21 yaşında Cenevre’ye iltica ettim.
Çocukluk, baba, köy…
Babam köyümüzde sıcak demircilik yapardı. Kendisine Demirci Dosto, derlerdi. Çevredeki on köyün demir işlerini babam yapardı. O yüzden babamı tanımayan yoktu. Demircilik Davut Peygamber’den kalmış. Rahmetli dedem Mehmet Ali Demir kısa bir süre bu işi yapıyor. Onun amcası Hürrü Hüseyin de bu işi yapıyor. Ondan dolayı da bizler “Molla Hürrolar” derlerdi. Gençliğimde ben babama yardımcı oldum. Babam aynı zamanda marangozluk da yapardı. Bunun dışında malcılık, rençberlik de yapardı. Bu ülkeye iltica ettikten sonra bu ülkenin vatandaşı oldum. Şimdi ise İsviçre yakınlarında Fransa’da Gex bölgesinde yaşıyorum, iş yerim ise Cenevre’dir. Birbirine yakındır. O yüzden her gün gidip geliyoruz. Eşimle değişimli olarak çalışıyoruz. Ben belimden rahatsızım. Eşim bana yardımcı oluyor. İki okuyan çocuğum var.
Alevilik
Alevilik’le ilgili aynı şekilde çok inançlı bir insan olan amcam İmam Demir’le (55) birlikte mücadele verdik ve vermeye devam ediyoruz burada. Bizim bu konuda en büyük isteğimiz geleneksel olarak yaşayan Aleviliğin burada da yaşatılması, gençlerin bizim yolumuzdan gitmesi. Yaşam bir yoldur; bazen inişli olur, bazen çıkışlı olur. Bazen yokuşa geldiğin zaman yan kırarlar. Hayatın türlü hallerinde yaşamı bırakmamak lazım.
Aleviler siyası bazda dağınıklıklar. Ufak bir sabit fikirde dağılıyorlar. Bir araya gelmeleri zor oluyor.
Burada Aleviliği inanç olarak kabul eden, onun inanç boyutuyla yaşamanı isteyen insanlar elbette var. Cenevre Alevi Kültür Merkezi var. Orada da çok değerli insanlar var. Ama ne yazık ki, insanların kafasını karıştıran insanlar da var. Son yıllarda Aleviliği kılıktan kılığa sokarlar oldu. Bence aslında birlikte mücadele verilip bir ortak yol bulunabilir. Zaten darmadağın olmuş durumdayız. Ama bazen de bir arada bulunmak zor oluyor. İnsanlar ayrılıyorlar. Bizim buradaki mücadelemiz Aleviliğin bir inanç olduğundan dolayı bu görüşte hareket etmek. Dedelere, ceme büyük saygımız vardır. İnancın bu şekilde burada da yaşamasını, çocuklarımızın inançlı insanlar olarak yaşamalarını istiyorum.
Avrupa’da Alevi dernekleri başıboş, dağınık. Ben buralarda birlik kurulmasını, birlikte hareket edilmesini savunuyorum.
Zaten Aleviliğin temelinde insan ayrımı yoktur. Ama Aleviler kendi aralarında ayrılmışlar. Siyasi yönden Aleviler parçalanmışlar.
Benim tahmine göre Cenevre’de en az 50 hane Alevi var. Bu az değil ama bizler bir araya gelmek zorundayız.
EVİM, KARIM, ÇOCUĞUM
Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı,
Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu.
Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu.
Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım.
Kapıyı ben çalmadan açıverirdi karım.
Her akşam tekrarlardım onun güzel adını.
Boynuma atılarak: “Baba!…” derdi çocuğum,
Onu göğsüme basıp cevap verirdim:
“Yavrum”
(Ziya Osman SABA, Geçen Zaman’dan, 1941)
8 Mayıs
Basel
Dursun – Beyaz Kaya
Ali Demir beni trene bindirdi. Ben de yine eşsiz doğa içinde Basel’e doğru hareket ettim. Bu sefer 2003 yılında geldiğimde bir gece kaldığım hemşerilerimin Dursun – Beyaz Kaya çiftinin evine misafir olacağım, üç gün boyunca.
Tren yolculuğu bir harika, geniş camlardan çevreyi doyasıya seyrederek yol almak, bir şeyler yazmak, bir şeyler okumak, çevreyi gözlemlemek… Büyük mutluluklar.
Yol boyu ağaçlar, evler, sıradağla…
Hiçbir kaygıları olmadan sonsuz bir huzurda yerlerinde duruyorlar. Evet, oturmuşluk, sakinlik, gelişmişlik, doğallık…
Demekki ben de ve benim ülkemde olmayan şeyler ki bunları sık sık dile getiriyorum, vurguluyorum.
Daha önce iki kez geldiğim bu kenti geziyoruz. Şimdi her şey bildik geliyor sanki. İnsanoğlu böyle… Her gittiği yere alışır…
Dursun Kaya’ya sohbet ediyoruz. O aslında hayattan büyük beklentileri olmayan ve her şeyin yolunda olduğunu söyleyen bir can insan. Eşim benim her şeyim, o benim mutluluk kaynağım, yaşam kaynağım diyen Dursun Kaya’ya göre; Basel’de aslında iki Alevi derneğinin olması gereksiz. İnsanlar bir araya gelebilecekken gelemiyor, diyen Dursun Kaya Alevilik’le ilgili gerçekten emek verenlerin her zaman göz ardı edildiğini, ama tüm bunlara rağmen derneklerin çok büyük işler başardıklarını vurguluyor.
Basel ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi ve Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Birliği bu şehirde faaliyet gösteren iki kurum. Kültür Merkezi; Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu’na bağlı olan İsviçre Alevi Federasyonu’nun bir üyesi. Diğeri ise bağımsız bir kurum. Zaman zaman Cem Vakfı’yla işbirliği yapsa, ayrı bir federasyon kurma girişiminde bulunsalar da, onlar bağımsız hareket ediyorlar. Son zamanlarda duyduğuma göre Aleviliğin İsviçre’de yasal olarak tanınması için mücadelede işbirlikleri var. Bu aslında doğal bir şey. Ama görüş ayrılıkları sürüyor. Birbirlerine bir mesafeleri var kurum yöneticilerinin.
Neyse bir gün bunlar çözülür, geride kalır umarım ki.
10 Mayıs
Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Birliği
Şah İsmail Hatai Paneli
Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Birliği’nin çok değerli yöneticileri bundan 5 sene önce, 2008’de beni Türkiye’den davet etmişlerdi. Burada insanlarımıza seminer vermiştim. (Notlarla ilgili bakınız: Ayhan Aydın, Dostlar Bağında Gönül Seyyahı, Ürün Yayınları, Şubat 2013, Sayfa: 164-176, İstanbul). Buradaki güzel insanlarla ilgili diyaloglarımı, çektiğim fotoğrafları bu eserimde okurlarımla paylaşmıştım.
Şimdi yine Alevi Akademisi’nin organizasyonuyla yine bu dernekte bir panel var; Şah İsmali Hatayi’yle ilgili olmak üzere.
Türkiye’den, Doç. Dr. Ali Yaman, Prof. Dr. Ahmet Taşğın, Azersbaycan’dan Tarihçi Yrd. Doç. Dr. Namık (Namıq) Musali, Almanya’dan Alevi Akademisi Başkanı Av. Sedat Korkmaz Dede, konuşmacılar. Dernek yöneticileri nezaket gösterdiler beni de konuşmacı listesine eklediler.
Doç. Dr. Ali Yaman
Bolu İzzet Baysal Üniversitesi
Şah İsmail Osmanlılar ve Osmanlı yazarları tarafından hep kötü birisi olarak gösterildi. Onu bölücü olarak gösterdiler. Tarih kötülerin elinde. Osmanlının hatasına Alevi yazarlar bile düştü. Doğru dürüst bir tarihçimiz, yazarımız olmadı. Tarihi olayları bizler fazla bilmiyoruz. Devlet sistemi bizi yıprattı. Sağ – sol çatışmaları bizleri yıprattı. Hemşericilik olayı var, onun ortadan kalkması lazım. Dernek yöneticilerinin daha sabırlı olmaları gerekir.
Bütün yükler bizim insanların üzerine yüklendi. Tüm yükleri birlikte omuzlamak zorundayız. Şah İsmail Aleviler tarafından yazılmamış bir konudur. Geçmişimizi bilmek zorundayız, öğrenmek, okumak ve yazmak zorundayız. Geçmişi anlamadan, geleceği kestiremeyiz.
Şimdi birileri diyorlar ki; Pir Sultan diye birisi yaşamamıştır. Bu hatalar bize zarar veriyor. Bizler kendi tarihimizi, kültürümüzü, inancımızı daha iyi araştırmalı, yazmalı, dile getirmeliyiz. Az bilinen konulardan birisi de Şah İsmail ve onun devriyle ilgili konulardır.
Yrd. Doç. Dr. Namıq Musali
Azerbaycan, Bakü Üniversitesi
Prof. Dr. Oktay Efendiyev 1951-2013 yılları arasında Şah İsmail konusuna en fazla emek veren birisiydi. Hiç ara vermeden bu çalışmalarını, ölene kadar devam ettirdi.
Şah İsmail bir kahraman olarak halkın hafızalarında yaşamayı başarmış.
Şah İsmail’i anlatan birçok kitap yayınlanmıştır. Ama bu kitapların önemli bir kısmı onun yaşamını, görüş ve düşüncelerini, eylemlerini çarpıtan, yanlış anlatan kitaplardır. Zaman zaman onun gerçek kimliğini ortaya koyan, doğru ifadeler sarf eden yazarlar da çıkmıştır.
675-76 yıllarında İbrahim Emini diye Sünni kökenli bir yazar onun hayatını yazmış. Yine Gıyasettin Handemir de onun hayatını yazmıştır. Ama onlar Şah İsmail’in gerçek yaşamını yazamamışlardır. Onlar kendi dünyalarından Aleviliği, Şiiliği, tasavvuf, Şah İsmail’in deyişlerini anlayamamışlardır. O yüzden doğru yazmamışlardır. Sünni yazarlar Kızılbaşlığın ne oluğunu bilmedikleri için doğru yazı yazamamışlardır. Yani Şah İsmail’in nasıl birisi olduğu, onun portrenisin Sünni yazarlar ortaya koyamıyorlar. Yine de halkın yaşattığı tarihte, hatıralarda, onların zihninde bir Şah İsmail portresi vardır. Tarih sadece sarayda yazılmıyor, Halk arasında da bir tarih var. Saray tarihçilerinde Şah İsmail’in Hz. Ali’yi nasıl gördüğü, onun inanç dünyasını, iç dünyasını anlatan satırlara rastlamazsınız. Halk hikâyelerinde yaşayan bir Şah İsmail var. Orada yaşayan bir Şah İsmail gerçeği var. Kızılbaşlar arasında Şah İsmail Hz. Ali’nin temsilcisidir. Bu net bir şekilde böyledir. Ama bunu kitaplarda bulamıyorsunuz. Ama nakledilen bilgilerden anlıyoruz ki; Şeyh Safi’den sonra anlatınlanlardan sonra anlıyoruz ki yer altında ibadet eden 15-20 kişilik guruplarla “cem” yapan insanlar var. Bunu biliyoruz biz. Zirzemlerde (bodrum veya benzer bir manada) cem yapılıyor.
Yine Şeyh Hüseyin pir Zadeyi “Mürşitname” diye bir kitap yazıyor. Bu kitapta Şeyh Safiyettin’in yaşamıyla ilgili yazılar yazıyor araya Hatai’nin Türkçe şiirlerini de koyuyor. Saray tarihinde bu karşımıza çıkmıyor. Mürşit olarak Şah İsmail’i anlıyoruz.
Yine yazılan bir kitaptan Barak Baba’yla ilgisi olan Baraki Ocağı’na denk geliyoruz. Şah İsmail’in Baraki Ocağı’na sahip çıktığını, onarla yer yurt verdiklerini bir kaynaktan anlıyoruz.
Şah İsmail Anadolu’ya 1501’de ilk geldiğinde çok büyük bir ilgiyle karşılanıyor.
Safavi kaynaklarında kendi devletlerine Devlet-i Kızılbaş deniyor. Safavi kaynaklarında ilk dönemlerde devletin adı; Devlet-i Safavi veya Devlet-i Kızılbaş olarak geçiyor. Çağdaş İranlı Tarihçiler Kızılbaş Devleti ibaresini kullanıyorlar. Şah İsmail aslında İran’da da unutturulmak istenmektedir. Şah İsmail’e ve onun devrine mesafeli duruyorlar. Onu dile getirmek istemiyorlar. Türk ve İran’lı tarihçiler Şah İsmail’e sahip çıkmazken, Ayhan Aydın Beyin çok iyi ifade ettiği gibi, Şah İsmail’e Azerbaycan’da Prof. Dr. Oktay Efendiyev sahip çıktı. Onun adına bir kürsü açtı. Çok değerli hocamız Oktay Efendiyev nice öğrenciler yetiştirdi, Şah İsmail’le ilgili eserler yayınladı.
Türkiye’de Şah İsmail’i anlatanlar daha çok onun Şiileri üzerinden onu anlatmayı tercih ettiler. Tarihi resmini yapamadılar. Türkiye’de Rahmetli Prof. Dr. Faruk Sümer bu konuda ciddi şeyler yazdı. Onunla birlikte Şah İsmail daha doğru tanındı. Şah İsmail’in tarihi önemli bir tarihtir.
Şah İsmail tarihine 1501’den sonra tüm Ortadoğu’da; Ehlibeytçi kitleler sahip çıktılar. Ali Nimetullah Tarikatı, Nusayriler, Ehlihaklar, kendileriyle Şah İsmail arasında bir bağ kurdular.
Şah İsmail ile atası Şeyh Safi arasında iki yüzyıllık bir fark var. Şah İsmail adım adım Şeyh Safi’nin yolundan giderek, onun fikirlerini hayata geçiriyor. Dergah anlayışı var ama o bir silahlı birlik kuruyor. Bence Safaviler 200 boyunca iktidara hazırlandılar. Sonunda Şah İsmail Safavi Devletini devlet olarak kurdu. Kızılbaş bir Türk devleti kurdu.
Av. Sedat Korkmaz (Dede)
Alevi Akademisi Başkanı
Avusturya’da çok önemli gelişmeler oldu ve bu halen yaşanıyor. Aleviler bir inanç toplumu olarak devlet tarafından resmen tanındı. Kiliseler, Sünni cemaat, Yahudi cemaati nasıl bir inanç olarak Avusturya’da kabul edildiyse aynı şekilde Aleviler de kabul edildi. Bu bizim için bir hak alma başarısıdır. Ama hüner sadece hakkı almak değildir. Bunu uygulamak, bundan yararlanmak da gerekir. Avusturya Alevileri tanımakla, onu bir cemaat, bir inanç toplumu olarak tanımakla kalmadı; Alevilerin önemli günlerini Hızır’ı, Muharrem’i, Kurban Bayramı’nı bayram (özel gün) olarak kabul etti. Aleviler kendi kutsal günlerinde bunları yaşabiliyorlar. Yaşabilecekler artık. Ama şimdi sorunlar yeni başlıyor. Peki, bunları kimler çocuklara anlatacaklar. Aleviliği anlatacak öğretmenler gerekir. Bizler yolumuzu sürmeliyiz, yaşatmalıyız. Mesele budur. Bunu başarmalıyız. Ama yine büyük bir adım atılmıştır.
Prof. Dr. Ahmet Taşgın
Konya Necmettin Erbekan Üniversitesi
Çok uzun yıllar öncesinden tanıdığım ve bu camiada ilk tanıdıkları arasında olduğum Ahmet Taşgın babacan tavarları, dedelere, babalara, ozanlara, dernek başkanlarına büyük ilgisi ve üslubuyla hemen tüm Alevi kökenli yazar, akademisyenleri geride bırakıp bu camianın ayrılmaz bir önemli üyesi oldu çoktandır!
Dervişhaen tavırları, uzun saçı, bazen sakalı, Kızılbaş bıyığıyla ilgi odağı olduğu kadar bir sosyolog olarak bu toplumun aynı zamanda açmazlarını, beklentilerini, umutlarını da çok iyi gözlemleyen Ahmet Taşgın Alevi Bektaşi toplumunun profilini iyi çizebilen ve bu konuda da çalışmalar yapan bir bilim insanı.
Bazen de Aleviler gibi yaşaması, Alevi kimliğinde bir insan olarak bazı gerçekleri ve kendine has üslubuyla görüş ve düşüncelerini ortaya koymasıyla kendinden söz ettiren Ahmet Taşgın İsviçre Basel’deki konuşmasında da aynı şekilde davranıp bizleri şaşırtmadı. Yine samimi, içten üslubuyla Aleviliğin değerlerini ortaya koyup, Alevi toplumunun sorgulayan gençleriyle, kendi önlerini de açtıklarını, bu konuda çalışma yapmanın bir hizmet olduğunu söyledi. Kendisi büyük ilgi topladı.
11 Mayıs
Solothurn
Zekâ, çevreye uyum sağlayıp hayatı sürdürme başarısıdır, derler. Yüzlerce tanımdan birisi de budur zekânın. Pek zeki bir insan olduğumu sanmıyorum ama her şart altında en olumlu ve yararlı sonuca ulaşmak için çaba harcıyorum. Daha önceden kararlaştırdığımız gibi, ben Ali Bulut’la birlikte onun kaldığı şehre gidiyorum. Yol boyu sohbet ediyoruz. Onun bir projesi var; o da o çalışmalarını ilerletmenin peşinde. Dünya Alevi Bektaşi önderlerini, aydınlarını, yazarlarını, dedelerini, babalarını bir araya getirip, sempozyum yapma; görüş ve düşüncelerini derleme, farklı dillerden ciltler halinde yayınlama girişimi. Çok özetle böyle. Gülüzar Hanım’ın etkinliğinden kendisine bahsedince kendisi de bu etkinliğe katılmak istiyor. Benim ise işim çok rast gidiyor. Belki de biraz da bana eşlik etmek için benimle taa Bonn’a kadar; Alevi Bektaşi Araştırma Enstitüsü’nün Muharrem Etkinliği’ne katılmak için yollara düşüyor. Bu arada projesine Enstitü Başkanı Gülüzar Cengiz ve diğer üyelerden destek alma gayreti de var… Ben ise her zaman olduğu gibi biraz ısrarcı tavrımla pek gelmek istemese de, kendini frenlese de, genç bir yetenek ve pırıl pırıl okumuş bir Alevi genci olarak gördüğüm Ozan Sevinç’in mutlaka bizimle gelmesini istiyorum. Çünkü onun da açılmasını, insanlar tanımasını istiyorum. İlerde bu işleri bu gençler yürütecekler…
Sabah erkenden kalkıyoruz, tren istasyonundan Ozan’ı alıyoruz, yola revan oluyoruz.
Ben durur muyum? Haydi, bakalım, uzun yıllardır görmediğim bir değerli insanı kendi yaşadığı mekânda görme arzusu beliriyor bende. Ah bu bendeki insan sevgisi, sohbet etme, konuşma arzusu, dostu dosta ulaştırma kaygısı… Ocağı Tüttürenlerin öykülerini derleme arzusu… Bu da benim bir ayrılmaz parçam… Evet, Murat Küçük’e ulaşmak istiyorum. Kendisini önceden arıyorum. Çok şaşırıyor. İnanamıyorum, diyor. Ayhan Aydın beni ziyaret edecek?
Murat Küçük
Freiburg
Murat Küçük, uzun yıllar Cem Dergisi’nde çalıştı, yayın yönetmenliği yaptı. Kitaplar kaleme aldı. Tahtacıları, Bektaşileri araştırdı, onların içine girdi, aralarına karıştı. Çok güzel söyleşiler yaptı, çok güzel fotoğraflar çekti. Öyküler biriktirdi. Kalemi oynak, dili akıcı, yalın, sade… Cümlelerinin arasında hep inanç, kültür, sevgi, muhabbet olan bir arkadaşımız, genç bir yeteneğimiz. Fethi Erdoğan Dede bunu demek ki daha önceden görmüş; bana zaman zaman söyleyip dururdu. Ayhancığım, derdi, benim üç gençten umudum vardı; birisi sen, birisi Murat (Küçük), birisi de Ali (Yaman). Siz üçünüz çok inançlı gençlersiniz. Herkes sizin gibi olsa, üçünüz bir olsanız ne iyi olurdu, ne güzel işler yapılır, derdi. Her şey kısmetle kaim.
Derken Murat Küçük Almanya’ya geldi yerleşti. Eşi Karin Warhoff’la birlikte şimdi iki çocuğuyla ilgileniyor. Daha önceden yayınlanmış veya yayınlanmamış eserlerini yayınlama uğraşısında. Horasan Yayınları ona sahip çıkmış kitaplarını basmıştı. Hatta Bir Nefes Balkan kitabı iki baskı yaptı. O kitap oldukça sade, anlaşılır ama bilgi yoğunluyla özellikle Makedonya ve Arnavutluk’ta yaşayan Bektaşiliği gayet iyi bir şekilde, özet bir şekilde anlatan bir eserdir. Diğer eserleri yine canlı gözlemlere dayanır. Hele son kitabı, yani romanı, Lâmekân ise başlı başına harika bir kitaptır. Bu kitap Murat Küçük’ün başarısıdır. Onun en başarılı çalışmadır. Bu kitapta aynı zamanda Bektaşilik anlatılmaktadır. Bir Bektaşi Dergâhı’ndaki gelişmelerin anlatıldığı bu zevkle okunan, öğretici kitabı herkese tavsiye etmiştim.
Kader onu Almanya’ya getirdi. İnsanın bazen hayalleri, umutları, düşleri, hedefleri farklılaşır. Murat Küçük daha öncesinde yine gayretiyle İran’a, Irak, Balkanlar’a ve Almanya’ya da getmişti. Cem Dergisi’nde genel yayın yönetmeyinken Cemal Canpolat’ın ve Tükek ailesinin de desteğiyle buraları gezme şansına ulaşmıştı. Yalana hacet yok, dürüst bir insanım, ben bazen onu kıskanırdım. Ne güzel, yayın yönetmeni olmak, bak işte bir fırsatını yakalıyor, geziyor, diyordum. Şimdi aynı şekilde beni kaç kişi kıskanıyor acaba? Ayhan Aydın ne güzel Cem Vakfı’nın ve Aleviliğin imkanlaryla dünyayı geziyor, diyenler vardır?
Murat Küçaük ne güzel yapmış. Yanına o gezdikleri, gördükleri, yazdıkları kaldı nihayetinde. Nankör olmayan birisi olarak söylemek gerekirse hemen tüm yurt dışı gezilerimi, Cem Dergisi, Cem Vakfı veya Cem Televizyonu’nun imkânları dışında kendi yarattığım kaynaklarla yapmamdı. Cemal Canpolat bir kez beni Balkanlar’a ulaştırdı. Tükek ailesinin bu konuda bir desteği olmadı. Bir iki kez de Cem Vakfı sayesinde Balkanlar’a gittim. Bunların dışındaki tüm gezilerimi kendi yaptığım imkânlarla sağladım. Neyse işte sonuçta onlar elimde kaldı, Murat Küçük ardadaşım gibi.
İnsan işte tüm duvarları, engelleri, zorlukları yıkıp aştığında elde ettikleriyle başarıya ulaşabiliyor.
Sonuçta; Murat Küçük çok güzel işler yaptı, kitaplar yazdı. Devamının gelmesini canı gönülden isterim. Hatta Bir Nefes Balkan kitabına konu olan mekânlar bir belgesele konu oldu, TRT’de gösterildi.
Murat Küçük’ün Avrupa’daki dernekler tarafından keşfedilmesini canı gönülden isterin. Her gittiğim yerde de onun ismini zikrederim. Kurumların ondan yararlanmalarını beklerim. Adamlar başka yerlerden, başka ülkelerden yazar, çizer, büyük uzman! Diye insanları sırtlayıp sırtlayıp ceplerine paraları doldurarak kitaplarını basarak ödüllendirdikleri insanları Avrupa’ya getiriyorlar ama burada yaşayan yazarlardan haberleri yok veya onları yok sayıyorlar... Bu haksızlıklara ben tahammül edemiyorum işte.
Umarım Avrupa’daki Alevi kurumları onu bir gün fark ederler. Bazıların çok merak ettikleri Balkanlar’daki Alevileri, Bektaşileri ona da sorarlar.
İsviçre’de de aynı isimli bir şehir varmış. Bu İsviçre sınırına yakın Alman kentinde kendi yaşadığı evde arayıp buluyor Murat’ı. Çok çok seviyor bu ziyaretimize. Gözlerine bile inanamıyor adeta. O da bir Anadolu insanı, o da bir Alevi, o da bir yazar… Bizi sarıp sarmalıyor, bırakmak istemiyor. Meğerse ne kadar şey birikmiş zamanla konuşacak. Evinin zemininde, bodrumda kendine bir özel oda bile yapmış. Kitapları, belgeleri, resimleri, bağlaması bile orada. Biraz buruk ayrılıyoruz; çünkü belki daha iki üç saat kalsak konuşacak konular birikmiş. Ama devamında yine Facebook’tan irtibatımız devam etti. En son 2014 ziyaretinde de uzun uzun bir telefon konuşması yaptık, yine hasret giderdik.
Ve yine bana bambaşka öyküler anlatan, yollardan, derelerden, nehirlerden, orman kenarlarından geçerek varıp gidiyoruz hedefimize. Yol boyu yine sohbetler, muhabbetler…
12 Mayıs
Alevi Bektaşi Araştırma Enstitüsü, Aşure Etkinliği
Olağanüstü güzel bir doğanın içinde boy veren Enstitü, konuklarını ağırlamak için bir gün önceden bir büyük hareketliliği yaşıyor. Herkes canla başla koşuşturuyorlar. Hizmet ehli olmak kolay değil. Gerçekten hem de bedenen bedel ödemek gerekiyor. Bu koşuşturmalar boşuna değil. Birçok farklı yöreden birçok insan buraya gelecek, onları ağırlamak gerekecek, her şeyin Alevi Bektaşi adabına, erkânına göre olması gerekiyor.
Bu nedenle herkes bir mutlu, heyecanlı telaş içinde, koşuşturma geç saatlere kadar sürüyor.
Danışma Ofisi Köln’de olan ama Bonn yakınlarında hizmet veren Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü 12 Mayıs’ta etkinlik yaptı. Dergisi 7. Sayıyı çıkardı.
Malberg 1, 53547 Hausen (Wied) adresinde yaklaşık bin metre kare arazi içinde muhteşem bir manzaraya sahip eski bir otelin restore edilip merkeze dönüştürmesiyle oluşan Enstitü’de Hıdırellez Etkinliği yapıldı.
12 Mayıs’taki etkinliğe Türkiye’den de yirmi kadar bilim insanı katıldı.
11 Mayıs’taki Bilim Adamları Toplantısına ben de dâhil oldum. Gülizar Hanım bunu istedi. Burada Dergiyle ilgili kararlar alındı. Buna göre derginin hem şekli ve hem de biraz içeriği değişecek. Daha önce Gazi Üniversitesi Türk Kültürü Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Müdürü ve aynı isimli derginin yayın yönetmeni olan Doç. Dr. Gıyasettin Aytaç şimdi buradaki dergiyle ilgilenecek. Bu toplantıda daha çok bu konu konuşuldu.
Ben bir başka gün Gülizar Hanım’ı yine ziyaret ettim. Bu sefer çalışma ofisi, Enstitü ve evinin de bulunduğu alana gittik. Kendi ifadesine göre yine çok önemli bir adım atarak, bir kattan oluşsa da merkezi taşımak istedikleri Köln’ün ana merkezindeki bir binanın alt katındaki inşaat halindeki yapıyı bizi gezdirdi.
O gece bizleri yakındaki bir otelde misafir ediyorlar. Ama ben gerçekten de dergâhın misafirhanesinde kalmak istiyordum. Sabah erkenden dergâha geliyoruz.
Misafirler geliyorlar, onlar teker teker ağırlanıyor, sabah inançla ilgili hizmetler yerine getiriliyor. Yeni yeni simalar birbirleriyle tanışıyorlar. Bu büyük bir mutluluk anı…
Enstitü’nün Etkinlik Yazısı
Alevi-Bektaşi Kültür Enstitümüzün 12.05.2013 tarihinde düzenlediği 7. geleneksel "Hıdırellez“ etkinliği Türkiyeden ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen çok sayıda misafirlerin katılımı ile kutlanmıştır.
Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Yönetim Kurulu adına sayın Gülizar Cengiz ve bölgemizin Belediye Başkanı sayın Karl-Josef Hühner`in yanı sıra Köln Başkonsolosu sayın Mustafa Kemal Basa ve eşleri sayın Vildan Basa hanımefendi, Mainz Başkonsolosu sayın Aslan Alper Yüksel, Waldbreitbach Belediye Başkanı sayın Werner Grüber adına sayın Roswitha Schulte, Bad Hönningen Belediye Başkanı sayın Guido Job, DITIB´den sayın Yılmaz Yıldız, Nuseyriler adına sayın Alaaddin Ay, Azerbaycan` dan sayın Dr. Nurlana GASIMLI, Afganistan adına sayın Yrd. Doç. Dr. Abdullah Mohammadi, Bulgaristan Bektaşileri adına sayın Halil Ibrahim Boz, Franziskaner adına sayın Gerlinda-Maria Gard, Türkiye'den gelen, Alevi–Bektaşi camia’sından, sayın Mehmet Temren (Adni Halife Baba), Mehmet Demirtaş Dede, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Miyase İlknur, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği adına sayın Haydar Şahin, Cem Vakfı adına sayın Ayhan Aydın, Alevilik- Bektaşilik Araştırmaları Dergisi Yayın Kurulu adına sayın Prof. Dr. Alemdar Yalçın, Gazi Üniversitesi adına sayın Doç. Dr. Gıyasettin Aytaş, Alevilik- Bektaşilik Araştırmaları Dergisi Bilim Kurulu Adına sayın Prof. Dr. Belkıs Temren (Menemencioğlu), bu yılkı etkinliğimizi katılımlarıyla veya selamlama konuşmalarıyla bizleri onurlandırdılar. Ayrıca Heidelberg Üniversitesinden sayın Dr. Robert Langner, yine Türkiye`den Üniversite hocaları sayın Prof. Dr. Ahmet Taşğın, Prof. Dr. Hasan Onat ve eşleri sayın Nurten Onat hanımefendi, Prof. Dr. Ali Sinan Bilgili, Yrd. Doç. Dr. Kemalettin Deniz, Prof. Dr. Necati Demir, Doç Dr. Ali Yaman, Avrupa'dan bir çok yazarlar ve sanatçılar, bu yılkı etkinliğimizi katılımlarıyla destekleyerek bizleri onurlandırdılar.
Törenimiz 12 Mayıs Pazar sabahı saat 11.00`de çeşme başında ``su salımı töreni`` ile başladı. Selamlama konuşmalarının ardından Dr. Gani Pekşen , Sebahat Akkiraz, Mustafa Özarslan, Aşık Fedai , Aşık Sefai, Seda Aydın deyişleriyle, nefesleriyle ve türküleriyle dinleyenlere ziyafet çektiler. Saat 2`de kara kazan meydana geldi, lokmalar meydana geldi ve Kudsi Baba (Yücel Top) ile birlikte Gülbanglar okundu. Mehmet Demirtaş Dede, Frankfurt Semah ekibi ile birlikte, Fauka Efendi ve Ayşe Hanım ise Mevlevi Semahı ile bizlere unutulmayacak çok değerli dakikalar yaşattı.
Bu yılki Hıdırellez şöleninde sayın Miyase Ilknur, yumurta yarışı, ip atlama, ip çekme vs. gibi çeşitli oyunlarla katılımcılara keyifli saatler yaşattı. Şölenimize katılabilen tüm canların sevinci, coşkusu ve gönül sıcaklığı dışarıdaki soğuk ve yağmurlu havayı tam bir bahar havasına çevirdi.
Kara kazanda pişen pilav, Kurban eti ve misafirlerimizin beraberinde getirdikleri Lokmalar Dedeler, Babalar tarafından dualandıktan sonra misafirlere sunuldu. Munzur Davul zurna ekibi eşliğinde halaylar çekerek saat 18.00´de sonlanan törenimize katılan tüm canlara şükranlarımızı sunarız. El birliği ile, gönül birliği ile bu yılda Hıdırellezde kurbanımızı, ekmeğimizi , suyumuzu, tuzumuzu, kısacası insanlığımızı paylaşmayı bizlere nasip eylediği için yüce Allaha şükürler olsun. Gelecek yılki Hıdırellezde buluşmak dileği ile Aşk ile ve Muhabbet ile kalın.
Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü
Yönetim Kurulu Adına
Gülizar CENGİZ
Bad Kronznak, Anneler Günü
Bir gün önceden bana telefon eden Bad Kronznak Cem Vakfı’nın dernek başkanı Servet Günaştı, oğlunu beni almak için göndereceğini, anneler günü nedeniyle kendilerine bir konuşma yapmamı istiyor. Ben de hem bu canlarla buluşurum, hem sohbet ederim, hem de emektar ve çok inançlı büyüğüm Bektaş Ceren’le biraz zaman geçiririm, diyorum. Bu arada belki beş on kitabım satılır da yol parası elde ederim, diyorum. Doğruya doğru, neyse onu söylemek, yazmak zorundayım.
Meğerki genç delikanlı biraz erken geliyor. Ama bizler merasimleri bitiriyoruz. Ali Bulut ve Ozan Sevinç’le vedalaşıp Bad Kronznak’a doğru yol alıyoruz. Bu arada Servet Günaştı’nın yakınlarda yaşayan annesi ve kardeşine de uğruyoruz. Ana sultanı alıp etkinliğin olduğu dernek merkezine gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Burada oldukça güzel bir toplulukla karşılaşıyorum. Tam 45 dakika beni sabırla dinleyen bu güzelim canlarla bir araya gelmek çok iyi. Yirmi kadar kitabım satılıyor, yol parasını çıkardık, diyorum.
Sonra Bektaş Ceren beni bırakmıyor, onun evine Simmern’e gidiyoruz. İki gün boyunca onunla sohbet ediyoruz, söyleşiyoruz, dertleşiyoruz. Servet Günaştı’yı altı yedi kere arıyorum, kendisi işinin olduğunu, tatil için Hollanda’ya gittiğini filan söylüyor. Onunla bir söyleşi yapmak istiyordum. Neyse kısmet olmuyor. Ama bu arada diğer dostlarla buluşuyoruz.
Duran Selvi’yi ziyaret ediyoruz, sohbet ediyoruz. Bektaş Ceren’in bazı arkadaşlarıyla, akrabalarıyla tanışıyoruz.
Bektaş Ceren
Simmern- Hunsrüch
Bektaş Ceren’in yaşadığı Simmern de olağanüstü bir yer. Üç gün boyunca burada yürüyüşler yapıyoruz, Bektaş Ceren’le bol bol dertleşiyoruz, sohbet ediyoruz. Ama eşinin rahatsız olması beni çok üzüyor. Bir an önce oradan gitmek istiyorum. Onlara daha fazla rahatsızlık vermek istemiyorum. Ama gül yüzlü Bektaş Ceren beni bırakmak istemiyor. Benimle ilgilenmek, yardımcı olmak istiyor. Benim durumuma üzülüyor. Araban yok, paran yok, kalacak yerin yok, bu nasıl haldir? Biz de sana yardımcı olamıyoruz, pantolonun yırtıldığını bana birisi söyledi, farkında mısın, diyor. Neyse bir terzi bakıyoruz ama Almanya’da terzi ara ki bulasın, buralarda öyle şeyler yokmuş. Ama yedek pantolon beni kurtarıyor.
Bektaş Ceren’in hallerini hatırlıyorum 2010 yılından. Canını feda etmek istiyor adeta bu yol için. Hastanelerde kalıyor, kalp krizi geçiriyor. Onunla Fransa’ya gidecektik o zaman ama gidememiştik. O zaman ki heyecan Bektaş Ceren’de halen var. Ama acaba diğer insanlar aynı fikirdeler mi, aynı aşktalar mı?
Bektaş Ceren; şimdi ise beni yalnız bırakmak istemiyor, beni sahipsiz yapmak istemiyor.
Hemşerilerimin benden haberleri olsa benimle ilgilenirler mi acaba, diye düşünüyorum bazen. Bu ülkede şartlar o kadar ağır ki, diye başlanan sözleri çok duyuyorum, ama acaba bu ağır yaşam koşulları insanlığı da tümüyle yok ediyor mu? Bilemiyorum.
Almanya’daki Şiran Kırıntı, Yeniköy ve Kayacık’lılar her sene belli bir kentte toplanıp “Turnuva” adı altında bir araya gelmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Gençler tanışıyor, Avrupa’daki insanlar hiç değilse bugünler de, cenaze, düğün gibi bir araya gelip söyleşme, sohbet etme şansına ulaşıyorlar. İşte bu seneki turnuva 18-19 Mayıs’da Frankfurt’ta olacakmış. Senem ve Haskıs Teyzelerimin çocuklarını ve diğer köylülerimi, akrabalarımı görürüm diye bu tarihi not ediyorum defterime. Etkinliğin yapılacağı adresi ise çok sevdiğim Zülfikar Aydın’dan alıyorum. Kısmet olursa gideriz, diyorum.
Sonrasında ise belki Manneheim’deki Cemevi’nde bir söyleşi yaparız, ayrıca Akademiyi de ziyaret edebilirim, diyorum. Bektaş Ceren ise ben de oraya gitmek isterim, hem seni yalnız bırakmamış olurum, diyor.
Can insanla yola çıkıyoruz.
Şiir
Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?
Gözlere inerken siyah örtüler
Umardım ki artık ölenler güler
Yoksa hayatında sevmiş ölüler
Hala servilerde ağlıyolar mi?
Nazım HIKMET
(Nazım Hikmet’in ilk şiiri)
15 Mayıs
Mannheim
Mannheim Cemevi’nde II. Başkan Barış Yılmaz’la tanışıyoruz, sohbet ediyoruz. 38 yaşında olan, candan, bilgili ve bir şeyler yapma arzusunda olan Yılmaz aslen Maraş, Pazarcık Alibeyuşağı Köyü’ndenmiş. Alman Partisi, SPD’de Göçmenler Gurubu’nda Uyum ve Göç Meclisi (Ludwigshafen Rheinlandfaiz) Başkanlığı yapıyormuş. Bulunduğu gurupta her kökenden insanla ilgilendiğini söyleyen Yılmaz bu gibi sosyal, siyasi kurumlarda yer almanın Türklere ve Alevileri çok fayda sağlayabileceğini söylüyor. Kendisi yapıcı, olumlu bir insan.
Ben her zaman söylüyorum, Aleviliği ne kadar iyi biliyoruz, bize sorduklakında onu ne kadar iyi anlatabiliriz. Her zaman büyüklerimizden duyduğumuz şeyleri hatırlıyorum; mürşit, pir, dede lafları. Ben de şuna inanıyorum, her zaman ileri gitmeliyiz. Bana Alevilik’le ilgili soru sorduklarında; Alevilik’te kadın erkek eşitliği var, diyorum. Bizler Kuran’ı Kerim’i farklı yorumlamışız, diyorum. Aleviler 4 kitabı da aynı değerde yorumlamışlar, diyorum.
Burada bizler 30 Haziranda 21. Yılımızı kutlayacağız. Buranın mülkiyetini bizler artık kesin olarak aldık. Manneheim’da 3 okulda, 28 öğrenciye Alevilik dersi veriliyor. Buradaki sistemde 16 eyaletin tümünde ayrı ayrı eğitim programları uygulanmaktadır. Burada Alevilik Almanca olarak veriliyor, inanç dili Almanca’dır.
Gelmiş olduğumuz nokta kültürel yönden çok çok iyi. Alevilik konusunda, bilimsel ve eğitim çalışmaları konusunda ise çok geride kalmışız, çok zayıfız diyorum. Bence insan haklarıyla, özgürlüklerle birlikte anılan bir Alevilik anlamlıdır.
Hasan Yedigöl (Dede)
Kendisini daha önceden tanıdığım ve 1997 yılından beri bu yapının içinde olan, başkanlık da yapan Hasan Yedigöl aynı zamanda bir ocakdaze. 1997 yılında Alevi ileri gelenleri ilk kez kendilerinin Mannheim Cemevi’nde bir araya getirmeyi başardıklarını söyleyen Yedigöl; İzzettin Doğan, Turgut Öker, Atilla Erden gibi isimleri ilk kez bir araya getirip, birlik sözünü aldıklarını vurguluyor.
Sözlerini şöyle sürdürüyor…
Benim her zaman için amacım bilimsel çalışmaların yapılmasıydı. O yüzden bizler Mannheim’de Akademi’nin olmasını istiyorduk. Ben sürekli bu işle ilgilendim.
Bence iş adamlarının destekleri çok önemli. Onlar yardımcı olmuyor, onlar ilgilenmiyor, görüşüne ben katılmıyorum. Onların önlerine yapıcı, olumlu, kalıcı projelerle giderseniz, onlar sizlere destek olurlar. Bizler hiçbir zaman tam anlamıyla taban çalışması yapmadık. Bu konularda karşılıklı güven çok önemlidir. Halka inmeyen hiçbir zaman hiçbir şey yapamaz. İnsanlar ev ev dolaşılmalıdır. Bu böyledir, bizim insanımız ancak güvenirse sizi destekler o da ancak çalışmayla, gezmeyle, dolaşmayla olur. Alevilik dersini verecek kişilerin iyi seçilmesi gerekir. Herkes Alevilik konusunda nasıl ders verir, verebilir? Okul Aile Birlikleri bu konuda çok önemli. İnsanlara ulaşmak çok önemli. Bizler adım adım çözüme gitmeliyiz. Hastalıkta, düğünde, cenazede mutlaka dernek başkanları ve yöneticileri insanları ziyaret etmelidir. Alevi aileler çok büyük boşluklar içinde, büyük arayışlar içindeler. Onlara ulaşmanın mutlaka yolları bulunmalıdır. 7/8 bin Alevilinin yaşadığı bir şehirdir Mannheim. Hamm’da yapılan bir toplantıda dedelere ben başkanlık yaptım.
Alevilik eğitimlerinde dedelerin sorumlulukları var. Dedeler bu konuda çok iş düşüyor.
Üniversite okumamış, bir teoloji dersi alamamış kişi Alevilik dersi verebilir mi? Alevi öğretmenlerinin durumu çok önemli. Bunlar hassas konular. Ders verme yeteneği olmayan birisi nasıl ders verir, onun verdiği dersten ne hayır gelir, çocuklar Aleviliği öğrenemezlerse bu nasıl bir ders olur, öğretmen olur? Benim felsefemi yaşayamayan benim çocuğuma ders veremez. İslam denince sadece Sünnilik anlaşılıyor bunun değiştirilmesi gerekir.
Üniversitede okuyan gençlere maddi, manevi destek olmaya çalışıyoruz. Ayrıca Mannheim ve Heildelberg Üniversiteleriyle işbirliği içindeyiz.
Sonrasında ise Heildelberg yakınlarındaki Alevi Akademisi’ni, Hasan Yedigöl’ün sayesinde ziyaret ediyoruz. Av. Sedat Korkmaz’la görüşmeyi çok istesem de, bunu başaramıyorum. Çünkü gerçekten de yoğun birisi. Kendi emeğiyle geçinen birisi. 2014 gezimde de çok istememe rağmen Fransa’da bir duruşmada olduğu için görüşememiştim. Bir gün uzun uzun görüşmeyi umuyorum.
Akademi aslında çok büyük umutlarla, sevgi ve muhabbet duygularıyla kuruldu. Konuyla ilgili Sayın Sedat Korkmaz’la bir söyleşi yapmayı düşünüyordum. Umarım bir gün bunu gerçekleştiririm.
(Çok ilginçtir; Ciğerlerini Alevilikle ilgisi olmayan her yerden gelen rüzgârlarla doldurmuş insanlara kapılarını sonuna kadar açan bazı kurumlar, hayatını bu işe adayanlara kapılarını kapatıyorlar. 2014 yılında Yazar Ataner Yıldırım’la aynı kuruma yaptığımız ziyarette, aynı ilgiyi göremedik, oradaki bazı yetkililer tarafından biraz Alevilik, Psikoloji, Sosyoloji sınavlarından geçirildik. Ne diyeyim, kader utansın!)
Almanya’dan mektup değil gözyaşı
Pullar mektubuma yollarım ana
Burda tanımıyor kardeş kardeşi
Nasıl gurbet elde güllerim ana
Kimi kolun verir kimi bacağın
Kimisi söndürdü baba ocağın
Kimi hasret koydu çoluk çocuğun
Soran yok bilen yok hallerim ana
Yuvalar yıkıldı ocaklar battı
İçimizde buruk acı bıraktı
Kimi kendin astı kimisi yaktı
Söylemeye varmaz dillerim ana
Biri yavrusunu koydu kundakta
Biri sevgilisin arar yatakta
Elim makinada gözüm şafakta
Unuttu sarmayı kollarım ana
Karı kocasına oğlu yabancı
Gurbette yabancı yurtta almancı
Hayat denen şeyden verdik aracı
Sensiz bu dünyayı neylerim ana
Kul Maksudi gurbet büktü belimi,
Unutturdu bana ana dilimi,
Bilen bilir Alman'yanın halini,
Döktü yaprağını dallarım ana.
Osman Dağlı (Maksudi)