AVRUPA'da ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA YÜZ GÜN (2013-2014) 1. Yazı
AVRUPA’DA ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 100 GÜN (2013/2014)
AVRUPA GEZİSİ (2013)
AYHAN AYDIN
37 günü kapsayan Avrupa Gezimde; İsviçre, Almanya, Belçika, Hollanda, Avusturya’daki başta Alevi Bektaşi dernekleri olmak üzere çeşitli dede, yazar, kanaat önderini ziyaret ve söyleşiler şeklinde gerçekleşen geziyle ilgili ana notlarımı sizlerle paylaşıyorum. Bin Muhabbetle.
BÜYÜK AVRUPA SEYAHATİ (26 NİSAN – 2 HAZİRAN 2013)
- Çocuklarınızı yaşayacakları çağa göre yetiştiriniz.
- Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.
- Gerçek devlet adamları sadece gerçekleri söyler ve gerçekler üzerinden halkı yönetir.
Hz. Ali
Can dostlar; güzel insanlarım.
Çok uzun zamandan beri düşündüğüm, çeşitli nedenlerle uygulayamadığım bir uzun geziyi gerçekleştirme şansına ve ayrıcalığına kavuştum. Böylesi bir geziyi kendi olanaklarımla yapmam mümkün değildi. Dünyanın kültür merkezlerinden köklerimizin olduğu Anadolu’dan Avrupa’ya bizim ışığımız, aşkımızı, inancımızı, kültürümüzü taşıyan ülkemizin aydın, yiğit insanlarının sayesinde Avrupa’da 37 gün kaldım. Bu gezi onların sayesinde yapılmıştır. Onlara sonsuz şükranlarımı sunuyorum, hepsini teker teker öpüyorum, kucaklıyorum. Her birisi bir anam, bir babam, bir kardeşim, dostum olan aşağıda göreceğiniz gül yüzlü insanlarımın sayesinde kabaca da olsa bir gözlem yapma imkânına kavuştum Batı Avrupa’da; oradaki Türkler ve Aleviler hakkında bazı bilgiler toparladım.
Onların anısına bin şükranla...
Bu geziye başlangıc olan inançlı, bilinçli, canlar canı Biel Alevi Kültür Merkezi’nin çok sevgili başkanı Ali Seviç, bu dernekte genel sekreter ve halkla ilişkiler sorumlusu olarak gönüllü görev yapan tüm Avrupa gezisinde tanımaktan en çok mutluluk duyduğum can kardeşlerimden birisi olan Ozan Sevinç ve dernek yönetiminin sayesinde bu yazıları yazabildim. Sağ olsunlar, var olsun. Onlar oralarda oldukça Aleviliğin de yaşayacağını gördüm, inandım, benimsedim...
Bu seneki yıllık iznimi erken kullanarak tümüyle yıllık iznim çerçevesinde ve çalıştığım kurum olan Cem Vakfı’ndan bağımsız bir şekilde, kendi ekonomik imkânlarımı zorlayarak, bu geziyi yaptım.
Çocuksuz Geceler
Bu gece beni terk ettin çocuğum
Ki hala ellerimde bir şafak.
Herkes ölürken son anda
Bir gece hatırlayacak.
Birikti serçeler saçaklara
Davetler gibi uzaklardan.
Ülkeler midir ki varılmaz
Uykular içre kalan.
Vaktin saadetiyle durmuş
Kağıt gemilerim ve rüzgar.
Seyretsin sonsuz hudutları,
Harap kalelerinde krallar.
Çocuğum tarlalar sarardı,
Nur gibi olgun başak.
Herkes ölürken son anda
Bir çocuk hatırlayacak.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
26 Nisan 2013
Beni havalimanından alan Ali Sevinç’le uzun uzun sohbet ederek Biel’deki bir alış veriş merkezinin üst katında olan geniş, tertemiz ve ışıl ışıl dernek merkezimize ulaşıyoruz. Dostlar gelmiş, bizi bekliyorlar. Terasta harika bir yemek ve hemen sohbete başlıyoruz.
İSVİÇRE BİEL
BİEL ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ
OZAN PEDÜK DEDE (37)
(DERSİM – HOZAT – DERVİŞ CEMAL KÖYÜ / DERVİŞ CEMAL OCAĞI – ERZİNCAN DOĞUMLU)
Hizmeti hak bilip hak hizmeti yapmalıyız. Önemli olan niyettir. Bizler bugün büyük sıkıntılar içindeyiz. Yolumuza ters düşen işler yapılıyor, bugün Aleviliğin özü boşaltılmak isteniyor. Hangi ocaksınız, ocaktansınız dede, dendiği zaman “ben maden ocaklarındanım” diyen dedelerimiz var. Bunlar yozlaşmadır bence. Aleviliği sömürmek isteyenlere pirim vermememiz lazım. Bence benliğini aşamayan kişi Alevi değildir. Bizler aslında kendi nefsimizle uğraşmalıyız. Alışılagelmiş hastalıklarımızı devam ettirmemeliyiz. Bazı yanlışlar da bile bile devam ettiriliyor.
Bizim yolumuz rıza yoludur. Bunu söylüyoruz ama ne kadar bunun anlamını biliyoruz? İnsan nefsine yenilebilir, insan beşerdir şaşabilir ama özellikle de soydan dedelik yolundan gelen kişi hatalara düşse de bunlardan kurtulmasını bilebilindir. Bizler kendi soyumuzla sopumuzla övünemeyiz. Her şey kişinin kendi elindedir.
İmam Zeynel Abidin’e demişler ki niye bu kadar çırpınıyorsun, sen ulu Hz. Hüseyin’in oğlusun. O da demiş ki, kişi babasıyla övünmemeli, ona ve soya güvenmemeli, her şeyi kendi hak edebilmeli, kendi kendine arınabilmelidir, diyor. Kendini bilen kâmil insan insan olma yolunda olan insan soyuyla sopuyla övünmez, o soya layık olmak için çabalar.
Bizler Derviş Cemal Köyü’nden önce Ovacık Çakberi (Güneykonak) Köyü’ne, oradan Erzincan’a gelmişiz. Erzincan’a gelirken dedemin babası o dönem tanınan bir zatmış; Seyid Rıza. Erzincan Kemah Tımığı’ya sonra Gomarik (Konuksever) Köyü’ne yerleşmişiz. Büyük dedemin türbesi oradadır. Benim dedem Kamber Dede geliyor Erzincan Merkez Ergan Köyü’ne yerleşiyor. (Kayak merkezlerinin olduğu köy). Fakat dedelik hizmetini dedesi Seyid Ahmet (Kullo) Dede yürütüyor. Bir haksızlıklar karşısında Sağıroğulları Beyleri’ne kafa tutuyor.
Benim babam dedelik yapmıyordu. Babam Nuri Dede idi. Bizim asıl soy ismimiz Şahiner’dir. 1938 (Dersim) Sürgünü’nde bizim soy ismimiz değiştirilmiş. O zamanki memur kendi kafasına göre değiştirmiş.
Bizler geldiğimiz soydan dolayı aslında borçlu doğuyoruz. Öbür tarafta İmamların yüzüne nasıl bakarız, diye bizler sorumluluk sahibiyiz ve yolumuza bağlıyız. Ben özellikle Hozatlı Ahmet Dede’yi çok seviyorum. Benim örnek aldığım kişi odur.
Ozan Dede kökleriyle, Alevilik’le ilgili, dedelerle ilgili görüşlerini böyle özetliyor. Sülalemizde saz çalmayan yoktur diyen genç, bilinçli dedemiz hem saz çalıyor hem de cem yürütüyor. Fransızca bilen dede 14 yıldır İsviçre’de yaşadığını söylüyor.
Gençlerimiz burada çok sanslı diyen Ozan Dede, okumanın burada ne yaşı, ne sınırı var, her türlü imkân var ama önemli olan insanların bilinçlendirilmesi, önlerinin açılmasıdır, diyor.
Dede devamında şunları söylüyor: kendini geliştirmek isteyen herkese burada geniş imkânlar var. Ama bence en önemli sorun Alevilik’le ilgili olan sorundur. Yani burada bir Alevilik sorunu var. Bizler sözde Alevileriz, özde Aleviliği yaşamıyoruz. Bizler çocuklarımıza bir şey veremiyoruz. Bizler sözde Aleviler olarak daha Şeriat Kapısı’nda bile değiliz. Bizler taklit yapıyoruz. Tarikat babında ilerleyemiyoruz, Alevi değiliz, Alevilicilik yapıyoruz.
Erzincan Merkez Oğulcuk (Ergan) Köyü’nde okuldan dönmüş bir cemevi var. İhtiyaç olunca başka köylerden dedeler de geliyor. Muhtar: Ceyhan Kartal.
İbrahim Bakır
(Sultan Sinemilli Ocağı – Maraş – Kantarma)
Bizim yörede 4 köye Kalender, derler. Kalender Osmanlı yönetimine ters düşünce Malatya bölgesine gidiyor. Sonra Kantarma’ya geliyor.
ALİ SEVİNÇ
(DERNEK BAŞKANI – KAHRAMANMARAŞ – ELBİSTAN – HÜYÜCEK (MERYEM UŞAĞI) KÖYÜ – SİNEMİLLİ TALİBİ)
Dedeler aslında bu işleri yürütürken aralarında ayrı gayri yoktu. Şimdi dernekler ayrı ayrı şeyler söylüyorlar. Her birisi ayrı baş çekiyorlar. Dedeler bu işin başında olsa ayrı gayrı olmaz. Türk Solu’ndaki eski fraksiyonlar (bölüngü) bizi böldü. Şimdi de farklı farklı dernekler aynı şeyi yapıyorlar. Pir Sultan’la, Hacı Bektaş’ın bence bir farkı yoktur. Bence Alevi anne babadan gelmek Alevilik için yeterli değildir. Şimdi Alevilik’le oynanmaktadır. Aleviliğin görgüsü, sorgusu vardır. Bunları şimdi görmüyoruz, uygulamıyoruz. Aleviliğe kim hizmet ediyorsa, ona Allah eyvallah.
Candan, samimi, görüşleri oturmuş, tam bir Alevi kimliğiyle hareket eden Ali Sevinç ilkeli bir insan ve görüşlerini böyle özetliyor.
Ali Seviçler’de kaldığım sürece onunla yürüyüşüler yapıyorum. Ben bir doğa aşığıyım. Burada Aare Nehri boyunca yürüyüşler yapıyoruz. Kuğular ve ördekler burayı bir cennet diyarına çeviriyor. Her taraf zümrüt yeşili, insan yürüdükçe daha çok yürüyesi geliyor.
Her sevgi bize dönecektir
Her eksiğimiz tamamlanacaktır
Sevgi ufak tefek bir şey değildir
Kâinat ilahi değil, ilahi hakikattır.
Erenlerden Hüseyin Baba
27 Nisan
Sabah havanın oldukça soğuk olmasına rağmen Ali Sevinç’le erkenden kalkıp Biel’e bağlı Ali Sevinç ailesinin konakladıkları Lyss Köyü’nü geziyoruz. İsviçre’nin güzel olmayan bir köşesi var mıdır ki, burası da güzel olmasın.
Olağanüstü güzel bir yer burası, her taraf ot, çayır, çimen. Kuşlar hiç durmadan ötüyorlar. Derken uzun bir yola koyulmuşken, bir orman yolununa gözüm giderken zümrüt yeşili bir dereye bakıyorum hayran hayran. İsmi Lyssbach’mış. Gözyaşı kadar güzel, billur, berrak bir su... Bu yemyeşil alan meğer küçük bir sanayi bölgesini kamufle (gizlemek) ediyormuş. Burada bir sanayi bölgesi olduğuna gel de inan! Her şey sessiz, sessiz, derin bir uykuda. Ama işçiler işlerinde ama her yer sessiz... Bin metre kareden büyük bir yeşil saha. Yeşil sahanın içinde top koşturan, beden hareketleri yapan şirinler, dünyanın güzellikleri olan küçük prenslerim ve prenseslerim koşturuyorlar... Karşıda başı karlı dağlar, bulutlu, dumanlı... Evler ay gibi parlıyor sabah ışığında... Tek bir çöp yok sokaklarda.
Bugün Ozan Sevinç ve Ozan Pedük Dede’yle başkent Bern’e gideceğiz.
Ben her zamanki gibi meraklıyım.
Ve kafamda bir plan var: Buranın kent merkezini gezdikten sonra Tarih ve Sanat Müzesi’ni gezmek.
Arabayı bir nehrin yanına eğliyoruz. Ozan’ın kardeşi de bizimle birlikte arabayı o kullanıyor. Bu nehir de çok güzel ve temiz. Nehrin kenarında ördekler yüzüyor, üstünde türlü kuşlar uçuyor. Öyle muazzam binalar var ki hangi birini fotoğraflayayım? Buradaki bahçeler İsviçrelilerin zevkli yaşamlarını gösteriyor. Öyle bir özen ki gerçekten bilmiyorum ama bu konuda yarışmalar bile yapılabilir. Bahçeli evlerin bahçeleri birer sanat eseri... Bu abartı değil. Ağaçlar, çiçekler, hayvanlar, insanlar ve çocuklar için ayrı ayrı köşeler, çitler, oturma köşeleri, havuzlar... Hepsi doğal ve olağanüstü... Bahçeler bir sanat estetik anlayışıyla düzenlenmiş durumda yani.
Uzun yürüyüşümüzle kent merkezine ilerliyoruz. Burada beni hayrete düşüren ise tüm İsviçre’de gördüğüm çeşmeler oluyor. Her yerde çeşmeler. Ama sanki burada daha fazlalar. Çok değişik boylarda, şekillerde her sokak başında tarihi çeşmeler; Yılanbaşlı, kuş başlı heykellerle anlam kazanan, ağaçlar altında, sokak ortasında veya kent merkezlerinin ortalarında bu çeşmeleri görmemiz mümkün. Burada bir kaç kiliseyi geziyoruz.
Bern başkent ama tarihi binalarıyla apayrı bir tarihi şehir. Üzerimde kazak ve ceket olmasına rağmen hayli üşüdüm. Ben kartpostallara bakmaktan geçemiyorum. Burası bir kartpostal cenneti. Filmler bitiyor, yeni fotoğraflar için bol bol film alıyorum. Ama en nihayet bu Avrupa gezisinden sonra benim emektar makineyi rafa kaldırmanın zamanıdır. Bir dijital makine alamasam da artık fotoğraf çekemeyeceğim. Çünkü benim filmlere ödediğim para hayli yüklü bir yekûn tutar. (Bu sözümü tutabilir miydim?)
Gördüğüm kadarıyla İsviçre çok pahalı bir ülke. Burada yaşamak gerçekten çok zor. Gelir düzeyi düşük olan insanlar bu ülkede zor yaşarlar. Tahmin edildiğinin aksine burada emekli maaşları çok düşükmüş. Duyduklarıma ise inanamadım; emekli olan binlerce İsviçre’li daha ucuz olan dünyadaki başka ülkelere gidiyorlarmış, dünyanın dört bir yanına dağılıyorlarmış. İçerde birikmiş paralarını alıyorlarmış, gidip bambaşka ülkelerde örneğin Uzakdoğu’da kendilerine yeni bir başlangıç yapıp yeni bir yaşama başlıyorlarmış. Çünkü buradaki maaşla bu ülkede rahat yaşamaları çok zormuş. Gittikleri ülkelerde ev alıyorlarmış, yatırım yapıyorlarmış, o ülkelerde daha rahat yaşayabiliyorlarmış.
Duyduğuma göre 6 bin İsviçre Frank’ının altında maaş alanlar burada zorlanıyorlarmış. Buradaki sağlık ve devlete ait diğer hizmetler çok pahalıya mal oluyormuş. Ama burada gençlere çok büyük eğitim olanakları veriliyormuş.
Yine arkadaşlarla bu sefer ırmağın üst tarafına geçtiğimiz için bir köprüden geçip, altımızdan akan ırmağı ve karşı kıyılardaki binaları resme resmede büyük müzeye doğru yol alıyoruz.
Bern Tarih Müzesi İsviçre’nin önemli ve büyük müzelerinden birisi. Bu müzeyi gezmekle bitirmek mümkün değil, ben iki saat gezdim. Gerçekten şanslı bir insanım şu anda. Burası iki müzeyi barındırıyor. Tarihi müzenin yanında burada çok büyük bir sergiye denk geliyorum. Yine bir müze büyüklüğündeki alanda büyük Çin Sergisi var.
Çin’le ilgili özellikle tüm dünyada yankı uyandırdığı gibi toprak altından çıkarılan kilden yapıldığını bildiğim “Çin Askerleri”nin burada sergileniyor. Bu müzeyi gezmenin bedeli 26 İsviçre Frangı. Efendim bu müze muazzam. Bu müzede sergilenenler sadece Bern ve İsviçre’nin değil tüm Avrupa’nın tarihinin bir kesitini sunuyor bizlere. Gerçek anlamıyla büyük bir tarih müzesi burası. İsviçre’yi ve Avrupa’yı kökleriyle öğrenmek isteyen kişilerin bu müzeyi gezmeleri gerekiyor. Binlerce obje tarihin içinden çıkıp, buzullar içinde kalıp hiçbir şekil değişikliğine uğramadan gün yüzüne çıkan tarihöncesi canlılar gibi, izleyenleri büyülüyor. Bu müzeyi gezerken şunu düşünüyorum; ülkemizde de müzeler var ve doğal olarak bu müzelerde onbinlerce nesne var.
Peki, neden benim ülkemdeki müzelerde bulunan objelerin önemli bir kısmı yıkılıp dökülmüş, kırılmış, mahvedilmiş te, İsviçre ve Avrupa müzelerindeki eserlerin hemen tümü sapasağlam binlerce yıla meydan okuyup bugüne ulaşabilmiş? Üç yüz, dört yüz yıl önceki eserler bir çizik olmadan bugüne nasıl gelmiş? Batının bir farkı da bu mu acaba?
Bern Müzesi’ndeki her bir eser büyük bir maharetle ve albeniyle sergileniyor. Burada her taraf ışıl, pırıl pırıl. İsviçre’yle ilgili ne ararsan var burada. Kralların, soyluların, çifçilerin, köylülerin, işçilerin ve bunların evlerinin, yaşam alanlarının, köylerinin, saraylarının her şeyi ama her şeyi nasıl korunup bugüne kadar gelebilmiş, nasıl bu kadar muntazam korunabilmiş acaba? Saraylardaki, soyluların evlerindeki o muazzam resim tabloları bugüne nasıl ulaşabildi, onca savaşa, yıkıma, tarihin girdaplarına rağmen? (İsviçre savaşa mavaşa girmedi filan demeyin, bu söyledimlerim tüm Avrupa’daki müzeler için geçerli.)
Ya kiliseler, oraların bir müzeden farkı var mı? Tek bir tanesi bile el işçiliğinin, değil marangozluk sanat işçiliğinin en önemli eserleri sayılabilecek sayısız eser bugüne kadar nasıl gelebildi, bunlar nasıl korunabildi? Tüm gezi boyunca bunları gerçekten düşündüm ben. Adamlar en küçük bir mühür parçasından, devasa porselen sobalara kadar, ekin biçtikleri aletlerden müzik aletlerine kadar ne varsa korumuşlar.
Bizler bu kadar “medeniyetsiz” bir toplum muyuz? Biz Anadolulular, Rumelililer, Kafkasyalılar, Ortadoğulular; yemedik mi, içmedik mi, yatmadık mı, resim yanmadık mı, heykel yapmadık mı, devlet yönetmedik mi, ekin ekmedik mi, çocuk büyütmedik mi?
Bizler de bir kültür ve uygarlık yaratmadık mı?
Neden bizim tarihimizin izlerini, ürünlerini koruyamıyoruz, bunlara önem vermiyoruz, müzeciliğimiz neden bu kadar ilkel?
Hiç unutmuyorum, kendi köyüm de bile üç beş naylon leğen ve diğer eşyalar içen nice bakır kaplar, kacaklar verilmedi mi, eritilsin yok edilsin, diye. Kim bunun farkındaydı?
Devleti yönetenler gerçek devlet adamı mı ki, köylerden tarihi eserleri toplasın da bir müzede bir araya getirsin, gençlerimize bir mirasımız kalsın? Yesin içsin, gününü gün etsinler. Aldıkları maaşları arttırsınlar…
Bir müze denilip geçilmesin. Bence Avrupa’nın neden ilerlediğini, geliştiğini görebilmek için o ülkelerin müzelerine de bakmak gerekir.
Bern Tarih Müzesi gerçek anlamıyla önemli ve mutlaka gezilmesi gereken bir müzedir.
Akşam ise 19.00’da buradaki canlarımızın hazırladıkları enfes yemeklerimizi yedikten sonra, katılımcı 40 canımızla konuşmacı oluduğum Alevilik Bektaşilik Söyleşisine katılıyoruz.
İki buçuk saat süren verimli bir söyleşimiz oluyor.
Ozan Pedük Dede, Ozan Sevinç ve İbrahim Dede sazlarıyla bizlere nefesler söylüyorlar.
Burada çocukların oynamaları veya bir arada bulunmaları için bir “Çocuk Odası” da mevcut. Bu arada bir candan Adıyaman merkeze yakın bir yerde Demir Baba Türbesi’nin olduğunu, orada zaman zaman cem cemaat da yapıldığı bilgisini alıyorum.
Şiir
Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet, meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!
Tevfik Fikret
28 Nisan
Mustafa Manas (53) (Dernek Eski Başkanı)
(Maraş, Pazarcık, Maksutuşağı Köyü)
29 Temmuzda doğmuşum. Ortaokulu bitirdim. Uzun süre ciftçilik yaptım. Eskiden köyümüz büyüktü. 145 haneydi. Bir zaman 200 hane bile olmuştu. Şimdi ise 30/40 hane köyde yaşamaktadır. Cem cemaat eskiden köyümüzde oluyormuş. Ben de hayal mayel hatırlıyorum. Şimdi ise köyümüzde bir cemevi var. 12 İmam Orucu tutuluyor. Bizim dedelerimiz Malatya’dan geliyormuş. Bizde tarım hayvancılıkla uğraşılır.
Yurtdışına gidenimiz çok oldu; Almanya, İsviçre, Avusturya, Fransa, Kanada, Avusturalya.
Ben 30 yaşında bu ülkeye geldim. Fabrikalarda çalıştım. 4 çocuğum var. Eşim Besi Hanımla evlendim. Biel Horpunt Köyü’nde yaşıyorum. Şu anda kendi evimde yaşamımı sürdürüyorum.
Bizim köyde Hüsein Kome (Kome Hüseyin) diye bir dedemiz vardı. Benden önce yaşamış. Bizim köyde cem semah yapılırmış. Bizler de sanırım Sinemilli Ocağı’na bağlıyız.
Herkes eteğindeki taşı döksün, herkes koltuk sevdasından vazgeçsin, gün birlik günüdür. Gün birlik ve bir arada olma günüdür. Tüm dünyadaki milletler bile bir araya gelmeye çalışıyorlar. Bizler neden bir araya gelmeyelim? Ama maalesef biz bir araya gelemiyoruz.
Dernek Çalışmaları
Burada 250 hane civarında Alevi vardı. Bir dernek kurmak istedik. Biel Alevi Kültür Merkezi 2001 yılında kuruldu. Ama bunun öncesi var. 1998’dan itibaren bizler sürekli bir araya geliyorduk. Bazı salonlarda bir araya gelip sohbet ediyorduk. Bu dernek fikri eskiden vardı. Ama ben her zaman şunu söylerim; ne düşündüğümüz değil de, neler yaptığımız önemlidir. Bizler neler başardık, hedefimiz nedir, nereye geldik? Ben bunlara önem veriyorum. Bizler inanç yönünden neredeyiz, inançlarımızı yaşatabiliyor muyuz? Bunlar çok önemlidir.
Avrupa’da, İsviçre’nin farklı şehirlerinde derneklerimiz vardı, bizler de burada bu derneği kurmak için adım attık. Bizler bir sene boyunca insanların dernek konusundaki fikirlerini aldık. İnsanlar ilk başta çok sıcak baktılar, olur, dediler. 1999 sonlarında 2000 yılı başlarında kendimize ait bir yer bulalım, dedik. Ben o zamanlar fabrika evinde kalıyordum. Benim yerim uygundu, geçici olarak orada çalışmaları sürdürüyorduk. Orada geçici yönetim kurulu toplantılarını yaptık. Bir iki toplantı yaptık, biz bize. Daha sonra Biel merkezde büyük bir toplantı yapıldı. Sürekli çalışıyorduk, hafta sonlarını bununla geçiriyorduk. Ama bizlerin ana hedefi kendimize bir yer bulmaktı. Bu konuda kafa yorduk, nihayetinde herkesin istediği bir şey oldu; kendi yerimize taşındık.
Kısa sürede yönetim kurulunu oluşturduk. Ama asıl olarak seçime gittik. Asıl kurucu üyelerin öncülüğünde seçime gittik. İlk seçimler oldu. İlk başkanımız Ali Ungan’dı. Yönetimde; Yusuf Altun, Ali Halıgür, Mustafa Manas, Ali Sevinç, Ali İskânlı, Murteza Kaya, Salman Sazpınar vardı.
Sonrasında herkes sırasıyla başkan da oldu. Murteza Kaya’nın dışında tümü başkan oldular. Kısa süre Federasyona (Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu) bağlandık. 4-5 yıl federasyonla birlikteydik, görüş ayrılıklarına düştük, federasyondan ayrıldık. Daha doğrusu bizler inancımızı yaşayabilmek için federasyondan ayrıldık. Bizler inanç kimliğini savunuyorduk, bunu yaşamak istiyorduk, bu ortam olmayınca bizler de Federasyondan ayrıldık. Şu anda bizler tümüyle bağımsız çalışan bir derneğiz. Bizim asıl hedefimiz inancımızı, kültürümüzü yaşatabilmek. Bu konuda kişilerle de, vakıflarla da işbirliği yaparız. Bizler bağımsızı kalmayı sürdürüyoruz. Bizim işimiz, paneller, söyleşiler, cemler, sohbetler ve etkinliklerle kendi inancımızı yaşatmaktır. Bizler gecelerimizi yapıyoruz. 10. Kuruluş yıldönümü etkinliğimizi yaptık. Her yaz etkinliklerimizi yaparız, piknikler düzenleriz.
Şu anda derneğimizin resmen 72 üyesi vardır. Dernek binamıza 2 bin frank veriyoruz.
Çocuklarımız ve gençlerimiz için saz, bağlama kurslarımız var. Gençler, çocuklar diledikleri gibi resim yaparlar, spor yaparlar, kitap okurlar, her türlü imkânı onlara veriyoruz. Bizim en büyük amacımız gençlerimize ve çocuklarımıza bir şeyler verebilmektir. İşte derneğin ana gayelerinden birisi de budur. Gençlerin bilgisayar bilgilerinin artması, yabancı dil sorunlarının çözümü için çaba harcıyoruz. Zaman zaman İsviçre’nin değişik yöreleriyle temasımız oluyor.
Kadınlar bizlere çok büyük bir destektir, onlar olmazsa dernek yürümez. Bizler her sene gününü kutluyoruz.
Ayrıca bizler Kadının Türküsü, 1000 Yılın Türküsü gibi etkinliklere de katıldık. Anneler
Derneğimizde üyelerimizin özel günlerinde yemekler yapılır. Bu hizmetleri biz burada yapıyoruz. Lokmalarımızın duasını İbrahim Bakır Dedemiz verir.
DELI KUŞUN ÖTTÜĞÜ
Hey göklere duman durmuş dağlar hey
Değirmenin üstü her gün yel olmaz
Dinle ağa, dinle paşa, dinle bey
Sen söylersin o susar mı bel olmaz
Kızılırmak akarsuyun içerler
Aç karnına yurttan yurda göçerler
Tarifeylen Köprüsünü geçerler
Çamın başı yine kar mı bel olmaz
Olmaz artık olanlar böyle olsun
Yeniçağda mızrak çuvala girsin
Vergi dersin, ümük dersin, can dersin
Verdiler mi aldılar mı bel olmaz
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Ali Ongan (Dernek İlk Başkanı)
Maraş merkeze bağlı Çiğli Köyü’nden. Burada da üç yıldır faaliyette olan bir cemevi varmış. Burası şehrin bir mahallesi olacakmış. 310 haneli, 630 nüfusa sahip bir köy. Muhtarları Aziz Ünlüdağ imiş.
Ayhan Bey; bence her köye bir cemevi yapılması düşüncesi yanlıştır. Bu bir israftır. Bence okullara, eğitime, kültüre ağırlık verilmelidir. Merkezlerde cemevlerinin olması daha iyi olur. Bizler 100 öğrenci okutabiliyor muyuz? Türkler de, Kürtler de dağınık. Adamlar Türkiye’yi parmağında oynatıyorlar. Bir Alevi önderi var mı, bizleri bir araya getirecek bir Alevi önderimiz var mı? 13.5 Milyon Kürt kendi meselesinde bir araya gelebiliyor, liderlerini seçiyorlar, onların sözlerinden çıkmıyorlar. 25 milyonluk Alevi kitlesi neden bir araya gelemiyor, neden kendi liderini yetiştiremiyor, çıkaramıyor?
Aleviler ölür ama öldürmez, incinsen de incitme diyoruz. Tamam, güzel bunlar da neden örgütlenemiyoruz? Örgütsüz bir toplum bence bir şey yapamaz. Örgütlenmemiz gerekir, kendi önderlerimizi, okumuş insanlarımızı yetiştirmemiz gerekir. Bence bu açıdan bizler çok kötü durumdayız.
Narlı’ya bakın; 8/10 bin Alevi var. Ama 2/3 bin olan Sünni kesim bizden çok örgütlü. Hepsi bir arada bulunuyorlar. Bizler bir araya gelemiyoruz.
Biel ve Çevresinde yaklaşık 500 Alevi ailesi yaşıyor. Biel’in içinde en az 100 Alevi ailesi var. Ama bu derneğe kaç kişi gelip üye oluyor.
Bunların tümünü düşünmek zorundayız. Bizler lafları güzel konuşuyoruz, uygulamasını yapmıyoruz. Bizler aslında birbirimize düşmanız. İçimizde yezit çoğalmış. Kimin ne yaptığı, nereye gittiği belli değil. Bizlere okumuş, örgütlü ama bölücü olmayan örgütçü yetişmiş insanlar lazım.
Şiir
Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...
İçtik bu nadir içki'yi yıllarca kanmadık...
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!
Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.
Yahya Kemal Beyatlı
Ali İskanlı (1953)
(Maraş Pazarcık İncirli Köyü)
Pazarcık’a en yakın köydü bizim köyümüz. Ben bildiğimde 40-50 hane vardı. Zamanla Pazarcık’a karıştı. Şimdi bile Pazarcık’da yapılan cemevi bizim köylülerin yoğun olduğu mahallede yapılmıştır. Evimiz Pazarcık’ta Fatih Mahallesi’nde çoğunluğun yaşadığı bir yerdir.
Mıstı Şekir (şeker anlamında) isimli bir dede bizim dedemizmiş. Dedenin zamanında babam, annemler cem yapıp semah dönmüşler. Ben tahmin ediyorum ki bizler Sinemilli Aşireti’ne ve Ocağı’na bağlıyız.
1988’de İsviçre Biel’e geldim. 25 yıldır burada yaşıyorum. Haltır yani demir fabrikasında çalıştım. Halen de çalışıyorum. Bir kaza geçirdim, geçen sene. Şu anda çalışmaya devam ediyorum ama belki malulen emekli olabilirim. Şimdi devlet bana yardım ediyor. 4 çocuğum var. Onlar da burada yaşıyorlar.
Burada yaşam koşulları zor ve ağırdır. Özellikle de biz yabancılar ve Türkler için bu şartlar daha da ağırdır.
Benim yaşadığım iş kazaları gibi kazalar zaman zaman oluyor.
Hayat her geçen sene İsviçre’de yaşam daha da pahalı oluyor. Hatta Almanya bile buradan iyidir. Avrupa’nın en pahalı ülkesi burasıdır. 65 yaşında ancak insanlar emekli olabilmektedirler. Ama emekli olunca insanlar haklarının bir kısmını kaybediyorlar. Bu nedenle başka ülkelere giden çok İsviçreli var burada.
Alevilerin Durumu
Karamsarlıkla birlikte aslında iyimser yönlerini düşünmek istiyoruz. Gençlerin bu konuya ilgileri olabilidiğince az. Burada yaşayan çok insan var ama buraya üye olan insan sayısı 72 kişidir. Gençlerimize umutla bakıyoruz. İsteriz ki umduğumuz gibi olurlar. Onlar bize göre daha yenilikçiler, iletişim çağının insanları bu işlere sahip çıkmalarını bekliyoruz. Benim kendi çocuklarımın dördünün de kendi meslekleri, işleri var. Kendilerini kurtarabiliyorlar. Hatta bana da yardımcı oluyorlar.
Genel Olarak Alevi Ailelerin Durumları
Çalışanların durumları çok çok iyi. Ama durumu çok kötü olanlar da var. Onlar da diğer insanlar gibi sosyal haklardan yararlanıyorlar.
Yabancı Düşmanlığı
Bence gözle görülür bir şekilde ciddi bir ayrım yok. Ama bence ilerde bu ayrımlar olabilir. Ben bu endişedeyim. Niçin derseniz; İsviçrelilerden bizzat duyuyoruz, bizim için “onlar bizim sırtımızdan geçiniyorlar” diyorlar.
Türkiye’yle İlişkiler
Ben her sene Türkiye’ye giderim. Ama Türkiye’de en fazla üç hafta kalabiliyorum burada çalışma koşulları çok ağır.
Burada; Gençler: 22 yaşında 5 hafta izin yapabiliyorlar. Sonra 55 yaşına kadar 4 hafta izin yapabiliyorlar. 55 yaşından sonra ise insanların 5 hafta izinleri, 60 yaşından sonra ise 6 haftalık izinleri var. Emeklilerin aldıkları para yatırılan pirime göre hesaplanır.
Bana sorarsanız aslında benim en büyük arzum ömrümün kalan kısmını doğduğum topraklarda geçirebilmek. Bence bu çoğu insanın da arzusudur.
Dernektekilerle söyleşiler dışında bu akşamki sohbetimiz daha çok güncel konular üzerine oluyor. Herkes Türkiye’yi soruyor, Türkiye’yi merak ediyorlar. Ama bakıyorum da herkesin bir fikri ve epeyce bir bilgisi var. Ama yine de bizler muhabbet ediyoruz. Ozan Sevinç ise bizlere cura çalıyor, bizler büyük bir memnuniyetle dinliyoruz kendisini…
Salman Şazpınar (59) ve diğer canlardan alınan bilgiler:
Pazarcık’ta yaklaşık 60 Alevi köyü varmış. 25 yıl önce 97 köy varmış. Çoğu Kürt olan Alevi köylermiş. 15-20 Türk Alevi köyü varmış.
Maraş, Çağlayancerit Kasabası, Küçüküngüt Köyü (Milyanlı)
Köyde cemevi var. İki katlı, müstakil, hizmet veriyor.
Rehber: Veli Pür. Mehmet Başpınar Dedelere bağlı köy. Hizmetli dedesi yok.
Çağlayancerit Kasabası; Başpınar Köyü ve Abbasiye Köyü birleşmiş aralarında bir cemevi yapılmış.
Bozlar Nahiyesi’nde cemevi var. (Merkez köy) Bayırlı Köyü cemevi var.
Demirciler’de; Akdemir Köyü, Zeynepuşağı (Merkezde), Çokyaşarköyü ve Elbistan Ovası Köyleri (Muhtarlıkları ortak) Cemevleri varmış.
Pazarcık’ta; Musolar (Payamlıbağ – büyük köy), Sokumilyanlı Köyü, Tetirlik Köyü, Doğanlı karahasan, Çınarlı Köyü, Halkaçayır Köyü, Dehliz Köyü, Şallıuşağı Köyü, Cennetpınar Köyü, Demirciler (Bir başka köy (Bünyamin Demircioğlu varmış, Maraş’ta, Demircioğlu Eczanesi varmış.) cemevi varmış.
Narlı Kirni Köyü’nde cemevi var.
Pazarcık İğdeli (üç köy, muhtarlık bir.) Cemevi var.
Pazarcık; Çöcelli Köyü Cemevi
Merkez Kocalar Köyü Cemevi
Hasan Ali İşlek Dede; Almanya’da yaşayan bilgili, güzel cem yürüten bir dedemizmiş. Ankara’da Ahmet Yücel Dede varmış, onların tanıdıkları. Ali Önal Dede’yi beğenenler varmış.
1 Mayıs 2013
Neuchatel
Hasan Kurtal (55)
(Maraş, Pazarcık, Salmanıpak Köyü)
Daha sonradan da diyaloglarım süren, hayat dolu, neşeli, yapıcı ve candan Hasan Kurtal’a misafir olmakla çok iyi yapmışım. Burası gerçekten de görülmeye değer bir başka cennet köşesi İsviçre’nin. Upuzun bir göle ve o gölün bir denizinkinden farklı olmayan sahile ev sahipliği yapan; üstelik çamları, üstelik tarihi binalarıyla, tepeleriyle sizi büyüleyecek yerlerden birisi de Neuchatel’dir.
Hasan Kurtal köyü, çevredeki inanç ve kendisiyle ilgili bilgileri bizimle paylaştı.
Bizim köy Narlı Beldesi’ne 5 kilometredir. Ali Kutu (Kute) vardır, Eylen Köyü’ndedir. Bizden 2-3 km. uzaktadır. Hemi Tazı (Çıplak anlamında) vardır. Kirni Köyü’ndedir, o da Narlı’ya 2 km.dir. Bunlar bizim yörenin en önemli türbeleri, ziyaretleridir, o kişiler de çok sevilen insanlarıdır. Bir de Kirni Köyü’nde yine Çopo Türbesi vardır.
Kendi köyümüzde de Selmanı Pak Ziyareti vardır. Selmanı Pak’ı bizler Hz. Ali’nin berberi olan zat olarak biliyoruz. Türbe devamlı ziyaret edilir. Elif Ana kadar ziyaretçisi olmasa da, bize de çok gelirler. Adıyaman’ın değişik köylerinden bizim köye ziyaretçiler gelirler. Ziyaretçiler kurban keserler.
Hasan Halike Kusular Köyü’ndedir. Burası bir ev-aile-ocak gibi bir yerdir. Çocuğu olmayanlar gider kurban kesilir, bir gece orada kalınır, dualar edilir. İsteyenlerin çocuğu olurmuş.
Hemi Tazı Pazarcık’ta, Elbistan’da tanınmış bir kişiymiş. O aslında üstü başı çıplak gezen birisiymiş. Kar yağmış ama bakmışlar ki onun çevresi yeşil, bahar kalmış. O yüzden onu çok seviyorlar, ona inanıyorlar. Onun ismini çocuklarına koyanlar çok oluyor. Buna Kürtçe Hemo derler. Hemi Tazı’dan derler. Hatta Elbistan’ın Tevekkeli Köyü’nde Hemi Tazı Taşı vardır. Hami Tazı’nın himmetiyle taş yürüyor, geliyor. Onun üzerinde koyunlar olduğunu görüyorlar.
Aynı şekilde Ali Kutu (Kute)’nin de kerametlerini anlatırlar. Ona da çok saygı duyarlar.
Bizim yörenin dedeleri Malatya’nın Doğanşehir’den gelirlermiş. Ben çocukken onların hatırlıyorum. Amcamlarda cem oluyordu. Seyyid Dede isminde bir dede gelirdi. Benim amcamın evi daha büyük olduğu için onun evinde toplanırlardı. Dede, dervişler, bu işle ilgilenenler daha çok bizim eve veya amcamların evine gelirlerdi.
İsviçre’ye 1986 yılında geldim. 1983’de Türkiye’den ayrıldım, 3 yıl Ürdün’de çalıştım. Öncesinde ise askerlik ve tarım var. Ben Türkiye’de bekârdım, burada evlendim. Düğünümü Zürih’te yaptım. Kızım Hatice 21 yaşında liseyi bitirdi. Oğlum Fırat 17 yaşında lisede okuyor. Küçük oğlum Hasan henüz 10 yaşında o da 4. Sınıfta okuyor. Hatice aslında hukuk okumak istiyor. Kendisi konserlere gidiyor, tiyatroya gidiyor, spor yapıyor, arkadaşlarıyla zaman geçiriyor. Fırat makine dalında uzmanlaşmak istiyor.
Bence Fransızca Aleviliği anlatan birisi olsa, gençler ona çok ilgi gösterirler. Onu dinlerler, sorular sorarlar. Burada bu konuda büyük bir açlık var. Boşluk var. Hatta Aleviliği merak eden İsviçreriler var. Onlara Fransızca konuşacak insan lazım. Hatta bizim bir arkadaşımız Alevliği merak ettiği için Fransızca Alevilik konusunda bir kitap istedi. “Modern Müselman” olarak Aleviliği anlatıyoruz. Bizler Alevilik nedir? Diye soranlara böyle yanıt veriyoruz. Yani Fransızca Alevilik hakkında kitaplara, konuşmacılara burada ihtiyaç var.
Hasan Kutal (10) ise bana Hızır’ı, Hızır Cemini, anlamlarını sordu, açıklamamı istedi.
Bu şehirde güzel bir simayla da tanıştık. Kendisi Samsun Havza Bektaşilerinden İrfan Mutlu’nun oğlu olan Sosyolog Hasan Mutlu, özellikle Yunanistan’daki Kayılar bölgesi üzerine çalışmalar yapıyormuş. Yani Yunanistan Makedonyası olarak bilinen ve Atatürk’ün de soyunun dayandığı söylenen yöreyle ilgili araştırmaları varmış.
Bugün olağanüstü güzel bir gün. Bu da benim şansım. Avrupa’da havaya belli olmuyor. Bazen de İstanbul’u hatırlatıyor. İstanbul’nu kızına da, havasına da belli olmaz, derler. Sanki dünyanın her yerinde bu geçerli değil de İstanbul’un günahı alıyorlar, en azından bu sözün yarısı için.
Collegıale de Necchatel (Neuchâtel Anglikan Kilisesi) isimli tam bin yıllık çok tarihi bir katedrali geziyoruz. Burası tam bir tarihi anıt adeta. Her ne kadar tamirat olsa ve bazı kapıları kapalı da olsa, yine bahçesi ve kendine özgü atmosferiyle beni büyüleyen ve bir kale içindeki bu yapıya bayılıyorum. Duvarlar beni büyülüyor. İnsanoğlunun elinden çıkan bu mucizevî şeylere öyle hayranım ki ben saatler boyunca o duvarlara baksam usanmam.
Bahçesi küçük ama bir güzel heykeli barındırıyor. Şehrin hâkim bir tepesinde gölü gören ve çevresindeki ağaçlar içinde ve kalın duvarların üstünde yükselen ve içindeki vitraylardan ışık sızması sağlanmış bu inanç abidesinin bizim gibi birçok ziyaretçisi var.
Sonrasında ise Arkeoloji Müzesi’ne gittik ama orası kapalıymış. O da yemyeşil bir bahçe içindeydi. Orman içinde bir yürüyüş yaptık. Göl kenarına indik. Buraya Fransa’dan gelen bir büfe sahibi Türk’le konuştuk. Kendisi İsviçre’deki bürokrasiden yakınıp durdu. Burada dükkan açmanın, çalıştırmanın birçok formalitesi olduğunu Fransa’da bu işlerin daha rahat yürüdüğünü, buraya geldiğine pişman olduğunu söyledi Paris’den geldiğine üzgün olan arkadaş.
Kentin merkezine indik. Her taraf çarşı Pazar. Bizler oturduk bir şeyler içtik. Derken bir gurup ellerinde pankartlarla yürüyüşe başladılar.
Öyle ya bugün 1 Mayıs, bugün İşçi Bayramı…
Buradaki insanlar da ellerinde taşıdıkları dövizlerle özellikle çocuklarıyla birlikte yürüyor, sloganlar atıyorlar… Onlar asgari ücretin 4000 İsviçre Frangı olmasını istiyorlarmış.
Ben bile katıldım içlerine, o anları yaşamak için. Tabii ki nerde Türkiye’deki o işçi aşkı! Eeee… Dünyanın kodamanları paralarını getirip buradaki bankalarda muhafaza etmiyorlar mı? Altın, gümüş, inci, saat vs. derken bu ülke dünyanın bir nevi kasası değil mi?
İsçiler ezilmiş, emekliler sömürülmüş bunu İsviçre Devletine ne kadar anlatabilirsin. Adamlar dünyanın sermayadarlarına sırtlarını dayamışlar ki, bunlar onlar için yedikleri İsviçre çikolatası gibi zevk veren şeyler olsa gerektir. Dünyada onca savaş, onca barbarlık var Batının ne kadar sesi çıkıyor. Daha doğrusu bu cennete yaşamalarını biraz da o savaşlarda insanları öldüren silah sanayine, sözde diplomasi “(bacasız sanayi) turizmine, yaygarasına” filan borçlu değiller mi?
Batı batı diyoruz da, yazarların aydınların söylediği gibi, ne batısı yahu!
Ezilen aynı ezilen, ezen aynı ezen; bunlar arasında sömürülen hep işçi kesimi oluyor, gariban kalan onlar oluyor. Yani bizler.
Bunları düşünürken bu sene yine İstanbul’da kan aktığını görüyorum 1 Mayıs’ta.
Vah bana vah bana diyorum.
İstanbul abluka altına alınmış, ancak faşist rejimlerde görülecek şekilde Galata Köprüsü’nün payandaları havaya kaldırılmış, vapurlara yasak konulmuş. Bari martıları da tutuklasaydılar! Bu bayram değil bir cehennem! Bayramı da zehir ediyorlar insanlara Türkiye’de.
Bizler kenti geziyoruz. Bol bol yürüyorum. Zaten deli gibi oluyorum böyle farklı yerleri görünce. Her bir sokağını tanımak istiyorum. Çünkü o kadar düzenli ve o kadar doğal ve tarihi yapısı korunmuş ki, evlerin, sokakların, insan imrenerek bakıyor her tarafa.
2 Mayıs
Sabah Nöşatel’de aynı isimli göl boyunca çok uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Hemen yanımızda bir üniversite varmış. Bir plaj ve bir tarafta doğal bir parkı andıran bir alanda gençler, yaşlılar, köpekler, çocuklar bu kuğuların büyük mutlulukla yüzdükleri göl kenarında zamanlarını en güzel şekilde geçiriyorlar.
Buradaki kuğular sanki sonsuz bir huzur ortamında olduğumuzu hissettiriyorlar.
Durgun ve dingin göle vuran bahar güneşi bir haftadır özlediğimiz sıcaklığı bize sunuyor, bize getiriyor.
Burada kentin müzesini gezmek benim en büyük arzum. Müze saat: 11.00’de açılıyormuş. Bu bir Sanat ve Tarih Müzesi.
Müzenin binası zaten tarihi bir bina. Müzenin içinde benim de bu gezide iyice anladığım gibi isminden fazla söz edilmeyen veya bizlerin fazla bilmediği gibi birçok İsviçreli ressamın muazzam resimleriyle dolu. Buradaki resimlerdeki canlılık, büyüklük, tabiat örgüsü çok dikkatimi çekiyor. Burada doğanın ölümsüz renkleri ve ineklerin doyasıya yedikleri otların tadı sizin damağınızda kalıyor. Yani sadece İsviçre doğası değil onu ölümsüz bir şekilde resmeden büyük İsviçreli ressamlar da size mutluluk hediye ediyorlar.
Birçok heykelin de olduğu bu göl kenarındaki tarih ve sanat müzesi şehirde mutlaka gezilmesi gereken bir yer. Burada yine şanslıyım ya da zaten Avrupa’da yaşamak bir şans! Almanya’dan özel bir koleksiyon burada sergileniyor. Onları da geziyorum. Bir soylu Alman ailesiyle ilgili görkemli bir sergi var burada. Eşi bulunmaz bu koleksiyonu gezmenin ötesinde benim en büyük şansım ise büyük heykeltıraş bir büyük ölümsüz usta Rodin’in de heykelinin burada olması.
Ama tekrar söylemem gerekirse benim asıl ilgimi çeken ve kafama kazınan; İsviçreli ressamların bu kadar bol olması ve birbirinden önemli tabloların olduğu resimlerle bu ülkenin sanattaki yeri konusunda bende bir önemli yargı oluşması. Göller, dağlar, hayvanlar, çayırlar, büyük ağaçlar… Bunlar ölümsüz bir şekilde İsviçreli ressamlar tarafından resmedilmiş.
Bu müzede ve diğer müzelerde de gördüğüm gibi ünlü bazı İsviçre’li (Avrupalı) ailelerinin tüm yaşamlarının izlerinin eserleri çok iyi korunmuş ve bunlar sergileniyor. Bir soylunun evinde, yaşamında ne tür eşyalar varsa bunlar sergileniyor.
Ali Kurtal bana çok iyi bir ev sahipliği yapıyor. Kendisine ve ailesine şükranlarımı sunuyorum. Onun sayesinde bir kenti gezmiş ve tanımış oluyorum. Hem doğasını, hem tarihini, hem gölü ve sokaklarıyla yaşayan bir kenti tanımış oluyorum.
BİR UMUT
Yorgunsun, uzaklardan gelmişsin;
Yitirmişsin neyin varsa birer birer.
Bir sağlık, bir sevinç, bir umut...
Onlar da neredeyse gitti gider.
Dost bildiğin insanların yüzleri
Aynalar gibi kapkara.
Suyu mu çekilmiş bulutların?
Dönmüşsün kuruyan ırmaklara.
Taşlara düşen saat gibi,
Ne artı, ne eksi.
Bir sağlık, bir sevinç, bir umut
Hikâye hepsi.
CAHİT SITKI TARANCI
Solothurn
Bugün yine eşsiz bir doğa içinde Solotorn’a gidiyoruz. Bu defa Ali Bulut’la buluşacağız.
Ali Bulut’la buluşmadan önce bana eşlik eden Ozan Sevinç’le iki saat boyunca bu kenti geziyoruz. Burada gördüğüm çok büyük bir beyaz kilise kentin önemli bir simgesi gibi. Derken kentin kapısı olduğu söylenen ve birer kule büyüklügünde ve çok kalın duvarları olan bu giriş kapısından çıktıktan sonra buraları da bol bol fotoğraflıyorum.
Ozan Sevinç sağ olsun bana katlanıyor; bendeki bu merak kimde bulunur.
Kentin sokaklarını birer birer dolaşmak, her bir tarihi binayı, her bir çeşmeyi çekmek için kendimle yarışıyorum.
Hemen her Avrupa şehrinde karşılacağım gibi burada da lise çağında ve öncesinde hatta üniversite çağındaki gençler sokaklarda benim gibi turluyorlar. Onlar da yaşamın içinden çekip alacakları ışıkları, enerjileri kovalıyorlar. En azından ben böyle hissettim, böyle düşünmek istedim. Ama bu kanılarımda yanılmıyorum sanki resim defterini, kâğıdını, kalemini alan kendini sokağa bırakmış… Onlar da tarihi binaların, yaşamın, kiliselerin, müzelerde heykellerin, resimlerin kopyalarını çalışıyorlar. Yere oturuyorlar, yan yatıyorlar, ayakta duruyorlar ama büyük bir dikkatle çevreyi gözlüyorlar, ellerinde kalem yüzlerinde merak ve sempatiklik gördüklerini işliyorlar kâğıtlara…
Işık vurdukça insanlar onu özleyen bedenler olarak ona yöneliyorlar. Susamış toprak gibi insanların güneşe yöneldiklerini görüyorum. Hele çocuklarda bir mutluluk ve büyük bir neşe görüyorum. Yahu biz demiyor muyuz zaten sevgi, sevinç, mutluluk farklı farklı tanımlansa da aslında aynı şekilde meydana çıkar diye. Onlar da, oynayarak, zıplayarak, gülerek mutluluklarını ve sevgilerini meydana koyuyorlar.
Bana film dayanır mı? Türkiye’ye göre oldukça pahalı filmlerden alıp makinamın karnını doyuruyorum. Ama fotoğraf makinesi için film bulmak çok kolay olmuyor. Artık dünya dijitale geçmiş, kim bakar kara filme.
Yürürken yine bir müzeye denk geliyoruz. Kaçırır mıyım? Burası bir Doğa Müzesi. Daha önce Basel’de bu müzeden birisini gezmiştim. Bölgeye ait ne kadar yaban hayvanı varsa burada onları bulabilirsiniz. Evet, yanlış okumadınız. Tüm havanları burada bulabilirsiniz. Ama burası nasıl bir müze, demeyin. Evet, hayvanat bahçesi değil de müze! Bölgedeki istisnasız tüm canlı türleri dondurulmuş bir şekilde burada sergileniyor. Boz ayılar, geyikler, fareler, yılanlar, kelebekler… Artık ne ararsanız var burada, doğadaki hemen her şey burada mevcut. Onları çok canlı bir şekilde burada görebilirsiniz. Sadece hareketsizler o kadar.
Kenti epey tanıdıktan sonra Ali Bulut’la buluşuyoruz. Onun bir projesi var. Alevi Bektaşi öncülerini bir araya getirmeyi hedefleyen, öncü isimleri bir arada bulundurmayı, sempozyum (Bilgi şöleni) yapıp, sonrasında bunları birçok dilde yayınlayıp Alevlik Bektaşilik konusunda kalıcı bir iş yapmak isteyen bir proje. Bununla ilgili konuşuyoruz.
Ayrıca benim beş yıl önce tanıştığım hemşerim İzzet Bey’le de buluşuyoruz. Ali Bulut’un ortağı Kosova’danmış. Ben durur muyum, sarılıyorum cep telefonuna Kosovalı olan çok sevgili hocamız Hayrettin Gaş’ı arıyorum. Her ikisini buluşturuyorum. Benim yüreğim böyle bir yürek; insanları buluşturmak, kavuşturmak, tanıştırmak… Büyük zevk aldığım şeyler. (Zamanla gördüm ki bu konuda çok başarılı değilmişim demek ki, insanlar benim anladığım, hissettiğim dünyalarda yaşamıyorlar. Gördüm ki aslında insanlar birbirlerini dinlemek yerine kendi fikirlerini diğerine dayatma yarışındaymışlar, herkes bir gösteri ve gösteriş peşindeymişler, bu yaptığımın da çok kıymeti yokmuş. Bu acı gerçekleri gördükçe bu işlerden biraz biraz vazgeçmeye başladım).
Bugünün çok tatlı yorgunlundan sonra yine Biel’e doğru hareket ediyoruz.
Şiir
Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Ruhum acısından bunu bildi.
Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi
Ahmet Haşim
(Piyale’den)
3 Mayıs
İsviçre Cenneti ve Bir Yolculuk Hikâyesi
Bugün ise Basel’e varıyorum. Buradan beni İbrahim İbili karşılayacak ve bir trene bindirecek İsviçre sınırına yakın Avusturya’da Veli Sedef’lerin olduğu yere gideceğim.
Haydi hayırlısı.
Dil yok, para yok, imkân yok…
Tam bir macera…
Hayat bir macera değil mi aslında gerçekten de? Ben de zaten bu macera için buralardayım. Yaşamı olduğu gibi ama hayatın içinde türlü zorluklarla dolu dolu ve farklı yaşamak... Yani tümüyle canlı bir şekilde yaşamı yaşamak gerek. Olması gereken de budur bence.
İbrahim İbili beni bir trene bindiriyor. Artık elimde fotoğraf makinesi, not defteri, şiir kitapları, sarhoş edici güzellikler, bir cennet ki yalancı da dense, bir cennet, yol alıyorum. Duraklar beni ne ilgilendirir… Çok uzun ve büyük bir göl boyunca yol alıyor tren… Ben kendimi kaybetmiş bir vaziyette, büyülenmiş halde doğanın etkisi altındayım.
Zümrüt yeşili bir doğa içinde, dağlar, göller arasında yol alıyorum...
Geniş ve büyük yeşillikleri içinde otlayan kuzuları, koyunları görüyorum, türlü hayaller kuruyorum bu masal diyarı ülkede, ne kadar istasyon geçtiğimi ne bileceğim?
Otlar adam boyu, değil bin, yüz bin koyun bu otlardan yese bitmez. Ağaçlar türlü çiçekler açmış. Gölden dağlara doğru uzanmış evler beni bir masal dünyasına götürüyor.
Tren her istasyonda en fazla 5 dakika duruyor. Ne bekleyen var, ne bekleten, ne sorun çıkaran. Ama her istasyonda inenlerin yerlerine yeni yeni yolcular biniyor. Orta yaşlı bir bayan kocaman bir cips paketinden hızlı hızlı cips yiyor. Çocuklar uslu mu uslu, sanki büyümüşte küçülmüşler. Her birisi nasıl akıllı, tatlı görünüyorlar, hepsi çok uslular zaten. Burada insanların tümü bir şeyler okuyorlar. Ama ne hikmetse çok fazla bir neşe göremiyorum yüzlerinde. Bu onların mutsuz oldukları anlamına gelmez. Ama insan bu insanların bu ülkede, bu doğa içinde daha güler yüzlü, daha mutluluk veren ifadelerle dolu olmasını, gözlerinin ışılamasını bekliyor. Yüzlerde çok bildik klasikleşmiş saygı ifadeleri.
Yaklaşık üç saatlik bir yolculuk 63 İsviçre Frankı yapıyor. Yani yaklaşık 130 TL. Kadar. Bir kola 5 Frank.
Evet, trenler hızlı ama gerçeği söylemek gerekirse hiçbir hizmet yok. Bunu Almanya’da da görmüştüm. Görevliler sizin biletinize bakmak, onu onaylamak dışında bir işe yaramıyorlar. Yani parasını verdin mi? Yasal yolları kullandın mı buraya binerken? Tümü bu.
Siz kurallara uyun bu ülkelerde; paranızı verin biletlerinizi alın, akıllı uslu, işinde gücünde, vergisini veren bir sadık vatandaş olun, bu yeter.
Yani devlete para kazandıran, posası çıkartılıp bir kenara atılmış birisi oluncaya kadar yani moruklayıncaya kadar, altın yumurtlayan tavuk (hindi, kaz, horoz artık siz neyi kendinize yakıştırırsanız (!)) gibi olun, en iyi insan sizsiniz bu batıda!
İlk gözlemlerimden birisi bu oldu Avrupa’yla ilgili. Yok, anam, yok. Burda yaşam çok zor. Tabiat çok güzel de, hayat çok pahalı, kurallarla dolu, mutsuzluk verecek çok şey var buralarda… Bunları da düşünce insanın tadı damağında kalıyor.
Göllerinde kuğuların, ördekleri, kazların gezindiği bu ülkede gökten rahmet de eksik olmuyor. Tam on iki ay yeşil kalan bir ülke düşünün.
Emsalsiz bir güzellik ve insana büyük bir zevk veren ayrıcalıklar.
Evet…
İsviçre bir göller ve dereler cenneti.
Burada dağların başları dumanlı ve sık sık tünellerden geçiyorsunuz.
Bir de şunu söylemek zorundayım; İranlı kadınlar İsviçreli kadınlardan daha güzeller. Bu bir gerçek gözlem.
Bir de Türk yöneticilerin kesinlikle İsviçrelilerden daha akıllı olduklarını buraya gelince anladım. Türkiye’de Türkiye’yi yönetenlerden bir kısmı olan belediyeciler vs. alerji yapıyor diye, başlarında polenler var diye, şehir merkezlerindeki binlerce kavak ağacını kesmişlerdi, kesiyorlar. Türklerden her zaman ki gibi büyük tepki olmuyordu. Köprü yolundaki ağaçları kesince kötü oluyor, şehir merkezindeki kavakları “alerji yapıyor” diye kesince doğal oluyor. Ulan senede dört kez değiştirip milyonlar harcayarak sözde çicek gibi bir çevreci olan götü boklular; İsviçre’de polenli molenli kavaklar da dâhil, tüm ağaçlar kent merkezlerinde boy veriyor, size ne oluyor. Burada yüzünün kremi için milyon lira harcayan İsviçreliler o polenlerden alerji olmuyor da, kimyasal atıklarını bacalarınızdan halen arıtmadan havaya, çayıra, denize, dereye akıttığız babayiğit Türk milleti mi alerji oluyor, bu polenlerden?
Aslında trenin çok gürültü yaptığını fark ediyorum. Bu biraz kafamı ağrıtıyor. Derken gök kapanıyor bulutlardan. Her taraf bu arada gölün üstü de sise bürünüyor. Tuna gibi, İstanbul Boğazı gibi geliyor bir ara bana bu göl, yatağı daralıyor, daralıyor bir nehir gibi oluyor. Derin bir vadinin içinde yol almaya başlıyoruz. Derin mavi sular benden uzaklaşıyor.
Ben ise yine bir peri masalını canlandırıyorum kafamda; şimdi bir dağ başında ahşap bir kulübe, yanan bir şöminenin karşısında bir sıcak çay yudumlasam. Kendimden geçmiş bir şekilde şöylece bir sedire uzansam, diyorum. Sonsuz sarıçiçekler içinde bir yamaçtan aşağı doğru, boynunda çanlarıyla koyunlar, inekler arasında bir güzel yürüsem, taptaze sütlerden içsem diyorum. Böyle hayallere dalıyorum. Bir güzel sohbeti özlüyorum.
Başımı kaldırınca dağ başlarından derelerin coşkun bir şekilde bu göle doğru çağlayarak aktıklarını görüyorum.
Bir sis, bir de yağmur yıkıyor göl kenarındaki ağaçları… Burası bir göl değil bir uzun ırmak adeta. İlerliyoruz sisler arasında.
Ama ben yine de sormadan edemiyorum; acaba İsviçreli inekler bu kadar mutlu olmaktan sıkılmıyorlar mı?
Bu mutluk onlara biraz fazla gelmiyor mu?
Onların hayal âlemlerinde hiç Anadolu’nun sarı kızları var mıdır?
Yazın ot ve su bulamayarak kilometrelerce yol alan bir deri bir kemik Anadolu’nun o güzelim sarı kızlarını hiç düşünüp üzülürler mi, en azından imkân olsa da, o bacılarımıza buradaki fazla otları yolabilsek diye, hiç düşünürler mi acaba? Kim bilir? Belki anlatılsa onlar da anlayışla karşılarlar bunu!
Türkiye’de sarı kızları da yok ettiler ya, o da başka bir hikâye.
Sokaklarda ara, tara ki bir tek kedi, bir tek köpek bulasın! İlaç niyetine olsa da yok. Burada sokaktaki bir kediye sarılamadan Türkiye’ye döneceğim herhalde.
Şimdi düşünüyorum bu yanından geçtiğimiz dağlar Alp Dağları mı?
Bu ülke bunu nasıl başarabiliyor?
Yani sanayiyi, doğayı, turizmi, hayvancılığı her şeyi yerli yerinde koruyabiliryor?
Bu küçücük ülke aynı zamanda bir sanayi memleketi. Bu dünyanın en büyük başarı öykülerinden birisi değil de nedir? Buna sadece sömürü diyebilir miyiz? Ağır sanayisi var, maden sanayisi var. Zaten en değerli ve meşhur saatler burada üretiliyor. Peynir ve çikolata cenneti burası değil mi? Ya turizm? Burası bir turizm cenneti değil mi?
Derken sisler dağılıyor önümüzde ve karşımızda ilk kez ağaçsız çıplak dağlar beliriyor. Ağaçsız ama başı karlı dağları görüyorum.
Yolculuğun sonlarına doğru geliyoruz… Durakta Sargans yazıyor. Yani karlı dağların eteğindeki bir yerleşim birimi. Burada ise iki uzun karlı dağ silsilesinin arasından ilerliyoruz. İşte buna ben manzara derim. Landquard’a gelince güneş açıyor. Çok eski bir gar binası var. Hatta artık bu gar kullanılmıyor. Ama yine de bakıyorum kara bir örtü gibi çevredeki dağların başları kapalı.
Benim gideceğim yer St. Margrethen’di.
Ama şimdi son durağa gelmiş bulunuyoruz: Chur!
Nasıl yani?
Ey Ayhan, macera arıyordun; Al sana macera! Bizim İbili aceleyle sana bir bilet aldı. Aktarmasız olmasını özellikle söyledin. Ama aktarmalı bilet almış, şimdi almış başını gitmişsin… Hem de ne gidiş. Bu kadar rüya âleminde gezersen olacağı buydu…
Saatler boyunca yol alınca gele gele bambaşka bir istasyona gelmişim.
Ne gam! Ben bunları büyütmeyen birisiyim. Gergin, öfke dolu anlarım her insan gibi oluyor ama böyle durumlarda öfkem yok oluyor. Hayatın tüm güzellikleri beliriyor.
Yani beklenmeyen durumlara karşı öfke duymuyorum. Ben anladığım kadarıyla bana karşı bilinçli yapılan engellemelere öfke duyuyorum.
Neyse kondüktörle işaret diliyle de olsa anlaştık. Yarım saat sonra bir başka tren aksi yöne yani St. Margrethen’e gidecekmiş. Ben 10 Frank fark parası verip bileti yeniliyorum. Treni beklemeye başlıyorum. Bu arada Veli Sedef’i arıyorum. Yahu diyorum, ben nerdeyim biliyor musun? Chur’dam, Kur da, Kur… Artık ikimiz de gülüyoruz. Volkan ve Ali Dedeler ise Türkiye’den bir etkinlik için buraya geliyorlar. Burası mı yahu Avusturya’ya diyeyim bari.
Hâlbuki burada da yani Chur’da Aleviler varmış. Nerden bileyim anam ben? Türkün dünyada gitmediği yer mi var, ya da Kürt’ün bu arada Alevinin de… Bir de Alevi Derneği varmış.
Buradan çok değerli bir isimle de sonradan tanışıyorum burada yaşayan Salman Coşkun’la.. Hem de kendisi çok temiz ve iyi niyetli ve de CHP’nin İsviçre temsilcisi. Bir de burası Davos’a yakınmış. Şu dünya liderlerine ev sahipliği yapan, Turgut Özal’la Türkiye’de de tanınan bir turizm merkezine yani.
Konstanz Gölü’nün güneyinde St. Margrethen’e doğru yol almanın zamanıdır artık.
Ne gam! Yol olsun da ben giderim. 74 Kilometre yolum varmış.
Avrupa’da trenlerde birçok kurallar var. Bunların tümü parayla ilgili. Birinci, ikinci kompartımanlar var. Herkes her istediği yere oturamıyor. Oturma önceliği için de ayrıca bir para ödüyorsunuz. Her şey paraya bağlı. Boş olan yere oturayım dedim, görevli beni uyardı, burası özelmiş! Her yerde para geçiyor.
Trende geçtiğimiz yerleri yazıyorum: Landquard. Burası sanki derin bir vadi ama geniş tarlaları da var. Bir uzun nehir akıyor. Bu Ren Nehri’ymiş. Vay be, Ren Nehri’ni burada da gördüm. Çok ilginçtir bu mevsimde sapsarı parlayan tarlaları karanlık içinde parlarken buldum. Sonra Maienfeld, Bad Ragaz, Sargans, Buchs, Herrburg… Tüm buraları müthiş bir doğa eşliğinde geçiyorum.
Artık yavaş yavaş gün kararırken, sağıma aldığım bir dere bana türlü hikayeler anlatırken ben de kendi âlemimde düşlere yeniden dalıyorum.
Tam da bunları yazarken bakıyorum ki, not aldığım defterden yine bana bir şiir hediye edilmiş…
BİR SELVİ GÖLGESİ
Ruhumu bu çarmıha kendi elimle gerdim:
Bir nebi ızdırabı kaynıyor her yerimde.
Ölüm, siyah bir tütsü yakıyor gözlerimde;
Ağladığım her nefesi son nefes gibi verdim!
Neşeler, ihtiraslar, arzular, artık gidin:
Kahkahalar içimde kaynayan birer zakkum
Işıklar, gözlerime serpilen bir avuç kum!
Bir selvinin gölgesi: Son cenneti ümidin...
Bir selvinin gölgesi: Kırk yılın son emeli,
Son hıçkırık bu selvi gölgesinde dinecek;
Son damla yaş bu selvi gölgesine sinecek
Alnımı okşayınca ölümün anne eli
Yusuf Ziya Ortaç
Nihayetinde St. Margrethen İstasyonu… Burada iniyorum. Zaten Veli Sedef’ler de henüz gelmemişler. Onları bekliyorum. Sonra birlikte Veli Sedeflere gidiyoruz.