Makaleler

HZ. ALİ’DE AHLÂKSAL/ İNANÇSAL KİMLİK

HZ.  ALİ’DE AHLÂKSAL/ İNANÇSAL  KİMLİK

 Baki  ÖZ

Tarih Araştırmacısı- Yazar                                    

 1)  Şii ve Sünni Yoruma Göre Ehlibeyt’in Tanımı ve  Kapsamı:

 İslam’ın doğuş yıllarında “Ehlibeyt”, “ev halkı” anlamına gelir.[1] Dolayısıyla bu terimin İslam terminolojisinde özel bir yeri olur. Terimi sahiplenen Şii ve Alevi çevreler, özel bir anlamla donatır ve yaşatılmasını sağlarlar.

“Ehlibeyt” veya “Ehl-i Aba”, “Al-i Aba”, “Pençe-i Ali Aba”nın tanımı ve kapsamı Şii ve Sünni yorumculara göre değişir. Tarih boyu hep bu yorum çatışması görülmüştür. Şii, Alevi ve Bektaşi yorum Ehlibeyt’in Peygamber’in soyunun sürdüğü Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluştuğu doğrultusundadır. Sünni yorumsa ev halkı olarak görülen bu kesimi Peygamber’in eşleri, diğer çocuklarıyla birlikte, Ebubekir, Ömer ve Osman gibi yakın ilişkide olduğu kimseleri de katarlar. İslam dünyasının öteden beri her biri bu alanda birer otorite kabul edilen ünlü Kuran yorumcularından ve hadis bilginlerinden İmam Fahrettin Razi, Zemahşeri, İbni Hacer, Kurtubi, Muhammed bin Ali Şevkani, Suyuti, Hakim, Zehebi, İmam Ahmet Hambel ve Taberi Ahzab- 33. ile Ali İmrân- 61. ayetlerinin yorumunda kimi farklılıklarla birleşerek “Ehlibeyt’ten amacın Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin” olduğunu belirtirler.

Ahzab- 33. ayeti Ümmi Seleme’nin evinde inmiştir. Peygamber ayet indiği zaman; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i hırkasının altına alarak “işte benim Ehlibeyt’im bunlardır” demiştir.[2] Ehlibeyt’in tanımı ve kapsamı bu davranışlarla belirlenmiştir.

Hz. Ali üzerine aleyhte kitap yazan yazar Faik Bulut “Ehlibeyt”i Şiilerin “daraltarak”, Alevilerinse “siyaset gereği kendilerine mal ederek” kullandıklarına değinerek Ehlibeyt’in Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’le “sınırlı” tutulamayacağını belirtir.[3]

Günümüzün ünlü ilahiyatçılarından Y. N. Öztürk; Kuran’ın Hud- 73, Kasas- 12, Ahzâb- 33. ayetlerinde “Ehlibeyt”in “Peygamber Muhammed’in ev halkı” anlamında kulanıldığını ve “ev halkı” demek olduğunu belirtir. Ona göre, ev halkı demek olan “Ehlibeyt”in biri geniş diğeri de dar olarak iki anlamı vardır. Geniş anlamıyla “Ehlibeyt” “Peygamberi’in bütün ev halkını”, dahası Selman-ı Faris gibi ev halkına yakın kişileri de kapsar. Eşleri ve diğer çocukları da bu anlamın içindedir. İslam geleneğinin bu anlamı benimsediklerini belirtir. Doğallıkla bu Sünni çevrelerin benimsediği tanımdır. Dar anlamda ise; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşur. Bu tanımı, bilindiği gibi Şii ve Aleviler benimserler. Ümmü Seleme ve Üsame b. Zeyd’e dayandırılan hadislere göre Peygamber bu dört kişiyi giysisiyle sararak; “Benim Ehlibeyt’im bunlardır” demiştir. Bu dört kişiye giysi altına alınan yakınlar anlamında “Al-i Aba” ve “Ehlü’l-Kisâ” da denir.[4] Hz. Ali ve onun aile başkanı olduğu “Ehlibeyt kadrosu”, Ali ile birlikte Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşur. Peygamber Muhammed’in kurduğu İslam dini içerisinde bütün zorluklara ve olumsuzluklara karşın “örnek kabul dedilen bir yaşam” sürdürmüşler ve İslam toplumlarına model olmaya çalışmışlardır.[5]

Ali’nin Peygamber’in “çok sevdiği” kızıyla evlenmesi ve ondan erkek çocuklar doğurması, Ali’yi Peygamber’in mirasçısı ve izleyicisi olarak görenler açısından en önemli ve güçlü kanıtlardan biridir. Ehlibeyt sözcüğünün Aleviler, Şiiler, İsmaililer/ Batıniler ve Bektaşiler yanında özel bir değeri vardır. Ehlibeyt, Alevi-Şii inancının temel taşıdır. İnaç, düşünce, töre ve edebiyat bunun üzerine kurulmuştur. Kuran ayetlerinde ve hadislerde “Ehlibeyt” sözü sık sık geçer. Bunun dışında Alevi ve Şii toplumu birçok ayet ve hadisin Ehlibeyt’i amaçladığı doğrultusunda anlam da çıkarırlar. Böylece, Ali ve çocukları öne çıkar. Bu doğrultuda birçok ayetin yanısıra önemsenecek ve ciddi kabul edilecek hadisler de vardır. Özellikle Peygamber’in sözü olan Ali’ye ilişkin; “Benden sonra fitne olacaktır. Bu oldu mu, Ebu Talib’in oğlu Ali’nin yanını tutun. Çünkü, O bana ilk inanandır. Kıyamette de benimle ilk musafa edecek  odur. O, Sıddık-ı Ekber’dir. O, bu ümmetin Faruk’udur. O, müminlerin ulusudur, başıdır”  hadis, Ehlibeyt’in ve Hz. Ali’nin İslam içindeki konumunu belirlememiz açısından önemlidir. Bu durum, kimi Sünni yorumların kuşkuluymuş gibi göstermesine karşın, Alevi- Şii anlayışı haklı gösterir.[6]

Ali İmran- 61’de Tanrı buyruğuyla Hasan’la Hüseyin’in Peygamber Muhammed’in “çocukları/ oğulları olduğu” sayılır. Doğallıkla; Sünni yorum bu durumu da görmezlikten gelerek, olayı başka mecralara çeker ve farklı anlamlar kazandırır. Al-i İmran suresinin bu ayeti, “Mübâhele” ayeti olarak bilinir.Bu sözcük, “dua etmek”, “Tanrı’nın lanetini yalancılar izerine çekmek için duada bulunmak” demektir. Bu durum, bir olaydan kaynaklanmıştır. Peygamber, Hicretin 10. yılında Yarımada ve çevresindeki gayrimüslim topluluklara bir mektup göndererek İslam’a çağırır. Bu nedenle Necran Hıristiyanlarını da çağırmıştır. Necranlıların Medine’ye gelişleriyle “mübâhele olayı” gerçekleşmiştir. 14’ü din adamı olan 60 kişilik Necranlı kurul Medine’ye geldiklerinde kendi dinlerine göre tapınırlar ve ipekli giysiler giyerek Peygamber’le görüşmek isterler. Bu nedenle huzura kabul edilmezler. Ancak, yün giysiler giyindikten sonra huzura kabul edilerek görüşmeler başlar. Konuşmalarında dürüst olmazlar. Bu görüşmeler sırasında Al-i İmran suresinin ilk 80. ayeti iner. 61. ayet de bunlar içerisindedir. Ayette; “Sana iyice bildirdikten sonra da yine bu konuda seninle tartışan olursa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Biz, bizzat gelelim. Siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Tanrı’nın lanetini yalancılara havale delim”. denilmektedir. Bu ayette geçen “ibtihal” (yalancıya lanet dilemek) teriminden alınan “mübâhele” deyimi sonraları bu olayın adı olarak kullanılır. Ünlü doğubilimci Massignon’a göre; “mübâhele”, yani yalancıya lanet okuma uygulaması belli bir usül çerçevesinde sonraki yıllarda sürdürülür. Bu olay sırasında Peygamber’in “mübâhele önerisi” Necranlıları tedirgin eder. Kararlarını bildirmek için zaman isterler. İkinci günkü görüşmeye; Peygamber Muhammet ailesiyle, yani Ehlibeyt’iyle gelir. Kucağında küçük torunu Hüseyin, elinde büyük torunu Hasan, arkasında kızı Fatıma ile damadı ve yeğeni Ali ile birlikte buluşma yerine gelirler. Peygamber böylece Al-i İmran’ın 61. ayetinden geçen “çocuklarımızı” karşılamak için torunlarını, “kadınlarımızı” karşılamak üzere kızı Fatima’yı, “kendilerimizi” karşılamak üzere de kendisi ve Ali’yi getirmiştir. Peygamber, Ehlibeyt’iyle yere çökerek kurulu bekler. Necranlı kurulun başı Ebu Harise bu durumdan ve tutumdan etkilenir. “Mübâhele”den vazgeçerek cizye vermeyi kabul eder. Aradaki sorunu çözmek için hakem ister. Peygamber de bu istek üzerine onlara Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’ı hakem olarak görevlendirir. Peygamber, Necranlıların bu olayda düştükleri durumdan sıkılır. Sünni oterite ve yorumcular bu “mübâhele olayı”nı kendi açılarından değerlendirirler. Zemahşeri bu olay ve ilgili ayeti Al-i Aba’nın üstünlük ve seçkinliğini gösteren “en güçlü delil”, Beyzavi ise bu olayı Peygamber’in nübüvvetine ve O’nun Ehlibeyt’inin üstünlüğüne “kanıt” olduğunu belirtirler. Şii, Alevi ve İsmaili/ Batıni çevrelerse bu olaya daha geniş bir perspektiften bakarak anlam çıkarırlar. Massignon’un belirttiği gibi, Şiilik Ehlibeyt’in halifelik alanındaki hakkını savunmada; “sosyo-hukuki dayanağı” Gadiri Hum olayı, “metafizik dayanağı” ise bu mübâhele olayıdır. İlahiyatçı Y. N. Öztürk’e göre mübâhelenin yapıldığı 21 Zilhicce Şii çevrelerce bayram olarak kutlanmıştır. Mübâhele  olayı Hz. Ali’nin ashabının “üstün olduğu”na, dahası kimilerince eski peygamberlerden “daha üstün olduğuna kanıt” sayılmaktadır.[7]

Bu alanda Şii ve Alevilerin yorumu doğallıkla farkılıdır. Son dönemlerinde Şiilik’te karar kılan İslam ilahiyatı otoritelerinden Gölpınarlı “Bihar’ül- Envar”a, Şirazi’nin “Şebhâ’yı Pişâver”ine ve Ahmet Sâbiri-i Hemdâni’nin verilerine ve çalışmalarına dayanarak değerlendirme yapar ve kimi belirlemelerden bulunur. Bu değerlendirmelere göre; “Mübâhele ayeti” diye anılan 61. ayetteki “ebnâenâ”den amaç Hasan’la Hüseyin’dir. İkisi de Peygamber’in “oğulları” sayılır. “Nisâenâ”dan amaç Hz. Fatima’dır. Peygamber, kızının kendisinden bir parça olduğunu, onun kesinlikle “incitilmemesi”ni, onun “kadınların seyyidesi/ efendisi” olduğunu belirtir. “Enfusenâ”dan amaç da Emirülmümin Ali’dir. Ali, ayette Hz. Muhammed’le birlikte anılmış, “nefs-i nefis-i Muhammed”den sayılmıştır.[8]

Bu olay nasıl yorumlanırsa yorumlansın; Ali ve çocuklarının İslam toplumundaki önemini, yüceliğini, değerini gösterir. Bu değer bizzat Peygamber’ce biçilmiştir. Onlar ailenin biricik üyeleri olarak görülmüştür. Ehlibeyt’in bizzat bu kişilerden oluştuğu bu tutumla yoruma yol açmayacak ölçüde açıktır. Hele hele Peygamber’in torunlarını “oğulları edinmesi”nin Tanrı buyruğu, yani Allah’ın emri ve vahiy ürünü olan Kuran ayeti  olması kenara atılacak bir durum değildir. Herşey ortadadır.

Ehlibeyt” kavramı ne tür anlamlara çekilirse çekilsin, kapsamı ne ölçüde daraltılıp yahut genişletilirse genişletilsin, Şii, Alevi ve Bektaşi toplumunun bu kavramdan anladığı  Peygamber’in “ev halkı”nın tümü değildir. Diğer eş ve çocuklarını kapsamaz. Hele aileye yakınlığıyla bilinen kimseler çok değerli de olsalar bu kavram içerisinde yer almazlar. Şii, Alevi ve Bektaşiler bu kavramı sahiplenirken Peygamber Muhammed’in olaya yaklaşımından hareketle, bu kavramı anlamlandırıp biçimlendirmişlerdir. Peygamber’de; Kuran ve hadislere bakılması durumunda Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i oldukça önemsediği, öne çıkardığı, yücelttiği, soyunun ve inançsal felsefesinin bunlarla yürüyüp süreceğini belirtmiştir. O nedenle, “Ehlibeyt”in kapsamını Şii ve Alevi dünyası sadece bu dört ada indirgemekle sorunun özüne uygun olarak davranmıştır. Hz. Muhammed’in yeğlediği anlamı, Alevi ve Şii çevreler de yeğlemişleridir. Doğallıkla bunun, bu kapsamın dışında kalan aileden kimselerin değersizliği ve önemsizliğiyle bir ilgisi yoktur.

Yalnız Şii- Alevi tarihinde ve inançsal geleneğinin bir türevinde/ varyantında/ versiyonunda aynı ailenin bir devamı olan Oniki İmamlar’la Peygamber’e ve Ali’ye özel bağlılığı ve desteğiyle bilinen Selman-ı Farisi de aileden sayılmış, gelenek yer yer bu kimseleri Ehlibeyt’ten görmüştür. İbni Abbas’tan aktarılan bir hadise göre Peygamber;         “Yüce Tanrı halkı birçok ağaçtan yarattı, beni ve Ali’yi ise tek bir ağaçtan…Öyle bir ağaç ki, gövdesi benim. Ali ile Fatıma ise onun tohumu, Hasan’la Hüseyin’se onun meyveleri…Bize bağlı olan halkımız ise, onun yaprakları…Bu ağaca sarılanların sonu cennettir. Uzaklaşanların gideceği yerse cehennemdir”[9].

Burada Peygamber ailesine, yani Ehlibeyt’ine ve onun yürütücüleri/ sürdürücüleri olan Hüseyin soyundan gelen Oniki İmamlara özel bir önem atfeder. Ailesini, yakınlarını, soyunu ve yolunun sürdürücüleri olan Oniki İmamları “halkın en hayırlısı” olarak niteler.

Aynı inanç çizgisi Selman-ı Farisi’yi de Ehlibeyt’ten sayar. Peygamber, Ehlibeyt’ten olan Ali ve çocuklarının yanına İslam’a başından beri önemsenecek yararlılıkları olan ve aileye oldukça bağlı olan Selman-ı Farisi’yi de katmıştır. Bu inanca Ahzab- 33’ün yorumuyla ulaşılır. Ehlibeyt ve Selman-ı Faris gibi seçkin ve üstün kimseler her yönüyle arınık ve temiz kılınırlar. Ehlibeyt ne ölçüde temiz ve arınık ise, Selman da o ölçüde arınıktır.  Bunların makamları kutupların doruğudur. Selman, bilim ve irfanını Ehlibeyt’ten almıştır. Peygamber’e göre; “İman göklerde bile olsa Selman-ı Faris için oraya ulaşmak kolay olacaktır” Peygamber, Selman’a özel bir değer ve önem vermiştir.[10]

 2) Kuran’da Hz. Ali ve Ehlibeyt:

 Sünni çevrelerin katılmamasına ve doğru bulmamalarına  karşın; Şii, Alevi ve Bektaşi çevreler Kuran’da Hz. Ali ve Ehlibeyt’ine ilişkin ayetlerin bulunduğunu, Ali ve Ehlibeyt’in vahiye konu olduklarını, ama Kuran derlemeleri yapılırken bu tür ayetlerin çıkarıldığı düşünülür, inanılır ve savunulur. Hatta 6666 ayet olması gereken Kuran’ın 6234 ayet olamasının nedeni budur. Yani, Şii/ Alevi çevrelerin savına göre; Kuran’daki bu eksiklik, Ali ve Ehlibeyt’in üstünlüğüne ilişkin ayetlerle Ümeyyeoğullarının kötülüklerini dile getiren ayetlerin çıkarılmasından kaynaklanmıştır. Ayrıca, Ali ve Ehlibeyt hakkında önemli sayılacak ölçüde hadis olduğu da savunulur.

Gerek ayetlerde gerekse hadislerde ençok övgülü sözler Ali içindir. İbni Abbas, Ali’ye ilişkin 300 ayetin indiğini belirtir. Ancak, 80 ayet konusunda bilim çevreleri görüş birliğindedirler. Oysa, Ali’yi kendisine rakip alan Muaviye’yi yücelten tek bir ayet bile yoktur.[11] İbni Hambel’se; “Ali hakkında Peygamber’den gelen erdemlik içeren sözler başka kimseler hakında gelmemiştir” der. Cami gibi ünlü kaynaklara göre, Peygamber Muhammed; “Ali Kuran iledir ve Kuran Ali ile. İkisi havuz kenarında bana ulaşıncaya dek ayrılmazlar” der.

Şii- Sünni Kuran yorumcu ve bilim çevrelerine göre Hz. Ali ve Ehlibeyt’e ilişkin inen, yahut onları konu alan veya herhangi bir biçimde ima eden ayetler şunlardır: Bakara- 207- 208- 274; Ali İmran- 61; Nisa- 54- 115- 117; Maide- 55- 67; A’raf- 46; Enfal- 27; Rad- 29; Nûr- 35- 36; Şuara- 214; Ahzab- 23- 25- 33- 56; Fatır- 32; Yasin- 12; Saffat- 24- 130; Secde- 18; Şûra- 23; Zuhruf- 67; Rahman -19; Vakıa- 10; Hadid- 19; Haşr- 20; Hakka- 12; İnsan(Hel’Ata)- 9; Tekasür- 8.[12]

Kuran’ın tümü Ali ve Ehlibeyt’i kapsar. Kuran’ın tümünde Ali ve Ehlibeyt’e göndermede bulunan ayetlerin surelere göre dağılımıysa şöyledir: Enfal: 7; Tevbe: 11; Yunus: 11; Hicr: 8; Nahl: 19; İsra: 11; Taha: 21; Enbiya: 10; Hacc: 6; Hud: 1; Yusuf: 17; Furkan: 12; Şuara: 15; Nevml: 4; Kassas: 6; Ankebut: 8; Mümin: 4; Fussilet: 8; Şûra: 6; Zuhruf: 14; Duhan: 8; Vakia: 7; Hadid: 10; Mücadele: 1; Haşr: 2; Saf: 3; Kıyam: 2; Dehr: 4; Mursalat: 7; Naba: 7; Naziat: 2; Zilzal: 5; Adiyat: 6; Keyf: 7; Meryam: 8; Rum: 2; Lokman: 4; Secde: 1; Ahzab: 13; Sebe: 4; Casiye: 2; Muhammed: 15; Fetih: 6; Hucurat: 7; Kaf: 2; Cuma: 1; Münafikun: 6; Tagaabun: 3; Tahrim: 4; Mülk: 2; Abasa: 3; Tekvir: 4; İnfitar: 2; Buruc: 2; Beled: 3; Maun: 1; Kevser: 1; Miminin: 7; Nur: 8; Fatır: 2; Yasin: 3; Saffat: 5; Sad: 16; Zümer: 13; Zariyat: 6; Tur: 6; Necr: 16; Kamar: 3; Rahman: 19; Kalem: 9; Haakka: 4; Maaric: 4; Nuh: 1; Cin: 4; şems: 6; Leyl: 5; Tin: 7; Kadr: 5; Beyyine: 2; Ali İmran: 24; Nisa: 21; Takasur: 1; Asr: 3; Humaza: 1; İhlas: 1; Fatiha: 7; Bakara: 67; Maide: 6; Araf: 12.[13]

      Kuran’da Hz. Ali ve Ehlibeyt’i amaçlayan ayetlerin olduğunu dünden bugüne dünyanın en ünlü Kuran ve hadis otoriteleri de savunurlar. Çalışmalarıyla kimi ipuçları verirler. Genel kanı; Kuran’ın düzenlenmesi sırasında bu tür ayatlerin doğrudan ayıklanmasına karşın, yine de Ali ve Ehlibeyt’i amaçlayan ve doğrudan- dolaylı onlara yönelik olan azımsanamayacak ölçüde ayet kalmıştır. Bu konunun uzmanı, yani ilahiyatçı olmayışımız nedeniyle, biz yalnızca bu otoritelerin saptamalarını aktarmakla yetineceğiz.

 

a-  Kuran Ayetlerinde Hz. Ali:

 

Kuran yorumcularına göre; Hz. Ali, Kuran’da dokuz ayette “mümin” olarak anılmıştır. Bu ayetler yalnızca onun için inmiştir. Secde- 18. ayet Ali ile Velid b. Ukbe arasında geçen bir olay üzerine inmiştir. Ali, ona “fasıksın” demiştir. Enfal- 62 Bedir savaşı ile ilgili olarak Ali ile Hamza gibi “müminlere”, Enfal- 64’se yalnızca Ali için inmiştir. Ahzab- 23, Tanrısıyla and içip bunun sonucunda şehit olmayı bekleyen Ali içindir. Tevbe- 19, Mekke’de hacılara üstünlük taslayan Abbas’la tartışarak onu yeren Ali için inmiştir. Casiye- 21 ile Beyyine- 7’de “mümin” olarak anılanların içinde Ali de vardır ve üstünlüğü vurgulanır. Maide-55 camide namaz kılan ve rüküde olan Ali’nin sadaka isteyen dilenciye cömertlik göstererek yüzüğünü vermesi üzerine inmiştir. Peygamber Muhammed Ali’nin bu duyarlılığı karşısında çok duygulanmış ve “ehlimden Ali’yi bana vezir kıl, onunla arkamı güçlendir” diyerek Tanrısına yakarışta bulunmuştur. İnsan- 5- 11. ayetleri de yine Ali ile eşi Fatıma’nın cömertlikleri ve işlerini kendilerinin görmesi nedeniyle inmiştir. Bakara- 274’se Ali’nin 4 dirhemini gösterişten kaçınarak ihtiyaçlılara vermesi üzerine inmiştir. Mücadele- 12’de Ali’nin üstün kişiliğine vurgu yapılır.[14]

Peygamber, 622 yılında Mekke’den Medine’ye gizlice göçerken, kendisinin evinde olduğu kanısını yaratmak ve ve müşriklerce izlenmesini önlemek amacıyla evde Ali’yi bırakmıştır. Ali bu yaşamına mal olabilecek oldukça tehlikeli görevi hiç ikileme düşmeden severek, içtenlikle yapmıştır. Bu Ali’nin Muhammed’e ve onun yoluna olan inancının ve bağlılığının bir sonucudur. Bunun üzerine Bakara- 207. ayeti iner. Tanrı buyruğunda yüceltilen Ali için; “…Tanrı rızasına ulaşmak için adeta varlığını ve kendini satar, Tanrı’nın rızasını alır.” denir.[15]

Nahl- 42’deki “zikr ehli”nin Hz. Ali’nin kendilerini amaçladığını İbni Caber-i Taberi yazar. Suyuti, Tevbe- 119’daki “gerçeklerle birlikte olun” biçimindeki hükmü “Ali ile olun” biçiminde yorumlar. Peygamber Şuara- 214’ü kırk kişinin üzerinde yakın bulduğu bir topluluğa elçiliğini açıklarken, karşı çıkmalar olmuş, Peygamber de içlerinde kendisine candan yardımcı olacak birini istemiş ve bu sadece özveriye dayanan gönül görevini Ali üstlenmiştir. Suyuti’ye göre Taha- 29- 32. ayetler inerken, Peygamber Hz. Musa’nın kardeşi Harun’u kendisine yardımcı edinmesini örnek alarak, Ali’nin kendisine “vezir olması”nı ve Tanrısından Ali ile “güçlendirilmesi”ni ister. Maide- 55- 56’da sözü edilen “veli” Ali’dir. Ünlü yorumcu Fahrettin Razi de Maide- 54’ün Hayber Savaşı’nda sancağın Ali’ye verilmesi üzerine indiğini belirtir. Ali İmrân- 61’deki “oğullarınız”la Hasan’la Hüseyin, “kadınlarınız”la Fatima, “biz”le ise Ali amaçlanmıştır.[16]

Şii bilginler gibi birçok dürüst Sünni bilgin ve Kuran- Hadis otoritesi yazdıkları yorum kitaplarında Kuran’da Ali’yi ve Ehlibeyt’i amaçlayan birçok ayetten söz ederler. Muhammed El Kanduzi, El Hamvini Tahrim- 4’ün Ali için indiğini, bunun üzerine Peygamber Muhammed’in “Ali seni müjdelerim. Tanrı senin Cebrail’le kardeş olduğunu söyledi. Meleklerle müminler tanıktır” dediğini belirtirler. Yine El Kanduzi Ahzâb- 25’de Tanrı’nın Ali’nin “gücü” ile “savaşın kazanıldığı”nı buyurduğunu yazar. Elhac- 1’de “Ali’nin mucizesi” kanıtlanır. Enfal- 62’de Bedir Savaşı’nın “Ali’nin gücü” ile kazanıldığı belirtilir. Ankebut- 52,  Bakara- 189, Fatir- 32, Yasin- 12 ve Raid- 43’de Ali yerin göğün bilgisine sahiptir. Her bilgi Ali’dedir. Ali, “Kitabın bilimi”ne sahiptir. Yani, “Kuran-ı natık”tır (Konuşan Kuran). Bu Sünni yazar, ayrıca Bakara- 112’nin de Ali için indiğini belirtir. El Baydavi, El Hamvini gibi Şii ve El Ayyaş Vassam gibi Sünni yazarlar İnsan suresinin Ali ve Ehlibeyt için indiğini yazarlar. El Kanduzi Bakara- 208’deki “silm” sözünün Hz. Ali olduğunu, “Ali’ye teslim olunuz” anlamını içerdiğini belirtir. Yine aynı yazar Bakara- 257 ve 289’la Ali’nin “velâyeti” ve Ehlibeyt’in ve Peygamber’in “şefaati” ile  İslam dinine girileceğinin vurgulandığını yazar. Elhaşir- 20 ile Rahman- 7- 8- 9. ayetlerinde Ali’nin “velâyeti”nin hak bilinip “yadsınmaması” gerektiğini bu yolla “hakkın kabul edilmesi” belirtilir. Maide- 40’da Cennet’le Cehennem’in anahtarları Ali’ye bırakılır. Nisa- 144’de “kafirlerin arkalarından gidilmemesi” istenerek Ali “veli ve vasi” kılınır. “Velilik”, Ali’ye ait olur. Bakara- 58, Nur- 15 ve Elmülk- 27’de Ali’nin Tanrı katında “yüceliği” dile getirilir. Bakara- 31, 37- 124’de Peygamber’le Ali ve Ehlibeyt’in “aynı nurdan yaratıldğı” vurgulanır. Enam- 160’da Ehlibeyt’e kötülük yapılmasından kaçınılması önerilir. Tövbe- 3’de Ali Tanrı’nın “müezzini” olarak nitelenir.[17] Hadid- 3’de Ali’nin, öncellerden önce varlık gösterdiği, evrende “ilk yaratılan” olduğu vurgulanır. Şii kökenli hadis kaynakları da Peygamber’in Ali’nin “sır” olduğunu, bu yanının “yadsınamayacağı”, Ali ile birlikte Adem yaratılmadan “Tanrı’nın öz nurundan” 80 bin yıl önce varoldukları, “Tanrı’ya ilk tapınanlar” olduklarını, ikisinin nurunun tüm peygamberlerden ortaya çıktığını belirtiğini yazarak Hadid suresine dayanak kazandırırlar. Ali İmrân- 84’de de gerçek inanan ve İslam’ın Ali olduğu belirtirlir. Ali’nin inancı, örnek Müslümanlığı topluma model olarak gösterilir.[18]

                       

                        b- Hadislerde Hz. Ali:

 

Ali ve Ehlibeyt Şii ve Galiye litaratürünün önemli bir konusudur. Bu alanda Küfeliler’ce 300 binin üzerinde hadis “uydurulduğu”(!) belirtilir. Bunların çoğu, Ali’ye üstünlük ve diğerlerine göre başkalık kazandırır. Bu durum öteden beri Şii kaynaklarına ve bu çevrelerin ürettiği bilgilere kuşkuyla bakılmasına, abartılı görülmesine neden olmuştur. Peygamber’in Ali’ye ilişkin sözlerinin bir bölümüyse Şiilerce istismar edilerek, amacının dışında anlamalar üretilmiş veya, amaçlı anlamlar yükletilmiştir. Bütün bunlara karşın tüm bu hadisler oldukça abartılı da olsalar, bir gerçeği dile getirmeleri bakımından da önem taşırlar.[19]

Ali karşıtı, onu yeren, toplumun gözünde düşüren Emevi uydurmacılığından kaynaklanan hadisler olduğu gibi, doğrudan Peygamber’in ona ilişkin övücü, yüceltici, onun üstünlüğünü toplum karşısında teslim eden hadisler de vardır. Doğru hadisler, karalama açısından uydurulanlardan daha çoktur. Özellikle şu hadislerin Peygamber kaynaklı ve doğru hadisler olduğunda bütün hadis bilginleri hem fikirdedirler. Peygamber Muhammed onun için “Ali bendedir, ben Ali’denim”. “O ümmet içinde en büyük hilm sahibi, İslam’da ilk, bilimde en yüksek ve huyda en güzel olandır”. “Cennet üç kişiyi özler; Ali, Amr ve Selman”. “Allah bana dötr kişiyi sevmemi buyurdu ve kendisinin de onları sevdiğini bildirdi: Ali bunlardandır…”. “Ali benim dünyada ve ötedünyada kardeşimdir”.v. b.[20]

Buhari, Müslimi, Tirmizi, Davudi  gibi Sünni hadis bilginlerinin saptadıkları hadisler; doğru, gerçek anlamında “sahih” kabul edilir ve uydurma olmadıklarına, doğruluklarına inanılır. Bu ünlü altı hadisçinin derlediklerine “Kitab-ı Sitte” denir. Bu derlemelerde Hz. Ali ve Ehlibeyt’in İslam’daki önemini öne çıkaran sayısız hadis türünde anlatım ve olay yer alır. Bu “doğru ve gerçek” hadis kitaplarına göre; Peygamber İslam toplumuna yol gösterici olarak Kuran ile Ehlibeyt’ini bıraktığını[21], Ali’yi kendisi için “kardeş” olarak nitelediğini, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibi “yakın” bildiğini, Ali’yi dostu olanlara “dost” olarak önerdiğini, zor günlerinde Ali’ye dayandığını ve başarılması zor görevleri oldukça “güvendiği” Ali’ye yüklediğini, bu nedenle de Ali’yi sürekli överek yücelttiğini, örneğin Hayber olayında böyle bir durumun yaşanıldığını, Tanrı’nın Kuran hükümlerini en iyi “anlama yetisi”ni Ali’ye verdiğini, Ali’nin ilk Müslümanlardan olduğunu, Ali’ye bakmanın ve onu anmanın “ibadet olduğu”nu, Peygamber’den sonra ancak Ali ile “kurtuluşa ulaşılacağı”, Ali’ye saygının ve bağlılığın kendisine yapılmış gibi olacağını, Ali’nin kendisinde “başın gövdedeki yeri gibi” önem taşıdığını, Ali’nin Kuran’le birlikte olduğunu, kendisinin bilimin “kenti” Ali’ninse bu kentin “giriş kapısı” olduğunu bu hadisler  dile getirirler. Peygamber, Ali’yi kendisinin seçmediğini, onu doğrudan Tanrı’nın “seçtiği”ni söyler. “Sırrımın sahibi” Ali’dir, o benim “etim ve canım”dır, Ali benden bense Ali’denim, Ali benden sonra “veliniz”dir, Ali de benim “vasim ve varisim”dir der. Hadislere göre Cennet dört kişiye müjdelenmiştir. Bunların başında Ali gelir. Cebrail’in Peygamber’e ilettiğine göre Tanrı ashabtan dört kişiyi çok sevmektedir. Yine bunların başından Ali gelir. Yine Cebrail’in Peygamber’e ilettiğine göre, cennet müjdelenen üç kişiden biri Ali’dir.[22] 

Şii kaynaklarda Ali’ye ilişkin hadisler önemli bir yer tutar ve oldukça ilginç görünümler sergiler. Doğallıkla bunların tümünü “abartılı” olarak görmek de yanlıştır. Sünni hadisler özellikle Sünni çizgiye kaynaklık eden sahabeden aktarıldığına ve birçoğu da “yalan” denilecek ölçüde “abartı” taşımasına karşın,[23] Şii kaynakların baş vurduğu hadis kaynakları genellikle Ebu Zerr Gaffari, Selman-ı Farisi gibi Peygamber’in çevresinde bulunan, ona ve kurduğu dine içtenlikle bağlılıkları bilinen kimselerdir. Bunların dile getirdikleri duydukları- gördükleri hadis doğruluğu (sahihliği) açısından daha geçerli olması gerekir. Özellikle İslam’ın gönüldaşları olan bu tür kimselerin aktardıkları hadisler İslam’da Ali ve Ehlibeyt’in yerini sergileyecek ve ortaya çıkaracak gerçekliktedirler. Çünkü bilindiği gibi, tarih boyu Ali ve Ehlibeyt’in hakkı, yeri “gasb”a uğramıştır. Selman-ı Faris kaynaklı bir hadiste Peygamber Ali’yi diğerlerine karşın kendisine yakınlığı ve İslam içindeki yeri açısından değerlendirirken; “Adem’in Şit, Nuh’un Sem, Yakub’un Yusuf, Musa’nın Yuşa, Süleyman’ın Asıf, İsa’nın Şemun, benimse Ali’dir” der. Abbas’ın aktardığı bir hadiste de yine Ali onurlu bir yerde ve Peygamber’e en onurlu bir yakınlıktadır. Bu hadise göre; Peygamber Muhammed Tanrı bana da Ali’ye de “beş şey verdi” der. Bunlar; “Bana söz toplaması… Ali’ye bilim toparlaması…Beni Peygamber olarak gönderdi... Ali’yi vasi ilan etti. Bana Kevser ırmağını verdi…Ali’ye selsebili verdi…Bana vahiyi verdi…Ali’ye ilhamı verdi. Beni peygamberlerin sonu, Ali’yi de vasilerin sonu olarak gönderdi…” Yine Şii hadis aktarıcıların kitaplarında Ali’nin Tanrı’ya ve Peygamber’e yakınlığı vurgulanır. Bu alanda Peygamber Ali için; “Ya Ali Tanrı’yı bilen yalnız benle sen, beni bilen ise Tanrı ile sen, seni bilense Tanrı ile ben…” diyerek kendisi, Ali ve Tanrısal  yakınlık belirtilir. Ali’nin kendisi, ideolojisi ve yeni yapılanmakta olan devlet için önemi, kendisinden sonra bu devletin ve dinin yürütülmesi- yaşatılması bakımından gerekliliği dile getirilmiş olur.[24]

Önemli ve geçerliliği ortakça kabul edilen hadis derlemelerinde Ali’ye ilişkin günümüze ışık tutacak Peygamber sözleri vardır. Peygamber, yolunun sürdürülmesi ve ahlâksal değerlerin topluma kazandırılması açısından Ali’yi oldukça önemser. Onun için; “Ali’yi sevmek, günahların ateşin odunu yiyip erittiği gibi yer eritir”. der. Kendisinden sonra toplumda kopmaların ve siyasal ayrışımın olacağı öngörüsünde bulunan Peygamber, “Ali’den ayrılınmamasını” ister. Çünkü onun “hakla batıl”ı birbirinden ayırabilecek düzeyde ve olgunlukta olduğunu bilmekte ve ona güvenmektedir. Bu nedenle Ehlibeyt’ine güven duyulmasını, onların bu toplumun güvenlik ölçütleri olduğunu, Ali’ye bakmanın, onu izlemenin bir ölçüye kadar “tapınım/ ibadet” olduğunu belirtir. Ali, her türlü mükemmelliğe sahiptir. Gelmiş- geçmiş peygamberlerin mükemmelliği Ali’de vardır. Ünlü ve hadis otoritesi Tirmizi’nin aktardığına göre Peygamber; “Amelde Adem’i, anlayış’ta Nuh’u, bilimde İbrahim’i, takvada Yahya’yı, şiddette Musa’yı görmek isteyen Ali’ye baksın. Bu niteliklerin hepsi Ali’de toplanmıştır”. der. Bu hadisin bir başka genişletilmiş türevi/ varyantı/ versiyonu da şöyledir: “Adem’in bilimine, Şit’in yumuşak huyluluğuna (hilm), İdris’in yüceliğine, İbrahim’in cömertliğine, Musa’nın heybetine, Davut’un hilafetine, İsa’nın züht ve takvasına, Zekeriyâ’nın şehadetine, Yahya’nın ismetine, Yusuf’un güzelliğine, Nuh’un anlayışına bakmak isteyenler Ebu Talib’in oğlu Ali’ye baksınlaar”. Peygamber yerine en uygunu olarak siyasal, toplumsal, inançsal ve ahlâksal yeterliliğe sahip Ali’yi düşünür ve önerir. Bu nedenle şunu söyler: “Ya Ali sen Kâbe gibisin. Herkes Kâbe’ye varır, Kâbe hiçbir yere gitmez. Hilafet işini sana vermek için bir millet gelirse kabul et. Gelmezlerse sen onların yanına varma”. Bir başka hadisinde de Peygamber Ali’nin geleceği ve toplumdaki yeri için şu önem taşıyan sözü söyler: “Ben ile Ali kullar üzerinde Tanrı hüccetiyiz. Benimle ilk tapınan Ali’dir”. Peygamber, Kuran’ın yorumlanması, korunması, Kuran mesajının yaşama geçirilmesi için mücadele edecek ve bu işi üstlenecek tek kişi olarak yakınındaki sahabe içerisinde Hz. Ali’yi görmüştür. Çevresindeki ileri gelir insanlarla bir söyleşisinde; “Sizlerden birisi Kuran’ın yorum (tevil) ve anlamı uğruna savaşacaktır. Nasıl ki ben kafir ve müşriklerle Kuran tenzili ve nazili hakkında savaştım ise, o da tevil için savaşacaktır.” der. Orada bulunanlardan Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi liderliğe oynayan kimseler “bunları yapacak biz miyiz?” diye sorar ve kendilerine pay çıkarmak isterlerse de, Ali’nin içtenliğine ve sadakatine güvenen Peygamber Muhammed bu işi yapacak olanın “Ali b. Ebu Talib” olduğunu söyler.[25]

Ünlü hadis aktarıcı ve derleyicilerine göre Peygamber; “Ali’nin düzeyine hiç kimsenin erişmediği”, sahabelerden hiçbirinin “onun düzeyine varmadığı”, İslamlığın başından beri hiçbir Müslümanı “Ali’nin terazisine koyma”nın olası olmadığı, onun “takvası, liderliği, komutanlığı ve bilgisiyle rakipsiz olduğu”nu sürekli dile getirmiştir.[26] Tirmizi ve diğerlerinin aktardığına göre; Peygamber Ali’yi “kardeş/ mu’âhat/ musahip” edinmiştir.[27]Yine ünlü hadis aktarıcıların bildirdiğine göre Ali “Tanrı’nın velisi”dir. Tanrı’nın velisi olduğu için Tanrı elçisinin ve inanaların da “velisi”dir.[28]

 c-   Kuran Ayetlerinde Ehlibeyt:

 Ehlibeyt; Peygamber Muhammet, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşur. Bu durum Peygamber’e vahiy geldiği dönemde vahiyle, yani Tanrısal buyrukla belirlenmiştir. Bu beş kişiye daha sonraları İmam Hüseyin’in sonunda gelen dokuz “masum/ günahsız/ arınık” İmam daha eklenmiştir. İmam Cafer-i Sadık’a bağlı “İmamiler” Tur- 21. ayetteki  “İnananlarla soylarında, inanarak onlara uyanları, soylarından gelenlerle birleştirir, buluştururuz ve yaptıklarının mükâfatında hiçbir şeyi eksiltmeyiz”. anlamındaki Tanrı buyruğuna dayanarak Hüseyin soyundan gelen dokuz arınık kişiyi “Ali aba”dan sayarlar.[29]   Peygamber bu saygın imamlara değinilerde bulunarak onları; “Hidayet İmamları, Gecelerin Işığı, Zikir/ Kuran Ehli, Er-rasihûn Fil-ilm/ Kuran’in ilmi verilenler” adlarıyla adlandırmıştır. Kuran bilgileri “arınmış” ve sürekli “arınık” olan Ehlibeyt’e ve onların devamcı durumundaki Oniki İmamlara bırakılır. Tanrı; Ehlibeyt’e ve Oniki İmamlara “kitabın bilgileri”ni vermiş, onları “imam/ önder/ yol gösterici” olarak toplumlara göndermiş ve onlara “uyulması/ itaat edilmesi”ni buyurmuştur.[30]

Kuran’da Ehlibeyt ve Ehlibeyt yakınlığı yer alır. Önemsenir ve öne çıkarılır. Bir sava göre, Muhammed ve doğrudan Peygamber Muhammed’e hitap eden ayetlerin dışında hemen hemen Kuran’ın tümü Ehlibeyt’e inmiştir.[31] Doğallıkla bu savda Şii çevrelerin büyük payı vardır. Oysa, bilindiği gibi Kuran sadece bir ailye özgü değildir. Doğallıkla bu tür “aşırılık” ve “abartı”  taşıyan savlar, Kuran ve hadislerde “zorlama anlamlar” çıkarırlar. Bunun  inançtan kaynaklandığını varsayar ve bu tür çevrelerin Ali ve Ehlibeyt’e tutkunca bağlılığını gözönüne alırsak, doğal karşılamamız gerekir.

Bütün bunlara karşın Ehlibeyt için inen ayetler ve bunların yorumu hakkında Sünni kaynaklarda da tam bir birlik vardır. Pek inkara kaçılamamıştır. Ahzab- 33, Şura- 23 gibi ayetlerin doğrudan Ehlibet’i amaçlayarak indiklerini artık hadis ve yorum/ tefsir konusunda verdikleri birincil kaynaklı bilgilerle otorite kabul edilen Müslim, Tirmizi, İmam Ahmet b. Hambel, İbni Mace, Nisai, Zehebi, Hakim, Buhari, İbni Hacer, İbni Cevzi, Fahrettin Razi, Kunduzi, Havarizmi, İbnü’l Esir, Taberi, Suyuti, İbni Asaker, Zamahşeri, İbni Arabi, Kurtubi, Bağavi, Vahidi, İbnü’l Kesir, İbni Abdrabbeh, İbni Abdülber…gibi hadis derlemecileri ve Kuran yorumcuları kabul etmiş ve yazdıkları kitaplarında bunu bilgi olarak vermiş ve zamanımıza kadar gelmesine yardımcı olmuşlardır.[32]

Meryem- 96’da Ehlibeyt’ten olanlara “sevgi” istenir. Şûra- 23’de “…Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum. İstediğim ancak yakınlarıma sevgidir..”. Burada “yakınlarından” söz edilir. Bu konuyu araştıran ünlü hadis yorumcuları vurgu yapılan bunların Ali, Fatima, Hasan, ve  Hüseyin’den oluşan “Ehlibeyt”i olduğunda birleşirler. Bunlardan sonra gelenlerse “Itret”tir. Bütün peygamberlerin soyu ve ıtreti kendilerinden gelmesine karşın, Hz. Muhammed’in soyu ve ıtretine babalık eden Hz. Ali’dir. Bu nedenle Peygamber’e göre Hz. Ali’yi sevmek ve onu veli edinmek bütün inananların görevidir.[33] Ahzab- 33’de “…Ey Ehlibeyt, Tanrı sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz duruma getirmek diler” diyerek, Ehlibeyt’in önder ve ülküsel(ideal) kimliği yeni İslam toplumuna örnek gösterilip, toplum Ehlibeyt’in davranışına özendirilir.[34]

Kuran’ın İnsan suresinin birçok ayeti de özellikle Ehlibeyt’i amaçlar. Şii kaynakların yorumuna göre İnsan- 6’da Ali, Fatıma ile çocukları Hasan’la Hüseyin “Tanrı’ya yakınlıkları” nedeniyle, Tanrı tarafından cennetle ödüllendirilmişlerdir. İnsan- 7’de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in Tanrı’ya adadıkları adağın kabulünün örnek alınmasıyla ilgilidir. İnsan- 12, 17, 20, 21 ve 25’de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in adaklarının kabul edilmesi nedeniyle cennete gidebilecekleri, cennetin nimetlerinden yararlanabilecekleri belirtilir.[35]

Kuran’da Ehlibeyt’in önemli bir yeri vardır. Bu yadsınamaz. Bu konunun önemli bir uzmanına göre; Ahzab- 33’de Ehlibeyt her türlü kötülükten arındırılarak tertemiz kılınmıştır. Peygamber’e “vacip” kılınan Salavat, Ehlibeyt’e de “vacip” kılınmıştır. Enfal- 41’de malın beşte biri Ehlibeyt’e ayrılmıştır. Burada Peygamber’in payıyla akrabalarının payı birleştirilmiştir. Bu açıklamada görüldüğü kadarıyla ümmet karşısında Ehlibeyt’e özel bir yer verilmiştir. Ehlibeyt, hayır üzerine seçkin bir düzeyde tutulmuştur. Şura- 23’de Ehlibeyt’e saygıyı, “peygamberliğin bir parçası” olarak göstermiştir. Nisa- 59’da üstünlükleri nedeniyele Tanrı onlara “uyulması”nı buyurmuştur. Ali İmrân- 7’de Ehlibeyt üyeleri “bilimle derinleştirilmişler”dir.[36] Taha- 13 Ehlibeyt’i amaçlar. Taha- 132 ve 133’de Peygamber sürekli Ehlibeyt’ine “hayır ve Tanrı’nın rahmeti”ni dilemiştir. İsra- 26’da “akrabaya hakkının verilmesi” buyurularak Ehlibeyt’e ayrıcalık verilmiştir. Hûd- 29 ve 51’de Ehlibeyt’e bağlılık ve sevgi dilenmiştir. Rahman- 19’da “İki denizin birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir” derken Ali ile Fatıma amaçlanmıştır. Rahman- 22’de “İkisinden de inci ve mercan çıkar” sözünden Hasan’la Hüseyin kastedilmiştir. Furkan- 54’de, soyun yartılması ve sürdürülmesi Ali ile Fatma içindir.[37]

Ehlibeyt sevgisi ve bağlılığını inançlarının temeline yerleştiren Şii ve Alevi çevreler, Tanrı’nın yemini Ehlibeyt üzerine yaptığı inancındadırlar. Bunun için de oldukça kısa bir sure olan Tin suresinin ayetlerini kanıt olarak gösterirler. Bu yoruma göre; “Tin” Hasan, “Zeytûn” Hüseyin, “Tûr-i Sinâ” Fatıma ve “Beled-il Emin/ güven kenti” Ali’dir. Tanrı, Ehlibeyt’i gözönüne alarak evreni, ötedünyayı ve insanları yaratmıştır.[38]

 d- Hadislerde Ehlibeyt:

 Ehlibeyt, Peygamber’in soyudur. Bu soy, Ali ile kızı Fatıma’dan doğan çocuklarca sürdürülür. Peygamber, kendi soyunun, ailesinden gelen kişilerin İslam’daki önemini de öne çıkaran çok önemli sözler söylemiş, onların toplumdaki öncü ve ideal kimliklerini öne çıkarmıştır. Ehlibeyt, bir bakıma yeni yaratılmaya çalışılan İslam toplumunun motoru olarak görülmüştür.

Peygamber’e göre “Ehlibeyt Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, ondan geri kalan boğulur. Onların bilgisi herkesi aşar”. Ehlibeyt’in sevilmesini ister. “Bizim hakkımızı bilen ancak Cennete girebilir. Ehlibeyt’e buğzeden namaz kılıp oruç tutsa da Cennete giremez”. Ehlibeyt’e karşı olanlara karşı olduğunu belirterek: “Ben sizin  savaştığınızla savaşır, barıştığınızla barışırım” der.[39]

Ehli Sünnet’in dört büyük “ulema”sından biri olan Ahmet bin Hambel “Kitab-ı Müsned”inde şu ilginç ve oldukça da önemli olan hadisi aktarır. Peygamber şunu söyler: “Tanrı Adem’i yaratmadan önce ben Ali ile bir nurduk. Adem’i yarattıktan sonra, bunu iki parçaya böldü. Birisi benim. Ötekisi ise Ali’dir”.[40]

Sünni hadis bilginlerinin derlemelerinden oluşan “Kitab-ı Sitte” de Peygamber’in Ehlibeyt’ine ilişkin çok sözü geçer. Peygamber Ehlibeyt’ini; İslam toplumunun kurtuluşu ve kılavuzu görerek “Nuh’un gemisi”ne benzetir. Ehlibey’i kurtuluşun (selamet) kapısı olarak görür. Ehlibeyt’in “arkasından gidilmesi”ni ister. Çünkü onların herkese göre bilgili olduğunu düşünür. İman sahibi olabilmek için Ehlibeyt’e “sevgili olunması”nı ister. İslam’ın esasının kendisini ve Ehlibeyt’ini sevmekten geçtiğini belirtir. Ehlibeyt’i en çok sevenin kıyamet gününde sırat köprüsünden “en rahat” geçebileceğine değinir. Hasan ve Hüseyin gibi torunlarının kendi “tiynetinden yaratıldığı”nı söyler. Kıyamet gününde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’le “aynı makamda” olacaklarını belirtir. Bu aile bireylerini sevecek olanların kendileriyle birlikte kıyamet gününde “aynı düzeyde” olacaklarını söyler. Ehlibeyt üyelerinin “Cennet ehli” olduklarını, Hasan’la Hüseyin’in “Cennet ehli gençlerin efendisi” oldukları, bunlara karşı olanlara kendisinin de “karşı olduğu”nu, Hasan’la Hüseyin’in “sevilmesi gerektiği”ni, torunlarının bu dünyanın “reyhanı” olduklarını, Ehlibeyt’in kimselerle karşılaştırılamayacağını, çünkü bunların “kendi ailesi olduğu”nu belirtir. Peygamber torunlarının tıpkı kendisine benzediklerini, bunları oldukça çok sevdiğini, onlarla çok yakından ilgilendiğini, toplumunun da onları çok sevip koruması gerektiğini söyler.[41]

Peygamber Muhammed torunlarına çok düşkündür. Onlara çok önem verir. Zarar görmelerini istemez ve çok özel olarak yetiştirir. İnsanlığı, Tanrı’nın yarattığı bir ağacın parçaları olarak niteleyen Peygamber; Hasan’la Hüseyin’i bu ağacın “meyveleri” olarak niteler.[42] Bu çok sevdiği torunlarını, “Cennet’in üstün gençleri” olarak adlandırır ve onların “Cennet ehlinin en üstünleri” olduklarını söyler.[43]

Peygamber’e göre; Ehlibeyt’in “kadrini bilmeyenler”, onlara “buğz edenler” oruç tutup namaz da kılsalar bunun hiçbir geçerliliği olmayacak ve kesinlikle cennete giremeyeceklerdir.[44] Ona göre; yıldızlar nasıl “göklerin teminatı” ise, Ehlibeyt de “ümmetin teminatı”, güvenliği ve güvencesidir.[45]

Durum bu kadar açık olmasına karşın, acaba uygulama böyle midir? Düşündürücü…Kerbelâ ve Kerbelâ türü olayları işleyenler, işletenler, o tür olayları yaratanları savunup destekleyenler bu Peygamber sözü karşısında acaba ne düşünmektedirler.

 3)  Kuran’ın Yazıya Geçirilmesi ve Hz. Ali’nin Kuran     

    

Derlemesi Sorunsalı:

Kuran ayetleri gelişi sırasında Peygamber’in yanında bulunan bu işin tutkunları tarafından ezberlenerek belleklere yerleştirilir. Peygamber’in ölümüyle ayetleri belleğinde tutan birincil kuşağın yaşlanmaları nedeniyle ölebilecekleri ve giderek Kuran ayetlerinin unutulabileceği, zamanla ayetler konusunda çelişkilerin doğabileceği düşüncesiyle Ebu Bekir’in halifeliği döneminde ezberdeki Kuran ayetleri yazılı hale getirilerek Peygamber’in eşlerinden Hafsa’ya bırakılarak saklanması istenir. Osman’ın halifeliği dönemindeyse bu Hafsa’daki Kuran alınarak bugünkü biçimiyle yeniden düzenlenir. Sure ve ayet adlarıyla numaraları konur. Birden çok nüsha yapılarak genişlemiş İslam Devleti’nin her eyaletine bir tane gönderilerek, toplumdan bu Kuran’a uyulması istenir. Hafsa’dan getirilen ilk Kuran derlemesi metni, ileride çelişecek anlamalara yol açar düşüncesiyle yakılarak ortadan kaldırılır.[46] Kuran’ın son elimizde bulunan biçimi ise,  Muaviye döneminde Haccac tarafından düzenlenmiştir.[47] Okul kitaplarına kadar giren Kuran’ın yazılı biçime dönüşmesi bilgisi böyledir. Yalnız, Kuran’ın 114 sure ve 6666 ayetten oluştuğu ve hiçbir kutsal kitaba nasip olmayacak biçimde “eksiksiz” ve “tamam” olduğu sürekli vurgulanır. Oysa, günümüzde Kuran’ın ayetleri sayıldığında 6234 ayetle karşılaşılmaktadır. 432 ayet eksik gözükmektedir. Sünni çevreler kimi ayetlerin birleştirilmesiyle ve ayet başlarındaki 114 besmelenin konmaması bu eksik görünümün doğmasına yol açtığını ileri sürerlerse de, bu konuda pek inandırıcı olamazlar. Besmeleler eklense de eksiklik giderilememektedir. Bu eksiklik, geçmişte de günümüzde de kafaları haklı olarak kurcalamaktadır. Doğru olduğu benimsenen kimi hadis kitaplarında Kuran yorumları nedeniyle değindikleri kimi ayetlerin Kuran metninde görülmeyişi kuşkuları daha da arttırmaktadır.[48]

İlkin Ebu Bekir döneminde toplatılan ve yazıya geçirilen Kuran’ı toplatma kurulunun başına “Ehlibeyt düşmanlığı”yla bilinen Zeyd bin Sabit getirilmiştir. Bilindiği gibi, Fatıma’nın evine baskına gidenlerden biri de bu Zeyd’dir. Bu işle doğrudan uğraşan, Kuran’a vakıflığı ve Peygamber’e bağlılığıyla, ayrıca “bilimsel yeterliliği” kanıtlanmış olan Ali’nin getirilmeyişi düşündürücüdür. Oysa, bu dönemin İslam öncüleri arasında bilimsel, edebi ve düşünsel yanı olan tek kişi olarak Ali’den söz edilir. Ali neden kurul başkanlığına getirilmemiş de, Muhammed soyuna karşıtlığıyla tanınan Zeyd getirilerek, Kuran bu kişinin yönetimindeki kurula yazdırılmıştır? Oysa, bu bilgi işidir. Buna da en vakıf olan Ali’dir. Ali, zaten o sıralarda bu alanda çalışmalar yapmaktadır. Kuran’ı, Ali’nin derlemesi ve yazması en doğalı ve akla uygunu değil midir?[49]

Sünni halk çevreleri ile bilim çevreleri her ne kadar Kuran’ın “eksiksiz” olduğunu ve “kalem karışmadığı”nı söyleyip yazsalar da; gerçeği o ölçüde örtülemek olası değildir. Bu durumu Diyanet’in eski görevlilerinden ve “İslam tarihi” alanında önemli uzmanlardan M. Asım Köksal da örtüleyememiş olacak ki, Kuran ayetlerinin “altıbin ayetten sonrasının itilaflı” olduğunu belirtmek zorunda kalmıştır.[50]

Şu bir gerçek ki, Haşimi olan Peygamber Muhammed’in dili ile inen Kuran, sonradan toplanıp Kureyş konuşuğuna çevrilince, kimi sorunları da birlikte getirmiştir. Anlamlar, kaynağa göre değişikliğe uğramıştır. Örneğin, Küfeliler Mesut oğlu Abdullah ölünceye dek onun sıralamasıyla Kuran’ı okumuşlardır. Peygamber dönemindeki 6666 ayetin Osman düzenlemesi ile eksikleştiği bilinmektedir. Osman’ın oluşturduğu kurulun Ehlibeyt’e ilişkin kimi ayetleri çıkardığı söylenmektedir. Osman mushafındaki sıralamanın tarihsel inişe uygun olmadığı da kesin bilinmektedir. Doğallıkla bu düzenleme biçimi ve yöntemi de bilime ters düşmektedir. Yine, Kuran’da kimi sözcüklerin ve ifadelerin çıkarıldığı söylenilenler arasındadır. “Ali- Muhammed” (Muhammed’in soyu) tamlamalarının tümü değiştirilmiştir. Maide- 67. ayetinin “rebbike”den sonra gelen “Ali” sözcüğü, Şuara- 227. ve Nisa- 168. ayetlerindeki “Al-i Muhammed”ler çıkarılmıştır. Yine Maide- 67’deki Peygamber döneminde varolan “İnne Ali’yyen mevl’el mümine” (Ali müminlerin mevlasıdır) tümcesi de çıkarılanlar arasındadır.[51]

Kuran ve hadis uzmanlarının, yorumcuların ve kimi bilim çevrelerinin belirledikleri gibi özellikle Halife Osman döneminde yapılan Kuran düzenlemesi sırasında Ali ve Ehlibeyt’e yer veren ayetlerlerin önemli bir bölümüyle, yani Ali ve Ehlibeyt’i doğrudan ilgilendiren, onlar için inenlerin çıkarılması yalnızca ima edenlerin bırakılmasıyla; sonradan “Emeviler” olarak Arap- İslam  Devleti’nin yazgısında önemli rol oynayacak olan ve aynı zamanda Haşimoğullarının öncesi ve sonrasıyla önemli bir rakibi olan Ümeyyeoğullarını yeren veya onların İslam’ın doğuşundaki olumsuz tutumlarını kötü örnek olarak sunan ayetlerin çıkarıldığı, dahası Ümeyyeoğularını kayıran kimi ayet ve imaların bir Ümeyyeoğlu olan ve aynı zamanda kabile duyarlılığına katı bir biçimde bağlı olan Halife Osman döneminde sokuşturulması hiç de olmayacak şey değildir. Gerçekçi bilim çevreleri bu kuşku üzerinde ciddiyetle dururlar. Ne yazık ki, ilk metnin yakılması düşüncelerin doğrulanması olanağını ortadan kaldırmakta, düşünülenlerin bir savdan öteye gidememesine neden olmaktadır.[52]

A. J. Dierl “Osman Kuranı”nın, Tanrı katında gönderilen Kuran’ın “güvenilir bir kopyası” olmadığını, günümüzdeki metnin “birçok filitreden geçmiş ve özgün biçiminden uzaklaşmış” olduğunu, “deforme edildiği”ni, “niceliksel ve niteliksel kayıplara uğradığı”nı, asıl metnin “çarpıtıldığı”, derleme sırasında Ali ile Peygamber’in  “demokratik, adil, hümanist görüşlerini içeren bölümlerin atıldığı”nı, 400 dolayında ayetin çıkarıldığı ve yanlızca “üstü kapalı pasajlar”ın kurtulabildiğinı Alman Kuran uzmanlarından Dr. Günter Lüling’e dayanarak yazar.[53]

Kurtubi ve Ayşe’den aktarılan bilgilere göre, Ahzâb suresinin 200 ayet olması gerekmektedir. Kaldı ki bu sure, bugün de elimizde bulunan Osman düzenlemesi olan Kuran’da 73 ayettir. Prof. Süleyman Ateş; “Peygamber döneminde ikiyüz ayet olan bu surenin Osman döneminde ancak yetmişüç ayet olarak, yani aslından çok eksik olarak yazıldığını” belirtir. Prof. Y. N. Öztürk de bu doğrultuda bir saptamadan bulunarak; “Ahzâb suresinin mushaflardaki şeklinden çok daha uzun olduğu ve bir bölüm ayetlerinin Halife Osman tarafından mushaf tertipleme sırasında  dıştan bırakıldığı yolunda rivayetler var”dır der.[54]

Özellikle Şii/ Alevi çevreler Hz. Ali’nin belki tümünü olmasa bile Kuran’ın önemli bir bölümünü Hz. Muhammed’in sürekli yanında olan ve ona, ona vahiy olunan dine en içtenlikle inanan biri olarak derlediği, sonunda bir “Ali Mushafı/ Ali Kuran’ı” doğduğunu söyler ve yazarlar. Doğallıkla bu da tartışılan bir konu olmuş, “Ali Mushafı” bir türlü ele geçmemiş, bu alandaki tartışmalar bir türlü sonuçlanmamıştır. Yalnız, bu alanda önemli “rivayetler” vardır. Salim b. Seleme’nin rivayetinde Ali’nin yazdığı “Mushaf”ın okunduğu belirtilir. Ali, “bunun Tanrı’nın Muhammed’e indirdiği gibi olanı” olduğunu söylemiştir. Cabir’in aktarmasında da Kuran’ı; “Tanrı’nın indirdiği gibi toplayıp belleyenin yalnızca Ali b. Ebu Talib ve ondan sonraki imamlar” olduğu belirtilir. Peygamber ve Ali’in ilk dönem en içtenlikli yakınlarından Ebu Zerr el-Gıffari’nin “rivayeti”ne göreyse; Ali Kuran’ı toplar ve onu ensarla muhacirlere getirir. Peygamber’in vasiyeti gereği onu sahabeye sunar. Yalnız Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi ilk dönemin siyasetinin başını çeken kimseler bu derlemeye itibar etmezler. Dahası ortadan kaldırılması için mücadele verirler. Ali’nin Kuran düzenlemesinin, bu dönemin sahabelerinin bir bölümünün olumsuzluklarını sergilediği ileri sürülmektedir. Tepkiler de ondan çıkmıştır.

Şii bilginlerine göre Kuran derlemesinde ilk adımı Ali atmıştır. Peygamber’in isteğiyle; Ali’nin Kuran’ı toplayıp, sure ve ayetlerini düzenlediği konusunda “icma” vardır. Yalnız Sünni çevrelerde bu konuda farklı yorumlar vardır. Suyuti’nin İbni Sirin’den aktardığına göre; Peygamber’in ölümünden sonra Ali eve kapanarak Kuran’ı toplamıştır. Ebu Davut bu hadisi “zayıf” kabul eder. İbni Hacer’le el-Alusi de “ezberlemek” biçiminde değerlendirmişlerdir. İbnü’l-Münâdi’ye dayanan İbn en-Nedim; Ali’nin Kuran’ı üç günde topladığını ve bu mushafın Cafer ül-Sadık’ta olduğunu yazar.

“Ali Mushafı”nın “iniş sırası”na göre düzenlendiği belirtilir. İbn Eşte’he göre; Ali mushafına “nasih” ve “mensuh”la ilgili bilgiler de eklemiştir. Suyuti de Ali Kuranı’nın “iniş sırası”nı izledğini, bu mushafın “Alak- Müdessir- Kalem- Müzemmil- Tebbet- Tekvir” v. b. sıralaması içerdiğini belirtir.

Şiilere göre Ali mushafı önceleri oğlu Hasan’a, sonralarıysa diğer İmamlara ve sonunda ise Mehdi’ye kalmıştır. “Ali Mushafı”, kaybolan bu İmam’ın yanında saklıdır. Bu İmam’ın ortaya çıkışıyla birlikte, belirtilen bu Kuran da açığa çıkmış olacaktır.

Sünni yazarların birçoğu yadsımalarına karşın, Ahmet Faruki Serhendi gibileri de Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın derledikleri Kuran’ın dışında bir de Ali’nin derlediği bir Mushaf’ın olduğunu kabul ederler.[55] Sünni çevrenin günümüzün önemli ilahiyatçılarından Prof. Süleyman Ateş de “Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri” kitabında (1988- 1992, C: VII, s: 127 v. d.) kendi soyu içerisinde korunup sürdürülen bir “Hz. Ali özel Kuran nüshası”nın var olduğunu kabul eder. Yalnız bunun da Osman düzenlemesinden “surelerin dışında” bir farkının olmadığı düşüncesindedir.[56]

“Ali Mushafı/ Kuranı” konusunda bilgi veren Ş. Karataş bu düzenlemeye ilişkin Sünni bakış açısıyla şu değerlendirmeyi yapar:

“Aslında Ali Mushafı bireysel bir çalışmadır ve diğer mushaflardan içerik yönünden bir farkı yoktur. Sadece tertip farklılığı ve Ali’nin, mushafına kimi özel notlar eklemesinden başka bir şey söz konusu edilemez. Ebu Bekir, Kuran’ı toplamayı genel bir boyuta yaymak istediğinden Ali’nin bireysel mushafına itibar etmemiş, onu yeterli görmemiş olabilir. Bu durum kimi ayetlerin eksik bırakıldığı sonucunu doğuramaz. Belki de eksikler Ali’nin tuttuğu özel notlardır ki, bunlar Kuran’ın yorumu doğrultusunda onun Peygamber’den duyduklarına dair olabilir.(…) İlk üç halife döneminde Kuran’ın mushaf olarak toplanması yeterliliğe ulaştığı için Ali halifeliğe geçtiğinde herhangi bir karışmada, değiştirmede bulunmammış; bu bireysel mushaf Ali’den çocuklarına kalmış ve tarihin akışı içinde yitirilmiş olmalıdır. Nitekim bu mushafın Gaip 12. İmam’ın yanında olduğunu belirten Şii söylentiler bu belirlemeyi üstü kapalı olarak doğrulamaktadır”.[57]

Bu konuda ünlü Kuran tarihçisi doğubilimci Nöldeke’nin kuşkular içeren değerlendirmesi ve yorumu şöyledir:

“Hz. Muhammed’in yeğeni ve damadı olan Ali b. Ebu Talib çeşitli geleneklerde bir Kuran derlemesinin sahibi olarak anılır. Bir geleneğe göre, o bunu Peygamber’in sağlığında onun açık buyruğuyla yapmıştır. Söylendiğine göre Ali, bu işi Peygamber’in baş yastığı arkasında bulduğu yapraklar, ipek parçaları ve notlar aracılığıyla yapmış ve Kuran’ı toplamadan evden çıkmamaya and içmiştir. Kimileri bu olayı Peygamber’in ölümünden hemen sonra olduğunu ve Ali’nin andını Ebu Bekir’e biat etmemek için bahane saydığını söylerler. Ayrıca, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Ali’nin insanoğlunda saptadığı unutkanlık dolayısiyle bir karara varıp Kuran’ı belleğinden üç gün içinde kağıda geçirdiğini de anlatırlar. Fihrist yazarı Ali’ye ait Kuran’ın bir parçasını görmüş olmalıdır. Bütün söylenenlerde doğru bir yan bulmak olası değildir pek. Bu bildirilerin kaynakları da (Bunlar Şiilik açısından Kuran yorumları ve Şiilik etkisinde kalmış Sünni tarih kitaplarıdır.) zaten kuşkuludur. Şiiler, mezheplerinin sahibi hakkında ne söylemişlerse tek yanlı kalmışlardır. Bu söylentiler, içerik bakımından, tarihin bütün kesin olgularına aykırı düşmektedir. Ne Kuran derlemesi konusundaki gelenekler ne de başka Osman öncesi derlemeler Ali’nin benzer bir çalışması hakkında bilgiye sahiptirler. Hz. Ali de gerek halifeliği sırasında gerekse daha önce kendi derlemesinden söz etmiş değildir. Ve Şiilerin asla böyle bir derlemeye sahip bulunmadıkları kesindir”.[58]

Eski kaynaklarda sık sık “Ali Kuranı”ndan söz edilir. Bilindiği gibi Büveyhloğulları XI. yüzyılın ortalarında Oniki İmamcılık temelinde bir devlet kurmuşlardır. XII. yüzyıl tarihçilerinde İbn’ül Ezrak El-Farıkî(117- 1177)’ın özgün adı “Meyyafarkin ve Amed Tarihi” olan kitabında  Büveyhloğlu  Melik Aziz Nasruddevle’yi ziyared ederken; “Hazreti Ali’nin yazısıyla yazılmış bir Kuranıkerim”ibirlikte götürerek armağan ettiğini ve “sana dünyayı da, ahireti de getirdim” dediğini yazar.[59]

Osmanlılar döneminde de “Ali Kuranı”na rastlanılmıştır. Bir Ali ve Ehlibeyt aşığı olan Osmanlı kaptanıderyalarından Seydi Ali Reis, Hin seferi sonucunda karadan dönerken Semerkant’ta Hz. Ali’nin hattıyla yazılmış Kuran-ı Kerimi gördüğünü ve ziyaret ettiğini belirtir.[60] Seydi Ali’nin bu saptamasını XVII. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinde İbrahim Peçevi de Seydi Ali Reis’in; “Hazreti Ali’nin yazısı ile yazılı Kuran’ı” gördüğünü belirterek onu onaylar.[61] Araştırmacı Haydar Kaya Topkapı Sarayı’nda basılmayı ve yayınlamayı bekleyen Hz. Ali tarafından yazılmış bir Kuran olduğunu yazar.[62] Demek ki, Hz. Ali’nin yazdığı ve derlediği bir Kuran’ın olduğu gerçektir.

Hz. Ali’nin Kuran’ın büyük bir bölümünü derlediği, dahası Kuran konusunda olayın içinden gelen biri olarak yorumlar da yaptığı doğal ve mantıksal gelmekle birlikte, düzeni eline geçirenler kendilerine karşı gördükleri bu tür verilerin yaşamasına ve insanlığın eline geçmesine ne yazık ki izin vermemişlerdir. “Ali Kuranı/ Mushafı”nın da başına gelenler budur. Tarihsel kayıtlar varlığına değinmelerine karşın, bugün elimizde böyle bir mushaf metni yoktur.[63]

 

4) İslamsal Yapılanmanın ve Kurumlarının

     Oluşmasının İki Yüzü ve Bu Oluşumda Ali Çizgisi:

 

İslam’ın başlangıcında buğün “İslam’ın koşulları” ve “İslam’ın beş şartı” olarak bilinen ibedete yönelik uygulama ve anlayış biçimi yoktur. Kuran’ın tüm içeriği ve Muhammed- Ali uygulaması İslam’ın koşullarını oluşturur.[64] Peygamber Muhammed döneminde olmayan kimi ibadete yönelik uygulama biçimleri ilk üç halife ile Emeviler ve Abbasiler döneminde “İslam’dır”, “Müslümanlıktır” diye dinin tapınım ve yaşam alanına sokulmuştur. Günümüz insanı Muhammedi İslamlık diye, bu sonraları dinin yapısına sokulan tapınım biçimlerini yerine getirmektedir. Oysa Muhammed- Ali İslamlıği’nın birçok öğesi değiştirilmiş ve özünde olmayan kimi öğeler sokulmuştur. Ali, yaşamı boyunca Muhammedi İslamlık’a bağlı kalıp, dinin ancak bu boyutuyla yürütülmesine çalışmışsa da, siyasal çekişmeler Ali’ye o olanağı vermmemiş, Ebu Bekir, Ömer, Osmanların halifelik dönemleriyle Emeviler ve Abbasiler döneminde İslamlığa olmadık şeyler sokuşturularak din zorlaştırılmış ve çekilmez duruma getirilmiştir. Ali’nin siyasal yollarla etkisiz bırakılması, sonunda öldürtülerek ortadan kaldırılması da yine Muhammediliği başından beri içlerine sindiremeyen kimi çevrelerin Muhammed’i İslamlığı değiştirmede önlerinin açılmasına olanak sağlanacağını bildikleri içindir. Ali, Muhammedi İslamlık’ın temsilcisi ve kararlı sürdürücüsüdür. O nedenle onun sürdürmeye çalıştığı ve daha sonraları Alevilerin sahiplendiği “Muhammed- Ali Yolu” Peygamber’in kalıba döktüğü İslami sistemdir. Önceleri siyasal olaylarla ve manevralarla, sonralarıysa Emevi zemininde oluşan, Abbasilerle de doruğa ulaşan “mezhepçilik”le bu Muhammed- Ali Yolu yokedilmeye çalışılmış, Emevi ve Abbasilerin isteğine yanıt verebilecek, onların istekleri doğrultusunda biçimlenen ve adını “Sünni Müslümanlık” olarak alan bir İslamiyet tipi doğmuştur. Erki tarih boyu bu çevrelerin elinde bulundurması, Muhammet- Ali Yolu’nu değil de, sonraları yapılandırılan bu “Sünni Müslümanlık”ın toplumlara mal olmasına ve geçerlilik kazanmasına, giderek devletlerin siyasal ideolojisi olmasına neden olmuş, bu nedenle de yıkılmaz güç kazanmıştır. Karşısındaki özden kaynaklanan Batıni, Şii, Alevi gibi İslamsal eğilimler ise devlet baskısıyla sürekli engellenmiş, karalanmış ve yaşam hakkı tanınmamıştır. İslam’ın tapınıma yönelik koşullarına bu açıdan bakarak açıklık kazandırmaya çalışalım.

                       

            a- Namazın Durumu:

 

İslam’ın temel kaynağı olan Kuran’da namazın biçimi, zamanı, öğünleri, rekatları kesin bir açıklıkla belirtilmiyor. Namaz kılınması isteniyor, yalnız onun da iş saatlerini aksatmayacak bir zaman dilimine getirilmesine çalışılıyor. Kuran temelli İslam geceyi tapınmaya (ibadete), gündüzü ise çalışmaya ayırmıştır.[65] İsra- 78’de “Gün ağarmasıyla gün batışı” arasında namazın gece kılınması buyurulur. İmam Ali de bu kanıdadır ve tapınımın/ ibadetin/ namazın/ duanın gece yapıldığını “Divan”ında belirtir.[66] Kuran’da bununla ilgili birçok ayet var. Kuran’da beş öğün namaz belirtilmediğine ve inanırdan istenmediğine göre demek ki, namazın beş öğün olarak kılınması Tanrı buyruğu değildir. İslami çevreler bunu kafalarına göre ayarlayarak insanların uymalarını zorunlu kılmışlardır.

Murtaza Dinçer namaza ilişkin Kuran ayetlerini, hadisleri ve Sünni bilim çevrelerinin verilerini eleştirel gözle irdeleyerek Kuran temelli İslam’da “beş öğün namaz”ın, özellikle öğünler arasında öğle ile ikindi namazlarının hiç söz konusu edilmeyeceğini belirler.[67] 

Biz bu durumların özel bir açıklaması ve ayrıntısına gitmeyeceğiz. Burada özetlenen bilgileri yeterli göreceğiz. Kuran’ın namazla ilgili sure ve ayetleri şunlardır: İsra- 78- 79- 110.; Hud- 114.; Müzemmil- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 20.; Bakara- 43- 83- 153- 110- 117- 238- 277.; Nisa- 77- 103- 142.; Nur- 37- 56.; Maide- 55.; Meryem- 54- 55.; Hac- 78.;  Lokman- 4- 17.; Mücadele- 13.; Araf- 31- 170.; Taha- 14- 130- 132.; Mü’minûn- 2.; Ali İmran- 17- 113.; Furkan- 63- 64.; Fatır-  29.; Zümer- 9.; Zariyat- 17- 18.; Ankebut- 45.; Secde- 16.; Yunus- 87.; İbrahim- 31.; Nasır- 1- 2.; Mearic- 22- 23.; Ma’un- 1- 7.; İnsan- 25- 26.;Kaf- 39- 40.[68]

Celal Yıldırım, Süleyman Ateş, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay, Ali Fikri Yavuz ve Konyalı Mehmet Vehbi gibi Sünni çevrenin “alimleri”nin çoğu beş öğün namazın Kuran’dan olduğunu “zorlama” yorum ve çıkarsamalarla kanıtlamaya ve topluma kabul ettirmeye çalışırlar. İçlerinden bir bölümü de durumu bildiklerinden geçiştirmeye çalışır. Oysa Kuran’ın hiçbir ayetinde gündüz için namaz buyurulmamıştır. Buyurulan namazın da adı “namaz” değil, “dua” anlamına gelen “salat”tır. Hele öğle ve ikindi öğünlerine ilişkin namaz olduğu anlayışı tümüyle uydurmadır.[69]

Günümüzün Sünni dünyasının saygın ilahiyatçı bilim adamlarından Y. N. Öztürk, günümüzda uygulanan namazın Peygamber Muhammed’in namazına uymadığını belirtmektedir. Gerçi kimi çelişkilere de düşmüyor değildir. Öyle sanıyorum bu çelişkileri ve sözü dolandırarak söyelemesi Sünni çevrenin baskılarının sonucu olmalıdır. Kitaplarından birinin bir yerinde; Kuran’ın incelenmesi ve Peygamber’in uygulamalarına bakılarak namazın “beş öğün ve her gün kılınması” gerektiğini, bunun “ameli bir farz” olduğunu, Peygamber’in ümmeti için sayısını, zamanını ve biçimini öyle “bildirip uyguladığını” yazar.[70] Fakat konunun devamında asıl tesbitlerini verir. “Namazın bugünkü yapılış biçimi büyük ölçüde Emeviler tarafından belirlenmiştir. Enes b. Malik (öl. 708) giibi seçkin bir sahabe Emevilerin namaz üzerindeki dejenerasyonunu yakuınararak anlatmaktadır”.[71]der ki, asıl doğru olan tesbit budur.

Emeviler tüm İslam’ı bozdukları, değiştirdikleri, kendi isteklerine göre uyarladıkları gibi, namazı da değiştirmiş, Peygamber dönemindeki uygulamaya göre bozup değiştirmiş ve birçok eklemeler yapmışlardır.

Prof. Y. N. Öztürk birbaşka çalışmasında da namazın aslına göre değiştirildiğini belirtir. Günümüzde kılınan namazın Peygamber’in namazına uyup-uymadığı sorusuna; “Hayır uymuyor. Özellikle camilerde topluluk halinde kılınan namazlar Hz. Peygamber’in uygulamasına büyük ölçüde ters düşmektedir”. der. Namazın zorlaştırma doğrultusunda bir bozuma uğratıldığını da şu sözleriyle belirtir. “Her şeyden önce namazı günlük yaşamda problemler yaratacak zorlaştırmalarla acayip bir kılığa sokmuşlardır.(…) Hem biçimini zorlaştırmışlar, hem de eklemeler yapmışlardır”. “Namazın sünnetleri” deyimimini bile yanlış bularak, Müslümanların yerine getirmesi gereken namazın “farzlardan iberet” olacağını belirtir.[72]

Demek oluyor ki, Muhammed- Ali Yolu ve onun uygulama biçimi halifeler, Emeviler ve Abbasilerce bozularak, gerekli- gereksiz eklemeler yapılarak kendilerine uygun duruma getirilmiştir. Bu durum, bir özünden sapmadır. Dört Sünni mezhep bu yozlaşma- bozulma gelimesinin savunucuları ve kabul ettiricileri olurlar. Kuramsal çalışmalarıyla bu doğrultuda bir Sünni ideolojiyi, yani İslami din anlayışını yapılandırırlar. Peygamber İslamı’nın karşısında üretilen bu İslami biçimi ve yorumu resmi İslam olarak kitlelere benimsetip, kabul ettirirler. Bunun ötesinde Muhammed-Ali çizgisine bağlı kalan Şiilik, Alevilik gibi mezhepsel eğilimlerse “beşinci mezhep”, “rafizilik”, “ibahilik” gibi suçlamalarla baskı altına alınarak etkisiz kılınmıştır. Oysa, asıl sapma ve bozulma Muhammed- Ali çizgisinin dışında gelişeni, yani kendilerini “dört mezhep” çerçevesinde sunan, kendilerini İslam’ın resmi çizgisi olarak benimseten bu akımlardır.

Namaz, uygulamada hep gündüze getirilmiştir. Sadece beşinci öğün olan yatsı namazı geç vakte bırakılmıştır. Oysa Kuran’ın Müzemmil- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7, Hûd- 114, İsra- 79, Furkan- 64, Zümer- 9, Zariyat- 17- 18 ve İnsan- 25- 26. ayetleri namazın gece kılınmasını gerekli görmektedir. Nedense hiçbir din adamı Tanrı buyruğunun bu biçimini inanırlara duyurmamış, özüne uyması gerekeni istememiştir. Nedense gündüze getirilerek kolayına kaçılmıştır. Oysa, Tanrı; tapınımı geceye, işi ise gündüze getirmiş ve böyle olmasını istemiştir.

Ayşe’nin bir rivayetine dayanan kimi İslam yazarları Miraç’ta 2’şer rekat farz kılınan öğün namazları Hicret’ten bir ay sonra 4 rekata çıkarılmış, yalnız akşam namazı 3 rekat olarak kalmıştır. Ezan okuma geleneği de bu sıra başlamıştır.[73] Her ne kadar bundan önce de namaz kılınıyorsa da “beş öğün namaz” “Miraç gecesi” farz olur.[74] Peygamber, ilk Cuma namazını da bilindiği gibi Medine’ye göçü sırasında Ranuna vadisndeki mola verilişi sırasında kılar.[75] Yani peygamberliğin gelişinden 12 yıl sonra bu ibadeti başlatmıştır. Oysa, peygamberlik gelmesiyle birlikte Hz. Muhammed namaza başlamıştır. Miraç olayı ise bu olaydan 7-8 yıl sonra olmuştur. Peygamber bu ara namazı kaçar rekat ve hangi öğünlerde kılmıştır? Hicret sonrası neden böyle bir değişikliğe, yani rekatlarda “arttırıma” gidilmiştir? Doğallıkla, bunlar yanıt bekleyen, boşlukta olan sorulardır.

Namazın aslında “beş öğün”, yani günde beş vakit namaz kılma koşulu yoktur. Namazlarının rekatları da bu kadar çok değildir. Aşırı ve gereksiz ölçüde, zorlaştırmaya yönelik öğün namazlarına rekat eklemeleri yapılmıştır. Y. N. Öztürk öğünlere göre namaz rekatlarının ilmihallerde 4+10+8+5+13, Cuma 16, teravih 20 rekat verilişini ve bunun uygulanışını yanlış bulur. Doğrusu olarak şunu önerir. Öğünlere göre; 2+4+4+3+4. Cuma namazı 2 rekattır. Teravinin resmi bir sayıya bağlanamayacağını, dileyennin dilediği kadar kılabileceğini, Peygamber’in teraviyi toplulukla değil, yalnız kıldığını belirtir. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç; bir Müslüman Ramazan ayında  günde 68, Ramazan ayı dışındaysa 40 rekat namaz kılmaktadır. Bu Emevi- Abbasi zihniyetiyle beslenen Sünni ideolojinin namaza kazandırdığı yapıdır. Oysa, Y. N. Öztürk’e göre; günlük namaz 17 rekattır. Cuma günleri ise rekat sayısı 19 olur.[76] Doğallıkla Y. Nuri Hoca Kuran’da olmayan öğle ve ikindi namazlarını da bu toplama katmıştır. Bunlar çıkarılırsa geriye Kuran’a ve Muhammedi İslam’a göre bir inanırın kılması gereken namaz rekat sayısının 9 olduğu görülür.[77]

Nuri Hoca’nın açıklamalarına göre camiler yalnızca “farz namazlarının icrası için” kullanılmalıdır. Bu farzlar hicretten önce “ikişer rekat” olarak kılınmıştır. Daha sonra Peygamber’in uygulamasıyla bunlar günlük 17 rekata çıkarılmıştır. Bunun ötesinde rekat sorununu “ictihadi” olarak görür. Peygamber, sünnet namazlarını cami dışında kılmıştır. Ali vitir namazı için çağrıda bulunulmasını dahi yasaklamış ve cami dışında tutarak isteğe bağlı duruma getirmiştir. Farz dışındaki namazların cami dışında kılınması “Muhammedi sünnetlerden”dir. Vitir de öyledir.[78]

Sünni çevrenin en sağduyulu bilim adamlarından olan Y. Nuri Hoca İslam’ın böyle yozlaştırılarak Muhammedi çizgisinden uzaklaştırılması konusunda haklı olarak yakınır ve ortaya çıkan durumu “ucube manzarası” olarak niteleyerek; “İslam diye sunulan ve yaşanan istisnalar bir yana olmak üzere  Kuran ve sünnetten  koparılmış ve gelenekler  yığını durumuna getirilmiş bir ucube manzarası arz etmektedir”. der.[79]

Kuran’ın ve Peygamber Muhammed’in en iyi ve içtenlikli izleyicisi, onun koyduğu yola canı pahasına bağlı olan ve yaşama geçirmeye çalışan İmam Ali namaz, oruc, zekat ve hac gibi İslamsal kurallara  dayanan İslamiyet’ten yanadır. Vasiyetnamesinde çocuklarına, yakınlarına ve yandaşlarına önerisi bu doğrultuda olmuştur.[80] O da namazı, “dinin direği” olarak görür, bırakılmamasını ve namazla birlikte diğer kuralların da yerine getirilmesini ister.[81] Yalnız ahlâkı ve iyi insan olmayı namazdan- oruçtan üstün tutar.[82] İslamsal kuralların ve namaz- oruc gibi temel uygulamaların abartılarak yerine getirilmesine karşıdır. Sadece “farzları” yeterli görür. Uzatılmasını bıktırıcı bulur. İlkesi namazı, “en zayıfının kıldığı namaz gibi” kıldırmaktır.[83] Namazı gerekli gören Ali, “Tanrı için iki rekat”ı yeterli bulur.[84]

 

b-  Orucun Durumu:

 

Peygamber döneminden beri eski bir gelenek olarak Muharrem/ Aşure orucu tutulmaktadır. Halil Öztoprak Peygamber’in ölümünden sonra Ramazan Orucu’nun konulduğunu yazar.[85] Oysa, tarihçi Ahmet Cevdet Paşa Ramazan orucunun Bedir Savaşı (624) günlerinde “farz olduğu”nu ve tutulduğunu belirtmektedir.[86] Bir çağdaş yazar olan tarihçi Taberi de bu konuya ilişkin bilgi verir. Ona göre, Peygamber Medine’ye gelince Yahudilerin Muharrem ayının 13. günü Aşure orucunu tuttuklarını görür. İlgilenir. Bundan sonra kendi inanırlarına Aşure günü oruç tutulmasını buyurur. Bunun üzerine Ramazan orucunu “farz” kılan Bakara- 183- 185. ayetleri gelir. Muharrem ayında Aşure orucunu kimi kesimler tutarak “sevap” kazanır. Tutmayan kesimler için “günah” öngörülmez.[87] Demek ki, Muharrem ayında Aşure orucunun tutulmasını bizzat Peygamber Muhammed istemiştir. Ama, Ramazan orucu 30 gün müdür gerçekten?

Hz. Ali şiirlerinde bu durumu dile getirerek, dönemin  uygulamasını yansıtır. Orucun tutulduğunu belirtir. Yalnız orucun “üç gün” olduğunu, dördüncü günün “yenileceği”ni söyler.[88]

Peygamber’in 626’larda Sevik seferinde Ebu Süfyan’ı yenmesi üzerine sevinç gösterisi olarak koyun kurban edilir. Halka yedirilir. Tarihçi Taberi’ye göre İslam’da “ilk bayram” budur.[89] Çağdaş tarihçi bunun bayram olduğunu söyler ama, bilinen “Kurban Bayramı”nın ilki olduğunu belirtmez. Bu kurban kesiş olayı olsa olsa “adak”tır. Bunu, günümüzde de “Kurban Bayramı” adı altında sürdürülen hayvan katliamı ve israfını geleneğinin başlangıcı saymak doğru olamaz kanısındayım.

Kuran’da Kurban bayramı ve buna ilişkin uygulamalar da yoktur. Yalnızca, Hac- 27- 28- 29- 30- 31- 32 ve 33. ayetlerde hacca giden inanırların kurban kesmesi buyurulur. Bu da sadece Kâbe ve yakınında kesilecektir. Hacca gidenler için kurban kesmek “vacip” tir. Gitmeyenlerin böyle bir zorunluluğu yoktur. Yalnızca adak olan kurbanlar istenilen yerde kesilebilmektedir. Fakat Emeviler Kurban bayramı geleneğini getirmiş, hayvan kırımını başlatmışlardır.[90] O gelenek İslamın kendisiymiş gibi halen sürdürülmektedir.

 

c-   Mescit/ Caminin Durumu:

 

Mescidler İslam’ın başından beri vardır. Peygamber 622 yılında Medine’ye yerleşince hemen bir mescid yaptırtır. Bu herkesin katkısıyla yapılan gösterişsiz, sadece hizmete açık bir binadır. Minare, süs, şatafat yoktur. Peygamberin denetiminde yapılan mescid binalarımın tümü mütevazı yapılardır.

İslam’ın hemen başlangıç yıllarında camiler farklı siyasal çizgi izlemek isteyen kesimlerin propaganda merkezi olmaya dönüşür. Bunların başında Dırar mescidi gelir. Peygamber Medine’ye gelirken dört gün kaldığı Kuba Köyü’nde bir mescid yaptıracaktır. Bir süre sonra bu mescide karşı Dırar Köyü’nde bir mescid yapılarak, İslam’ı bölmek isteyenlerin ve “dedikodu üretenlerin” propaganda üssü olacaktır. Birinci planda amaçları Kuba cemaatini parçalamaktır. Bu mescid/cami, silah yığınağı olarak da kullanılmıştır. Ebu Amir, bu faaliyetlerin başındadır. Roma’dan ve henüz İslamlığı benimsememiş kesimlerden yardım ister. Peygamber,  “kendi iradesi dışında kurulan” bu camiyi ortadan kaldırtmak için Tebük’ten dönerken ortadan kaldırmaları için sahabeden Malik ile Mean’ı gönderir. Harise oğlu Zeyd de onlara yardımcı olur. Bu mescid yakılır- yıkılır ve burada namaz kılınması yasaklanır. Kuran’ın Tövbe- 107- 108. ayetleri bu mescidin yıkılması için gelmiştir.[91]

Demek ki, mescidler başından beri propaganda merkezleri olamaya uygun olan yerlerdir. Peygamber, kendileri tarafından konulan İslam’ın ana çizgisine karşı gelişen bu tür eğilim merkezlerine izin vermemiştir. Oysa, bugün her türlü olanağa sahiplerdir. Toplumun ve devletin ekonomik gelirleri bu kurumlara oluk gibi akıtılmakta, sağ siyasal çevrelere yandaş kazanma yerleri olarak kullanılmaktadır.

Bu kötüye gidişi İmam Ali ta o günlerde sezer. Çıkar sağlamak, saygınlık kurmak ve bu tür üsleri din örtüsü altında siyasal çalışmalar için kullanmak Ali’nin dünya anlayışına göre sahteciliktir. Buna olanak tanımak istemez ve savaşım verir. Onun bu çalışmaları duygu ve düşüncelerinin yansıdığı şiirlerinde; “duydumki devlet hazinesinden cami yaptırıyormuşsun”, bu durum “iyilikten uzaktır”. Bu tutumunla “bir oruspuya benziyorsun” biçiminde dile getirilir.[92]

 

5) Peygamber Sonrası İslam’a Eklenenler ve İslami

     Alanda Yapılan Düzenlemeler:

 

Halifeler, Emeviler ve Abbasiler Hz. Muhammed’le konulan tapınım kurallarını zaman zaman değiştirir ve eklemeler yaparlar. İslam’ın “sahih kaynakları”ndan sayılan İmam Ahmed b. Hambel’in “Mesned” ve “Künzül- Ummal” adlı yapıtlarında yer alan bilgilere göre; Halife Ebu Bekir’in zaman zaman “Peygamber’in sünnetlerine ısınamıyorum” dediği görülür.[93] Ebu Bekir’in başlattığı bu ısınılmadığı için değiştirme ve yozlaştırma hareketi diğer halifelerce de sürdürlür.

Halife Ömer; peygamber döneminde olsun, Ebu Bekir döneminde olsun, kendi döneminde olsun oldukça özerk davranmış, Peygamberce konulan İslamsal kurallara pek kendini bağlı hissetmemiştir. Uluslararası düzeyde İslam uzmanı Abdülbaki Gölpınarlı’nın vurguladığı gibi, “birçok şeylerde kendi içtihadıyla hareket etmiştir”.[94] Enfal- 41’deki ganimetin dağılımında değişiklik yaparak; Peygamber yakınlarına, öksüzlere, yolda kalanlara ayrılan payı kaldırmıştır. Öteden beri uygulana gelen ve kendi döneminde de bir süre uygulanan geçici bir nikah olan “Muta nikahı”nı yasaklamıştır. Ezanda, “Hayyl ale’l-felâh”tan sonra söylenen “Hayyı alâ hayr’il-amel” (Haydin en hayırlı işe) sözünü, “halk ibadete koyulur da savaşı boşlar” düşüncesiyle okutmamıştır. Bir kerede  ve bir sözle üç boşamayı, kadın başamaktan toplumu çekindirmek gerekçesiyle caiz görmüştür. Sünnetlerde cemaat olmadığı sıralarda, kolaylık olsun diye teravih namazının cemaatle kılınmasını zorunlu kılmıştır. Suyun olamaması durumunda teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiştir. Miras ve iddet konularında içtihatlar koymuştur. Cenaze namazındaki beşinci tekbiri kaldırmıştır. Sabah ezanına, “namaz uykudan hayırlıdır” sözünü ekletmiştir.[95]

Buhari’den aktarıldığına göre, Peygamber bir seferinde herkesin evinde namazını kılmasını isteyerek; “herkes evine gitsin, kayıtların dışında en geçerli namaz evde kılınanıdır”demiştir. Bütün bunlara karşın Halife Ömer buyruklara pek uyum göstermez. Zaman zaman karşı gelir. Namazda sünnetlere uymaz. Nafile namazlarını cemaatle kılar ve kıldırır. Aslında “bidat” olan bu uygulamaları, “kendi icadı” olarak görür. Onun bu icad ettiği “bidatlara” sahabeler uyar. Onan karşı direnen ve Peygamber’in sünnetinden ayrılmayan tek kişi Ali olur. Ehlibeyt’i de Ali’ye uyarak Ömer ve diğer halifelerin “icadları” olan bidatlara ve Peygamber’in koyduğu dine yapılan eklemelere uymazlar. Muhammed- Ali çizgisinde direnirler.[96]

Peygamber Muhammed teravih namazını bir usule bağlamıştır. Evlerde tek başına kılınabilineceğini önermiş ve bunu yaşama geçirmiştir. Ömer, bu namazı yeniden camilerde kıldırmaya başlatmıştır. Sünni toplumu bidat olan bu değişikliği “iyi bir bidat” olarak değerlendirmiş, Muhammed’in usulünü değil, Ömer’in usulünü yeğlemiştir.[97]

Buhari’nin anlattıklarına göre Ömer temiz toprakla teyemmümü de kaldırmıştır. Oysa, teyemmümü Peygamber uygun görmüştür.[98]

Ayrıca Halife Ömer döneminde 2’şer rekatlık beş öğün namaz kesinleşir. Bunu bir buyruğuyla topluma zorunlu kılar. İçki yasağı getirilir. Muharrem (Mart) ayı yılbaşı olur. Hapishaneler ve zindanlar yapılır. Devlet hazinesi görevini yapan Beytülmal kurulur. Cenaze tekbiri dörde indirilir. İslam’da ilk kez vakıflar kurulur. Düzenli ordu oluşturulur. Ülke eyaletlere bölünerek yönetimde sıkı denetim sistemi getirilir. Hz. Muhammed’in yıktırdığı Mescid-i Dirar yeniden cami olarak açılır.[99]

Halife Ömer’in Kuran’ı ve Hz. Muhammed’in uygulamalarını hafife alması, zaman zaman karşı gelici tutumlara girmesi, kendine özgü kurallar koyması…Emevi ve Abbasilere İslam’ın hükümlerini çiğneme, yeni hükümler koyma düşüncelerinde cesaret vermiştir.[100] Onun bu tutumunu benimser görünen kimselerse devlet olanaklarıyla donatılmış, halifelerin şakşakçıları durumuna getirilmişlerdir.

Peygamber Hayber Yahudilerine sefer düzenlemiş, buraları aldıktan sonra yerli halk olan Yahudilerin topraklarında yaşamalarına izin vemiş, dahası anlaşmalarını da Ali kaleme almıştır. Ömer halifeliği döneminde; “Arabistan’da iki din olmaz” gerekçesiyle Yahudi halkı Müslümanlığa zorlar, kabul etmeyenlerinse göç etmelerini isteyerek Peygamber’in yaptığı antlaşmayı değiştirmek ister. Yahudiler Ali’ye başvururlar. Peygamberle yapılan antlaşmayı gösterirler. Ali, araya girerek bu uygulamayı durdurur.[101]

Bu durum daha sonraları Buhari, Müslimi gibi ünlü hadis bilginlerince sürdürülür. Onların aktardıkları hadislerinde Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye’ye dokunan hadisler saptırılmıştır. Peygamber normal bir insan gibi gösterilmeye çalışılarak, vahyin dışında yanlışlar yapabileceği sezdirilmiş, böylece Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye’ye yer açılmıştır. İlk üç halife övülmüş, Muaviye’nin arzusu karşılanarak Ali onlardan sonra bir düzeyde tutulmuştur. Ehlibeyt’e dokunan yalan hadisler aktarılmıştır. Yönetimde zorlamayı destekleyen hadisler üretilerek, Emevi ve Abbasilerin topluma egemenliklerini yasal kılacak biçimde yönetimlere yardımcı olunmuştur. Yönetim çevrelerinin işini kolaylaştırmak amacıyla inanılması olanaksız hurafe ve masallar hadis olarak üretilerek topluma sunulmuştur.[102]

Peygamber Muhammed’den beri Mina’da bulunulduğu sıralarda namaz 4 rekatken hep 2 rekat olarak kılınmıştır. Bu durum, Ebu Bekir ve Ömer dönemlerinde de böyle sürmüştür. Bu durum Osman’ın halifeliğinin bir bölümünde de böyle sürdürülür. Fakat bir haccı sırasında (H. 29. yıl), namazı yeniden 4 rekata çıkararak kılar. Hz. Ali’nin tepkisine karşın, “bu benim düşüncem ve içtihadımdır” diyerek bunu gelenekleştirir.[103] Halife Osman’a ilk tepkiler bu “cahiliye döneminin geleneğini canlandırması” ve Peygamber’in sünnetini değiştirmesi” üzerine başlar. Ötede Peygamber’in mescidini onartır, genişletir ve süslettirir. Böylece İslam kurumlarına şatafat ve keyfilik girmeye başlar. Müezzinleri ilk olarak aylığa bağlayan ve mescidde “maksûre”[104] yaptıran da yine Halife Osman olur.[105] Merkezden uzak vali ve yöneticiler zaman zaman İslamsal temel kurallar karşısında keyfi değiştirmelere gitmekten kaçınmamışlardır. Tarihçi Ahmet Cevdet’in verdiği bilgilere göre; Halife Osman’ın Küfe valisi Velid sarhoş olarak camiye gidip sabah namazını 4 rekat kıldırdığı ve cemaate “daha fazla kıldırayım mı?” diye sorduğu bilinenler arasındadır.[106]

Halife Osman yakınlarını kayırırken Muhammedi İslam’da sürekli ödün verir ve keyfi kullanır. Velid b. Ukbe’nin içki içtiği kesin olmasına karşın kendisine hadd[107] vurulmaz. Eliyle buluşana kendisinden inzal[108] olmadıkça açık Kuran ayetine karşın gusul gerekmediği yolunda fetva verir. Akkaaf- 15. ayeti haml (doğurma) süresiyle çocuğun sütten kesilmesinin 30 ay, Bakara- 233. ayeti süt verme süresinin tümünün iki yıl olduğu bildirmelerine ve haml (doğurma) süresinin en azının 6 ay olduğunun anlaşılmasına karşın evlendikten 6 ay sonra çocuk duğuran bir kadını recmettirir.[109] Bayram namazını 4 rekat kıldırır. Seferde namazları kısaltmaz. Umreyi[110] yasaklar. Bayram hutbelerini namazdan önce okutur. Doğallıkla bunların tümü Muhammedi ve Kuransal İslam’ın uygulamalarının dışındadır. Tümü bidat olmalıdır.[111]

İlk üç halifeyle Peygamber’in başlatılan sünnetlerine karşı gelme ve onları ortadan kaldırma geleneği Muaviye ile doruğa çıkarılır ve bir sisteme dönüştürülür.[112] O günlere kadar kitlesellik gösteren bu nedenle de “halkçı bir amaç sergileyen” namazları Muaviye “resmileştirir”.[113]

İlahiyatçı bilim adamlarından Y. Nuri Hoca, namaz için “hiçbir özel mekan zorunluluğu”nun olmadığını, cami ve mescidlerin geçerliliğinin yalnızca “sosyolojik rol”den kaynaklandığını, namaz kılmak isteyen her Müslümanın “hiç kimsenin önderliğine ve hiçbir mekân çevrelemesine gerek duymadan” bulunulan yerde kılınılabileceğini belirtir. Mescidlerdeki/ camilerdeki Emevi sokuşturması olan lüksü ve şatafatı yerer ve İslam’ın özüne karşı bulur. Ona göre; “mescid süsleme hastalığı İslam ümmetine Emevi dünyaperestleri zamanında bulaştırılmış ve o günden şiddetlenerek gelmiştir. Esasen Emevilerin dejenerasyonuna bütün ibadet biçimleri uğramıştır”.[114]

Peygamber’in yıktırdığı ve çağdaş kaynakların “uzun zaman mezbele yeri olarak” kaldığını belirttikleri bu Dirar mescidini Halife Ömer yeniden faaliye geçirir. Kendi üssü haline getirir. Ömer’den sonra Osman da bir çok cami yaptırır. En muhteşem camilerin ve minarelerin ilk kurucusu Muaviye olur. Bu biçimiyle camileri halka benimsetmek için “cami Tanrı’nın evidir” anlayışını yayar. Döneminde mantar biter gibi kurdurlan camileri Ali ve Ehlibeyt’e sövgü yuvaları olarak değerlendirir.[115] Muaviye ilk kez camilerde “maksure” denilen “sultan mahalli”ni kuran kimse olur.[116] Muaviye, H. 46. yılında hacdan dönerken Medine’ye uğrayarak Peygamber mescidinin minberiyle[117]  Hz. Muhammed’in müezzini olan Sad’ül Karaz’ın elinde bulunan peygamberlik asasını Şam Camii’ne getirterek kendi yönetim merkezinin önemini arttırmak ister. Fakat buna halkın tepkisi büyük olur. Tesadüfi güneş tutulması da kötüye yorumlandığından Muaviye bu yaptırımından vaz geçer. Minbere altı basamak daha ekleyerek büyütür ve dokuz basamağa çıkarır. Bundan sonra hatipler Muaviye’nin koydurduğu altı ayağa çıkarak hutbelerini okurlar. Medine’deki Peygamber camiindeki minberin Şam’a götürlmesini bir kez de Mervan oğlu Abdülmelik dener. O da büyük tepkiyle karşılaştığından vaz geçer.[118]

Kendini İslam’ın yetkilileri sayan kimseler dine birşeyler sokuşturma çabası içerisindedirler. Halifeler dışında da bu davranışlar görülür. Amr ibnül As, hutbe ve dua için kendisine camide ilk mimber yaptıran valilerdendir. Mısır’daki camiini yaptırdığı sırada bunu da yaptırmıştır.[119]

Halife Ömer (634- 644) Bizans ve Sasani imparatorluklarını ortadan kaldırarak Mısır, Suriye, Irak ve İran gibi eski köklü uygarlık merkezlerini Arap-İslam Devleti’ne katar. Çeşitli ülkelere ait 1036 kent alınır. Sanatsal yapı ve dinsel tapınakların tümü yakılır- yıkılır. İskenderiye Kütüphanesi gibi, eski uygarlıkların kültür ve bilim merkezleri de bunlar arasındadır. Bütün bunların yerine 4 binin üzerinde cami yapılır. İslam toprakları, tümüyle cami ağıyla döşenir. Bu camiler; görünürde İslamlığın yayılmasına, aslında ise yöneticilerin siyasal ideolojilerinin yayılmasına hizmet ederler. İlk dönem mescidleri/ camileri basit, gösterişsiz, ama insanlığın “kötülüklerden arındıkları”, bir “iç duyuş” yaşadıkları yapılardır. İslamlığın devletleşne, hanedanlaşma ve imparatorluklaşmasıyla birlikte bu ilk yalın özellik yerini görkemli yapılara ve saltanat yaşantılarına bırakır. Bu durum İslam’daki bozulmanın en önemli öğesi olacaktır. Bu yozlaşma süreci sonuna dek de sürecektir. İslamlığın ilk dönemindeki dayanışmacı, eşitçi yapı giderek yerini sınıf çıkarlarına dayanan bir yapıya bırakmıştır. Bu gelişmeler dinsel yapılarda da kendini ortaya koymuştur. IX. yüzyıl tarihçisi Belâzuri’ye göre mescidlere ilk revakı[120] Halife Osman koydurmuştur. Abdullah b. Zübeyr ile İslam tarihinde zalimliğiyle ünlenmiş olan Haccac, Peygamber İbrahim’den beri Araplarca saygınlığı olan Kâbe’yi önce yaktırıp-yıktırırlar sonra da kendi düşüncelerine hizmet edecek biçimde yaptırtırlar. Gösterişin ifadesi olan ve kuruluş dönemi İslamlığının özüyle çelişen ilk minare I. Muaviye döneminde (661- 680) Basra Camii’ni onartan Ubeydullah b. Ziyad tarafından yapılır. I. Velid dönemindeyse (705- 715) mescidlere minare yapılması zorunlu kılınır. İlk maksure de bu dönem yapılır. Bundan sonra minare yapımları gelenek olur. Şatafatlı cami yapıları kurulur. Muaviye, Mervan ve I. Velid gibi Emevi halifeleri Şam kiliselerini camiye çevirirtirler.[121]

Beş öğün namaz ve bu namazlara ilişkin rekatlari sünnet, vacip, müstehap, mekruhat, müfsidat, sâlatın koşulları, mezhepler, tarikatlar, hülle, iskat(devir), ölüye Kuran okutma, kurban kesme  gibi asılsız kural ve uygulamaların hiçbirinin Muhammedi ve Kuransal temelli İslam’la ilgisi yoktur. Bunlar, başka dinlerin uygulamalarında ve kutsal kitaplarında da pek bulunmaz.[122]

Arap-İslam Devleti’nin genişlemesiyle birlikte İslam’ı yaymanın aracı olarak cami yapımı hızlandırılmıştırr. Özellikle yeni alınan bölgelere, ordugâhlara camiler yapılmasına öncelik verilmiştir. Alınan yerlerdeki eski dinlerin tapınakları/ mabedleri tümüyle camiye çevrilmiştir. Tapınakların kimi özelliklerinin yeni durumla karışması kaçınılmaz olmuştur. Peygamber ve yakınlarının mezarları da türbe- mescid durumuna dönüşmüş, halkın ziyaret yeri olmuştur. Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Peygamber Camii gibi ünlü camiler de İslam tarihi boyunca ziyaret yerleri olmuşlardır. İslam Devleti’ne yeni katılan ülkelerde varlıklı kimselerin yaptırdıkları mescidler/ camiler daha görkemli yapılar olarak kurulmuşlardır. Böylece giderek yalın mescid anlayışı değişmiş, şatafatlı cami yapısı anlayışı topluma egemen olmuştur. Emeviler dönemiyle aşırı bir camileşme kampanyası başlatılır. XI. yüzyılda sadece Mısır- Kahire’de binin üzerinde cami vardır. Camilere giderek “kutsallık” yüklenir. Önceleri sadece Kâbe kutsal görülürken, giderek bir bakıma camilerin tümü Kâbe’nin yerini alıyormuşcasına, kutsallıkla yüklenirler. Bu yeni özellik kazanımıyla birlikte, sürekli “genel toplanma yeri” olarak görülmüşlerdir. Camiler dinsel tapının yeri olmakla birlikte giderek, Ramazan geceleri ve yılbaşılar gibi özel gün ve dönemlerde “şenlik yeri” olarak da kullanılmışlardır. Camilerin kisra merkezlerine benzer yapılara dönüştürülmesi Emeviler’le başlamıştır. Muaviye döneminde Küfe camiine kentin valisi Ziyad tarafından Kisra’ya hizmet etmiş bir putatapar mimara değişiklikler yaptırılır. Bunu, Basra camii ve diğer kentlerdeki önemli merkezi camilerin mimari ve yapısal değişiklikleri izler. Mekke’de de İbni Zübeyr, al-Haccac camiini genişletir. I. Velid Kudüs camiini tümüyle ortadan kaldırır.  Bizanslı mimarlar Kubbe-i Sahra’yi bir “Bizans abidesi heybeti”yle yükseltirler. Şam’daki Yuhanna kilisesini, Bizanslı ustalar yoluyla, Emeviye  Camii’ne dönüştürür. Böylece Hıristiyan dünyasının kimi özellikleri İslam camilerine girer. Camilere minare konmasını Muaviye başlatırsa da, bu alanda I. Velid dönemi önemli bir dönüm noktası olur. Minare konulması açısından, Şam’daki Emeviye camii bunun en belirgin örneğidir. Dönemin yazarlarına göre; minare, Emevi camilerinin bir parçası olur. Camilerin iç dizaynında da önemeli ölçüde değişikliklere gidilir. Maksura, Emevi döneminin başlarından beri camilerde yerini almıştır. Maksurayı, Muaviye’nin koydurduğu kesin olarak bilinmektedir. Camiler, Emeviler’le birlikte çeşitli amaçlarla kullanır olmuşlardır. Cami avlularının silah deposu veya han olarak kullanıldığı bilinmektedir. İlk mescidlerde mihrap olmamasına karşın, sonraları cami yapısı içerisinde yerini almıştır. Büyük camilerde özellikle “Dört Sünni Mezhep”in mihrabı[123] yer almıştır. Mezhepçi İslamlığın, asıl/ kök İslamlığın yerini almasıyla birlikte mihrap da camide “en şerefli yer” olarak görülmüş ve üstüne kubbe yapılarak yüceltilmiştir. Mihraba karşın, minber ta Peygamber döneminden beri mescidlerde yerini almıştır. Emeviler propagandaya dayandıkları için minbere özel önem vermiş, bütün camilere koydurmuşlardır. Muaviye Mekke’ye gittiğinde minberini birlikte götürmüş, minber Harun-ül Reşit zamanına kadar orada kalmıştır. Mervan da Medine’ye giderken minberini birlikte götürmüş ve onun üzerinde halka konuşmuştur. Ne yazık ki, Peygamber döneminde “caminin kutsal parçası” arasında olan minber, Emeviler’le propaganda aracı olur. Camiye ilk kandil koydurtan da Maviye olmuştur. Harun, Kâbe’nin etrafına 10 büyük şamdan koydurtmuş, caminin duvarlarına da ikişer fener astırmıştır. Emeviler “camilerin kutsallığı”ndan en aşırı ölçüde yararlandıkları gibi, gerektiğinden sıradan bir mekân olarak da görmüş, camiye at üzerinde girebilmişler, minberde olanlara müdahale edebilmişler, caminin içinde ve çevresinde döğüşebilmişler, hükümdarın/ halifenin camide olması sırasında cami çevresini silahlı korumalarla sarabilmişlerdir. Camiler Emeviler için Ali ve yandaşlarına sövgü ve eleyhte propaganda üsleri durumundadır. Kâbe minberinda Ali yanlılarına beddua edilmesini ilk başlatan Halid al-Kasri olmuştur. Ali ve yanlılarına kargışta bulunan bu “kussaslar” Emevilere dua etmektedirler. Mısır camileri eski özelliğini yitirmiş, ulusal ölçekte siyasetlerin yapıldıkları merkezler olmuşlardır. Bu nitelikteki siyasal çalışmalar için yapılan toplantılara camiler mekân olarak görev yapmışlardır. Camilerin yargı ve eğitim yeri olarak kullanılma özelliği başından beri zaten vardır. Ama sonraki yüzyıllarda eğitim, bir propaganda aracı olmuştur.[124]

Peygamber döneminden beri cuma hutbeleri namazdan sonra okunmaktadır. Ama, Emeviler Ali ve Ehlibeyt’e sövgü ve karalamayı hutbe konusu yapınca bunu içlerine sindiremeyen birçok insan namazı kıldıktan sonra hutbe dinlemeden camiden ayrılmışlardır. Hutbeyi zorla dinletmek isteyen Emeviler bundan da kendi kafalarına göre değişiklik yapmış, hutbeyi namazdan önceye koymuşlardır. Böylece, namaz kılmak zorunda olan Müslüman hutbeyi de dinlemek zorunda bırakılmıştır.

İslam uygarlığına Abbasiler döneminde Sanskritçe’den, Yunanca’dan, İbranice’den, Rumca’dan eski eserler çevrilir. “Darü’l-Hikme” denilen bilim evleri kurulur. Ülke yabancı kültürlerin bilim adamlarının çağrıldığı, kucak açıldığı ülke olur. Eski Yunan felsefe okullarına paralel felsefe eğilimleri doğar. Her kültürden gelen bilim ve düşün adamları eser vererek İslam uygarlığını zenginleştirir ve yeni açılımlar sağlarlar. İslamiyet’in kendisi de bu etkenlerle yeni boyutlar kazanır.

 

6) Muhammed- Ali Yolunun Özü, Oluşumu ve Gerçek

    Temsilcileri:

 

İslam dininde Hz. Muhammed zamanından sonra ortaya çıkan yargılar ve ilkeler, yani sonradan türeyen şeyler olan “bi’dât”; İslam’ın ruhuna işlemiş ve bugünkü İslam’ı oluşturmuştur ki, buna “Müslümanlık” denir. Peygamber sonrası yönetime gelen halifeler, daha sonraları önmeli iddialarla yönetimi ele geçiren Muaviye ve Emeviler, onları izleyen ve onların bir başka türevi olan Abbasiler İslam adına İslam’a çok şey katmış, Peygamber ilkelerine  ve Kuran’ın özüne uymayan düzenlemelerde bulunmuş, kendilerine özgü bir İslam yaratarak insanlara kabul ettirmişlerdir. Doğallıkla bunlar bi’dâttır. Peygamberle ve Kuran’la çoğu kez ilgisi olmayan şeylerdir.

Peygamber Muhammed adına, onun vekili olarak İslam-Arap devletini yönetme işi demek olan “halifelik”, bu görevi üstlenenlere sonsuz olanak sağlamıştır. Halifeler, bu olanakları olduğundan çok, dahası sınırsız kullanarak bi’dât yolunun açıcıları olmuşlardır. Oysa, halifeliğin yetkileri içerisinde İslam dinine ek yapma, İslamsal kural koyma ve ilkeler belirleme gibi şeyler yoktur.

Halifelik siyasal- yönetsel bir görevdir. Dinsel yanı yoktur. Dinsel yanı olamadığından ve sadece siyasal- yönetsel bir makam olduğundan, dinsel kural koyma yetki alanının dışındadır. Ama halifeler hiç de bu yetkileriyle sınırlı kalmayarak, kafalarına göre yeni bir İslam’ın yaratıcıları olmuşlardır. Bu ortaya çıkan yeni İslam, yine İslamsal anlayışa göre bi’dâtın ta kendisidir. Çünkü, bir yerde İslam’ın özü olan Peygamber ve Kuran ilkelerinden sapmadır. Bu tür İslam’ın temsilciliğini ve savunuculuğunu da “Sünni İslamlık” üstlenmiştir. Bi’dâtlar üzerine kurulan Sünni İslamlık, İslamlığın “ortodoks” kanadını oluşturmuş, sürekli elinde bulundurduğu devlet erkiyle bu durumunu örtüleyebilmiş, kendisine karşı gördüğü Şiiliği ortodoks İslam’ın dışına iterek “beşinci mezhep”, Aleviliği de sapkınlık demek olan “rafizilik”le suçlayarak baskı altına almıştır. Oysa gerek Şiilik, gerekse Alevilik bi’dâtlar harmanı olan Sünniliğe karşın; Muhammedi İslam’ın, yani Kuransal İslam’ın ana çizgisi/ yolu olan Muhammed- Ali Yolu’nun bütün baskı ve zulümlara karşın tarih boyu en dirençli ve en kararlı sürdürücüleri ve savunucuları olmuşlardır.

Bu açıdan bakınca Ali yolunun sürdürücülerinin tarih boyu ve günümüzdeki konumu ne olmuştur? İrdelenmesi gereken noktalardan biri olarak geliyor bana.

Ali’ye bağlı akımlardan genel ve tarihsel Şiilik dinin itikadi ve muamelat alanında, yani inançta tapınım konusunda, bir başka deyişle “İslam’ın şartları” olarak yüzyıllardır topluma sunulan ibadet biçimleri alanında Sünni inanç çığırını aşarcasına muamelatta bir derinlikleri vardır. Muamelat alanını oldukça aşırılaştırmış; dini, bir yerde tapınıma boğmuşlardır. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi uygulama alanında Sünnilik aşılmıştır. Yer yer Sünnilik’ten daha dinin biçimsel yanı olarak nitelenen zahiriliğe kaçmışlardır. Günümüz Şiiliği de bu konuda oldukça israrlıdır. Sünni eğilimlerden daha çok dinin tapınç alanına bağlı olduklarını ve bunu onlardan daha çok yerine getirdiklerini ileri sürüp, kendilerini kanıtlama durumuna düşmüşlerdir.

Alevilik’te ise durum böyle değildir. Alevilik üzerinde ve tarihsel oluşumunda özellikle sosyolojik, siyasal, kültürel, tarihsel ve coğrafik etkenler belirleyici rol oynamışlardır. Alevilik, Horasan- Türkistan- Maveraünnehir- Deylem coğrafyasında mayalanmış, Anadolu coğrafyasındaysa kalıba dökülmüş, yani biçimlenmiştir. Sünniliğe ve Şiiliğe göre farklı bir coğrafik alanda oluşmuştur. Sünniliğin oluşumunda Arap, Şiiliğin oluşumunda Arap ve Fars, Aleviliğin oluşumunda ise sadece Türk etkeni vardır. Alevilik’te tarihsel olaylar önemli belirleyici etken olmuşlardır. Ali- Muaviye, Kerbelâ ve Oniki İmamların katledilmeleri ve çeşitli yollarla ortadan kaldırılmaları Alevilik ve Şiiliği oluşturan önemli siyasal ve tarihsel etkenler olmuşlardır. Ama Sünnilik bu etkenden fazla etkilenmmemiş, dahası Muhammed- Ali yoluna karşı farklı çizgi izleyen halifeleri ve Muaviye’yle başlatılan Emevi siyasetini kayırma, onları aklama durumunda kendini hissetmiştir. Sünnilik’te Arap, Şiilik’te Arap ve Fars toplumsal ve kültürel öğeleri rol oynarken, Alevilik’te yalnızca Türk toplumsal ve kültürel öğeleri rol oynamış ve bu inanç yolunun oluşmasında temel belirleyici olmuştur. Bu durum, Aleviliğin sosyolojik oluşumunu ortaya koymuştur. Türk bölgelerine sığınmış Ehlibeyt’ten olan kimselerin Muhammed ve Ali anlayışı ile Kuran’ı yorumlayış ve değerlendirişleri Aleviliğin inançsal boyutunu oluşturarak, oluşumu tamamlamıştır. Bu etken, bir ölçüye dek Şiilik’te olmasına karşın, Sünnilik’te yoktur. Sünnilik tümüyle, Şiilik’se kısmen İslamlığın zahiriliğini esas alırken, Alevilik tümüyle dinin ve Kuran’ın içsel (batın) anlamına bağlı kalmıştır. Kuran’ın ve Muhammed- Ali çizgisinin içsel anlamını esas alan bir tevil/ yorum yolu Aleviliğin özünü oluşturmuş ve tarihsel- inançsal oluşumunu sağlamıştır.

Alevilik, geçmişte ve günümüzde bu geniş coğrafya ve uzun tarih etkeni nedeniyle muamelat ve tapınç alanında pek türdeşlik göstermez. Bunda, genel Şiiliğin de yer yer rolü olmuştur. Kimi Alevi toplulukları Şiililiğe yakın veya daha zayıf olarak namaz, oruç, hac gibi kuralları yerine getirmiştir. Bu topluluklara genellikle Sünnilik ve Şiiliğin egemen olduğu Arabistan, İran, Irak, Mısır ve Pakistan- Hindistan hinterlandında rastlanır. Alevi topluluklarının çoğunluğu ise bu tür Sünniliği çağrıştıran İslamsal kuralları yerine getirmez, bu kuralları Sünnilik’le aralarında kesin ayırıcı çizgi olarak görürler. Muhammed- Ali ve Kuran espirisi çerçevesinde tarihsel kültürlerinden ve inançlarından da katkı alarak kendilerine özgü bir tapınım/ ibadet biçimi oluşturmuşlardır. Bu biçime biraz da Kuran’ın içsel (batın) anlamını tevil/ yorum yoluyla değerlendirerek ulaşılmıştır. Sünnilik ve Şiilik’teki beş öğün namazın yerine “halka namazı”, cami yerine “cemevi”, Ramazan orucu yerine, Muharrem/ Oniki İmamlar/ Aşure, Hızır gibi oruçlar, Kâbe’ye haccın yerine “gönül haccı” almıştır. Bu Alevilik anlayışı, en yaygın ve esaslı biçimiyle Anadolu’da görülür. Balkanlar, bu tür bir inançsal anlayışın coğrafya olarak devamı durumundadır. İran’daki kimi topluluklar da bu tür bir Alevilik anlayışı ve uygulamasındadırlar.

Kısaca Alevilik; Kuran ve Muhammed- Ali yolunu tevil-yorum yolu/ yöntemiyle yaşatan ve bu esasların içsel/ içrek (batın) anlamına bağlı kalan, yol içerisinde Ali, onun Ehlibeyt’ini, Ehlibeyt’in devamı olan Oniki İmamları oldukça önemseyip yolun temeline yerleştiren, Muhammed- Kuran anlayışının ancak bu biçimde sürdürüleceğine inanan, bu anlayışı yolun temeli ve özü olarak gören bir inanç yolu ve sistemidir.

 

                        7) Hz. Ali’nin “Katilliği ve Zalimliği” Sorunsalı:

 

a-  Hz. Ali’nin “Katilliği ve Zalimliği” Savlarının Emevi Kaynaklı Oluşu:

 

İslam konusunda özgün yorumlar geliştiren ilahiyatçı Turan Dursun Sünni dünyanın benimsediği en yetkin hadis bilgini ve zaman zaman da Ali ve Ehlibeyt’e karşı karalayıcı imalarda bulunan Buhari’ye dayanarak Peygamber Muhammed’in inancını paylaşmayanlara karşı “şiddet” kullandığını, “el ve ayaklarını keserek” ağır cezalar uyguladığını, onun çizgisini sürdüren Hz. Ali’nin de şiddete dayanan cezalar verdiğini, insanları “katletiği”ni, “ateş kuyuları”na atarak yaktırdığını yazar.[125] İmam Ali’nin aleyhinde kitap yazan Faik Bulut da bu tür kaynaklara başvurarak Hz. Ali’yi tam bir “despot”, “katil”, “zalim” göstermeye çalışır. Ali’nin “Alevi” değil, “Sünni” ve “Şeriatçı” olduğunu, günümüz sağ- şeriatçı dünyanın temsilcilerinden Erbekan’la “özdeşleştirilebileceği”ni, Ali’nin kişiliğinde “şiddetin kutsandığı”nı, öldürülen 70 Mekkeli’den 27’sinin Ali’nin “kılıcından geçtiği”ni, Halife Ömer’in Ali’nin önerisiyle içki içenlere verilen cezanın 80 değneğe çıkardığını, İslam’ı reddedenleri “ateş hendekleri”ne attırdığını, Cemel Savaşı’nda 13- 30 bin, Sıffın Savaşı’nda 70 bin Müslüman öldürüldüğünü, Hakem Olayı’na karşı çıkan ve “Kureyş aristokrasisinden olmayan bir halife yönetimi”isteyen Haricilerden 4- 6 bin kişinin Ali ve yandaşlarınca “kılıçtan geçirildiği”ni, savaşlardan kılıcı “kan damlayarak” döndüğünü, eşi Fatima’ya “kılıcımı yıka!” diye emirler yağdırdığını ve kendisini “Tanrı” olarak niteleyen Abdullah İbni Seba ve yandaşlarını Medain’e sürdüğünü Emevi yanlısı Sünni yazarlara dayanarak yazar.[126]

Bu savdan olup da gönlünde ve kafasında sadece Ali’yi karalamak düşüncesi olanlar Ali’nin bir devlet adamı ve asker kimse olduğunu unutmuş gözükürler. Ali bir yeni toplumun, yeni bir dinsel ideolojinin ve bir devletin kurulması çalışmasının başında olan biridir. Kenddilerine karşı amansız da bir savaşım verilmektedir. Ya başaracaklardır, yahut da hep birlikte öldürülecekl ve yitireceklerdir. Çok doğal olarak Ali, bu işin başında olan Peygamber Muhammed gibi ölüm-kalım savaşı vermiş, altına girdikleri işi başarmaya çalışmışlardır. Ve başarmışlardır da. Tarih boyu yapılan savaşların tümünde ölüm- öldürülme kaçınılmaz olmaktadır. Amacı ve sonucu ne olursa olsun, ölüm olayının olmadığı hiçbir savaş gösterilemez. Osmanlı Devleti kurulurken savaş olmamış mıdır? Fransız Devrimi’nde hiç mi ölen olmamıştır. Sovyet Devrimi, hiç mi kan akıtılmadan başarılmıştır? Mao’nun uzun yürüyüşünde ve devriminde hiç can kaybı olmamış mıdır? Türkiye’nin Milli Kurtuluş Savaşı’nda hiç mi kimsenin burnu kanamamıştır? Bütün  bunlara “evet” denilebilinir mi? Zaten “evet” denilirse, buradan mantık değil, ard niyet aranmalıdır. Bu düşünce akılcı olmaz, akla ve mantığa uymaz.

Ali olayını da aynı çerçeveden görmek gerekir. Ali, kan akıttıysa, savaşlarda bulunduğu için akıtmıştır. O öldürmeseydi, savaştığı insanlar onu ve çevresindekileri öldüreceklerdi. Sonuçta yeni bir din ve ideoloji olan İslamlık da kurulmayabilecekti. Yenilse, ölse, yakınlarının ve yandaşlarının ölümüne yol açsaydı, üstlendikleri ideolojiyi yaşama geçiremeseydi acaba bugün “aferin” mi diyecektik? Dememizin bir yararı ve mantığı olur muydu?

Ali, bir görevi ve emri yerine getirmiştir. Bunu bizzat Ali’yi insan öldürmekle suçlayan yazar F. Bulut belirtir. Kimi Arap kaynaklarının aktardığı doğru olup-olmadığı kesin bilinmeyen bir hadise göre Peygamber Ali’ye; “Ey Ali, ahir zmanda Rafizi lakabıyla bilinecek olan kötü bir kavim ortaya çıkacak. Bunları bulursan hemen öldür. Çünkü müşriktirler”.[127] der. O zaman kan akıttırdığı ve Ali’yi kendi düşüncelerinden olmayanları öldürme/ yok etme görevini verdiği için bizzat Hz. Muhammed suçlanmalıdır. Ali aldığı bir görevi yerine getirmiş, Peygamberinden aldığı buyruğu uygulamıştır. Ötede bu hadisin yüzde yüz doğruluğu, yani Peygamber’in Ali’ye böyle bir buyruk verdiği de bilinmemektedir. Yüzlerce, binlerce uydurma sözden biri de bu hadis olabilir.

Ali’nin katıldığı savaşlarda insan öldürdüğü, kan döktüğü suçlamasını mantıksal ve akılcı bulmuyoruz. Bunlar Ali’yi suçlu görme psikozunun bir sonucudur. Geçmişte Emeviler de aynı psikoza düşmüşlerdir. Bu savların peşinde olanlar da zaten Emevi tezlerine sarılmaktadırlar. Bir yanda Ali’nin temsil ettiği toplumcu, eşitlikçi, sosyal adaletçi dünya anlayışı; ötede Emevilerin temsicileri oldukları kan, zulüm, şiddet politikasına dayanan sistemleri… İkisinden birini benimseme bir yeğleyiş (tercih) sorunudur. Ali’yi kötülemek, karalamak, Emevi baskıcı düzen anlayışını ve onun bügünlere süren devamlarını benimsemek, yeğlemek, yaşama geçmesini istemek demektir.

Ali’nin savaşlardaki tutumu askeri bir olaydır. Savaşta ölmek veya öldürmek vardır. Çoğu kez üçüncü bir yol yoktur. Böyle olmasına karşın Ali yönettiği bütün savaşlarda, doğrudan girdiği vuruşma ve çarpışmalarda karşısındaki insana seçim hakkı tanımış, doğru olanı seçmesi durumunda vuruşmamayı yeğlemiştir. Cemel, Sıffın ve Nehrevan savaşlarında da Ali sürekli karşı yana aynı dini paylaştıklarını, savaştan vaz geçilmesini önermiş, ancak başka bir yol kalmaması durumunda savaşmıştır. Ali hakkındaki bütün rivayetler, menkıbeler, cenknameler, anlatılanlar, o dönemin vakanameleri, çağdaş tarih kitapları bunun en açık kanıtlarıdır. Ali aman vermeden hiçbir kimseyle vuruşmamış, öldürmemiş ve savaşa girmemiştir. Hele hele onurlarıyla hiçbir zaman oynamamıştır.

Savaşlardaki durum birbakıma resmi durumdur. Bir görevdir. Çoğu kez üssü tarafından verilen buyrukları yerine getirmiştir. Bütün komutanların da yaptıkları aynı şeydir. Özel yaşamında “ahlâksallık” ve “insan nefsine, kişiliğine değer”  Ali’nin yaşamının ilkesel ölçüleridir. Ali, bir ilke adamıdır. İnsana değer onun için esastır. Bu ilkeselliği savaşlardaki vuruşmalarına da yansımıştır. Şu olay herkesçe bilinir. Ali bir savaşta vuruştuğu kimsenin yüzüne tükürmesi üzerine onu öldürebilecek konumdayken, bağışlamış ve öldürmemiştir. Buna şaşıranlara yanıtı ise şöyle olmuştur. Şavaşta ölüm-kalım bir zorunluluk, bir görevdir. Ayrıca kaçınılmazdır. Bu durum resmidir. Bir görevin gereğidir. Ama bu kişi yüzüme tükürmekle bana hakaret etmiştir. Kızgınlığıma dayanarak bu kimseyi öldürmem durumunda nefsime uymuş, bencillik etmiş olurum. Bana hakaret eden bu kişiyi kendi nefsim için öldürmüş olurdur. Bu ise bencilliktir. Ben kendi nefsim için kimseyi öldüremem demiştir. Bu olay ogünlerden günümüze herkesçe bilinen ve aktarılan bir olaydır. Bu ölçüde bencillikten, bireycilikten sıyrılmış, erdemlilikle özünü donatmış bir kimseyi katillikle suçlamak, ne ölçüde aslına uygunluk olur. Düşünmek gerekir.

Ali’nin savaşlara zulüm yapmak amacıyla girmediğini, hiç de bencilce davranmadığını ve kesinlikle öç ve hırsa kapılmadığını, ölüm-kalım meselesi olan savaşlarda kişiliğini simgeleyen erdemlilikleri gösterdiğini ona ilişkin bir başka anlatım da ortaya koyar. Bir savaşta savaştığı kimsenin kılıcı kırılır. Bu kişi Ali’den gayri ihtiyari kılıcını ister. Ali, hiç tereddüt etmeden kılıcını ona verir. Bunun üzerine kendine gelen adam şaşırır. Ali’ye; “böylesi bir anda bana kılıcını nasıl verebiliyorsun?” der. Ali’nin yanıtı şöyle olur. “İsteneni vermemek mürüvvete aykırıdır”. Adam bu durum karşısında kendisinden geçer. Ali’nin erdemliliği ve yüceliği karşısında İslam olur ve Ali’nin yanına geçer.[128]

Bu erdeme, ince kişiliğe ve nefis olgunluğuna sahip olan bir kimse “katil” olabilir mi?.. Zulüm yapabilir mi?.. İnsanları, hele hele kendi yanlılarını “ateş kuyuları”na doldurup yakabilir mi?..

 

b- Abdullah Bin Seba Örneğinin Özelliği:

 

“Şii-Gulat inancı”nın kökeni “Ali hayranı” Abdullah b. Seba’ya dayandırılır. Abdullah ve yandaşları Ali’nin ölümünü kabul etmemekte ve düşmanlarını ortadan kaldırıncaya dek yaşayacağı görüşündedirler. Ayrıca, Ali’nin “tanrılığı”nı da savunmuş, bu sav onun “guluv” sayılmasına neden olmuştur. Çağdaş araştırmacılarsa bu suçlamanın sonradan yakıştırıldığı görüşündedirler. Sebaiyye’den kalanlar sonradan Küfe’de ortaya çıkan Ali- Ehlibeyt yanlısı Muhtar’üs- Sekafi hareketine katılmışlardır.[129]

Genellikle tüm İslamcılar İslam’da Şiilik ve Alevilik’le özdeşleştirilen ilk sapmanın, yani “Rafizlik” ile “Gulat”ın Yahudi dönmesi olduğu söylenen Abdullah b. Seba’ya bağlarlar. Yahudiliği zaten kötülük kaynağı olarak gören İslamcı çevreler, bir türlü içlerine sindiremedikleri Şiilik’le Aleviliği de böylesi bir kaynağa, yani Yahudilik kaynağına bağlamış oarak, “İslam’dan sapma” olarak niteledikleri Alevilik’le Şiiliğe kaynak bulmuş, nitelik biçmiş  olurlar. İslamcı çevrelerin Abdullah b. Seba ile Şiilik- Alevilik arasında kökensel bağ kurmalarının bir başka nedeni de Abdullah b. Seba’nın olsun, Ali’nin olsun kendilerinde ve yandaşlarında aşiret yaşamının yalınlığından kaynaklanıp gelen bir ilkel eşitlikçilik, kardeşlik ve dayanışmacılık görüşlerine sahip olmalarıdır. “Bağnaz Sünni tarihçiler” olarak nitelediği kimselerin yazdıklarını esas alan F. Bulut dayanışmacı görüşlere sahip Abdullah b. Seba yanlılarının Ali’yi “tedirgin ettiğini” ve Şiiliğin “İslamiyeti yıkmak isteyenlerin sığınağı durumuna geldiği”ni doğru olarak kabul eder. Bunların sonucunda Ali’yi “Tanrı gibi gören” ve “Tanrı olduğuna inanan” “günümüz Aleviliğinin yakın fikriyatını savunan”, yani ilk Alevilere, “günümüz Aleviliğinin öncüleri”ne karşı Ali’nin tutumu “sert” olur. “Hepsini yaktırır!..” Olayın böyle geliştiğini açıklayan Bulut kendisi de Ali’nin insanları, özellikle yandaşlarını (Bulut, bunu özellikle vurguluyor. Sanırım amacı Alevileri Ali’den soğutmmak için olmalıdır.) ateşte yakarak cezalandırdığını belirtir. Ona göre; “Ali, yandaşlarını ateşte yakmıştır. Doğrusu, yakma olayı Ali’nin yabancı olduğu bir uygulama değildir. Daha önce de ‘inançlarını bırakmayan insanları ateş çukurlarında  yaktıran’ yine Ali’dir. Bu kitle halinde ateş çukurlarında yakma eylemine karşı çıkanlardan birisi Ali’nin amacaoğullarından İbni Abbas’tır: ‘Ben Ali’nin yerinde olsaydım yakmazdım!…’”[130]

Tarihçilerin gerçek adının Abdullah bin Vahab el Rasibi el Hemedani olduğunu belirttikleri Abdullah b. Seba kaynakların verdiği bilgiye göre Şiilik ve Haricilik eğilimlerinin doğuşunda görüşleriyle rol alan biridir. Osman dönemindeki olaylara da katılmıştır. Haricilik’le Şiilik, Yahudi olduğu savunulan İbni Seba’ca “gizlice ekilmiş tohumlardan bitme bir yabanotu değil, tersine gerçek İslamsal bir bitkidir”.[131]Kaynaklarda İbni Seba’nın; Abuzer Gaffari, Selman-ı Farisi gibi Hz. Muhammed ile Ali’in sadık çevrelerinde olduğu, diğerlerine göre farklı çizgi izledikleri, dönemin kurmayları arasında sayıldığı yer almaktadır.

Abdullah b. Seba’nın, Ali’nin onaylayamayacağı düşünceleri yayması nedeniyle doğrudan Ali tarafındanyakıldığı savına bütün tarihçiler katılmazlar. Bu konuya ve olaya değinenlerin hepsi “söylenir” biçiminde bir ifade kullanırlar. Bir bölümü “yakıldı veya Medain’e sürüldü” biçiminde yazarlar ki, burada bir bilgisel kesinliğin olmadığı, İbni Seba’nın yakılması olayının yalnızca söylentilere (rivayetlere) dayandığı, Emevi yanlısı bağnaz Sünni yazarların çoğunun bu söylentiye itibar edip günümüze aktardıkları anlaşılır. Günümüzün önemli tarihçilerinden Cahen iki söylentiye de değinir. “Yakıldığı ve ya yakılmayıp sürgün edildiği” biçiminde verir. Dahası Gölpınarlı’nın böyle birinin olmadığı savını da önemser. Kimi Şiilerin onun ölmediği, Medain’in güneyindeki Radva dağında yaşadığını, yeniden güçlü bir biçimden geleceği türündeki söylentilere de dikkatleri çeker.[132] Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Cevdet’se İbni Seba’nın “Medain’e sürüldüğü”nü ve “orada da görüşlerini değiştirmediği”ni yazar.[133] Doğallıkla bir devlet adamı olan Ali, merkezdışı görüşlerin çıkmasını zamansız ve uygunsuz görmektedir. Kendisine bağlanmaktan ileriye ve aşırılığa giden çevreleri dizginlemesi bu nedenle olsa gerekir.

Abdullah bin Seba, İslam tarihinde en tartışılan konulardan biridir. Var olup olmadığı henüz açıklık kazanmamıştır. Ama adı çevresinde tarih boyu polemik yapılmış, olmadık spekülasyonlar yaratılmıştır. İslam’ın “Yahudi fitnesi”nce bozulduğunu savunan Sünni İslami kesim için Abdullah b. Seba bir “şamaroğlanı”dır. Her türlü suçu, geriliği ve bozulmayı üzerine yıkacak birini bununla bulmuş olurlar. Alevi ve Şiiliğin çıkışını “Yahudilik”e yıkmak isteyen ve Alevi- Şiiliği baskı altına almak için de Abdullah b. Seba adı bir kurtuluş olmuştur. O nedenle bu kimsenin varlığını ve bozuculuğunu savunup durmuşlardır. Bütün bunlara karşın, “acaba böyle biri var mıydı?” kuşkusu başından beri tarihçileri düşündürmüştür. Ali el-Vardi, böyle birinin yaşamadığını, bu kimsenin aslında Ammar bin Yasir olduğunu  belirtir. Murtaza el Askeri ile Abdullah el Fayyad, Abdullah’ı düşsel bir söylenceye yakın tanımlarlar. Taha Hüseyin’se, İbni Seba’nın savunulan tarihsel ve toplumsal rolü oynadığından kuşkulanarak, fazla abartılmasını yadırgar. Şii çevrelerse böyle bir kimsenin yaşamadığı kanısındadırlar. Türkiye’de Abdülbaki Gölpınarlı, bu tür bir çaba içinde olmuştur. F. Bulut’sa tartışamaya “İslama muhalefette bu türden bir fikrin ve zikrin olup-olmadığı” bağlamında bakar ve İbni Seba diye birinin varlığını, yaşadığını  kabul eder.[134]

Abdullah b. Seba’ya ilişkin ilk bilgileri X. yüzyıl yazarı tarihçi Taberi verir. Bu alanda bilgi verenler de hep bu tarihçiye dayanırlar. Gerçi aynı dönem yaşamış Nevbahti ve El Kummi gibi Şii yazarlar da İbni Seba’ya değinirlerse de, fazla bilinmediklerinden etkin olamazlar. Bu konuda bütün bilgilere  Taberi kaynak olur. İbni Seba’yı en çok işleyip onunla ilgili bilgilere sarılan ve onu öne çıkarmaktan medet uman geçmişte ve günümüzede Sünni hadisciler ve tarihçiler olmuşlardır.

İbni Seba’nin etnik kökeni de zaman zaman tartışılmıştır. Şii bilginlerden El Kummi, Yahudiliği değil de, Arap kökenli olabileceği olasılığı üzerinde durur. Tarihçi İbnül Kesir’se Anadolulu olduğu yolunda görüş belirtir. Levi Della Vida ise, Yahudi olmadığını söylemekle birlikte kanıt getirmez.[135]

Görüldüğü kadarıyla her ne kadar ad üzerinde durulursa da; sorun addan değil, düşüncede düğümlenmektedir. Öyle sanıyoruz ki; birden çok  insan İbni Seba’nın düşüncelerini savunmuştur. Dahası, bu savunulanlar daha sonraları inanç akımı ve sistemine de dönüşecektir. Fakat tüm bu düşünceler toparlanarak bir adla simgeleştirilmesi ve bu adın da “fitnecibaşı” olarak hedef göstrilmesi, hele hele bunun bir de Yahudi olması, bu tür düşünceleri mahkum etmek isteyen Sünni ve Emevi çevrelerin işini daha da kolaylaştırmış olacaktır. Abdullah b. Seba’nın bin yıldır tartışılmasının ve hep İslam’ı bozmakla suçlandırılmasının asıl nedeni muhalifleri karalamak ve Ali cephesi altında toplanan geniş kamu kesimlerini içten parçalamaktır. Bin yıldır süren tartışmaların nedeni sadece bu olsa gerekir.

İran’daki Şii çevreler ve Türkiye’de bu inancın temsilcilerinden uluslararası bilimsel saygınlığı olan Abdülbaki Gölpınarlı Abdullah b. Seba’nın yaşamış bir kişi olmadığını, bununla ilgili aktarılanların sadece amaçlı “yalan ve uydurma” olabileceğini, tüm bunlara “masal” denilebileceğini yazar ve bilimsel çalışmaları yoluyla tüm verileri değerlendirerek ve irdeleyerek kanıtlamaya çalışır.[136]

Sava göre, Abdullah b. Seba Yemen Yahudileri’ndendir. Zamanla Müslüman olmuştur. Ali’yı Peygamber’in ardılı olarak görmüştür. Servet ve malın dağıtılmasını savunmaktadır. Ali, Tanrı’nın görünümüdür. İbni Seba ise, onun peygamberidir. İbni Seba, İslam ülkelerini dolaşarak düşüncelerini İslam’ın önde gelenlerine anlatmış ve onaları düşüncesine çekmiştir. Oysa, İbni Seba Osman dönemindeki olaylarda görülmez, Cemel Savaşı’ndan sonra da izine rastlanmaz.

Bu söylenti, bir “rivayetler zinciri” oluşturur. Bilgi, hep birbirinden aktarılarak alınmıştır. Olayı, ilk aktaranlar ile sonradan olaya ilişkin bilgi veren doğulu ve batılı tarihçi ve doğubilimcilerin tümünün kaynağı tarihçi Taberi’dir. Taberi, bu “masal”a ve “yalan”a ilk inanan tarihçidir. Taberi bu yalan haberi Seriyy b. Yahya adlı birinden Şuayb aracılığıyla almıştır. Zehebi ise kaynak olarak Yezid’e, o da Atiyye’ye, o ise Seyf’e dayanır.

Seriyy, Taberi’nin doğumundan 50 yıl önce ölmüştür. Yani Taberi bilgi kaynağına doğrudan ulaşmamıştır. Ötede, Seriy kaynaklarda “yalancılık”la suçlanır. Şuayb’sa hiç bilinmez. Seyf’in kimliği de çelişkilidir. Ötede verdiği bilgiler de tümüyle yalan ve yanlıştır. Peygamber’in “sahabesi”  olarak belirttiği ve “kahramanlar” olarak sunduğu kimselerin tümü yaşamamış, uydurma kimselerdir ve Peygamber’i de görmemişlerdir. Rical kitaplarında Seyf’in aktardığı hadisler “zayıf”, “gevşek”, “uydurma”, “yalan” olarak nitelenir. Anlattıklarının çoğu diğer Şii ve Sünni hadis kitaplarından bulunmamaktadır.

İşte tüm bu veriler Abdullah b. Seba hakkında kaynak olmaktadırlar. Bu nedenle, bu kimsenin varlığı kuşkuludur. O nedenle “masal”la nitelendirilmiştir. Ona mal edilen düşünceler o dönemler vardır. Ama bunları Abdullah b. Seba’nın ortaya koyup, biçimlendirdiği ve sistemleştirdiği bilinmemektedir. Bütün bu uyduruk verilere dayanarak da Ali hakkında yargıda bulunulamaz, onun erdemlilik temeline dayanan ilkeli yaşamı karalanamaz.

 

 

 

 

 

 

8) Hz. Ali’de Muhammed ve Yoluna İçtenlikli

     Bağlılık:

 

İlk Müslümanlardan olan Ali;[137] Hz. Muhammed ve onun yoluna içten, gönülden bağlıdır. Bunu, çeşitli nedenlerle zaman zaman halkı tanık göstererek de dile getirmiştir. Zaten Peygamber de onu “vasisi”, “halifesi” olarak önermiş, toplumunun bu noktada dikkatini çeşitli vesilelerle çekmiştir.[138]

Ali, Hz. Muhammed için canını hiçe sayan biridir. Peygamber bunu bildiği için 622 yılında Mekke’den Medine’ye gizlice göçerken, kendisinin evinde olduğu kanısını yaratmak ve  müşriklerce izlenmesini önlemek amacıyla evde Ali’yi bırakmış, yatağına yatırarak müşrikleri aldatmaya çalışmıştır. Ali bu yaşamına mal olabilecek oldukça tehlikeli görevi hiç ikileme düşmeden severek, içtenlikle yapmıştır. Dahası Peygamber’i araştıranlarla da döğüşmek zorunda kalmıştır. Bu görevi o günkü koşullarda üstlenecek bir başkası düşünülmemektedir. Bu, Ali’nin Muhammed’e ve onun yoluna olan inancının ve bağlılığının bir sonucudur. Bunun üzerine Bakara- 207. ayeti iner. Tanrı buyruğunda yüceltilen Ali için şöyle denir: “İnsanlardan öylesi vardır ki Tanrı rızasına ulaşmak için adeta varlığını ve kendini satar, Tanrı’nın rızasını alır. Tanrı, kullarını pek esirgeyendir”.[139]

Medine’de yeni toplumsal oluşum ve kaynaşmaya gerek görülmüş ve özellikle göçmenlerin ekonomik ve toplumsal gereksinimlerinin karşılanması bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Peygamber bu toplumsal dayanışmayı ve kaynaşmayı sağlamak için Hicretin 5. ayında bir törenle göçmenlerle Medine’nin yerlilerini kardeş yapmıştır. Tören sonrası yalnızca Peygamber’le Ali kalırlar. Peygamber, bu törende Ali’yi kendine kardeş edinir. Peygamber Ali’ye; “sen dünyada da, öte dünyada da benim kardeşimsin” der. Kardeş olanlar birbirlerini gözetip koruyacak, ekonomik gereksinimlerini karşılayacaklar ve birbirine mirasçı olabileceklrdir. Sonradan bu miras biçimi Anfal- 75. ayetle değişir.[140] Bu kurum özellikle Alevilerce benimsenir. Alevi “musahiplik kurumu”nun ana kaynaklarından en önemlisi bu törenle başlatılan kardeşlik olayıdır.

Ali, bütün savaşlarda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda (625) da olağanüstü yararlılıklar gösterir. Peygamber’in bile ölüm tehlikesi geçirdiği bu savaşta, Peygamber iki kılıçtan birini Ebu Ducane’ye, “Zülfikâr” olarak adlanan diğerini de Ali’ye verek onların değerini bir kez daha teslim eder. Ali bu savaşta 90 (kimi kaynaklada 6) yara alacaktır. Ama; “Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yok” sözü özdeyişlecektir.[141]

Mekke’nin alınması (630) sırasında Kâbe’ye gidilir. Kâbe putlardan temizlenirken Peygamber Ali’yi omuzlarına alarak putları kırmasını sağlar.[142] Bu dahi, Peygamber’in Ali’ye verdiği değerin ve ona güvenin sonucudur. Ali’nin İslamlığın oluşmasındaki doldurulmaz yerini, Peygamber’in ideolojik ortağı olduğunu gösterir.

                       

            9) Hz. Ali’nin Ahlâksal Kişiliği:                 

 

Hz. Muhammed’in yanında yetişen Ali ahlâklılığın, erdemliliğin, olgunluğun canlı bir örneğidir. En belirgin niteliklerinden biri “güvenilir olmak”tır. Tarih boyu dillere destan olacak ölçüde eli açık ve cömerttir. Yardımseverlik ve insanlarla dayanışma içerisinde olma, yoksulu, kimsesizi, güçsüzü koruma onun simgeleşmiş özelliklerindendir.[143]

Alevi- Bektaşiliğin temel ahlâksal ilkesi olacak “Eline, Diline, Beline sahip olmak” anlayışını Ali ilkeleştirir. Yolun ana ilkesi haline getirir. Bunlara uymamanın toplumu bozacağı, birbirine düşüreceği düşüncesindedir. Onun söz ve konuşmalarını içeren kitabında ve şiirlerinde bu ilkeleşmiş düşüncelerini şöyle dile getirilir:

“…Halkı ayırmaktan sakının. Dilinizi uz tutun. Gönlünüz başaka düşüncede, diliniz başka sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerekir. Çünkü bu dil serkeştir. Sahibini eğri yola götürür, saptırır. (…) İnsanın dili gönlünün ardındadır. Münafıkın diliyse, gönlünün ardında. İnanan bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü. Bir düşünür hayırsa söyler. Şerse vaz geçer.  Münafıksa diline geleni söyler. Hangi söz kendizine yarar sağlar, hangi söz zarar. Düşünmez bile.(…) Kim yüce Tanrı’nın, avucu Müslümanların kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak isterse, dilini onların ayıplarında korusun”.[144]

Bu anlayış Ali’nin şiirlerinde; “dilini tut!”, “Sana söyleneni başkasına söyleme”, “dilini tut, kaçın gönül kırmaktan. Gönüldeşini iyi aydın olandan seç. Kimseye eziyet etme, edeni de engelle” biçiminde dile getirilir.[145] Koğuculuğun, insan çekiştirmenin her türlüsüne karşı çıkar.[146] İkiyüzlülükten yakınır. Çevresindeki bu tür insanların dolu olması onun kendini yalnız hisstmesine neden olur. Ali, bu durumu şiirlerinde defalarca dile getirir.[147]

Beline sahip olmayı o, “şehvetler elbisesinden soyunmak” olarak anlar.[148] Dürüst ve olunduğu gibi görünmeyi insan kişiliğinin sağlamlığı olarak düşünür. İnanırlardan, “renkten renge girmek”ten kaçınılmasını ister.[149]

Ali, dürüstlüğün simgesidir. Haklara saygılıdır ve kesin saygı gösterilmesini ister. “Kul hakkı” onun için kutsal haklardandır. Kimsenin hakkının alınmasını istemez. Günümüzdeki hortumculara, rüşvetçilere, armağancılara ders verircesine bir ahlâklılık sergiler. Ona göre; “Bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin kabuğunu almak, bu yolla da Tanrı’ya isyan etmek için bana yedi iklimi (alemi/ dünyayı) ve bu iklimlerin altlarındaki ülkeleri verseler, gene kabul etmem ben”.[150]

Erdemi ve olgunluğu esas alan İmam Ali; “yoldan çıkmış, sapmış, başıboş kimse”lerle “bilgisizliği nefsinde toplamış kimse”leri oldukça kabul edemeyeceği kişilik tipleri olarak görür.[151] Çünkü; o mutevazılığı ve bilgiyi, bilinci, çalışmayı, üretmeyi, topluma yararlı olmayı, dayanışmayı esas alan biridir. Üretmeyi, ilerleme olarak görür. Toplumsal gelişmeyi, toplumsal üretime ve çalışmaya bağlar. Özgür insan olmanın yolunu çalışmaya bağlar.  Bunların da, insanlık için esas olmasını düşünür.[152]

Hz. Ali, “İslam’ın koşulları”nı Sünni eğilimin anladığı biçimde anlamaz. O, bu tapınımların dışsal/ zahiri anlamlarını değil içsel/ batın anlamlarını anlar ve yaşama geçirmeye çalışır. Ona göre, bu tür tapınımlar insanda kişilik eğitimidir (nefis terbiyesi) ve kişiliğin olgunlaşmasını amaçlar. Kişiyi Alevi deyişiyle “turap kılar”. Kimsesizin, yoksulun durumundan anlamasını sağlar. Yardımlaşmayı, dayanışmayı güçlendirir. İyiliği, insan severliği namazdan, oruçtan “üstün” tutar.[153] Yani olaya toplumsal yaklaşır. Sünni İslamsal dünyanın katı kuralcılık çerçevesinde yürüttüğü ve salt biçimsel düşündüğü bu tapınımlara ilişkin Hz. Ali’nin değerlendirmesi şöyle olur:

“Namazda gönül alçaklığıyla  en yüce yeri, alınları toprağa koymak, yüzleri toprağa indirip organların en değerlilerini yeryüzüne koyup küçülmek, oruçta da karınları açlıkla sırta yapıştırarak kibirden kurtulmak, insanları alçalmaya alıştırmak gibi hikmetler vardır. Zekâtda da yeryüzünde biten  şeyleri, bunlardan başka varlıkları, yok-yoksul kişilere vermek, onlara yaklaşmak amaçları vardır. Bunlarda bulunan, insanda görünen, övünmeye ait şeyleri yok eden, ululanmaya dair beliren niteliklerden insanı alıkoyan şeylere bakın”.[154]

Ali, şiirlerinde tutkulardan uzak mutasavvıf bir kişilik sergiler. Ün, varlık, varsıllığı boş görür.[155] Gönül zenginliğini, mal zenginliğinden üstün tutar. Erdemi, olgunluğu; kişinin kendisini bilmesi olarak görür.[156] Bu anlayış daha sonraları Yunus, Hacı Bektaş, Mevlana ve daha birçok mutasavvıf düşünürde “sen seni bil sen seni” biçiminde ilkeleşecektir. Demek ki, bu erdemlik anlayışının kaynağı Hz. Ali’dir.

Ali, kişinin topluma ayak uydurmasından, gelişmeleri benimsemesinden yanadır. Bu nedenle yumuşak başlılığı (hilm) önerir. Toplumda geçinmenin, kaynaşmanın, birlikte yaşamanın en belirgin kuralı olarak “hilm”igörür.[157]

Ali’de “erdemlilik”; birey için insan olmanın özelliği ve bu özelliğe ulaşabilmenin yoludur. “Erdemlilik, temiz ahlâk, iyi ve güzel düşüncedir”. Erdemli olmanın koşullarıysa Ali’ye göre; din, akıl, bilim-bilgi, hayal ve umud etmek, cömertlik, konukseverlik, arı ve saf insan olmak, sabır, teşekkür duygusuna sahip olmak, yumuşak karakterli olmaktır.[158]

Hz. Ali toplumu içten içe kemiren yozlukların tümüne karşıdır. “Kan davası” bunlardan biridir. Yaşamı pahasına bu sorunla savaşmıştır. Suikasta uğramasına karşın, ölüm anında bile “kan davası”nı reddetmiş, “öc alınmamasını” istememiş, saldırganın yargılanmasını buyurmuştur. Sağ kalması durumunda kendisinin de böyle böyle yapacağını belirtmiştir.[159] Görüldüğü gibi, bunlar bir erdemlilik örnekleridir. Ali’nin bu erdemlilik örnekleri zaman zaman şiirlerinde de “öc alma”ya karşı çıkılarak dile getirilmiştir.[160]

Ali toplumun alt katmanlarının ve üretici kesimlerin savunucusudur. Bütün bunlar emeğe olan saygısının gereğidir. Bir vesileyle; “köylülere, ekincilere sert davranılmamasını” ister. Toplumun “cevr-ü cefâ ile yönetilemeyeceği”ni düşünür.[161]

Ali inançlı biridir. İnancı ve imanı önemser. İnsanların bu konuda içiyle- dışıyla açık olmalarını ister. Dinsel görevin ücretle yapılamayacağı veya yaptırılamayacağını günümüz uygulamalarını sezerek ve bir öngörüde bulunarak vurgular.[162]

Hz. Ali, “iman”ı dört ana öğeye bağlar. Bunlar; sabır, yakıyn, adalet ve savaştır. Bunların da kendi içerisinde temel öğeleri olduğunu belirtir. Ona göre; “yakıyn”ın dört öğesi; akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerdn öğüt almak, geçenlerin yolunu- yordamını izlemek. “Adalet”in öğeleriyse; anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, yumuşak huylulukta (hilm) direnmek. “Savaş” (cihad)ın da dört temel öğesi vardır. Onlar da; doğruyu buyurmak, kötülüğü yasaklamak, gerçek işlerde doğru olmak ve gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmektir.[163]

Hz. Ali’nin günümüzde dahi eksiksiz uygulanması gereken ve toplum olarak gereksinim duyduğumuz yaşam felsefemize temel edineceğimiz ahlâksal ilkeleri vardır. O; Tanrı’nın dışından kimseden birşey umulmamasını, günahının/ kötülüğünün dışında hiçbir şeyden korkulmamasını, bilmediği birşeyi bilmiyorum demekten utanılmamasını, bilmediği birşeyi öğrenmekten çekinilmemesini ister[164] ve aşırılıktan kaçınarak “ölçülü olunması”nı yeğler.[165] Varlıklılığın en üstününün “akıl”, yokulluğun en aşırısının “ahmaklık”, korkulacakların en büyüğünün “kendini beğenmişlik (bencillik)”, soyun-sopun en yücesinin “güzel huy” olduğunu öğütler.[166]

Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ı örnek edinerek tüm gençlere öğüdü de örnek alınması ve kişinin özüne yansıtması gereken şeylerdir. Şunu söylüyor:

“Bilmediğin şey hakkında söz söyleme. Gerekmediği zaman söze girişme. Sapıklık olduğundan korktuğun yola gitme. Çünkü sapıklık şaşkınlığı zamanında o yoldan dönmek, korkulara çatmaktan yeğdir. İyiliği buyur da sen de iyilerden ol. Kötülüğü elinle, dilinle yasakla da bu çabanla kötülük edene karşı dur. (…) Nefsini kendinle başkaları arasında bir tartı haline geitir. Kendine yapılmasını, başına gelmesini sevdiğin, dilediğin şeyi başkaları için de sev, dile. Sana yapılmasını, başına gelmesini istemediğin şeyi onlar için de isteme. Nasıl zulme uğramayı istemezsen sen de, öylece kimseye zulmetme. Nasıl sana iyilik etmelerini istiyorsan, sen de başkalarına öylece iyilik et. Başkasından görüp, duyup çirkin bulduğun şeyi, kendin için de çirkin bul. Sana yapılınca razı olamayacağın şeyi, insanlara da yap. Bildiğin az bile olsa zararı yok, fakat bilmediğini söyleme. Sana söylenmesini istemediğin şeyi sen de söyleme başkalarına. Bil ki kendini görmek, beğenmek, gerçeğin tersidir, akıllılarınsa afeti”.[167]

Bunlar 1400 yıl öncesinden günümüze ve bizlere kalan ahlâk ve yaşam felsefesinden izlerdir.

 

 

 

 



[1] Bu terimin “ev halkı”anlamında İslam’ın ilk dönemlerinde kullanılışına ilişkin çağdaş bir kaynaktan verilen örnekler için bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1983), C: III, s: 109, 117.

[2] Bkz: Aksoy(1998), s: 109- 112 arası, 133.; Dinçer(1996), s: 170.

[3] Bkz: Bulut(1997), s: 83.

[4] Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yay. İst. 1997, 12. basım,  s: 100 v. d.

[5] Bkz: Doç. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Tasavvufun Ruhû ve Tarikatler, Sidre Yay. İst. 1988, s: 70.

[6] Çalışlar(1992), s: 30 v. d.

[7] Açıklama için bkz: Öztürk(1997), s: 375 v. d.

[8] Bkz: Gölpınarlı(1991), s: 149.

[9] Hadis değerlendirmeleri için bkz: Aksoy(1998), s. 101 v. d.

[10] Hadis değerlendirmeleri için bkz: Aksoy(1998), s. 105 v. d.

[11] Bkz: Dinçer(1996), s: 247; Erdemir, s: 53.

[12] Düzenleme için bkz: Erdemir, s: 73.

[13] Düzenleme için bkz: Enis Emir- Kuran’da Ehlibeyt, Ayyıldız Yay. Ank. 1995; Uluçay(1997), s: 163 v. d.

[14] Şemsüddin Ahmet Efendi ve Mustafa Yağmurlu’dan aktaran Uluçay(1997), C: I, s: 152 v. d., 157 v. d. Ayrıca Kuran’da Ali ve Ehlibeyt’e ilişkin ayetlerin geniş bir değerlendirilmesi için bkz: Enis Emir- Fazilet-i Ehlibeyt-i Resullallah,Der Yay. İst. 1993, s: 29- 74 arası.

[15] Bkz: Mahmut Esat(1965), s: 118; Gölpınarlı(1991), s: 71 v. d.; Çağatay(1972), s: 160 v. d.

[16] Bkz: Gölpınarlı(1979), s: 30- 39 arası.

[17] Konu şu kaynaklar taranarak hazırlanmıştır. Bkz: Şerafettin Serin- Allah ve Ehlibeyt’in Tanıtımı Aleviler, Nusayriler ve Şiiler Kimlerdir?, Koza Yay. Adana 1995, s: 62- 99 arası; Uluçay(1997), C: I, s: 164-168 arası.

[18] Şerafettin Serin- Ehli Beyt, Koza Yay. Adana, s: 41, 44, 47.

[19] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ans. “Ali” maddesinin bu eleştirel değerlendirmesi için bkz: Uluçay(1997), C: I, s: 171- 179 arası. Ali ve Ehlibeyt’in hadislerde geniş bir anlatımı için bkz: Emir(1993), s: 82- 520 arsı.

[20] M. Yağmurlu’dan aktaran Uluçay(1997), C: I, s: 156.

[21] Bu olay, Veda Haccı dönüşü 120 bin kişinin önünde Gadiri Hum denilen yerde geçer. Ali, açıkça Peygamber tarafından İslam-Arap Devleti’ni yönetmekle görevlendirilir. Ömer gibi İslam’ın ileri gelen kimseleri bu görevden dolayı Ali’yi kutlarlar. Ne var ki, kısa bir zaman sonra bütün bu olanları unutarak “iktidar davası”na düşeceklerdir. İslami çevrenin birçok kaynağı bu olayı ötüleyerek ve inkâra kaçarak Peygamber’in buradaki söylevinde “iki emanet” olarak “Kuran’la Ehlibeyt’im” demediğini, “Kuran’la Sünnetim” sözünü kullandığını savunur ve benimsetmeye çalışırlarsa da, bunun nedeni bilinmektedir. Ali ve Ehlibeyt’in “hakkının gasbı”nın sözkonusu olduğu ortadadır. Bütün bunlara karşın günümüzün kimi gerçekçi bilim adamları ve ilahiyatçılar doğruyu söylemek ve yazmak erdemliliğini göstermişlerdir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk bunlardan biridir. Öztürk, işin doğrusu olarak şunu yazar. “Tanrı’nın elçisi ölümüne yakın ginlerde buyurdu ki size sıkı sıkıya sarılacağınız iki emanet bırakıyorum. Birincisi(...)Tanrı’nın kitabı.(...) İkincisi Ehlibeyt’imdir. İkisi birbirinden asla ayrılmazlar”. Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Kuran-ı Kerim Ansiklopedisi, Hürriyet Gazetesi Yay., s: 85.

[22]  Geniş örnekler ve açıklamalar için bkz: Uluçay(1997), C: I, s: 179 v. d., 186 v. d, 200 v. d., 203 v. d.; Erdemir, s: 11 v. d., 54- 62 arası.; Dinçer(1996), s: 243- 247 arası.

[23] Ebu Hureyre, Abdullah İbni Abbas, Ayşe, Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik ve Ebu Said El-Hudri gibi Sünni hadislerin ana kaynağı olan kimselerden 15.890 hadis aktarılması ilginç gelmeli ve Sünni hadislerin ne ölçüde “abartı”, “olanaksızlık” ve “gerçek dışılık” taşıdığı bilinmelidir. Bkz: Erdemir, s: 71.

[24] Hadisler için bkz: Ş. Serin- Ehli Beyt, s: 31, 37, 43.

[25] Hadisler için bkz: Dinçer(1996), s: 69 v. d., 120, 179.

[26] Bkz: Aksoy(1998), s: 27.

[27] Bkz: Aksoy(1998), s: 37.

[28] Bkz: Aksoy(1998), s: 204.

[29] Bkz: Sena(1971), s: 123.

[30] Bkz: Dr. Muhammed Et-Tiycani Es-Semavi(1998), s: 23, 25.

[31] Bu savı amaçlayarak ayetlere göre yapılmış bir cetvel için bkz: E. Emir’den aktaran Uluçay(1997), C: I, s: 162 v. d.

[32] Bu konuda bkz: Dr. Muhammed Et-Tiycani Es-Semavi(1998), s: 65 v. d., 67 v. d.

[33] Uluçay(1997), C: I, s: 155 v. d.

[34] Şemsüddin Ahmet Efendi’den aktaran Uluçay(1997), C: I, s: 158.

[35] Bkz: Ş. Serin- Ehli Beyt, s: 47 v. d.

[36] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1993), s: 82.

[37] Geniş açıklamalar ve hadis destekli yorumlar için bkz: Aksoy(1998), s: 121- 138 arası, 149 v. d.

[38] Tin suresinin bu doğrultuda yorum için bkz: Serin(1995), s: 95. Yemin edilmeyi içeren bu sureyle ilgili olarak ilahiyat çevreleri böyle bir yorumu hiç gözönüne almadan değerlendirme yaparlar. Dahası Budha’yı konu edindiğini ve örneklediğini belirtirler. Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Kuran’daki İslam, Yeni Boyut Yay. İst. 1997, 12. basım, s: 67.

[39] Uluçay(1997), C: I, s: 156; Dr. Muhammed Et-Tiycani Es- Semavi(1999), s: 23 v. d.

[40] Bkz: Erdemir, s: 46.

[41] Bkz: Uluçay(1997), C: I, s: 179 v. d., 186 v. d., 200 v. d., 203 v. d.; Erdemir, 11 v. d.

[42] Hadis için bkz: Aksoy(1998), s: 111.

[43] Hadis ve geniş yorumlar için bkz: Aksoy(1998), s: 139- 151 arası.

[44] Hadis için bkz: Dinçer(1996), s: 169.

[45] Hadis için bkz: Aksoy(1998), s: 116.

[46] Çağdaş tarihçilerden Taberi bu yakılma olayına Halife Osman’ın ağzından anlatarak yer verir. Bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1983), C: III, s: 159; Ayrıca Kuran’ın nasıl ve kimlerin elinde derlenip yazıya geçirilişinin öyküsü için bkz: Kaya(1996), s: 237- 245 arası.

[47] Bkz: Sena(1971), s: 194.

[48] Bütün Kuran edisyonları ve Kuran düzenlemesini bütün boyutlarıyla ele alan bilimsel bir inceleme için bkz: Th. Nöldeke- Fr. Schwally- Kuran Tarihi (Çev.: Muammer Sencer), İlke Yay. İst. 1970.

[49] Geniş bilgi için bkz: Dinçer(1996), s: 41 v. d.

[50] Geniş bir değerlendirme için bkz: Dinçer(1996), s: 60 v. d.

[51] Bkz: Nejat Birdoğan- Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, Hamburg Alevi Kültür Merkezi Yay. İst. 1990, s: 50.

[52] Weil, Nöldeke, Schwally gibi Batılı bilginler eldeki sure ve ayet metinlerini karşılaştırarak bizi doğrular sonuçlara ulaşmışlardır. Ortaya çıkan sonuçta Kuran’a karşı bir sahtecilik söz konusudur. Kuran düzenlemesi yaptıran halifeler bu konuma düşmüşlerdir. “Bencilce bir tutumla ayetin tümünü veya bir bölümünü kendi çıkarları için değiştirmişlerdir”. Weil örnek olarak 17. surenin 1. ayetini gösteriyor. Bu savlara göre halife Osman, “Emeviler Aleyhine şiddetle saldırıları içeren vahiyleri Kuran’dan çıkartılmıştır”. Bkz: Nöldeke- Schwally(1970), s: 102; Koç(1986), s: 48. Brockelmann’ın bu konuda yorumu da şöyle olur: “Peygamber’in en eski sahabilerinden ve Kuran’ı en iyi bildiğini söyleyen Abdullah b. Mesud gözden geçirilmiş Kuran nüshasının tahrif edilmiş ve eksik olduğuna ilişkin garip bir sav ortaya attı. Bu nüshada, Muhammed düşmanları arasında Ümeyye sülalesinin de lânet edilmiş olduğu ayetlerin kaydedilmediğini söylüyordu”. Bkz: Brockelmann(1992), s: 52.

[53] Geniş açıklamalar için bkz: Anton Josef Dierl- Anadolu Aleviliği (Çev.:Fahrettin Yiğit), Ant Yay. İst. 1991, s: 17, 23 v. d., 28, 74, 93, 128 v. d.

[54] Bkz: Y. N. Öztürk- Kuran’daki İslam(1997), s: 518 v. d.

[55] Bkz: Dinçer(1996), s: 42 v. d.

[56] Bkz: Y. N. Öztürk- Kuran’daki İslam(1997), s: 520.

[57] Ş. Karataş- Şiada ve Sünni Kaynaklarda Kuran Tarihi, Ekin Yay. İst. 1996, s: 137- 142 arası; Uluçay(1997), C: I, s: 147- 152 arası.

[58] Nöldeke- Schwally(1970), s: 13 v. d.

[59] Bkz: İbn’ül Ezrak- Mervani Kürtleri Tarihi (Çev.: M. E. Bozarslan), Koral Yay. İst. 1975, s: 142.

[60] Osmanlı’nın ünlü donanma komutanlarından Seydi Ali Reis IV. Hind seferiyle görevlendirilir. 1553’de sefere çıkar. Yolda gemileri fırtınadan battığından, birbölüm tayfasıyla yolculuğunu yaya sürdürek 1558’de İstanbul’a döner. Hindistan’dan gelirken yol boyu derviş, düşünür ve biim adamlarıyla görüşür. Kutsal yerleri ve türbeleri ziyaret eder. Bunlar arasında Semerkant’ta Hz. Ali Kuranı’nı da ziyaret eder. Bkz: Seydi Ali Reis- Mir’at-ül Memalik (Çev. ve Haz.: Necdet Akyıldız), Tercüman Yay. İst., s: 90.

[61]Bkz: İbrahim Peçevi Efendi- Peçevi Tarihi (Çev. ve Haz.: Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal), Kültür Bak. Yay. Ank. 1981, C: I, s: 264.

[62] Bkz: Kaya(1996), s: 243.

[63] 1950’li yıllarda Alevilik tutkulularından Halil Öztoprak böyle bir metnin Mısır ve Pakistan’da olduğunu ileri sürüp Türkiye’ye getirmek ve yayınlamak savında bulunmasına karşın ne var ki başarılı olamamış, böyle bir metini toplumumuza kazandıramamıştır. Sav, sadece güzel bir tutkudan öteye gidememiştir.

[64] Günümüzün saygın bilim adamlarından Y.Nuri Hoca bu “İslam’ın beş şartı” anlayışına karşı çıkarak şunları yazar: “Kuran’da İslam’ın şartı diye bir deyim yoktur. Geleneksel kabuldeki bu beş hususu İslam’ın şartları başlığı ile verip İslam’ı bunlarla doyurmak yanlıştır.(…) Örneğin çalışmak, iş üretmek de İslam’ın şartıdır. (…) Tüm bunlar değer yönünden Tanrı katında aynı düzeydedir”. Bkz: Y. N. Öztürk- Kuran’daki İslam(1997), s: 407 v. d. Öztürk, aynı kaynağında Prof. Dr. Hüseyin Atay ve Prof. Dr. Süleyman Ateş gibi ilahiyat otoritelerini dayanak alır. Bu bilim adamları namaz, oruç, hacc gibi ibadetlerin “kişisel” olduğunu, bu ibadetlerin amacının insanları eğitmek olacağını, bu ibadetlerin “amaç” değil, “araç” olduklarını, ne yazık ki zamanla “araç” durumuna geldiklerini belirtirler. Ayrıca bkz: Yalçın(2000), s: 186, 191.

[65] Bkz: Baki Öz- Aleviliğe İftiralara Cevaplar, Can Yay. İst. 1997, 2. basım, s: 116 v. d. Günümüzde bunun oldukça istismar edildiğine defalarca tanık olmuşuzdur. Namaz saatlerinde ve özellikle Cuma günlerinde okuldaki dersini, devlet dairesindeki görevini, fabrikadaki makina başındaki işini bırakan birçok insana rastlamışızdır. Türkiye’de bu durum uzun zaman amaçlı olarak kullanılmış, birbakıma moda haline getirilmiştir. Fakat işini bırakanın, görevini sürdürenin hakkını çiğnediği hiç de gözönüne alınmaz. Oysa, İslamlık “kul hakkı”nı kabul etmediğini birçok yerde dile getirir.

[66] Bkz: Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 155; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 192.

[67] Bkz: Dinçer(1996), s: 74- 95, 128- 128 arası.

[68] Bkz: Dinçer(1996), s: 87.

[69] Geniş açıklama ve değerlendirmeler için bkz: Dinçer(1996), s: 74- 94 arsı, 121 v. d.

[70] Bkz: Y. Nuri Öztürk- Kuran’ın Temel Kavramları(1997), s: 455.

[71] Y. N. Öztürk- Kuran’ın Temel Kavramları(1997), s: 460.

[72] Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- İşte İslam, s: 54- 59 arası.

[73] Bkz: Gölpınarlı(1991), s: 78; Dinçer(1996), s: 86.

[74] Kısas-ı Enbiya(1985), C: I, s: 109.

[75] Kısas-ı Enbiya(1985), C: I, s: 124.

[76] Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- İşte İslam, s: 55. Ayrıca bkz: Dinçer(1996), s: 122 v. d., 127 v. d.

[77] Bkz: Dinçer(1996), s: 128.

[78] Açıklamalar için bkz: Y. Nuri Öztürk- Kuran’ın Temel Kavramları(1997), s: 461 v. d.

[79] Bkz: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Peygamber Buyruğu Hadis-i Şerifler, s: 16 v. d.

[80] Vasiyetnamesi için bkz: Gölpınarlı(1990), s: 292.

[81] Bkz: Hz. Ali- Nehc’ül- Belâga(1972), s: 65, 110, 294.

[82] Bkz: Hz. Ali- Nehc’ül- Belâga(1972), s: 294.

[83] Bkz: Hz. Ali- Nehc’ül- Belâga(1972), s: 379, 385.

[84] İmam Ali’nin bu yaklaşımı şiirlerine de yansımıştır. Bkz: Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 52; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 62, 170, 177.

[85] Bkz: Öztoprak(1990), s: 163.

[86] Kısas-ı Enbiya(1985), C: I, s: 135.

[87] Bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1982), C: II, s: 387 v. d.; Baki Öz(1997), s: 123.

[88] Bkz: Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 138, 155; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 170, 177, 192.

[89] Bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1982), C: II, s: 404.

[90] Açıklamalar için bkz: Dinçer(1996), s: 95 v. d.

[91] Çağdaş ve günümüz kaynaklarından geniş bilgi ve açıklamalar için bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1982), C: II, s: 497 v. d.; Fütûhu’l- Büldan(187), s: 1 v. d.; Kısas-ı Enbiya(1985), C: I, s: 324 v. d.; Gölpınarlı(1991), s: 75, 81, 143 v. d.; Öztoprak(1990), s: 22 v. d., 60, 102, 115 v. d.; Baki Öz(1997), s: 126. İslam’da ilk kez gerektiğinde cami yıkımına yönelik inen Kuran’ın Tevbe- 107 ve 108. ayetleri şöyledir: “(107) Zarar vermek, kafirlikte bulunmak, inananların aralarını açmak, daha önce Tanrı’yla ve Peygamberiyle savaşanın gelmesini gözlemek için mescid kuranlara gelince; Biz ancak iyilik istemekteyiz diye yemin edecekler ve Tanrı ise tanıklık etmektedir ki onlar yalancıdır. (108) Orada hiçbir zaman namaz kılma. İlk günden itibaren Tanrı’dan çekinmek ve ona itaat etmek temeli üstüne kurulmuş olan mescit, elbette namaz kılmana daha uygundur. Orada öyle erenler var ki arınmayı severler ve Tanrı, temizlenip arınanları sever”.

[92] Bkz: Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 102; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 125.

[93] Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1996), s: 73.

[94] Gölpınarlı(1991), s: 324.

[95] Bkz: Gölpınarlı(1991), s: 325; Hz. Ali- Nehc’ül Belâga(1972), s: 171 (ekler); Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1996), s: 30 v. d., 43, 73.

[96] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1998), s: 133 v. d.

[97] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1998), s: 143; Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1999), s: 136.

[98] Bkz:Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1998), s: 191.

[99] Bkz: Koç(1989), s: 143, 238 v. d., 261.

[100] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1998), s: 192.

[101] Bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1982), C: II, s: 455 v. d.

[102] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1998), s: 248 v. d.

[103] Kanal D’nin 29. 02. 2002 akşam haberlerinde Diyanet’in bir fetvası duyuruldu. 16 rekat olan cuma namazları; 4 sünnet+ 2 farz+ 4 sünnet olarak 10 rekat yeterli görüldü. İlahiyatçılardan Prof. Zekeriya Beyaz’la Prof. Yaşar Nuri Öztürk bu “indirimi” ikinci günkü TV kanallarında uygun bularak, akılcı ve çağdaş bir uygulama olarak değerlendirdiler. Ama yetersiz buldular. Çünkü, Hz. Muhammed döneminde sadece 2 rekat olan cuma namazları IX. yüzyılda 16 rekata çıkarılmış ve günümüze kadar öyle de sürdürülmüştü. Demek ki, bu bidat uygulama 1100 yıl İslam toplumlarınca sürdürülmüş, ancak 2002 Türkiyesi’nde, o da kısmen düzeltilmesi akla gelmiş. Bakalım din, ne zaman bağnazca yapılan gereksiz eklemelerden kurtulur ve özüne, aslına döner. İstemeyerek insanın aklına şu soru geliyor. Biz acaba Hz. Muhmammed’in bıraktığı İslam’ı mı yaşıyoruz? Yoksa!..

[104] Camide özel yer.

[105] Bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1983), C: III, s: 149, 158; Kısas-ı Enbiya(1985), C: II, s: 284 v. d., 355; Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1993), s: 111; Koç(1989), s: 288; Baki Öz(1997), s: 118.

[106] Kısas-ı Enbiya(1985), C: II, s: 286.

[107] Şeriatta dayak cezası uygulaması.

[108] Orgazm olma durumu. Cinsel boşalma.

[109] Şeriatta kadını taşlayarak cezalandırma uygulaması.

[110] Hacılık için belirlenen zamanın dışında Kabe ile Mekke ve öteki kutsal yerlerin ziyaret edilmesi.

[111] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 173 (ekler).

[112] Bkz: Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi(1999), s: 136.

[113] Bkz: H. Lammens- “Muaviye”, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bak. Yay. İst. 1971, C: VIII, s: 441.

[114] Y. Nuri Öztürk- Kuran’ın Temelel Kavramları(1997), s: 459 v. d.

[115] Koç1989), s: 143, 261 v. d.; Öztoprak(1990), s: 24.

[116] İbni Haldun(1989), C: II, s: 180.

[117] Minber, camilerin içinde hatiplerin çıkıp hutbe okuyacakları merdivenli kürsüdür.

[118] Çağdaş kaynakların verdikleri bilgi için bkz: Tarih-i Taberi Tercemesi(1983), C: III, s: 229 v. d.; Kısas-ı Enbiya(1985), C: III, s: 198, 229 v. d.; Uluçay(1997), C: II, s: 119 v. d.; Baki Öz(1997), s: 122.

[119] İbni Haldun(1989), C: II, s: 181.

[120] Revak; cami önündeki saçak, kemer ve kubbe biçiminde olan eklemedir.

[121] Bkz: El-Belâzuri- Fütûhu’l-Büldan(1987), s: 67 v. d., 500; Baki Öz(1997), s: 126 v. d.

[122] Bkz: Koç(1989), s: 132, 133 v. d., 139 v. d., 238.

[123] Mihrab; camilerde ve tapınaklarda karşısında durulan yerdir.

[124] Bu bilgiler şu kaynaktan özetlenmiştir Bkz: Johs. Pederson- “Mescid”,İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bak.Yay. İst. 1971, C: VIII, s: 1- 71 arası.

[125] Peygamber Muhammed’in zülum ve kıyım işlediğne dair bkz: Turan Dursun- Tabu Can Çekişiyor, Din Bu, Kaynak Yay. İst. 1991 C: III, 3. basım, s: 69 v. d. Hz. Ali’nin kıyım ve zulüm işlediğine ilişkin bkz: Turan Dursun- Tabu Can Çekişiyor, Din Bu, Kaynak Yay. İst. 1990, C: I, 2. basım, s: 55; C: IV (1998), 7. basım, s: 257 v. d.

[126] Bkz: Bulut(1997), s: IX, 133 v. d., 208 v. d., 231 v. d., 243 v. d.

[127] Aktaran Bulut(1997), s: 231.

[128] Bkz: Gölpınarlı(1991), s: 191.

[129] Farhad Daftary- Muhalif İslamın 1400 Yılı İsmaililer (Çev.: Ercüment Özkaya), Rastlantı Yay. Ank. 2001, s: 93.

[130] Bkz: Bulut(1997), s: 242 v. d., 246.

[131] Wellhausen(1989), s: 15 v. d.

[132] Bkz: Cahen(1990), s: 53 v. d.

[133] Kısas-ı Enbiya(1985), C: III, s: 166.

[134] Bkz: Bulut(1997), s: 252, 258.

[135] Bkz: Bulut(1997), s: 251- 259 arası.

[136] Geniş açıklama ve değerlendirmeler için bkz: Murtaza’l-Askeri- Abdullah bin Seba Masalı; Bir Yalancının Düzmeleri(Çev. A. Gölpınarlı), Baha Mat. İst. 1974; Abdulbaki Gölpınarlı- Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, Gerçek Yay. İst. 1969, s: 33- 37; Abdülbaki Gölpınarlı- Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yay. İst. 1979, s: 91- 97; Baki Öz- Aleviliğe İftiralara Cevaplar, Can Yay. İst. 1996, s: 97- 101.

 

[137] Mahmut Esat(1965), s: 91 v. d.; Gölpınarlı(1979), s: 340; Gölpınarlı(1990), s: 15.

[138] Bkz: Nehc’ül-Belâga(1972), s: 133, 138.

[139] Bkz: Mahmut Esat(1965), s: 118; Gölpınarlı(1991), s: 71 v. d.; Çağatay(1972), s: 160 v. d.

[140] Gölpınarlı(1991), s: 77 v. d.; Çağatay(1972), s: 164 v. d. Karşılıklı kardeş olanların listesi için bkz: Uluçay(1997), C: I, s: 259.

[141] Gölpınarlı(1991), s: 91 v. d.; Çağatay(1972), s: 181 v.d.

[142] Gölpınarlı(1991), s: 119 v. d.

[143] Mahmut Esat(1965), s: 283 v. d.

[144] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 55.

[145] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 51, 52 v. s., 94; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 62, 63, 114.

[146] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 32 v. d.; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 38 v. d.

[147] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 84; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 102.

[148] Nehc’ül-Belâga(1972), s: 107.

[149] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 57.

[150] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 73.

[151] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 93.

[152] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 53, 67; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 80 v. d.

[153] Bkz: Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 294.

[154] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 129.

[155] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 36, 105, 107; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 44, 128, 130.

[156] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 113; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 138.

[157] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 27, 53; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 32. Ali’nin bu özelliği onu konu alan bütün kitaplarda yer alır. Bkz: Fuzuli- Hadikatü’s Süeda(1987), s: 201.

[158] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 161 v. d.; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 199.

[159] Nehc’ül-Belâga(1972), s: 293 v. d.

[160] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 112; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 137.

[161] Nehc’ül-Belâga(1972), s: 355.

[162] İmam Ali, “okuduğu ezana karşılık para alan kimseyi müezzin yapma” biçiminde bir buyruk verir. Bkz: Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 385.

[163] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 389 v. d.

[164] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 397.

[165] Hz. Ali’nin Şiirleri( Çev.: İ. Z. Eyuboğlu), s: 87; Hazreti Ali Divanı(Çev: V. Atila), s: 106.

[166] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 412.

[167] Hz. Ali- Nehc’ül-Belâga(1972), s: 337, 340.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile