AHMET HEZARFEN’İN YAŞAMÖYKÜSÜ

AHMET HEZARFEN’İN YAŞAMÖYKÜSÜ

 

 

Ayhan Aydın

 

Ahmet Hezarfen’e yönelittiğim temel soru elbette yaşamöyküsüyle ilgili olanıydı. O da yazılı olarak ayrıntılarıyla bizlere hayat serüvenini anlattı. Düzenlemelerimle hazırladığım yazılı metinle bu örnek hayatın serüvenine birlikte yolculuk yapalım.

 

Şair: “Bir çocuk doğdu, büyüdü, babası kadar oldu....” diyor. Ben de öyle babam kadar oldum. Fakat ondan daha çok yaşıyorum, o benim şimdiki yaşıma gelmeden, iyi bir gün göremeden 11 yıl önce Hakk’a yürüdü.

Şimdiki nüfus cüzdanımda doğum tarihim: 9.8.1921 yazılıdır, oysa 1985’e kadar, 1920’dir. Yaş haddinden emekli olacağımı anlayınca bir yıl daha çalışıp fiili hizmetten emekli olayım, diye yaşımı küçülttüm. Bu meğer boşunaymış Emekli Sandığı bunu tanımadı.

Asıl doğum tarihim Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’ndan bir gün öncedir. Sonra Kurtuluş Savaşı, Lozan Barışı olmuş.

Derken ilk algılamam; yokluk içinde olduğumuz, buğday ekmeğine hasret, hep arpa, mısır karışımı yediğimiz; anamla babamın Mustafa Kemal’den sevgiyle söz etmeleridir. Ben de onu çok zengin biri, bizi bu yokluktan kurtaracak biri diye seviniyordum, ilk algılamalarım böyledir.

Bazı akşamlar anamın dizinde yatarken anam, babam ve ablalarım bir ağızdan şu deyişi söylerdi:

                        Cennette bir kuş var   -  Öter de öter

                        Öten de öttüren   de   -  Ali’dir,  Ali.

                        Cennet’te bir su var     -  Akar da akar

                        Akan’da aktıran  da      -  Ali’dir,  Ali.

 

Bunu söylerken uyur kalır, rüyamda su kaynakları, dere boyunda çayırlık, kuş yuvası dolu çalılıkları görürdüm.

Yıllar sonra Kızılburun’da öğretmenken Mustafa Baba’ya bu nefesin kimin olduğunu sordum, bestesinin,

                        Varlık deryasına  -  Dalma ey kardaş

                        Dervişlikten birlik - Dirlik isterler’e, benzediğini söyledi.

O yıllarda Kemallar’daki ablamı ziyarete gittiğimde kayınpederi bana “şarkı bilir misin?” dedi. Ben de yukarıdaki dizeleri söyleyince: “Aliler’den olduğu (Alevi demiş, ben öyle anladım) nasıl belli” dedi.

Onun böyle demesine bir anlam veremedim, eve gelince anama anlattım, bana Yunus Abdal’dan, başlayıp bir bir anlattı: Dedelerine “Çaprazlar” denirmiş, köyün büyük mahallesine de bu nedenle “Çapraz Mahalle” denirmiş; bu Çaprazlar’dan bir Hışmır Baba varmış Ramazan aylarında Deliorman yöresine gelen İstanbul hocaları ondan pek çekinirlermiş…

Anamın babası sağdı; babamın babası Hezarfen Ahmet, 1913’te malını mülkünü Balkancılar (Bulgarlar)’a satıp Türkiye’ye göçdüğünde babam o nedenle yoksul kalmış. Birkaç yıl sonra anama babasından beş-on dönüm tarla düştü.

Artık kendimizin buğday, mısır, karpuzumuz olacak diye sevinirken araç-gereç, çift-çubuk olmadığı, tarlalar gereği gibi işlenmediğinden bir şey elde edemedik. Bu tarlaların verimi az oluyor, ektiğimiz tohumu zor çıkarıyordu. Bereket, babam araba ve fıçı ustasıydı, geçimimizi keseriyle kazanıyordu.

İlkokula gitme zamanım geldi. Köyümüzde 1909’da yeni usul ilkokul açılmış, 1922’de A. Stanboliyski’nin çiftçi iktidarında beş dersaneli yeni bir okul yapılmıştı. Onu gördükçe orada okumaya can atıyordum.

 

1928’de ilkokula başladım.

O ders yılı öğretmenlerimiz Süleyman ve Sıtkı efendiler, Şumnuda’ki Darülmuallimin’i bitirip yeni görev aldılar. (Ahmet Hezarfen – Şumnu Öğretmen Okulu, Tarih ve Toplum, sayı: 101 s.: 46-50) Eski yazıyı öğretmeye başladılar, elifba suparası almak için para topladılar, hayli zaman geçti, kitaplar gelmedi. Bir gün Süleyman Efendi: “Artık eski yazı bırakıldı, Türkiye’de Mustafa Kemal Latin yazısını kabul etti, biz de bu yazıyı öğreteceğiz, yeni alfabe kitaplarınız hazırlanıyor, yakında gelecek” deyince sınıfımızda eski yazının zorluğundan bir türlü okuyamayıp 2-3 yıldır sınıfta kalanlar öyle bir sevindi ki, anlatamam. Kitaplamız geldi, ana, baba ...  okuyup yazmaya başladık.

Bu defa, köyümüzde medresede birkaç yıl okumuş hocalar vardı, bunlar yaygarayı bastı: “Hiç Gavur yazısıyle Türkçe, Din Dersi, Kuran okunur mu? Dünyanın sonu geldi, bu muallimler Süleyman, Sıtkı değil, Simeon, Svatko’dur” derken bunlara uyan birkaç kişi çocuklarını okuldan alarak mescitte Kuran okutan hafızlara yollamaya başladılar. O zaman olan biteni sonra öğrendim.

1921’de köyümüzde Rüştiye (Ortaokul) açılmış, oradan çıkanlar, tüzüğü onaylı “Ümid” Kıraathanesi yönetim kurulu ile üyeleri, “Yunus Abdal Turan Cemiyeti” yönetim kurulu ve üyeleri, okul encümenleri (köyde 2 ilkokul vardı) bu gerici kışkırtmayı çok büyümeden bastırmış. Öğretmenlerimiz yeni yazıyı öğretmek için yaşlıları geceleyin okula topladı, Turan Cemiyeti zaten her gece toplanıp müsamere hazırlığı yapıyormuş, onların şarkılarını evden çıkıp dinliyorduk.

             Biz Turancı genç Türkleriz         

             Dünya bilir merd erleriz               

             Çalışmayı çok severiz

             Biz Turancı genç Türkleriz.

(“Ahmet Hezarfen, Türk Spor Birliği Turan Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Sayı: 104) Bu hevesle çalışma çok sürmedi, 1929 yılının Ocak ayı sonuna doğru Razgrad’taki askeri birlik Yunus Abdal’da ayaklanma hazırlığı var diye köyü kuşattı. Okula asker yerleşti, gece gündüz kimse kapı dışarı çıkamadı, köy ileri gelenleri tutuklandı, babam da var aralarında.

Geceleyin silah sesleri, Bulgarca küfürler, ağlayışlar duyuyoruz; her an öldürülme korkusu içinde sabahlıyoruz gündüz gene evlere askerler girip sandık sepet karıştırıyor; kendilerine uygun bir şey görürseler (peşkir, eldiven, çorap, iç çamaşırı vb.) alıyorlar.

Turan Cemiyeti yönetim kurulundakilere sorgu esnasında çok işkence yapılmış.

Bu olay Sofya’daki devlet büyüklerine hemen duyurulmuş, Türkiye elçisi bu işe elkoymuş, sonra bu askeri komutan cezalanmış diye söylediler. Bu yıl bir beladan kurtulurken diğer bela geldi çattı. Dünyayı sarsan Büyük Kriz (24 Ekim 1929) başladı 1932 yılına kadar sürdü. Çiftçi iktidarında l kg. buğday 7.5 leva iken, 1.20 levaya l kg. mısır 6 leva iken, 0.80 leva olmuş) 10 yapraklı 3. hamur bir defter, bir kurşunkalem almak için bir kucak yumurta satıyorduk.

O yıl üstümüzdeki giysilerimizde yamalar çoğaldı. Çarık giye giye usanır, havalar ısınsın da yalınayak gezelim diye baharı beklerdik.

 

1932

1932’de ilkokulu bitirdim, ruştiyeye gitmeyi istiyordum fakat 600 leva taksa (okul parası) alınırmış, bir türlü o parayı denkleştiremedik.

Bulgaristan’da; faşizm gün be gün dişlerini göstermiye başladı.

Her yerde “Bulgarca Konuş!” kağıtları asılı devlet dairelerinde Türkçe yasaklandığından Bulgarca bilmeyen iş göremiyor, bunun için babam Bulgarca öğreneyim, diye beni köyümüzdeki Bulgar ilkokuluna yolladı, orada iki yıl okudum. Orada iki öğretmen vardı. Başöğretmen Marin Dobrev (erkek) Türk düşmanıydı, bütün sınıfları bir yere toplar, 500 yıllık Türk esaretini ballandıra ballandıra anlatır, iki ulus arasına düşmanlık sokardı. Diğer öğretmen Minka (kadın), uzlaştırıcı bir yöntem uygular, bir sorun çukarmazdı. Öğretmen okulu çıkışlıydı mesleğini çok severdi. Öğretmenliğim esnasında onun eğitim ve öğretim yönteminin birçoğunu uygulamağa çalıştım.

1934’te oradan çıktım. Birkaç gün sonra 19 Mayıs’ta hükümet darbesi oldu, Bulgaristan tam faşist çizgiye girdi. Bütün dernekler kapatıldı, Türklere yapılan baskılar daha da arttı, gece sokağa çıkmak için, ya da bir köyden bir köye giderken yazılı izin almak gerekti; birçok Türk ilkokulu kapatıldı, Kemalist diye öğretmenler görevden alındı.

Türk okullarındaki Bulgar öğretmenlerinin maaşı Türk öğretmeninden 2-3  kat daha fazla arttırıldı. Türklere yaşlılık sigortası verilmediği halde her Türk kadın ve erkekten zorunlu sigorta parası alındı. Türklerden kırbekçisi (pandar) bile yapılmıyor, rodna zaştita (vatan savunma) aydın kesimine “Burasını terk et!” diye birkaç gün süre veriyor, tutuklananlar sağ çıkmıyordu. Kıraathanemize Türkiye’den gazete gelmez oldu Türklerin müsamere ve toplantı yapması yasaklandı.

O yıl ille Razgrad’taki rüştiyeye gideceğim, diye ayak diretiyorum, babam paramız yok seni sanata vereyim, gel benim yanımda araba yapmayı öğren diyor, anam okutma yanlısı. Zar zor okula kayıt parasını bulduk. Köyden birkaç öğrenci, aramızda kardeş iki kız da var, bizi Razgard’a götürdüler, Rüştiye Üçkurnalı Camii’ndeydi, öğrencilerin çoğu köylerden gelmeydi.

Öğretmenler, Arif Necip, Hamdi Hoca, Vidinli Bayan Nekire, Hilmi Demir Baba Mütevellisi’nin oğlu İbrahim Efendi’ydi. Parasızlıktan ikinci rüştiyeye yazılamadım. Yılbaşına yakın Kemaller Rüştiyesi’ne kabul ettiler. Öğrenciler hep Alevi köylerindendi (Hüseyinler, Mumcular, Arslanköy, Podavya, Eski ve Yeni Balabanlar, Üyüklü). Öğretmenler: Eski Şeriye Mahkemesi Katiplerinden Ömer, Şeremet köylü Hüseyin Hamza idi. Derslerimizin çoğu öğretmensiz geçiyordu.

Ara sıra arkadaşlarla Maçinli’nin Kahvehanesi’ne giderdik, özel yerinde oturan Muhtar Baba’nın elini öpüyorduk.

Rüştiye üçüncü sınıfa yine Razgrat’a gittim. Okul müdürü Şumnu Nüvvab Medresesi’nden mezun Ahmet Şevki’ydi (Türkiye’ye geldiğinde Uşak Müftüsü olmuştu). Bunun dışında daha iki öğretmen vardı, son sınıftaydık.

Okulu bitirince, Türkiye’de öğretmen okullarında okumak niyetinde olduğumuzdan, ele geçirebildiğimiz kadarıyla Türkiye liselerinde okutulan kitapları okuyor, Esperanto’ya çalışıyorduk.

Rüştiye Yönetmeliğine göre üç yıl, derslerden alının notlar hep pekiyi ise o öğrenci “Olgunluk Sınavı”na girmeden mükafat olarak diplomasını alırdı. Biz de Ca’ferler, Adaköy, Yunus Abdal’lı öğrenciler böyle ödüllendirildik. Sınavlar yapılırken Haziran ayı ortalarında Bulgar Kralı 3. Boris’in oğlu Simeon doğunca birçok af ve bağışların yanı sıra öğrencilere o yıl derslerden aldıkları notlara birer not zam edilince sınıfta kalanlar sınıfı geçti.

 

1938

1938 yılı… köyde boş geziyorum, bu bana öyle zor geliyordu ki anlatamam.

Akranlarımla düğün-dernek, kış gecelerinde helva sohbetleri, kahvehanelerde tüluatçıları seyretmek çok hoş, ilkbaharda çift-çubuk peşinde çalışmak da iyi, fakat 5-10 dönüm toprakla da geçinmek olmaz. Anam babam kıt kanaat geçiniriz diyorlar, yeter ki ben yanlarından ayrılmayayım.

Sofya’da çıkan “Doğruyol” gazetesini sürekli alıp okuyorum; bir ara gazetede Bulgaristan Türklerinin Şumnu’daki “Nüvvab Medresesi”nde pedagoji bölümü açılıp “Fenn-i Ta’lim ve Usul-i Tedris“e ağırlık verip Türk okullarına nitelikli öğretmen yetiştirilmesini istedikleri konusu işlenmeye başladı, bu beni çok sevindirdi. (Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler; Ahmet Hezarfen, “Şumnu’daki Nüvvab Medresesi” – Tarih ve Toplum, Sayı: 94, s.: 33-38)

Ben de nihayetinde Nüvvab’a gitmiye karar verdim. O yıl, ilkbahara yakın, bir gece kuzeyde bir kızıl bulut belirdi, yayıla yayıla gökyüzünü örterken arkadan siyah bir bulut gelerek o kızıllığı silip süpürdü. (Kuzey kutbunda böyle görüntüler sık sık olurmuş) O zaman bunu yakında savaş çıkacağına, Almanya’nın Rusya’yı işgal edeceğine yordular.

Hitler de her gün demeç üzerine demeç veriyordu. Dansig, Südetler sorunu derken Avusturya’yı işgal etti, Bulgaristan’da faşizm gittikçe güçlendi. Bu, Türklerin zararına oluyordu. Eylül ayı başında köyümüzden Nüvvab’a gidecek üç kişi olduk. Arkadaşlardan birinin babası at arabasıyle bizi Şumnu’ya götürdü, şehre akşamüzeri vardık. Rüştiyeli arkadaşlarımızın çoğu orada. Ertesi gün yazıldık ve derse başladık. Yavaş yavaş Hoca’ları tanıyoruz.

Bir ara okul müdürü Emrullah Efendi fıkıh dersine geldi; dersleri anlatırken konu dışına çıkarak Mustafa Kemal’in, Hocası İskilipli Atıf Efendi’yi idam ettirdiğini, mason localarını, masonları saydı durdu; bu ders moralimi bozdu, geldiğime pişman olmaya başladım.

Benim gibi Doğruyol gazetesindeki yazılardan cesaret alanlarla sık sık görüşüyordum ve durumu hiç beğenmiyorduk. Okulda Pedagoji Bölümü diye bir söz yok, o sıra Doğruyol gazetesi de çıkmaz oldu.

Çok sonra öğrenildi, gazeteyi çıkaran Eski Vakıflar Müdürü Mehmet Celil tutuklanmış, emniyette Türk casusu diye işkenceyle öldürülmüş.

Okul, Ekim başında Ramazan ayı tatiline girdi. O dönemde medresenin son sınıf öğrencileri tarafından son sınıftan ilk sınıfa kadar bütün öğrencilere Deliorman, Tozluk, Gerlova, Güney Bulgaristan’daki  Türk köylerine gelirine göre fitre, zekat, kurban derisi karşılığında teravih ve Cum’a namazı kıldırma, vaz’etme, mukabele görevi verilir; her öğrenciye bir köy verilir, düzenlenen cetvel müftülüklere iletilir, müftüler de bu cetvel üzerinden atama yapardı.

Bana da Deliorman’da Kabullar (Kapinovtsi) Köyü verildi. Fakat ben yukarıda sözü edilen dini görevleri yapmaya hazır olmadığımdan o köye gitmedim.

Bayramdan sonra dersler başladı; Arapça, Fıkıh, Kur’an-ı Kerim ağırlıklı derslerdi. Yavaş yavaş medresenin düzenini öğrenmeye başladık: Burada sarık sarmak, eski yazı (Osmanlıca), sabah, yatsı namazlarını camide kılmak, medrese odalarında (Eski Nüvvab, kirayla tutulan iki kat öğrenci yurdu) durmak zorunlu; yeni yazı, yeni yazılı yayınlar, Türkiye’den gelen gazete, kitaplar, kahvehane ve kıraathanelere, sinemaya gitmek, sarıksız fes giymek (hele şapka giyenlere ağır disiplin cezası verilirdi) yasaktı.

10 Kasım’da Atatürk vefat etti. Almanya isteklerinde diretiyor, İngiltere Çekoslavakya’yı işgal etti.

Ders yılının sonuna doğru Türkiye’den Aka Gündüz’le, Kazım Nami Duru geldiler. Kazım Nami Duru bizim Farisi dersine geldi ve Sidi’nin Gülistan’ından parçalar okudu. Onların gelmesi Bulgaristan’daki Türk okullarını denetlemek, Türkiye’dekilerle karşılaştırmakmış ve çok geçmeden Nüvvab’ın liselerle denk sayıldığını öğrendik.

Yaz mevsiminde Silivri’deki ağabeyimle mektuplaşıyorduk. Bir mektubunda bir yolunu bul, kendini buraya at, seni burada okutacağım deyince anam ve babamın razılığıyle yola çıktım. Kah tren, kah yaya birçok zorluklarla Istranca Dağı’na kömür yakmaya giden Gerovalı Türklerle Burgaz’ın 20-25 km. güneyine kadar geldim. Bir akşam Türkiye tarafında toplar atılmaya başladı, sabaha karşı sınır boyundaki köylerden Bulgar halkı “Turçin  ide, Türk geliyor” diyerek, yayan yapıldak Burgaz’a doğru kaçarken ben de ileriye gitmeye cesaret edemeyerek Burgaz’a döndüm.

Sliven tarafına giden trene bindim oradan Balkan hattı Tırnova-Rusçuk-Razgrad’a gidecektim. Trende yaşlı Bulgarlarla gençler arasında bir münakaşa başladı: Gençler, “Türkiye’nin bu manevra ve Bulgar topraklarına sarkması bize gözdağı vermektir, Türklere haddini bildirmeliyiz!“ dedikçe, yaşlılar sakin olmalarını, karşılarında Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın da bulunduğu, bu Balkan Paktı karşısında yalnız olduklarını, anlatmaya çalışıyor ama karşılarındaki gençler: “Bizim arkamızda Hitler olacak, Balkan savaşında olduğu gibi İstanbul’a kadar gideceğiz!“ diye bağırıyorlar. Öyle sanıyorum ki, o vagonda Türk olarak yalnız ben vardım, başımda ortaokul öğrenci şapkası vardı, pencere kenarında olduğumu bilseydiler o öfke, kin, garaz anında beni dışarı atarlardı. Aydos’a gelir gelmez trenden indim; yine birkaç hafta önce geçtiğim Balkan boğazından Smedova’ya geldim, oradan trenle Razgrad’a yeniden anama babama kavuştum; bana izin verdiklerine çok pişman olmuşlar, anam sevincinden hep ağladı.

Hasretini çektiğim evimde çok kalamadım, ders yılı yaklaştı.

Köydeki arkadaşımla medrese odalarından iyi bir yer kapmak için 1 Eylül’de Şumnu’ya gittik. Medreseye yerleşmeye çalışırken dışarıda bir ses “Almanya Polonya’ya girdi!” diye bir gazeteci koşa koşa gazete satıyor, bir gazete aldık: Tanklar üzerinde miğferli Alman askerleri, Ştuka uçakları, yıkılan köprüler... Bu manzarayı 6 yıl boyunca hep gördük. Artık II. Dünya Savaşı başladı, insanlar yavaş yavaş Almanlara karşı olanlar, yandaş olanlar diye iki cephe oluşturmaya başladı.

Bu yılın sonunda Erzincan Depremi oldu. Bizler  buna çok mu çok üzüldük.

O yıl çok şiddetli soğuklar oldu. Savaş nedeniyle gece karartma, uçak saldırıları olacak, diye sığnaklara kaçmak eğitimleri derken her şey vesikaya bağlandı.

Okullar ve öğrenci yurtlarını asker işgal etti, asker taşıyan trenlere sivil binemiyordu. Köylülerden devlet teslimatı diye yiyecek, giyecek hayvan yemi alınmaya başlandı. Bir hafta ders yaparsak, diğer hafta boş, süresiz tatil diye bizi köylerimeze yolluyorlar.

Bu savaştan önce okulda Kemalistler ve Tutucular varken artık Mihver (Almanya, İtalya, Japonya ve Finlandiya) ile Müttefikler (İngiltere, Fransa, A. B. D. ve Çin) yanlısı olarak zaman zaman münakaşa ediyoruz.

Müttefikleri tutanlar I. Dünya savaşında olduğu gibi Almanya’nın yine yenik çıkacağını söylüyordu.

Alman gazeteciler sık sık Nüvvab’a geliyor, çektikleri fotograflar propoganda dergileri “Signal” da bol bol yayımlanıyor, yazılarında 1. Dünya Savaşındaki “Alman-Türk Dostluğu”ndan övgüyle söz ediliyordu.

Kolları gamalı haçlı, kahverengi giysili (Brannik- Mücahid örgütünde) Bulgar gençleri sürü sürü Türk ve Yahudi mahallelerinde dolaşıp olay çıkarmaya çalışıyordu.

Yahudilerin yakalarına altı köşeli sarı yıldız taktırdılar. Sofya ve Filibe şehirlerindeki bazı Yahudi ailelerin hayvan vagonlarına doldurulup bilinmeyen bir yere yollandıkları söyleniyordu. Bugün Yahudilere, yarın sıra bize gelecek diye Türkleri bir korku aldı. Okulda bize morel veren yalnız Kırımlı Süleyman Sırrı (Tokay) idi. Rusların Panslavist siyasetle Osmanlı Devleti, Kırım, Kafkasya, Balkanlar, ve Ortaasya’daki  Türk ırkına uyguladığı asimile ve soykırımı siyasetini edebiyat derslerinde yılmadan bizim tek güvencemiz “Türkiye Cumhuriyeti” diye anlatır; o olmasa Yahudilere yapılanlar gibi bize de neler yapılmaz demeye getirirdi.

Bazı hocalar da Müslümanlığın en iyi uygulandığı ülkenin Mısır olduğu, Kral Faruk’un İslamların halifesi olması gerektiğini söylüyordu. Kelam ve Ahlak dersine gelen Şeyh Efendi (Yusuf  Z. Ezheri) İslamiyet’teki başlıca mezhepler: Sünnilik, Şiilik, İmamiler, İsmaililer, Eşariye, Maturidiye ve tarikatları anlatırken yan tutmaz, bizi de koşullandırmazdı. Kelam dersinde Sıfat-ı Zatiye, Subutiye konularında bazı soruları yönelttiğimizde latife tarzında “yine kızılbaşlığınız tuttu” diyordu. Emrullah Efendi vefat edince Yusuf Z. Ezheri okul müdürü oldu; aramızda tatsız bir olay geçti, bunda o haksızdı o zaman duygusal hareket etti, ilericiler bunu iyi görmediler.

 

1942

1942 yılı Şumnu’ya okula yazılmaya giderken, Razgrad Rüştiyesi’nden çıkan eşim: “Acaba, çalışıp Nüvvab’ta sınav veremem mi, bunu bir sorsanız?” dedi.

Bunu Süleyman Sırrı’ya söyledim. O da Medrese Öğretmenlerinden Hafız Yusuf Şinasi’ye (Eski Medeniyet Gazetesi yazarı) açmış, bir gün beni Nüvvab’a çağırdılar. Süleyman Efendi, Bugüne kadar Nüvvab’a kız kabul edilmedi, Rüştiyeleri bitiren bitiren kızlar başka okula gidemiyor, artık buraya kabul etme zamanı geldi, Şeyh Efendi’nin evine git, anlat dediler.

Müdürün evi Tombul Camii’nin güneyinde saat kulesi yanındaydı. Sakına sakına kapıyı çaldım, buyur etti. İkinci kata çıktım, divanda oturuyordu. Niçin geldiğimi sordu, anlatmaya başladım, sözümü bitiremeden “Hiç medresede kadın okur muymuş, bugüne kadar böyle şey görülmüş mü? ...” diye bar bar bağırdı ve beni huzundan kovdu. Süleyman ve Hafız Yusuf efendilerin yanına döndüm, Beni merakla bekliyorlar, onları görünce kendimi tutamayıp ağlamaya başladım, sonucun olumlu olmadığını anladılar. Süleyman Efendi, “Üzülme be birader (bize hep birader  diyordu), demek bu işin henüz zamanı gelmemiş, fakat başlandı ya, elbet bir gün olacak!” dedi. Gerçekten de oldu 1948/49 öğretim yılı Nüvvab’a kız öğrenci kabul edilerek eşim de birlikte 4. J sınıfında 10’dan fazla kız okudu. (Osman Keskioğlu, “Bulgaristan’da Türkler”,  Ankara, 1985, S.: 92)

 

1943

“Yenilmez” diye inanılan Almanları, Ruslar 2 Şubat 1943’te Stalingrad önünde ağır bir yenilgiye uğrattı. Bundan sonra Almanya’nın ma’kus talihi (ters şans) değişmedi. Bu savaşta 1941’den beri Bulgaristan Almanya’nın yanında yer alınca faşizm ve nazizme karşı solcu Bulgar gençleri Balkan’a çıkarak silahlı direnişe geçti; Bulgar, Alman askeri üslerine saldırılarını yoğunlaştırdılar.

Bu duruma Türkler çok sevindi; ”Birbirlerinin hakkından gelsinler, bize zulüm etmeye zamanları kalmasın!” diyorlardı. Savaş her gün Mihver’in aleyhine geliştiğinden bizi alel acele bir sınavdan geçirerek Nisan başında mezun ettiler. Yaz mevsiminde İtalyanlar Müttefikler yanına döndü, liderleri Musolini’yi öldürdüler, Hitler’e suikast yapıldı.

Okulların açılmasına yakın Nüvvab’ın Ali (yüksek) kısmına yazıldım. Fakat damat olduğum Dervişler, Şükürler Sülalesi “Zaman karışık, evden ayrılma, öğretmen ol!” dediler. Okul encümenliği’ne başvurdum, sevinçle hemen protokol düzenlendi: 1943/44 öğretim yılı Yunus Abdal (Yonkovo) Büyük Mahallesi İlkokulu Öğretmeni atandım. 11 yıl önce öğretmenlerim olan Süleyman Berber Mustafa ve Sıtkı Nuri Kavoğlu ile meslektaş oldum.

Kış mevsiminde bu öğretmenleri ihtiyat askeri olarak Makedonya’ya yolladılar; okulda tek başıma kaldım, ders yılının sonunu vekil öğretmenlerin yardımı ile getirdim. Türkçe’mizde bir söz vardır; mum dibine ışık vermez, veremez, derler.

Ben köyümde hiç değer kazanamadım. Velhasıl  2  sene öğretmenliğim zamanında çok acı günlerim var. O akşam radyosu olan bir eve gittim, gerçekten Almanlar geri çekiliyordu. Ağustos’ta Ruslar Tuna’ya dayandı. Bulgar partizanlar hükümet dairelerini ele geçirmeye başladı.

 

1944

7 Eylül 1944 günü sabaha karşı mahallemizin 1 km. kadar doğusunda Dervişler Mahallesi’nden sürekli silah sesleri, motor gürültüleri gelmeye başladı. Babam, “Kaynatanların mahallesinde bir şeyler oluyor, var bak!” dedi.

Mahalleye çıktım, ne göreyim, Kızıl Ordu’nun paletli kamyon, tank, hafif ve ağır topları Kemallar tarafından gelip Razgrad’a geçiyor. Belediyemiz o mahallede idi; ordu komutanları belediye binasına girip çıkar, kimseyi bulamazlarmış. Bulgar yöneticiler hep kaçmış, ben gibi oraya gelen öğretmen ve bazı yaşlılar hemen orada görev yapacakların kollarına kırmızı bez bağlayarak belediyeyi onlara teslim ettik. Eve geldim, çok geçmeden köy karavulu gelerek: “Okula gittim, bahçede üç Rus subayı var, kendilerini tanıttılar; Türkçe konuşuyorlar, Azerbaycanlıymışlar” dedi. Gidip okulu açtım, ders araç gereçleriyle ilgileniyorlar, öğretmen olduklarını söylüyorlardı.

Mahalleli okulda Türk zabitleri varmış diye grup grup gelmeye başladı, hemen onlar da halkla kaynaşıverdi. Köyün ileri gelenlerinden Çerçi İlyas, subayları evine davet etti. O günlerde Bulgarlar kapı dışarı çıkamadı (Almanlarla birlik olduklarından dolayı), meydan Türklere kaldı. Asker günlerce geçti, bunlar Sovyetler’in çeşitli bölgelerindendi. Ortaasya’dan, Azerbaycan’dan, Kırım’dan olanlarla hemen anlaşıp kaynaştık. Bulgarların suskunluğundan yararlanarak bazı haklarımızı aramaya başladık.

Köy komitelerinde çoğunluk Türklerdi; İlçede milislerin çoğu da Türk, birkaç ay önce keyfine Türk dövmek için köylere çıkan Zavutlu Candar Hristo tutuklanmış, Naçalnik (kaymakamlık) bodrumuna kapamışlar, “Kimin öcü varsa gelip alsın” demişler.

İlçelerde halk mahkemeleri kuruldu, eski faşistler sorgulanmaya başlandı.

Çok geçmeden radyo ve gazetelerde idam edilenler duyurulmaya başlandı, yakınımızdaki Hüseyin Baba Tekkesi Çiftliği sahibi Kral Boris’in sadıcı eski başbakan Bağriyahov da vardı aralarında.

Köy halkı okula gelip: “Ne yapıp edin bize kapatılan Turan Cemiyetini açın”  diye yalvarmaya başladı. Bir gün yanıma birini alarak Duştubak (Yasenovets) Köyü’ne, yıllarca göz hapsinde tutulan köyümüzün eski belediye sekreteri (Sekratar birnik) Zakir Efendi’ye gittik; kanunları çok iyi biliyordu. Dernekler kanununa göre kapatılan derneğimizin nasıl açılacağını bize anlattı, dilekçe örneklerini yazdı, birkaç hafta kaçındık, nihayet izin verildi.

Bir akşam yönetim kurulu seçimi için halkı okula topladık, o kadar kalabalık oldu ki, odalar okulun avlusuda doldu! Başkan Abdullah Hasan Feradoğlu, Sekreter olarak beni ve diğer kişileri seçtiler. Cemiyet “Yonkovo Hayırsever Derneği” adını aldı, daha o gece para yardımına başladılar; yaşlılar: “Bugünleri de gördük, artık cemiyetimiz var.” diye sevincinden ağlıyordu.

Gece okuma kursları, harıl harıl müsamere hazırlıkları başladı, köyde ve çevre köylerde müsamereler verdik. İlkbahar’da Balçık ilçesindeki “Stefan Karaca Askeri Çiftlik”e askere çağrıldım.  Mahrumiyet bölgesi, uyku yok. Pazar günler yakınımızdaki Akyazılı Sultan Tekkesi’ne gidiyoruz. Fakat ozanın dediği gibi:

 

Otları sararmış yaşlı ovalar

Anar eski günleri sel gibi çağlar

Kırlangıç ah çeker, güvercin ağlar

Dobruca sorar: “Akyazılı nerede?

Gideyim, arayım “BABAM” nerede?

 

1945

Bir yolunu bularak Şumnu’ya yakın, eskiden Türkiye Askeri Harası olan “Kabaüyük”e geldim. Birkaç gün sonra, Hitler öldü, Berlin düştü, Almanya teslim oldu.

8 Mayıs 1945’te, II. Dünya Savaşı bitti, diye iki gün bayram yaptık. Bulgaristan yavaş yavaş Sosyalist sisteme geçiyordu; Türklere eskiden yapılan baskı, hakaretler kalmadı. Bir yıl yaptığım bu askerlik müsamere hazırlamak, birliklerde müsamere vermekle geçti. Askerliği bitirip köye geldim. Köyde eşimle birlikte öğretmen olmak için okul encümenliğine başvurduk. Köydeki derneklerin (Hayırsever ve “Ümid” Kraathanesi) yöneticileri okullara kadın öğretmen atanmasını istemiyor, yeni rejim de bunu teşvik ediyordu.

 

1946/47 öğretim yılı başladı.

Okul encümenliği öğretmen adaylarını çağırdı, sözleşme (protokol) yapılacaktı.

Ben: “Eşimle birlikte olurum” deyince encümen reisi Şerif Ahmet: “Kadınların öğretmen olmasına sıra gelmedi” dedi, bir yakınını kayırmak istiyordu. Ben razı olmadım. O sıra Silistre ilçesi Doğrular (Pravda) Köyü’nde güreşli, atkoşulu büyük bir düğün yapılacaktı. Oraya gittim, Tutrakan, Hacıoğlupazarı yöresi ahalisi hep oradaydı. Düğün yöneticilerine Rüştiye öğretmeni olarak okul aradığımı söyledim, onlar oradaki cemaata söylemiş.

Aradan bir hafta bile geçmedi, sözleşme yapılmadığı halde okula gidip-geliyorum, beni eve çağırdılar, dört kişi beni bekliyor. “Biz Kızılburun (Ruyno) Okul encümeniyiz” diye kendilerini tanıttılar. Çevre köyleriyle birleşerek Rüştiye okulu açtıklarını, hayli öğrenci olduğunu, öğretmen bulamadıkları için öğrencilerin dağılma durumunda olduğunu, bana iki maaş, duracak yer, yakacak, yiyecek vereceklerini; çok derin kuyulardan sağlanan suyu bile köylünün sıra ile eve  getireceğini sıralayıp tüm istediklerimi hemen kabul ettiler.

Buna göre eşim ilkokulda, bacanakla eşide Çiller Köyü’nde çalışacaktı. (Yarebitsa Kızılburun’a bir km.) biz bunları konuşurken, avlu içerisine bir atarabası daha girdi, üç kişi arabadan inerek yanımıza geldi. Rusçuk İlçesi Slepol Köyü’nden olduklarını, okullarına öğretmen aradıklarını söyleyince, Kızılburunlular “Biz tuttuk” dediler. Yeni gelenler bana dönerek köyümüzün tümü Tatar’dır, biliyorsun biz yaşamayı çok severiz, köyümüzde özel kasap vardır, et gereksiniminizi bile karşılayacağız, köyümüzden çok memnun kalacaksınız” diye yalvarmaya başladılar. Ben “Bu önce gelenlerle anlaştım” dediğim halde, bizden ayrılırken bile yalvarıp durdular, Kızılburun’lular döneceğim diye çok korkmuşlar, bana sonra anlattılar. “Sözüm söz, birkaç gün evde yapacak işlerimiz var, bana müsaade edin” dediysem de “Olmaz birlikte gidelim, çevrede okula öğretmen gelmiş desinler”, dediler.

Atlar arabaya koşulurken okula öğrenciler, dernek yöneticileri geldi gitme, diye yalvarmaya başladılar. Yöneticilere, “Geç kaldınız!” dedim. İlçe merkezi Kemallar (İsperih)’e dükkanlar kapanmadan vardık. Kitapçıya giderek okula gerekli resmi defter, kırtasiye gereçleri aldık, mühürler sipariş edildi. Oradayken hava kararmaya başladı. Atlar koşuyla gitse de Kızılburun hayli uzakmış. O geceyi unutamıyorum. Ay aydınlığında köy evleri görünmeye başladı, yaklaştıkça yol boyunda grup grup insanlar bize doğru gelmeye başladılar, bize ilk ulaşanlar “Öğretmen bulabildiniz mi?” dediler. Arabadakilerden olumlu yanıt alınca ileridekilere “Bulmuşlar, geliyor!” diye bağırdılar. Köye girince sağdan-soldan çıkan insanlar “Hoş geldiniz, Hoş geldiniz!” diye araba arkasına takıldılar. Köyün varlıklısı Dükkâncı Ahmet’in konuk odasına indik.

Meğer arabanın çevresindekilerin çoğu rüştiye öğrencileri imiş, gelip elimi öpüyorlar. Yaşlılar saygı ile el sıkarken sıkılıyorum, henüz iki yıllık öğretmenim. Biraz sonra birlikte çalışacağım Mustafa (Can) Efendi geldi, Okulun ve öğrencilerin durumunu anlattı. Sabah erken okula gittim, öğrenciler çoktan gelmiş, selamlaştık. Okul Romenler zamanda üç odalı  olarak yapılmış; bir odası öğretmen odası, diğer ikisi rüştiye ve ilkokul öğrencilerinin olacak, bir sınıfa yer yok. Ders başladı, öğrencileri tanıyorum, çoğu Çiller, Doğrular, Kamerler, Kara-ese-köy, Baltacı-Yeni – Köy, Deremahalle’den.

Birkaç gün sonra yukarıda adı geçen köylerden hayli öğrenci daha gelip yazıldı. Eşim 1. ve 2. Sınıfları Mustafa Efendi 3. ve 4. Sınıfları aldı. O yıl okula Bulgar öğretmeni atanmadı, Bulgarca dersleri de ben okuttum. Günden güne okulda etkinlik canlandı. Çevre köylerden öğretmenler, öğrencilerle gelerek bizi ziyaret ediyor, o zaman kaza merkezi olan Akkadınlar’da (Dulovo) bile rüştiye yoktu. Aradan bir ay geçti geçmedi, bir akşam yine Dükkâncı Ahmet’in odasında çevre köylerden gelenlerle 10 Muharrem İmam-ı Hüseyin’in Kerbelâ’da şehadetinin yıl dönümü toplantısı yaptılar.

Konuşma ve nefes okuyucuları yönetme Mustafa Efendi’nin göreviydi.

Nefes okuyucular hep seçkin kişilerdi.

Önce, Mustafa Efendi, Fuzuli’nin “Su” kasidesini okudu, bunun ardından nefes okuyucular güzel sesleriyle:

                   Mah-ı Muharrem’de derd-i hicranda

                   Şâh Hüseyin der de yanar ağlarım

                   Zemin ü âsüman bütün matemde

                   Şâh Hüseyin der de ağlarım

                      ............................................

          Kurretü-l- ayn-i Habib-i kibriyasın ya Hüseyin

          Nur-ı çeşm-i Şahı Merdan Mürtezasın ya Hüseyin

          Hem ciğer pâre-i Zehra Fatıma Hayrü-n-nisâ

          Ehl-i beyt-i müçteba âl- i abâsın ya Hüseyin’i

okurken kadın, erkek, hep ağlaştılar.

Cuma akşamları köyde Mustafa Efendi’nin ağabeyi Mahmut Dede, Dükkâncı Ahmet, Ahmet Hoca ve Boyacı Hasan’ın evlerine toplanılırdı. Ben çokçası Mahmut Dede’nin evine gidiyordum. Oraya Mustafa Efendi de gelirdi. Tasavvuftan, mezhep kavgaları, 12 İmam’ın hayatları, Emeviler, Abbasiler, Eba Müslim Horasanî’ye ilişkin bilgi verirdi. Güzel sesle kadın-erkek bir ağızdan Hatayi, Harabi, Nesimi, Hasan Dede, Eşref ve Niyazi Mısri’den nefesler okuyorlardı. Bu ders yılında orada bir “Hayırsever Derneği” kurduk. İlkbaharda müsamere hazırlayarak geceleri çevre köylere gittik.

Öğrencilerin yaşları biraz ilerlemiş ve birkaç yıl okul hasreti çektiklerinden öyle çalışıyorlardı ki, rüştiye birinci sınıf derseleri onlara çok hafif geliyordu.

Kızılburun eskiden beri yıl sonu Şehadetname (Karne) verme törenleriyle ünlüymüş; bu yıl rüştiye olması nedeniyle daha iyi hazırlandık. Haziran ortasında çevre ve uzak köylerden halkın katılmasıyla okul önünde öğrenciler şiir okudu, monolog, karşılıklı eğitsel konuşmalar yapıldı. Hele ulusal şiirler (Sorun Bizi Tarihten, Çanakkale Şehitleri, Anadolu Toprağı vb.) halkı coşturuyor, öğrenciler Balkan Savaşı (Rumeli’nin Dağı Taş Ağlıyor, Nasıl Silinsin Dimağımızdan – Yanya, Kosova, Girit, Selânik) Kurtuluş Savaşı marşları (Yaslı Gittim, Şen Geldim) Cumhuriyet (Etti Cumhuriyetti Te’sis Ulu Türk Milleti, Hürmet Sana Ey Şan Dolu Sancağım, Onuncu Yıl Marşı) Anavatan’dan uzak, düşmanların çeşit baskını görmüş, hakaretin en ağırına uğramış GACAL, TARHANACI, ÇİNGENE, HAŞLAK, GARVAN, KARGA (kadınlara) diye dışlanmış, iki de bir “Haydi Türkiye’ye” homurtularını işitmiş yaşlılar şimdi hiç olmazsa bu şiirler, konuşmalarla ulusal doyum sağlıyordu ve marşlarla teselli oluyordu.

Bu öğretim yılı bir rüzgâr gibi geçiverdi, burada çok tatlı anılarım olduğu gibi, Medresede Kelâm, Fıkıh, Felsefe’de tereddütte kaldığım sorularda bana yardımcı olan, okudukça tasavvufun kapılarını açan öğretmen arkadaşım  Mustafa Can Baba’ydı. Mustafa Efendi, Silistre’de çıkan “Deliorman” gazetesinin muhabirine  anlattığına göre onun da yaşamında ma’nevî devrimi 1930’lu yıllarda Türkiye’den gelen Kadiri Şeyhi Ramis (gazeteci İskender F. Sertelli’nin babası) Efendi yapmış. Şeyh yıllarca Kızılburun’da kalmış, orada ve çevre köylerde birçok müridi vardı. Hastalanınca yerine Mustafa Efendi’ye bırakmış. 1940’tan önce (o bölge Romen egemenliğinde iken) Akkadınlar (Dulova) İlçesi’ndeki Şeyh Ramis’in müridleri Mustafa Efendi’ye bağlanmış, 1940’tan sonra bu bölgeler Bulgaristan’a verilince Kemallar’da (İsperih) oturan Muhtar Baba’nın müridlerinden bazıları Mustafa Efendi’ye bağlandı.

Mustafa Efendi cemlerde benden söz ederken genç olmama rağmen ondan daha olumlu davrandığını, bugüne kadar meslek hayatındaki hizmetinin derece ve kademe olarak değerlendirmesini benim yaptığımı, bu yüzden maaşının artarak refaha erdiğini anlatırken “Bu bulunduğum manevi  makam ona lâyıktır” dediğinde Kemallar ilçesindeki müridleri bana bağlanmaya başladı.

 

Viran bahçelerde bülbül öter mi

Gönül eğlencesi gül olmayınca

Merhemsiz yaralar onar biter mi

Bir gerçek veliden el olmayınca

(Pir Sultan)

 

1948 Aralık ayında Kızılburun’da “Aşure Günü”ne çağrıldım.

Eşimin dayısı Derviş Ali ile gittik, törende Derviş Ali musahibim oldu.

Dükkâncı Ahmet, Boyacı Hasan, Muhtar Halil vb. cemaat huzunda Mustafa Can Baba bana el verdi.

Bulgaristan II. Dünya savaşında çok zarara uğradı. Bunu gidermek için yeniden bombayla yıkılan yerleşim yerleri, bozulan yolları, barajları onarıp yapmaya başladı, fakat para ve makine olmadığından asker, öğrenci, öğretmen ve halktan gönüllüler BRİGADİR adıyla birkaç ay boyunca parasız çalışmak zorunda kaldı. Brigadir olanlara nişan veriliyor, bu kişilerin memur olarak atanmada vb. işlerde bir ayrıcalığı vardı.

Bir gün öğretmenleri ilçeye çağırdılar; Pernik kömür bölgesinden Sofya’ya II. Bir demir yolu “Pernik-Voluyak” hattı yapılacağı, bir ay gidip çalışmamız gerektiği bildiriliyordu. Bu çağrıya kimse bir şey diyemedi, yaşlı öğretmenler bile gönüllü yazılmaya başladı. Bunlardan ayrılamazdım, ben de katıldım.

Birkaç gün sonra trenle yola çıktık, akşamüzeri Sofya’ya vardığımızda, o gün Dimitrov’u ziyarete gelen Yugoslav lideri Tito’nun resimlerinin her tarafa asılmış olduğunu öğrendik; “Güney Islav Birliği” kurulacağı gazetelere iri puntolarla yazılmıştı. Pernik’e gece vardık, bizim gibi ilkokul-üniversite  öğrencileri, ilkokul-üniversite öğretim görevlileri, azınlıklar: Türkler, Romanlar, Ermeniler, Yahudiler ayrıldık; bizi “Belbryag” denen yere yerleştirdiler.

Biz toprak kazıp çukurları doldurmakla görevlendirildik, norm üzerine çalışıyorduk. Örneğin 8 saatta 50 el arabası toprak kazıp taşınacaktı. Bu çalışmaları grup başkanı denetliyordu. Bulgar Üniversite kızları normun çok üzerinde % 100 – 125 iş çıkarırken, biz Türkler kendi ülkemiz olmadığından işi gevşek tutuyorduk. Hele Romanlar işin gırgırında, bir iki kürek toprak kazdıktan sonra oyuna başlıyorlar. “Ana yesin, - Kavurmayı savurmayı!” ve böylece çalışma saatını dolduruyorlardı. Her akşam müzik, eğlence var, sık sık Sofya Halk Tiyatrosu temsiller veriyor, halk şarkıcılarının konserlerini dinliyorduk.

Çalışma saatı dışında, fabrikaları, maden ocaklarını, çevrede tarihi yerleri gezdiriyorlardı. Bu brigadaya Sovyetler, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Romanya, Yugoslavya ve Arnavutluk’tan çalışmaya geldiler, böyle çalışmalara Bulgaristan’dan da brigadir yollanırmış.

Birkaç gün Arnavutlarla çalıştık, çoğu Müslüman-Bektaşi idi, aralarında kız da vardı. Onlara: “Siz kadınları çok kıskanırsınız, nasıl böyle kızlarla gelebildiniz?” diye soruyorduk, onlar da: “Enver Hoca bizim gözümüzü açtı, o eski kafalılar kalmadı”  diye yanıt veriyorlardı. Diğer ulusların yanında değil Türklerin yanında kalmak istiyorlardı.

Bu demiryolu 94 km. uzunluğundaydı birçok tüneliyle birlikte iki ayda bitirilmek üzere planlanmıştı. (Buradaki çalışmalarımızı Bulgar yazarlarından St. Daskalov 1978’de Öz Yayınevi Yayımlanan “TUNEL” adlı kitabında çok güzel anlatmaktadır.)

Biz öğretmenler burada bir ay çalıştık, II. Ayın sonunda yol bitirilmişti. Buna ilişkin ilginç bir olayı anlatayım: (Çalışırken) bir ara yol, yıllarca önce dökülmüş kömür cürufuna rasladı. Biraz eşelenince kendiliğinden tutuşup yanmaya başladı. Yanına yaklaşılmıyor. Biz Türkler: “Ateşe girmeyiz.” diye ayak diretince, bizi de kırmak istemediklerinden gönüllü çalışmak isteyenleri aramaya başladılar, azınlıklardan kimse çıkmadı, üniversiteli Bulgar kızları işi aldılar. Onlar için bele kadar uzun yanmaz çizme ve cürufu doldurmaya yarayacak her yanı  demir vegonlar getirdiler. Birkaç gün sonra yanlarından geçerken gördüm: O kor haline gelmiş kömür tozlarını vagonlara doldururken Enternasyonal’i söylüyorlardı:

                                    “Ne krak, o pari prezreni           

                                   Na krak, o robi na truda...          

                    (Uyan artık uykudan uyan/Uyan, esirler dünyası)

 Bu kavga en sonuncu

                                      Kavgamızdır artık,

                                      Enternasyonalle

                                      Kurtulur insanlık!

 

Onların o zaman taşıdığı bayrağı Spartaküs Sabin dağlarında kaldırdı; Anadolu ve Rumeli’de Şeyh Bedreddin’in müridleri dalgalandırdı; 1848’de işçi ve köylüler; 1871’de Paris Komünarları… ve en son Ekim Devrimi’nde 1917’de yükseldi ve düşmedi (ve sonra, Çin, Küba, K. Kore, Vietnam),

 

Sayın Ayhan Aydın, Şimdi, yaşları 70-80 olan o özveriyle çalışan kızları bulsanız da “o zaman ülkenizde kurmak istediğiniz SOSYALIZM nasıl gelişti, 1992’ye gelindiğinde neden durakladı ve neden eskiye, faşist, Tsankovlar’ın rejimine dönüldü?..” diye sorsanız, acaba nasıl yanıt verirler?

 

1947/48 öğretim yılında Yunus Abdal Rüştiyesi’ne öğretmen atandım.

Okulda 2 Bulgar, bir Türk öğretmeniz. Birkaç yıldan beri faaliyette olan derneklere kayınvalidem Fatma Ahmet’in (Derviş Mustafa’nın kızı) kurduğu “Ana Kalbi” de katıldı. Derneklerin üye aidatı, bağış, fitre, zekât ve kurban derilerinden toplanan hayli parası vardı. Büyük Mahalle İlkokulu’na 4 dershaneli bir bina eklemeye karar verilince, bir akşam köy halkı okula toplandı. Öğretmen Süleyman Efendi toplantının amacı ve yapılacak işleri anlattı.

Gençler, “Tuhla kesip pişirmesini...” koşacağı olanlar, “Tuhla kiremit, kum, taş, ağaç taşıması...” eli mala, keser tutanlar, duvar örüp, çatı çatıp, doğrama yapma” işini üstlendiler; baş usta ve yardımcasına yevmiye verilecek oldu.

Ertesi gün usta olarak Bulgar komşularından Petre Başusta, yardımcısı olarak Eskici Osman okula çağrıldı, sözleşme (protokol) yapıldı.

Her işimizi Türkiye’ye uydurarak halkımıza yararlı olması için 19 Mayıs günü Rüştiye binasının temeli atıldı. Gençler sabırsız, hemen o gün temellerin açılmasına başlandı. 24 Mayıs Bulgarlar Alfabecileri “Kiril ve Metodiy” Bayramı; Süleyman Efendi ile okula gittik, okul yanında kimse yok, köy meydanı panayır gibi, o gün köyde birinin düğün ve duâsı varmış, bazı kişiler de orada.

Açılan temellere baktık, ölçtük, eklenecek binanın seviyesiyle karşılaştırılınca, ortaya önemli bir sorun çıktı: Temeller 0.5 m. daha kazılsa bina iki kat  olacak, yeri de yardım ediyor; altı, yemekhane, depo vb. olabilir.

Süleyman Efendi: “Halkın kimisi düğün yapsın, biz duyun (görev), bazısı dua, biz duvar yapalım, emelimiz milletimiz için temelimiz olsun, birkaç saat çalışarak şu temelleri derinleştirelim” dedi. Ben çapayı, o küreği alarak hendeğe girdik, hendekler derin, görünmüyoruz, yalnız kazılan toprak dışarı atılırken görünüyor, bir ara dernek üyelerinden iki kişi geldi, çok yardımları oldu. Bu işi ustalar duymasın, dedik. Ertesi gün ustalar geldi. Osman Usta ilkten temele baktı, bilmem duyduğundan mı, “Bu temeller derinleştirilmiş, işe başlamam” deyerek çekici attı. Eve gidecek, yalvarmaya başladık, Başusta Petre: “Burada yarımşar günlükten üç yevmiye var, 17000 leva verirseniz, başlarız” dedi. “Tamam” dedik. Fakat “Parayı göreyim”, diye diretiyor, olmayacak; benim okul karşısındaki kredi kooperatifinde param vardı, hemen çekip verdim. Bu ek binanın yapılmasını istemeyenler de vardı, gizliden gizliye bozgunculuk yapıyorlardı. Çoğunluk, siyasi durum düzeldi, kuşun dalda durduğu gibi durmayalım, ilerisi için bir şey yapalım diyerek bu binadan sonra dernek binası, Yunus Abdal’ın Türbesi’nin yeniden yapılması, mezarlıkların telle çevrilmesi vb. projeler hazırlamaya başlandı. İnşaat hızlı gidiyordu. İlçeden imar işleriyle görevli injiner (mühendis) sık sık gelip denetliyordu. Bir defa: “Siz çok akıllı bir millet, bu yaptığınız yatırım Türkiye için, bir zaman gelir de buradan göçer, bu köyde hiç Türk kalmazsa, bu size ait ortak mallar için Türkiye’ye para ödeyeceğiz” dedi. Biz o zaman bunu düşünmezdik, birkaç yıl sonra göçmenlik oldu, köyden 1950-1951’de 150 hane Türkiye’ye göçtük. Orada kalanlar bu yapılanlardan halâ yararlanmaktadır. (Şimdi orası Anaokulu’dur).

Rüştiye öğrencilerini  bir gün Varna’ya geziye götürdük. Tarihi yerleri, fabrikaları gezdik. Bir gün de vapurla Balçık’a giderken uzakta görünen Kaliakrı Burnu’nda Kaliakra Baba’nın türbesi olduğunu öğrencilere anlattım.

Vapurda bizimle birlikte Hacıoğlupazarı (Dobriç) Türk Tiyatrosu grubu vardı, öğrencilere kısa bir oyun gösterdiler. Kasabada yine tarihi yerleri, Romanya Kraliçesi I. Karol’un eşinin sarayını gezdik. Kasabanın üzerinde askeri uçak alanı varmış, öğrenciler gidip görelim dediler. Ünlü Deve Bağırtan Bayırı’ndan çıktık. Kapıda nöbet tutan askere geldiğimizi söyledik.

Asker ilerideki binalara telefon etti, çok geçmeden bir sürü asker ellerinde silah bize doğru koştular. Yanımıza gelince şaşırıp kaldılar.

Mesele anlaşıldı; nöbetçi asker Türkler geldi deyince komutan “Türk askeri üssü bastı” anlamış. Biz öğretmenler ağız açarak veryansın ettik: Bulgaristan’da milyonlarca Türk’ün yaşadığını nasıl bilmediklerini, savaş biteli çok olduğunu, herkesin savaştan bıktığını, sonra Türk askerinin niçin buraya gelip kuşatmak isteyeceğini, bunların anlamsız olduğunu söyledik. Hiçbir şey diyemediler. Komutan gelip gezsinler demiş, gitmedik. Vapur saatı da yaklaşmaktaydı, iskeleye indik. Varna’ya geliş sırasında İncekum’a yakın geçerken, öğrenciler I. Dünya Savaşı’nın türküsünü söylemeye başladılar:

          Balçık iskelesinden       -       Kalktığım zaman

          İncekum başında aman  -  Koptu bir duman!.

O yıl Ekim sonlarına doğru bina bitti.

Açılış 29 Ekim’de yapılacağı zaman Kızılburun’dan Mustafa Efendi çağrıldı.

Tören esnasında programda olmadığı hâlde, araya sokulan bir hâfız, okuduğu duada harfleri  Araplar gibi çıkarayım, diye o kadar boğazını çatlattı, genizinden (be, cim, dal, tı, kaflar kalkale ve gunne) çıkarmaya zorlandı ki, Mustafa Efendi: “Bu Hoca ne çok çanak-çömlek kırdı!” dedi. Bu ders yılında rüştiyede bütün sınıflarda din dersi kalktı. Türk Tarihi dersinin Bulgar öğretmenler tarafından verileceği bildirildi. Nitekim ilçe merkezinde bir Türk okulunda Bulgar öğretmen örnek Türk Tarihi dersini verdi.

Türkleri o kadar aşağıladı ki, en sonra duramadık, öğretmen eleştiri yağmuruna tutuldu. Müfettişler öğretmenin hazırlıksız derse çıktığı için öyle olduğunu, amacın Türkleri aşağılamak olmadığını, bunu yanlış algılamamamızı rica ettiler. Bizim okulda Bulgar öğretmeni Hristo: “Ben Türk Tarihini bilmem, olmaya bir yanlışlık yaparım, siz verin diye” dersi Türklere bıraktı.

Balkan Savaşı’ndan sonra köyümüzün en verimli topraklarını ele geçiren Bulgarlar birden-bire bu tarlaları ucuz ucuz satmaya başladılar.

Nazım’ın dediği gibi:                      

Köylünün toprağa hasreti var.

Toprağın hasreti  

Makinalar!

 

Toprak hasreti çeken Türkler borç harç tarla almaya başladılar. Ben de 6-7 dönüm aldım. Öncekilerle 35 dönüm tarlamız oldu. Bunları kayınpederin modern araç gereciyle işleyince hayli ürün aldık. Ambara koyunca babam: “Bu ambarı Balkan muharebesinden sonra üç göz olarak yaptım, bugüne kadar bir gözünü bile iyice dolduramadım, şimdi üçünün de dolduğunu gördüm” dedi.

Fakat bu çıkardığımız ürün devlet teslimatı olarak bizden alınıyordu.

Örneğin bir dekardan 10 şinik tahıl çıkarsa, 15 şinik üzerinden teslimi isteniyor. Şikayet edenlere iyi bir dekardan 25 şinik çıkarın size de kalsın, eğer işleyemezseniz tarlaları devlete teslim edin, o makine ile işleyip size daha çok verecek, demeye başladılar. Bulgarların tarla satmalarının nedeni anlaşılmaya başlandı. Her köyde TKZS (Emek Tarım Kooperatif Birliği) kurulması isteniyordu. Bizim köyde hiç tarlası olmayanlar hemen kurdular. Onlara işlemek için köyün en verimle toprakları devletleştirilerek sahiplerini en verimsiz yerlere kaydırıyorlardı. Bu kooperatiflere girmeyenler zar zor yiyecek bulurken, girenlere çuval çuval fırıncılar ekmek için un dağıttıyorlardı. Tarlasını TKZS’ye teslim eden devlet teslimatı ve vergiden kurtuluyordu. İyi günler göreceğiz diye sevinirken geleceği karanlık görmeye başladık. Yine göçmenlik gündeme gelmeye başladı.

1948/49 öğretim yılında eğitim müdürlüğünden gelen bir yazıda: okullara, öğretmen, köyün kalkınması için çalışmış, faşizme karşı savaşmış, şimdi sağ olmayan biri, yahut ünlü yazar, yahut siyasi birinin adının verilmesi isteniyordu.

İlkokul, rüştiye öğretmenleri toplandık, herkes fikrini söyledi. Biz birkaç öğretmen daha önce hazırladığımız: Köyümüzde 19. Y.Y. sonlarındaki Eski Okul’da (Osmanlı döneminde yapılan Beylik Ambarı’ndan bozma) da uzun yıllar çocuk okutmuş, başka hocalar yazı yazanı görünce “Katip mi olacaksın!”  diye parmaklarına çubukla vururken o, birçok kişiye yazı öğretmiş, BAKİ HOCA’yı teklif ettik; yaşamına ilişkin derlediğimiz bilgileri, bulabildiğimiz kadar yazdığı İlm-i Hal, Vasyet-nâme vb. kitapları gösterdik. Çoğunlukla okulun adının “BAKİ” (Şair Baki) olması uygun görülerek tutanak hazırlanıp eğitim müdürlüğüne yollandı. Biz onaylanıp gelecek diye beklerken, gelen yazıda doğrudan doğruya emr-i vaki şeklinde Bulgar adı, Vasil Levski, Hristo Botev vb. olması isteniyordu.

Yine öğretmenler kurulu toplandık, bir zaman öğretmenim, şimdi öğretmen arkadaşım Sıtkı Efendi (BKP’liydi bunun için okul müdürü atandı) herhelde ona baskı yapılmış, gelen ikinci yazıya göre hareket etmemizi istiyor, hatta yalvarıyor.

Biz Türk öğretmenleri: “Niçin Bulgar olmasında diretiyorlar, Bulgaristan’da bugüne kadar olanların istediği nitelikte Türk yok muydu?

Sabraniye (Meclis)’de milletvekilliği yapmış Ethem Ruhi, gazeteci Mehmet Celil, Şair Mehmet Fikri, Kufallarlı Ahmet Muallim, bunların üçü şovenistler tarafından öldürülmedi mi?

Türk-Bulgar kardeşliğinden söz ediliyor, yıllarca masum Türk kanı dökmüş haydut başlarının adının Türk okuluna ad konması cinsinden daha birçok eleştiri yönetildi, bir karar veremeden dağıldık. Bu ad sorunu Türk-Bulgar okulları birleştirilinceye kadar öylece kalmış.

Öğretim yılı sonunda öğrenciler Güney Bulgaristan’a (Rusçuk, Tırnova, Gabrova, Kızanlık, Sliven, Karnobat, Şumnu demiryolu ile) gittik. Birkaç gün Tırnova’da kaldık. Tırnova’nın her yanı Türk Tarihi. II. Bulgar devleti’nin başkenti olan burasını 1393’te I. Murat almış.

Deliorman Alevi-Bektaşilerin onlara sahip çıkmasını, bu yöredeki tekkelerin bakımsız olduğu yeni rejimden parasal destek sağlanmasını istiyorlardı.

Bir sabah şehirden kuzeye doğru, gülbahçeleri arasından hayli yürüdük; karşımızda 1877/78 Rus-Türk savaşında Plevne’den sonra en çetin savaş olan Şıpka geçidini uzaktan seyrettik. Bizi gezdiren Kızanlıklı öğretmen: Şu, ta uzaklardan görülen Rus anıtı yok mu, bize her an her dakika “Siz Türk’sünüz!” diyor, dedi. “Bunlar ünlü hayduttu, hep Türkler tarafından öldürüldüler” diyorlar. Bunların birini yetkililere itiraz ettik: “Böyle şeyler kurulmak istenen kardeşliği zedeliyor” dedik.

O yıl 2 Temmuz’da faşizme karşı dünya proleterlerinin davasını savunan, Laypsig Kahramanı, Bulgaristan Devlet Başkanı Georgi Dimitrov öldü. Yerine, ona her eylemde destek veren Vasil Kolarov geçti.

 

1949/50

1949/50 öğretim yılında okul kitapların tümü değişti. Daha önce Mehmet Emin, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Reşat Nuri vb. şair ve yazarlardan alınan okuma parçaları yerine Bulgarca ve Rusça’dan çeviriler alınmış bize “yazar ve şairlenizi yetiştireceksiniz” dediler. Ocak ayı içinde ilçe merkezinde Türk öğretmenlerini eğitim ve öğretim alanında yetiştirmek amacıyle üç hafta sürecek kursa topladılar. Bu üç hafta boyunca her akşam bir yerde toplanmak üzere Kemallar, Hüseyinler, Arslanköy, Mumcular Alevileriyle uzun uzun sohbetler yaptık; o kış gecelerinde sabahladık. Dört Halife, Emevi, Abbasi-Selçuk, Osmanlı Devleti dönemleri; 12 İmamlar, Ahmet Yesevi, Horasan Erleri, Rumeli’de Saru Saltuk, Kızıl Deli, Otman Baba, Akyazılı Sultan, Demir Baba’ya ilişkin bilgiler, yöredeki Alevilerin sorunları hep konuşuldu. Bu toplantılar bizi birbirimize daha çok bağladı.

 Kış günleri böyle toplantıları sık sık yapacaktık, heyhat! Önümüzdeki yıl Türk ulusunun ebedi derdi GÖÇMENLİK çıkınca neye uğradığımızı anlayamadık, bu toplananlar çoğu Türkiye’nin her tarafına yayıldı. 20 yıl sonra Bulgaristan’a gittiğimde orada kalanlardan çok azını bulabildim, onlar da her şeyden ürkmüş, çekiniyorlardı.

Her ders yılı sonunda yapıldığı gibi bu yılda Hüseyin Baba Tekkesi çevresindeki Yunus Abdal, Adaköy, Zavut, Kalova, Duştubak, Duraçköy, Eski Mahalle, Büyük ve Küçük Kokarca köyleri Türk ilkokul ve rüştiye öğrencileri kendi aralarında çeşitli spor yarışmaları yaparken biz Türk öğretmenleri, Bulgar öğretmenlerine sezdirmeden bir sapa yere çekildik. İçimizde en yaşlı olan Zavut Köyü (Mithat Paşa’nın köyü) öğretmenlerinden Mahmut Hoca: Arkadaşlar GÖÇMENLİK söylentileri günden güne alıp yürüyor, şayet aslı çıkarsa ne yaparız? Biliyorsunuz halk biz öğretmenlere bakacak... Çoğumuz yol açılınca bir gün durmayız...

O zamanki durumu göre hareket ederiz diye başladı; birçok fikirler ileri sürüldü, nihayet bu sorunu Türk Konsolosluğu’ndan öğrenilmesi kararına varıldı. Buna da beni görevlendirdiler. Haziran ayı sonu, oraklar çıkmadan Sofya’ya gidip bu işi göreyim, dedim. Sıcak bir gün, tren tenha. Rusçuk’a kadar Mithat Paşa’nın yaptırdığı (1865) demiryolu boyunca hep gördüğüm Türk tarihinden yapraklar: İşte Mithat Paşa’nın Numune Çiftliği, Rus saldırılarına göğüs geren Tuna boyu köyleri, Mithat Paşa’nın yaptırdığı Tuna İskelesi, Rusçuk İstasyonu...

Rumeli’de Türk kahramanlığına ilişkin yıllarca söylenecekler arasında ayrı bir yeri olan “Plevne Ovası”ndan geçerken, 93 (1877/78) Savaşı’ndan kalma tepeleri, top güllerinden çomaklaşan yaşlı meşeler, geçenlere bir şey söylemeye çalışıyor; Osman Paşa’nın askeri de:

                            Tuna nehri akmam diyor,

                            Etrafımı yıkmam diyor.

                           Yüz bin Moskof gelse bile,

                           Ben Plevne’den çıkmam diyor! 

diye hala söylüyor gibi geldi bana… Oysa Tuna bulanık bulanık akıyor, Türk askeri çıkmış, Balkan’ın öte yakasına giderken bize Deliorman, Dobruca, Tuna Yalısı, Tozluk, Gerlova ve Trakya Ovası Türklerini geride bırakmış.

Atatürk bizim için: “... Bu geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ricat hatlarını sağlamak  için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir” diyor.

İstihrac (bazı şeylerden anlam çıkarmak)’a inanan dedelerimiz, onların torunları, yetmiş yıl önce çekilen ordunun ille bir gün dönüp atlarını Tuna’dan sulayacak diye hep bekledik durduk, artık gelmeyecekler diye onlara ulaşmak için yol aramaya başladık.

Yakında yine II. Viyana Bozgunu’ndan beri Türk’ün kaderi olan “HİCRET” ufukta kendini göstermeye başladı, çoluk çocuk, yaşlı genç yollara döküleceğiz, ama yine geriye kalacaklar olacak...

Sofya’da Türkiye Başkonsolosluğu ana baba günü, yukarıda sözü geçen yörelerden kapıda haftalarca bekleyenler var. Bu manzarayı gördükten sonra başka çare aradım. Konsolosun her zaman geldiği yolu öğrendim. Ertesi gün orasını beklemeye başladım. Tam otomobilden inip önümden geçerken “Günaydın Beyim size ma’ruzatım var” deyince “Benimle gel” dedi. Bekleyenler yol açtı, içeri girdik. “Maruzatın nedir?” dedi, dilimin döndüğü kadar anlattım. Bana göçmenliğin olacağını açık açık söylemedi, Birleşmiş Milletler’de Bulgar delegesi: “Ülkemizdeki Türkler yeni rejimden memnun, artık Türkiye’ye göçmek istemiyorlar” dediğini anlattıktan sonra,  “İşte dışarısını görüyorsun” deyip ekledi ve kapıcı Hüseyin Efendi’yi çağırarak: “Bu bey buraya geldiginde hemen içeri al” dedi. Anlaşılan bana buraya yol düşecek. Kapıcı ile salonda kendi aramızda bir parola uydurduk “Yunus Abdal” diyeceğim, o anlayacak. Köye dönünce beni merakla bekleyenlere bilgi vermek için Mumcular Köyü’nde Halil öğretmenlere toplandık, gördüğüm ve işittiklerimi anlattım. Temmuz ayı geçti, Ağustos’un yarısı oldu hep bekliyoruz. Bir gün top patlaması gibi “Türkiye’ye göçmek isteyenler obştinada (belediye) deklaratsiya (beyanname) verirlermiş” söylentisi çıkıverdi. Gerçek mi? diye belediye memuru St. Bonev’e sordum; gerçek olduğunu söyleyip “Yarın çok yığıntı olur tenha iken hemen yapalım” dedi. “Evdekilerle bir görüşeyim” diyerek oradan ayrıldım. Babam ve kayınpeder: “Artık burasının tadı kaçtı, zaten hiçbir zaman olmadı ya. Yol açılmışken gidelim” dediler. Ertesi gün passaport işlemlerini yaptırdık.

Bir gün önce bana aydınlık olan bu yerler güneş tutulmuş gibi kararıverdi. Öğretmenlikten istifa ettim. Pasportlar hemen geldi. Bizim bölge Varna Konsolosluğu’na bağlı fakat ben vize için Sofya Konsolosluğu’na gittim. Kapıda yine Hüseyin Efendi. Parolayı söyledim, söyledim, farkına varmıyor, neden sonra anladı, af dileyerek, içeri aldı. Pasportları başkâtibe verdim. Konsolosa yine kendimi tanıttım. Konsolos Fuat Ayhan Bey: “Altın, mücevher vb. gümrükten geçmesi zor olan kıymetli şeylerin, kendisine teslim edildiği takdirde Türkiye’ye geçince 4. Vakıfhan’da bir bir adresten alınabileceğini güvenilir kişilere duyurmamı” söyledi. Benim bildiğim birkaç kişi oraya bir şeyler teslim etti. Bir ara gazetelerde Bulgar gümrük memurları tarafından Sofya’daki Türkiye Başkonsolosluğu kuryesinin çantası aranarak bazı şeylere el konduğu, ve daha sonra Fuat Ayhan’ın yolsuzlukla suçlandığını okudum.

Hafta geçmez Sofya yollarında... Vize, Dışişleri Bakanlığı’na diploma, terhis tezkeresi vb. onaylatmaya götürüyor, konsolosluğa teklifsiz girip çıkıyorum, hatta Varna Konsolusluğu’nda (Kıpti) diye iptal edilen passaportları bile orada düzelttirip vizesini aldım.

Türkiye’ye göçerken benim için en önemli sorun: Kitaplığım; derlemiş olduğum köyümüzün tarihçesi; Yunus Abdal; köyde muhtarlık yapanlar, unutulmayan olaylar, 20. Y.Y. başında köye gelen Bulgarların davranışları; halk ozanı Fıçıcı Mehmet’in taşlamaları, Eşkıya Civan Aliş’i tanıyanların anlattıkları, köyün 1830’dan sonra yapılan nüfus sayımları, taşınmaz malları; tarla, mera, orman ve vakıflara ilişkin notlar…; 1934’ten beri yazdığım anılarımı geçirmek için Sofya’daki  Ulusal Kütüphane müdür Nüvvab Medresesi’nden çıkma Boris Nedkov’a (Boris Hoca)  başvurdum. Verdiğim listeye baktı “Naima Tarihleri, Nutuk (1937’de ipek kağıda basılmış), buraya teslim etmeden izin veremeyiz” dedi. İstenenleri başka zaman götürüp KNİK’ten güya müsaade aldım.

Sofya’ya gidip gelirken yolumun üzerindeki Rusçuk’ta çoktan beri bulunmayan, üst baş giysisi vb. gereksinimleri karaborsadan belki bulurum, diye birkaç gün kaldığım oluyordu. Bir defasında öğretmenler toplantısına gelen Mustafa Efendi’yle bir akşam Haydar’ın Hanı’nda sabaha kadar konuştuk. Yetkililer ona: “Ya öğretmenliği, ya da müridliği bırakacaksın!” diye sözü dikmişler, müridlerinden çoğu göçüyormuş. Ormanköy (Razdel-Silistre ilçesinde)’deki Şeyh Ramis’le (Türkiye’li olan değil) aralarındaki anlaşmazlığın gittikçe alevlendiğini anlattı. Türkiye’ye geldikten sonra öğrendim: Öğretmenlikten atılmış, köy civarından geçen Kemallar- Silistre demiryolu hattında öğrencileriyle birlikte taş kırmış ve yokluk içinde Hakk’a yürümüş.

O sıra Türklerden milletvekili olan Sabri Demir, Ahmet Yakub ve İsmail Sarhoca (onunla Nüvvab’ta bir sınıfta ben, o ve başkaları fakir fukara sınıfından idik) ile yolculuğumuz oldu. Türkiye’ye göçenlere hain gözüyle bakılıyordu; onlar: “İyi yapıyorsun, eni sonu bizim de gideceğimiz yer orası” dediler. Bilmem benim oraya karamsar gözle baktığımdan mı? Trenlerde, devlet teslimatı olarak ellerindeki zahireleri alınmış sürü sürü Bulgar köylüleri şehirlere karaborsadan ekmek almaya geliyor; kimisi kirkaç torba mısır, darı, süpürge tohumu karışımı ekmek bulmuş, çoluk çocuğuna götürmeye çalışıyordu. Bunları gördükçe bu cehennemden bir an önce kurtulmaya çalışıyorum. Meğer halka bu eziyetler TKZS’ye girmeleri için yapılmış. Hepsi girince Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, yorgan gidince kavga da bitmiş (taşınmaz mallar devletleştirilmiş).

Bir ara yollar kapandı, açılması bir aydan fazla sürdü. İşte o zaman en acı günleri yaşadık. Bulgarlar “Anavatanınıza kavuşamadınız” passaporta kalkışmayanlar da İyi etmişik, bozuk düzen olmadık derken, Aralık ayının sonlarına doğru yol açıldı. Trenler dolusu insan Mustafa Paşa’ya (Svilengrad) doğru akmaya başladı. Göçmek istemeyen ileri gelen Türkler bir hafta içinde zorunlu göç işlemi yaparak sınır dışı edildiler.

Bize 1951’in Ocak ayı sonuna doğru yol verildi. Yunus Abdal Köyü’nden 40-50 hane çıkarken, sanki kar bizi bekliyormuş, lapa lapa öyle bir yağmaya başladı ki! Buna rağmen köyde kalanların çoğu bizimle Işıklar (Gara Samuil) İstasyonu’na kadar geldi. Varna’dan Rusçuk’a giden trene bizi bindirirken yıllarca birlikte yaşamış insanların ayrılışı, çok acıklı oldu; göz yaşları sel gibi aktı, ağlayıp feryat edenlerin sesini trenin düdüğü bile bastıramadı. Rusçuk’a gece vardık, Balkan trenine aktarıldık. Bu aktarmalar çok telaşlı olacak, düşünmeye başladım: Biz, anam, babam, eşim, 6 aylık bebek ve 7 yaşında bir çocuk... onlara yer bulmak, yerleştirmek bazı gereksinimlerini gidermek... Bu yolculuk ne kadar sürecek?... Nereye konacağız? Bu aktarmada, herkes kendi canın kaygısına düşünce, yakın akrabalık, yaşlılara saygı, insan sevgisi, hak hukuk, insaf, merhamet, hatır, gönül bizden uzaklaşmaya başladı!

Sabaha karşı Dimitrovgrad (Tırnovo- Seymen, yeni rejim burasını ağır sanayi merkezi yapmaya başladı) indirdiler. Yanımızdan kamyon dolusu işçiler şarkı söyleyerek geçerken bizleri görünce heyecanlanarak seslerini daha yükseltiyor,

Kaldırınız alınları, sarsın işçi akınları

Uzakları, yakınları, yaşa var ol, ey E M E K.

şarkısını söylüyorlardı; sanki biz emekçi değiliz!.. Kar tipi altında bizi alacak treni saatlarca bekledik. Anam, babam burada hastalandılar, yürüyemiyorlar. Onları indir bindir derken, sırtla taşımaya başladım. Svilengrad’dan (Mustafapaşa) Türkiye’ye geçivereceğiz sandık.

Bizi, kasaba dışında demiryolu boyuna yakın bir ovaya indirdiler, duracak yer kocaman bir çadır, fakat yeni gelenlere yer yok, bir akşam dışarıda bekleyeceğiz. Küçük çocuklu kadınlara eski bir gümrük binasında yer açmışlar, orası da dolu. Yıllarca komşuluk yaptığımız Bulgarlar şimdi bize düşman kesildi, zaten dost oldukları yoktu ya! (Bu yörenin Bulgar kadınları Balkan Savaşı’nda esir düşen Türk askerlerinin çoğunu çapa, diğren, balta ile öldürdüler- Yazarı belli olmayan “İslam Düşmanları” 1332/1916.)

Burada görevli hemşireler keyifleri olursa bazı günler Amerikan yardımı süt tozlarından küçük çocuklara bir bakdak sütü kaşıkla verip, sapıyle göz çıkarırcasına: “Siz ne nankörsünüz, bu özgür ülkeyi bırakıp kapitalist  ülkeye gidiyorsunuz, bu çocuklar büyüyüp yarın bize düşman olacaklar” diyormuşlar. (Gerçekten bu çocuklar büyüdü, Bulgaristan'a rejim değiştikten sonra oraya giderek iş alanlarında onların ekonomisine dostça yardım etmeye çalışıyorlar.) Bu, Almanların Konslager’lerini andıran kampta bir haftadan çok kaldık. Her akşam Edirne’den Türk treni geliyor, ertesi gün gidecek 800 kişinin adları okunuyor, sabahleyin yanımızdan el sallayarak geçiyorlar, onlara gıpta ediyor, acaba bize de sıra gelecek mi?, diye tasalanıyoruz. Çünkü bizden önce bir yol kapanmasında burada (bizim Nüvvab hocaları da var) binlerce kişi bir aydan fazla pelli perişan olmuşlar!

Bazı akşam tren geç kalınca hepimizi bir telaş alıyor. Doğa acımasız, kış hükmünü gereği gibi sürdürüyor. Burada binlerce insan sanki ayrı bir dünyada Mars’ta, Venüs’te...

Bunlarla ilgilenen bir kurum, bir insan yok.. Kızılhaç, İsâ gibi göğe çekilmiş!. Hastalananlara bakan, hiç olmazsa bir aspirin veren de yok. Ölenleri kampın biraz uzağındaki çukura götürüp üzerine biraz toprak atıp bıkarıyorlar.

Beklediğimiz an geldi, bir sabah bizi de gümrüğe götürdüler, orada duruma baktım, korkunç... bebeklerin bile üstü başı aranıyor.

Sıra bize geldi, Sofya’dan aldığım belgeyi gösterdim, bakmadılar bile, elyazması, kâğıt ve kitapları oradaki çöp yığınına atıverdiler, itiraz edecek oldum, beni bir odaya götürüp kapadılar. Yolcular binmiş, tren hareket edecek, anam babam makiniste “Oğlumuz kaldı” demişler; dışarıda bir hareket oldu. İçeri cin gibi milis girdi “Haydi trene!” dedi.

Bizim aile beni görünce öyle bir ağladılar!

Anayurdumuza kavuştuğumuza sevinemedik.

 

Önce Yunanistan’a girdik.

Biraz sonra Edirne – Karaağaç İstasyonu…

Türk bayrağına öğleden sonra, 26 Ocak 1951’de, kavuştuk.

 

G Ö Ç     D E S T A N I

 

Kaçıp gideeri memleketten Tüük, Çeekez

Yedi-sekiz köve yaptılar bii meekez

Mecnun gibi olmuş dolaşeeri heekez

Hali perişandır bugün İslâm’ın ...

 

                 Cehenneme döndü cennet gibi ülke

                 Bulgar kopilleri saldıreeri Tüük’e             

                Aç (Şoplar) (ı) göz diktiler emlâke mülke.

 

93’ten (1876) beri tees gideeri işler

Tüük’ü ezmek için bileneeri dişler

İyiye alâmet değildir gidişler.

 

                  Kaçan kurtuleeri, ah çekeeri kalan,

                  Ucuza verilse de bulunmaz mülk alan

                  Parasız (imot) (2) almak ister Bay Yuvan.

 

Cana tak dedi odunla tütün cezası

Fukaranın alındı öküzü buzağısı

Baskıdan gözetti Kemallar kazası.(3)

 

                      Ektiğim, algıya vergiye yetmez

                      (Koli) ile (Atanas) kapıdan gitmez

                      Şimdiki ( Kınyaz) (4) Tüük’e merhemet etmez.

 

(Biinik) (5) i ödersin (tıımık) kalır açık

Gel de sen bu işin altından sıyrıl çık

İsteemisin ensende patlasın dipçik.

 

                      Çok aardır Kara Bulgarın zakonu,

                      Eridir İnsanın varını yokunu,

                      (Bejenes)ler (6) çıkardı işin b..unu.

 

Her köve sokuldu, yerleşti (Dobuucan) (7) 

Yapıldı kilise asıldı kocaman çan

Avşam sabah şindi ureeri dan dan dan.

 

                        Baskıya dayanmaz Coşan Tüük’ün kanı

                        Göçeder Anayurd’a kapıp yooganı

 

(“ANAYURT” Gazetesi, 29.10. 1956 – Ankara 1909 – Adsız Kahraman (8))

 

AÇIKLAMA:

(1) Şop: Batı Bulgaristan’da Bulgar halkı. (2) İm ot: mülk. (3) Kemaller Kasabası 1934’ten beri adı İsperih. (4) Bulgar Prensi Ferdinand.

(5) Birnik: tahsildar. (6) Bejents: Bulgaristan’a kaçan Bulgarlar. (7) Dobrucan- Romanya’dan Bulgaristan’a kaçan Bulgar. (8) Adsız Kahraman-150’liklerden “Rumeli” Gaz. Sahibi Tarık Mümtaz.     

        

1956 –1960 Arası Bazı Anılar

Üzerimde ağır yük olan stajyerlikten kurtulunca bir kazaya, bir belaya çatmazsam öğretmenliğe devam eder, dururum dedim; ilerisi için plan yapmaya başladım; Kitaplığıma meslek, genel kültür kitapları, edebi, tarihi dergiler almaya başladım, köy yerine haftada-on günde posta gelse de günlük “Vatan” gazetesine abone oldum. Eşim Ayşe Hezarfen meslek derslerinden sınava girmek için Maarif Vekaleti’ne başvurdu, Kastamonu Gölköy Öğretmen Okulu’nu verdiler. O zaman oraya gitmek çok zordu, vazgeçtik. Harmanı dövüp bitirdikten sonra yarım kalan bir iskân işimiz için Ankara’ya gittim. Bakanlık’ta işimi bitirdikten sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde öğretmenim Osman Keskioğlu’nu gördüm, Suudi Arabistan Elçiliği’nde öğretmenim İsmail Ezherli’yi görmeye gittiğimde kapıcılar önce içeri girmeme izin vermediler, nereli olduğumu sordular, Isparta’lı deyince Said-i Nursi’ye görüyor musun, ne yapıyor? dediler. O sıra Barla’da idi, Müfettiş Ziya Özkan anlatıyordu; yüksek bir ağaca çardak yaptırmış gündüzleri orada duruyormuş… Bu bildiklerimi  anlattım, hemen içeri haber verdiler, bizi görüştürdüler; son görüşmemizmiş, başka zaman onu bulamadım.

O yıllarda Ankara’da şimdiki gibi otobüs garajı yoktu, şehirlerarasına çeşitli yerlerden kalkıyordu. Rüzgârlı Bahçe çevresinde gezerken bir yerde “Konya’ya otobüs kalkıyor” diye birinin bağırdığını işitince, birden aklıma Mersin tarafında, 6-7 yıldır görmediğim yakınlarımın yanına gitmek geldi. Hemen otobüse bindim, yollar iyi olmadığından bütün gece sallandık durduk. Sabaha karşı Konya’ya geldim. İstasyona giderek Karaman tarafına giden trene yetiştim. Sabah erken, ucu bucağı görünmeyen Konya Ovası’na pencereden bakınca, ileride göl boyunda ağaçlar görüyorum, dakikalarca yürüdüğümüz halde bir türlü göle gelmiyoruz; bu merakımı kondöktor farketmiş “Gördüğün serab – mirajtır” dedi.

Karaman’da indim, Mut’a nasıl gideceğimi sordum. Bir yer tarif ettiler, orada bekle mutlaka o tarafa adak kurbanı götüren kamyon olur, onunla gidersin dediler. Öyle oldu, biraz bekledikten sonra hasta oğulları için Zeyne’ye kurban götüren bir aile geldi, geçen bir kamyona bindik. Dağları aşa aşa yatsı zamanı Mut’a girdik. O akşam handan bozma bir otelde kaldım, sabah erken yine Zeyne Köyü’ne doğru yürüdük. Köye öğle zamanı vardım. Bizim göçmenler köyün doğusunda, 1923’ten önce Rum yerleşim yeri olan su kaynağı, bağ, meyve ağaçlı yere 9 hane iskân edilmişler.

Birkaç yıldır birbirimizden ayrı kalıp hasretini çektiğim yakınlarıma kavuştum, orada kaldığım bir hafta boyunca gece-gündüz konuştuk. Bulundukları yerden çok memnunlar, fakat yakınlarından ve kasabaya uzak olmaları bellerini büküyor, ürettiklerini ta Gülnar’a götürüp satabilirlermiş. Evlerinin yakınında Romalılardan kalma tapınak kemerleri var. Evlerinin duvarlarını bu tapınağın taşlarıyla yapmışlar. Rumların döneminde buraları bağlık meyvelikmiş. Ta eski zamanlarda burada yaşayanlar çıkardıkları şarap ve zeytin yağlarını su künkleriyle Akdeniz iskelelerine akıtmışlar.

Sıcak olduğu zaman burada şarap kokuyor, mahzenleri hep arıyoruz, bulamıyoruz dediler. Rumların taşları tıraş ederek yaptıkları bir harman yerini gördüm. Onlar buradan göçünce bağ ve meyve ağaçlarını Yörükler kesmiş şimdi çotuklardan fışkıran ağaçların meyveleri yenecek gibi değil, ekşi ve acı. Aşağıdaki Zeyne Köyü’nde Zeyne Baba’nın Türbesi var, ziyaretçisi hiç eksik olmuyor. Adak kurbanı kesenler var.

Köydeki  öğretmenler ve Boyacı denen biri, yanımıza geldi saatlarca sohbet ettik. Zeyne’ye yakın Gökbelen Yaylası (öyle hatırımda kaldı) varmış, bir gün oraya gittik. Silifke tarafında olan yakınlarımız da oraya geldi, saatlerce konuştuk. Dayım Salim Çağlar: “İyi muhabbete doyum olmaz, eğer bu muhabbetimizi Bulgaristan’daki gibi devam ettireceksek, şimdiden bir hazırlık yapalım, her zaman bu yaylaya gelemeyiz, ben şimdi şöyle bir fikir ileri süreceğim: Bizim Hezarfen’in coğrafya bilgisi iyidir, verilen arazimizi satmaya şurada birkaç yıl kaldı o zamana kadar Türkiye’de demiryolu kavşağı, fabrikası olan büyücek bir şehre yakın, bize uygun yerleşecek yer neresidir?” diye sordu. O  zamana kadar  bunu hiç düşünmemiştim, birdenbire afalladım. Konya, Afyon, İzmit... saymaya başladım. Göçmenlerin çoğunlukta bulunduğu bir yer olmasını istiyorlardı, söylediğim şehirleri pek gözleri tutmadı. Arif Falcı: “Hezarfen şimden sonra bize uygun yer araştırmaya başlasın, incelesin, arsa ve tarla fiyatlarını da öğrensin, o zaman duruma göre düşünür bir karara varırız” dedi.

Oradakiler, bu fikri uygun görerek yerleşmek için yeni bir yer arama görevini bana verdiler.

O sevinçle sazları alarak :

Merdiven dayadım aman  -      Meyve dalına

Çıkayım bakayım aman    -      Urumeli’ne

Arzuhal yapayım aman     -      Bulgar Beyi’ne

Dediler yarin geliyor         -      Şimdi Nemse Vapuriyle

şarkısını yanık yanık söylediler.

Zeyne Köyü’nden ayrılıp Göksu Irmağı’na inerken her tarafından sular fışkıran bir çınar ağacını gördüm. Bu Ortadoğu’nun en kalın ağacıymış.

Haçlı Ordusu’nun ünlü kumandanlarından birinin suya düşüp boğulduğu yerden salla karşıya geçtik. Göksu Irmağı bol sulu ve hızlı akıntılı, zincirlerinden kurtulan salın bazen öteye beriye çarparak çok aşağılara sürüklendiği olurmuş.

Geceyi Mut’ta, daha önce kaldığım otelde geçirdim. Sabah olur olmaz Karaman’a gidecek araba aramaya başladım. Mut küçük bir kasaba geçende gece geldiğimden görememişim, tarihsel kalıntılar bakımından çok zengin, kasabanın her tarafı tarih dolu. Bazılarını gezip dolaşırken yabancı olduğu belli, genç bir kız onu gezdirenlere bozuk Türkçe’siyle bir şey soruyor, konuşuyordu. Ben yabancı birini görme ve öteberi öğrenmeye başladığım Esperantoca konuşma fırsatı bulma sevinciyle, yanlarına yaklaştım, müsaade isteyerek konuşmaya başlayınca kız diğerlerini bırakıp benimle konuşmaya başladı: “Geçen yıl Yunanistan’daydım, aşağı yukarı Yunanca öğrendim, bu yıl da Türkiye’de Türkçe öğreniyorum, şimdiden tezi yok Esperanto’ya çalışacağım” dedi. Yakamdaki yeşil yıldızlı Esperanto rozetini ona hediye ettim. Kalıntıları gezerken kendini tanıttı; İngiltere’de: üniversitede öğrencisiymiş, yazları çalışıp kazandığı parayla okuduğunu; şimdi Mut-Karaman arasındaki Toros Dağları’nda ilk Hırıstıyanlık dönemine ilişkin bir katatompun kazısını yaptıklarını; o dönemin ünlü bir papazının da mezarını bulduklarını sevinçle anlattı. Birazdan kazı yerine döneceğini, istersem birlikte gidip onların konuğu olmamı, çalışmalarını görmemi istedi. Gitmeye can attım, fakat evden çıkalı çok olduğu, araştırma hususunda da yeterli bilgim ve hazırlığım olmadığından gitmedim.

Bizimle birlikte gezenlerden biri kaymakam, diğeri de ortaokul müdürü Lütfü Özalp imiş; bana bu kal’aların Karamanoğulları’na ait olduğunu anlattı, okula gittik. Hizmetiliye: “Bugün konuklarımız var yemek hazırla” dedi. O gün İstanbul’dan oraya ta’yin olmuş kimya öğretmeni de olmak üzere, hep birlikte yemek masalarına geçtik. Müdür hizmetliyi, “Gel birlikte yiyecegiz” diye masamıza çağırdı. Bunu kimya öğretmeni biraz yadırgadı, bunu anlayan müdür: “İş zamanı görevimiz ayrılıyor, diğer zaman hepimiz eşitiz” dedi.

Freni bozuk bir meyve kamyonu ile bütün gece yürüyerek Konya’ya geldim.

İlk defa Mevlana’ya gittim, o sıra şimdiki kadar düzenli değildi.

Arkeoloji müzesini gezerken bir yere oturmuştum, orada uyuyup kalmışım, kapıcı az kalsın kapıyı çekip gidecekmiş.

 

1956/57 Öğretim Yılında İlköğretim Müfettişi Muzaffer.

Daha önce teftiş olurken sıkılır, heyecanlanırdım. Artık çok rahattım, müfettişin az bir hatasını bile eleştiriyor, okul ve öğrenciler için karşılıklı bilgi alışverişi yapıyorduk. Nisan ayı ortasında müfettiş köyümüzün kuzeyinde Saracık Köyü eğitmenini teftişe giderken yanıma uğradı. Bu teftiş, eğitmenin eğitim ve öğretimde yeterli olup olmayacağı sınıyordu. Kısaca, eğitmenin geleceği müfettişin iki dudağı arasında idi “Olmaz” derse yıllarca çalışan eğitmen emeklilik hakkından, ikramiyeden yoksun, kapı dışarı ediliverecekti. Bunu bildiğimden, eğitmenin böyle bir duruma düşmemesi için onu gafil yakalatmamaya çalışacaktım. Müfettişi oyalamak için kitap çalışmamla ilgili notlarımı önüne koydum: “İncele ve yanlışlarımı göster” dedim.

Yazılarla meşgul olurken sınıfta iki büyük öğrenciye “Biraz sonra müfettişle sizin oraya geleceğiz, telaşlanma, rahat ol” yazılı mektubu ellerine vererek eğitmene yolladım. Köyden bir at arabası bularak yola çıktık. Arabacıya “Yollar bozuk, müfettiş sarsılmasın, yavaş sür” dedim, amacım eğitmene zaman kazandırmaktı. Hamallar’dan geçince Söğüt Dağı etekleri çeşit çeşit renkli çiçeğe bürünmüş, tek tük kalan ardıç ve çam ağaçlarıyla hoş bir görünüş sergiliyordu. Yeri gelmişken müfettişe okul şarkılarında orman ve ağaca çok yer verilmesinin önemini anlatıyor, Bulgaristan’daki okul şarkılarından örnek veriyorumdum:

       Gorata kray rekata               Orman dere kenarında

       Otivme za vıv çaş.               Hemen oraya koşuyoruz.

 

  Müfettiş de coştu, hep birlikte :

 

                 Artık kuşlar ötüyor

                 Orman yeşil oldu bak

                 Çoban sürü güdüyor

                 Kavalını çalarak

                                        Bahar göründü ne hoş

                                        Renk aldı bahçeleri

                                        Sıçra çocuk oyna koş

                                        Şenlik tutsun her yeri

                Güneş bakmakta şen, şen

                Yanmakta her yer par par

                Isındı yer kır çimen

                Sevimlidir İLKBAHAR

şarkısını söyleyerek köye girdik.

Eğitmen matematik dersini işliyormuş. Öğrencilar pratik olarak: Parayı kuruşa, kuruşu liraya, lirayı kuruş ve paraya öyle çabuk çeviriyorlardı ki şaştım. Örneğin: Pazara götürdüğü 40 yumurtayı tanesi 5 kuruş 20 paradan satsa, eline kaç lira geçer? Akıldan, yazıyla birçok problem çözdüler “Topçudayı’nın Evi (Eskişehir-İsmet Paşa Bucağı’nda İsmet Paşa’nın dayısı)” parçasını okudular; özel ve cins isimleri tanıyorlardı, karatahta ve defterlere yazdıkları da çok iyiydi. Müfettiş, öğrencileri dışarıya beden – eğitimine çıkardı. “Neler öğrendiniz, gösterin bakalım” dedi; sıra, uygun adım, üçer dörder olma, gösterdikten sonra, eğitmen onları bir halka yaptı, ikişer ikişer olarak birbirlerinin numarasını belleme ve karşısındakine rapor verme, askerliğe hazırlanma gibi bir oyundu, bunu bizim öğrencilerimiz bilmiyordu.

Eğitmen Osman Efendi’ye sorduk, Çifteler’de kurs görürken öğretmişler. Her şey mutfaktan geçer, diyorlar. Eğitmenin eşi güzel bir akşam yemeği hazırlanmış; yemekte müfettiş resmiyeti bıraktı, eğitmenle candan konuşmaya başladı. Yaz tatili ve boş zamanlarda ne yaptığını sordu, meğer kendirden ip büküyormuş; araç-gerecini, yaptıkları inceli kalınlı ipleri gösterdi. Müfettişin böyle yaklaşımını eğitmenle iyiye yorduk.

Ezandan sonra yola çıktık, o akşam bizde kaldık. Sabahleyin müfettişi İlyas’a yolcu ederken dünkü denetimin izlenimini sordum; bazı ufak tefek eleştirilerini sıraladıktan sonra “iyi” derken sıkıla sıkıla “Acaba bana denk ipi yapamaz mı?” deyince “Olur” dedim. Eğitmen duramamış, akşamüzeri bize geldi. Raporunun olumlu olacağını söyledim, “Eğer beni dinlersen, hediye olarak denk ipi verirsen çok yerinde olur” dedim.  “Hazır var ama ben ona öyle ipler yapacağımki çocukları, torunları bile kullanacak” dedi. Birkaç vakit sonra yapmış, yolladı. Keçiborlu’da bir toplantıda  müfettişe verdim.

Eğitmen emekli olup Gönenköy’e gitti, orada iken selamını alıyordum. İlkbahar gelir gelmez kümes içlerine tavuk ve hindiler için kuluçka yer hazırladık, üç hafta sonra 200’den fazla civciv, bir hafta sonra da yine 200’ü aşkın hindi yavrusu çıktı. Hindi yavrularının bakımı birkaç hafta çok zordur, çok az fire vererek o süreci atlattık. Bunları büyütüp değeriyle satabilirsek bir arsa almak istiyorduk. Birkaç yıl gülyağının fiyatı düştü, aynı zamanda satışı da durdu. O yıllar Bulgaristan’dan bir gül yağ uzmanı Bulgar, Türkiye’ye iltica etti. Bu, Isparta’ya gelip gülyağı fabrikası kurdu. Ara sıra onunla görüşüyordum.

Bana, “İleride gülyağı piyasası açılacak, elindekileri satma, yapabilirsen satanlardan al, beni dinle” dedi. Ben de onu dinledim, bir kilogramdan fazla biriktirdim.

 

1957’de Eskişehir’den yurt alma fikrine girince fazla bekleyemedim; elimdekileri  satıp, birkaç menekşe renginde bin liralıklarla eve döndüm. Artık onlara bakarak, kuracağımız yuvanın hayaliyle yaşamaya başladık. Haziran ayı başında Hamallar Köyü’ne yeni yapılacak okulun temeli Isparta Milli Eğitim Müdürü Fahri Uğrasız (Sonra Uşak Senatörü oldu), Keçiborlu Kaymakamı Mehmet Mumbiç tarafından atılacaktı; kuşluk zamanı köye geldiler, Köy Muhtarı Hüseyin Çavuş, köy kurulu üyeleri ve öğretmen olarak konukları karşıladık.

Eğitim müdürü benimle hiç konuşmuyor (D. P. yandaşı olmadığımdan) Kaymakam’la hemen köy, köyün kalkınması, ağaçlandırmaya ilişkin konuşmaya başladık. Kaymakam bir ara eğitim müdürüne: “Müdür Bey, öğretmenin köylerin ağaçlandırılması, bilinçli şekilde tarım yapılması hakkında çok yararlı fikirleri var, bu bölgede ondan yararlanan birçok kimse var“ dediyse de hiç kulak asmadı. Muhtara ”Her şey hazır mı?”, diye sordu.  O da “Hazır efendim, işte kurbanı getiriyorlar” dedi. Müdür: “Dua edecek hoca  var mı?“ deyince Kaymakam’ın; ”Öğretmen medrese çıkışlı, elbet dua da yapar”, demesine rağmen dinlemedi, “Gidin hocayı çağırın, gelsin” dedi.

Hocaya haber yolladılar, hocanın evi yakındı, hemen geldi. Müdür “ Dua yapacaksın” dedi. Hoca; “Bu öğretmen varken, bu iş bana mı düşer?” der gibi bana baktı, müdür üsteleyince “Buyurun âmin!” diye bir dua okudu. Bu, damadı gerdeğe koyarken okunan duaydı, bir eğitim-öğretim yuvasına yakışır şey değildi. Muhtarın evine giderken Kaymakam’a söyledim, şaştı kaldı. “İşte eğitim ve öğretim ellerine teslim edilen kişiler, bu gibi yöneticilerle irtica önlenmez, bilakis azar! “dedim. Kaymakam “Bunu ben mesele yapacağım” dedi durdu. Müdür, hocanın koluna girdi, “Hocam şöyle, hocam böyle...” güya halka hocalara saygısı olduğunu gösteriyor (!)

Oysa halk hocanın kim olduğunu (hırsızlıktan ceza evine düşünce orada biraz Kur’an da okumaya öğrenmiş, dengesiz biri olup Deli Hoca, denirdi. Bizim evlerimizi yakmak isteyen kişi) biliyor, müdürün bu davranışını yadırgıyordu. Muhtar iyi bir sofra hazırlamış. Yemek yerken kaymakam bana müdürün sorup yanıt alacağı konuları açtı: Köyün tarihi; gelişmesini engelleyen nedenleri; köyün geleceğinin suya bağlı olduğu; iki yıl önce köyün altında burguyla açılan suyun çok derin olduğu, oysa su aldığımız kuyunun biraz ilerisinde göl içindeki taşlardan tatlı su çıktığını oralara burgu salınaydı daha isabetli olacağını açıkladım. (Nitekim 5-6 yıl sonra oradan köyün arazisini bile sulayan bol su çıkmış). Kaymakam müdürün davranışlarına içerlemiş ki böyle ciddi konular açarak konuşmamızı müdüre de dinletti. Ona: “Bulunduğunuz makamda size böyle konuşmak yakışır” demek istedi.

O yıl müfettişin “İyi” olarak verdiği teftiş raporunda, müfettişe katılmadığını belirtip benim çalışmamı “Orta” olarak değerlendirmiş. İşte böyle olayları gelecek kuşaklar daha iyi değerlendirecektir.Bu hususta müdür, köyümüzün varlıklılarından Ömer Erdal’ın (Şapır) kuru inadına kurban oluyordu.

Ömer Erdal bir zaman hazine yerlerini ele geçirmiş, biz iskân olunca devlet bu tarlaları ondan alarak bize verdi ve bunun için düşmanım oldu. Diğer taraftan köyde D.P. ocak başkanıydı; halka yaptığı baskı gibi bana da okula gelip işlerime karışacak oldu, onu dinlemedim.

Geçen yıl Gökbelen Yaylası’nda yakınlarımı yeni yerleşim yeri bulma görevini bana verdikten sonra, hayli araştırma yaptım, Eskişehir’i uygun gördüm, kendilerine de yazdım, kabul ettiler. “Hemen birkaç dönümlük yer bul, sonra herkesin parasına göre bölüştürürüz” dediler.

Haziran sonu Eskişehir’e gittim, Eskibostanlık denen semtte bir yakınımın yanında kalmaya başladım. Çevreye, bize uygun yer aradığımızı duyurduk.

Oldukça büyük bir tarlayı metrekaresi 3 liradan satıcı çıktı fakat tarlanın tem ortasından elektrik telleri geçiyor. Daha başka buldum, anlaşamadık. Bir iş yapamadan iki haftayı geçirdim.

Yine bir gün yer ararken bir tanıdık: “Siz ne uzak uzak gidiyorsunuz, şurada Zincirlikuyu Köyü muhtarı Hacıoğlu Mehmet (Turan) tüm mülkünü satıyor, hem köy içi, avlu bacası yapılmış, o yerde 4 metreden su da çıkar” dedi.

Köylülerden birini yanıma alarak hemen muhtarı buldum, önce yere bir alıcı gözüyle baktık, tam benim aradığım gibi.

Önce pek alıcı gibi davranmayarak ağız aradık, fakat satıcı uysal görünüşünün aksine çok kurnaz biriymiş, uzatmadan konuya girdi; “Siz şöyle-böyle ağız yapmayın, bu mülkü çok beğendiğinizi biliyorum; ben de buraya hiç kıyamıyorum fakat şehirde büyük bir inşaata başladım, buralarını satmadan kapatamayacağım, eğer alıcıysan ona göre konuşalım, hiç uzatmayalım. Burasının geçer fiyatı metre karesi 10 liradır, size 7 liradan olur” deyip bitirdi. Biraz daha indirim yap dediysek de olmaz dedi.

 “Bana 15 gün müsaade edeceksin, bu yerin hepsini kendime almayacağım, buraya yakınlarım gelecek, onlar da kimi Mersin, Konya, Kırşehir vb. yerlerde; durumu onlara bildireyim” dedim.  “Size 20 gün müsaade, ne yapacaksınız, kim ne miktar alacak, bildirin ona göre araziyi parselleyelim” dedi. Hemen yakınlarıma durumu yazdım, Kırşehir’deki kayın-biraderlerimin yanına gittim.

 

1951-1952’de Bulgaristan’dan göçüp Kırşehir’e giden Yunus Abdallılar şehrin 12 km. batısında Sevdiğim denen yere bir modern köy kurdular.

Diğer yöredekilere, geleneklerimizi nasıl yaşattık, bıraktığımız okul, dernek vb. binaların, buraya kurduklarını yazıp duruyor, birçok kişiler çır çor edindikleri arsaları satıp onların yanına gitmeye çalışıyordu, hattâ ben bile bir aralık onların yanına göçmeyi aklıma koydumda.

Köye yakın geçecek bir traktör arabası bularak bindim, daha o yana gidecek başka kişiler de geldi.

Bana bakarak Kürtçe konuşmaya başladılar, bana hoş-beş etmedikleri gibi karanlık ve kaş altından bakıyorlardı. Onların bu tutumu hoşuma gitmedi, kendi kendime “Bu yöre köylüleri bizim göçmenleri burada barındırmayacak” dedim, nitekim öyle oldu.

Köye vardım, yakınlarım ve tanıdıklarla birkaç akşam konuştuk, onlar da: “Köyümüzün çevresindeki köylüler bizi burada tutmayacak. Her gün, tarladaki ürünlerimize zarar veriliyor, gece hayvanlarımız çalınıyor, kırlarda çalışanları basıp döğüyorlar, amaçları bizi korkutup buradan kaçırmak” diye dert yandılar.

Kayın-biraderler ve diğer yakınlarım Eskişehir’de bulduğum yere katılacak oldular, almak istedikleri arsa parasının birazını bile verdiler.

Eskişehir’e döndüğümde diğer yerlerden de haber gelmiş, mülk sahibi ile araziyi ona göre parsellettik. Borcumuzu bitirince tapuları alacağız. Giriştiğim iş bana göre çok ağır, kendimden maada diğerlerinin borcu da üzerimde, ne yapıp ne edip bu yükün altından kalkmak lâzım. Köye döndüm. Civcivler iyice büyümüş, elden çıkarmak lâzım. Birkaç kafes hazırlayarak Keçiborlu’dan İzmir’e götürdüm. 21 Eylül sabah erkenden Kemer İstasyonu’nda indim. Yakındaki fabrikadan işçilerin çıktığı saatmış, kafeslerin çevresini sardılar.

Piliçler birkaç yıldır yerli cinsten ıslah ettiklerimdi. Hele Denizli horozlarının isteklileri o kadar çoktu ki, bu durum karşısında işçiler şöyle bir karar aldılar: Herkese iki piliç, bir horoz ve tanesi 13 liradan satılacak. Bana: “Hocam sen para al, biz dağıtımı yapacağız” dediler. Satış başladı, para almaya yetiştiremiyorum, bir kişi yardımına koştu. Az zamanda 200’den fazla tavuk satıldı. Duyanlar geldi, yetişemediklerine üzüldüler “Yine ne zaman getirirsin?” diye soruyorlardı, ben “Artık hindi getireceğim” diyordum. Orada bana bir tavukçu: “Taşradan buraya senin getirdiğin tavuk gibi iyi cins henüz gelmemişti” dedi. Kafesler boşaldı, yanımda kimse kalmadı. Topladığım parayı saydım, nerdeyse üç bin lira olacak. Bu nakliyat işinde şunu anladım: Trenle yiyecek maddesi, canlı hayvan nakli çok ucuz; burada devlet üreticiye büyük avantaj sağlıyor, yeter ki köylü üretip satsın.

Kafesleri Keçiborlu’ya yollamak için trene verecek oldum, dezenfekte edilmesi lâzımmış. Zar zor bir yerden kireç bularak istenen şekilde yaptım, kabul ettiler.

Fuar’ı görmeye gittim, meğer son günüymüş, pavyonları bozuyorlar.

Öğleden sonra Kordonboyu’nda Atatürk anıtı yanında Başvekil Adnan Menderes’in konuşacağını ilan ediyorlar. Başvekili göreyim, diye oraya gittim, erkenmiş, ön sıralara oturdum.

Konuşma tam saatinda başladı. İcraatını rakamla anlatırken, aynı rakamı ikinci defa söylerken  söyledikleri birbirini tutmuyordu.

O akşam Muammer Karaca’nın “Cibali Karakolu”nu seyrettim. Yakındaki pavyonda Yıldız Ayhan “Dondurmam” türküsünü söylüyordu. Yıllarca köyün karanlığına, çamura gömülmüş, bitmeyen an yiv kavgasından usanmış bir köy öğretmenine yukarıda gördüklerim ne büyük nimetti!.. Trenle nakliyatı öğrendiğimden hindilerin satışında zorluk çekmedim. Yılbaşına yakın İstanbul’daki ağabeyime durumu yazdım. Hilton Hoteli için alıcı bulmuş, 200’den fazla hindiyi İstanbul’a getirdim, tanesi 24 liradan toptan teslim ettik.

Her köy öğretmeninin böyle işler yapma avantajı vardır.

Bu hususta Köy Enstitüsü çıkışlılar çok başarılı idi. Ben köycülük için ne öğrendiysem onlardan öğrendim.

 

1957/58 öğretim yılında çevre okulları öğretmenleri her ay pazar günü bir okulda topraklanarak mesleki konuşma, örnek ders verme vb. görüşmek için karar aldık ve bunu uyguladık. Ben, “Gezilerin (Ekskurziyon) öğrencilere sağladığı yararlar” başlıklı konuşma hazırladım. Nisan’ın ilk haftası Hamidiye, Kuşçular, Hamallar ve Çukurören öğrencilerini bir kamyon tutarak önce Keçiborlu’ya götürdük. Birçoğu treni ilk defa görüyordu. Oradaki Kükürt fabrikasını gezdik, sonra Burdur’a gittik.

Sabahtan hava bulutlu ve soğuktu. Burdur’a vardığımızda güneş çıktı, hava değişti. Önce şehir ortasındaki parkta öğrencilere şehir ekmeği aldık (Her şeyi üreten köylümüz, elde ettiği buğdayı satıp arpa ekmeği yemeye çalışır; kasabaya gittikçe beyaz ekmek görür, hele evdekilere ŞEHİR EKMEĞİ getirebilirse o aile için ne mutluluktur!..).

Çocuklar ekmeklerini yerken yanımıza iki kişi geldi, nereli olduğumuzu sordular. “Gölün karşısındaki köylerden” deyince, “Anlaşıldı Isparta vilayetinden” dediler. Ben “Ne için sordunuz?” deyince; “Biz Burdur Çocuk Esirgeme Kurumu Yönetim Kurulu’ndanız, çocuklara yiyecek bir şey alalım dedik, ama bizim vilayetten değilsiniz” dediler.

“Ben”  Ayrı guberniyadan mı, ayrı devletten miyiz? diye sordum; Şayet öyle bile olsa, bu çocuklar insan yavrusu” dedim.  “Bir öğretmen bizimle gelsin” dediler. Çukurviran öğretmeni Hüseyin Çelik’i yolladık; bakkaldan 3 kg. tahin helvası, fırından her öğrenciye birer sıcak ekmek alıp vermişler, kendilerine teşekkür ettik. Burdur Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Isparta ilinden gelen çocuklara yaptığı bu iyilik unutulur gibi değildi. (Eskiden beri Isparta-Burdur arasında rekabet vardı, bu son yıllarda daha da arttığını  duyuyorum.) Eşim gelen yiyecekleri her ekmeğin içerisine helva koyarak öğrencilere dağıttı.

Önce çok yakınımızda vilayet binasına gittik, bekçiler, içeri koymayacak oldu; vali konağına gittik, o da yokmuş fakat eşi bizimle gelerek bekçilere darıldı: “Bırak girsinler, bu çocuklar yarın kaymakam, vali olacak” diye öğrencilemizi yüceltti. Kendi kendimize: “Buraya vali olmaya  bu bayan lâyıkmış”  dedik. Her daire çocukların ilgisini çekti, gördüklerini hep yazdılar, bizi hükümet konağına götüren vali muavinin eşini de “Valiyi gördük, mavı (mavi) fistan giymiş...”  diye yazmışlar.

(Konuyla ilgili olmak üzere aşağıdaki yazım Hamidiye’de iken 1958 Senir Köyü’nde toplantıda okundu. Öyle gözlem faaliyetleri vardır ki, öğrenciler bir defada lüzumu kadar algı ve izlenimleri edinmezler, bu gibi hallerde öğretmen gözlem faaliyetini tekrarlayabilirse bu öğretim için büyük bir kazanç sağlar. Onun için gözlem öğrenmede tekrarların da büyük bir rolü vardır. Böylece hazırlanan ve tekrarlanan tasarımlar ve hayaller yenileriyle eskileri arasında kurulan bu münasebetler gözlem faliyetini eksiksiz bir hale sokar.

Öğrencilerin gözlem alanında sürekli bir ilerleme göstermeleri bizzat bu faaliyete katılmalarıyla mümkündür. Gözlem sınıfça veya grup halinde yapıldığı takdirde kurulacak işbirliği ile bütün öğrenciler ödüllendirilmelidir.

Gözlemde bir kısım öğrencilerin aktif, bir kısmının pasif kalması doğru olmaz.

Bazı gözlemler çok süreklidir, göz her öğrenciyi ilgilendirir, öğrenci gördüğünü hiçbir zaman unutmaz. Mesala coğrafya ders geçiştilerinde gördüklerimin bu gezintiler çocuklara yer yüzünde doğal ve insan eliyle işlenmiş şekil manzaralarına ait görürler, bilgiler ve kavrayışlar kazandırmak amacıyla yaptırılacak gezintiler.

Bu  gezintiler sınıfta duyulmuş bu ihtiyacın karşılığıdır. Bir ders gezintisinden yapılacak plan, yalnız öğretmen değil sınıfca tasarlanmalıdır. Gezilerde görülecek ve üzerinde konuşulması gerekli bulunacak noktaların kesin not edilmesi, taslak ve krokiler çizilmesi, taş, böcek ot vs. gibi sınıf müzesinde bulundurulmasında fayda görülen maddelerin toplanması lazımdır.

Her gezintide yapılan inceleme ve gözlemler sınıfta birlikte ve asitli yollarda işlenerek bir sonuca bağlanmalıdır.

Sonra köy öğrencilerini yakın göl, nehir yıkıntılar, kasaba ve şehirlere götürerek yurdumuzu daha geniş ufuk içinde tanıtmak ve sevdirmek lazımdır.

Bunun için M. 69. Müdürlüğünün izni ile her yıl birkaç gün süren okul gezileri, Ekskurziyonlar yapılmalıdır.

Arkadaşlar, ben öğrenciliğim zamanında dalmış olduğum bu ekskurziyon zevkini öğretmenliğimde mümkün olduğu kadar öğrencilerle birlikte yapmaya çalıştım.

Ufak tefek gezintilerden başka, 1948 yılında 74  öğrenci ile Karadeniz boyundaki Varna kasabasına tren ile oradan vapurla Balcık kasabasına gidip geldik, gezimiz bir hafta sürdü yolda birçok tarihi ve endüstri bölgeleri geçildi.

Provade tuz ve keten fabrikalarını,  Gebece Gölü, cam fabrikaları, Varna’da Bulgaristan’ın en büyük dokuma fabrikası gemi tamir tersanesi gezildi.

Bir gün de Haçlı Ordusu’na karşı kazandığımız zaferle öğündüğümüz (1444 Varna Savaşı) savaş alanını gördük.

Türkler için bir eser yok. Yolumuzda, Haçlı Ordusu’nda ölen komutanlar için anıtlar var.

Öğrencilerle yaptığımız en uzun gezi; 1949 yılı Rusçuk, Tırnova, Dobruca, Kızanlık Hirne, Karnubut, Şumnu gezisidir.)

Yapılan bu geziler bize okutacağımız her ders için bol bol materyal kazandıracaktır.

Bir atasözü vardır, çok yaşayan değil çok gezen bilir, derler. Bu söz biz eğitimci ve öğreticilerin öğrencilere öğretmek istediğimiz bütün ders müfredatında işimize yarayan en değerli varlıktır.

Çünkü onda bütün gözlem, çocuğun bütün ruhunda yaşadığı haller vardır.

Buraya gelmişken bir de sinemayı görsünler, dedik. Film öğrenciler için değildi, fakat sinemanın ne olduğu, gördükleri insan, ev, hayvanlar, deniz, vapur onlar için önemliydi. Akşam üzeri yolumuz üzerindeki Burdur Memleket Hastanesi’ne uğradık. Başhekim Operatör Osman Bey (Fakir Baykurt bir romanında ondan övgüyle söz eder) bizi kapıda karşıladı. Önce öğrencileri röntgenden geçirdi, hepsi sağlam çıktı, hastanenin diğer bölümlerini gezdirdi. “Mümkünse benim misafirim olun, yarın sizin için birine bir ameliyat yapacağım öğrenciler görsün” dedi. Evdekilerin merak edeceğini söyledik, biz oradayken karanlık iyice bastırmış ve hava da bozulmuştu.

Kamyon bizi Hamidiye’ye kadar getirdi, diğer köylere öğrenciler yürüyerek gitti.

Eskişehir’deki arsa sahibi: “Sözleştiğimiz üzere tapu muamelesinin zamanı geldi, kalan borçları da unutmayın ha...” diye mektup yolladı.

İşte o zaman dananın kuyruğu koptu. Bana “Bize yer bul, aman beni aranıza alın, bizi bir yere toplarsan cennetlik olursun!..” diyenlerle aramızda bir mektup, telgraf trafiği (o sıra hiçbir köyde telefon yoktu) başladı. Aldığım yanıtlar: “Ben parayı denkleştiremedim, kusura bakma!“, “Benim arsayı başkasına devret!..”, “Ancak harmandan sonra para bulabilirim kardaşım...”, “Ben vazgeçtim, Bursa’ya gideceğim!..”, “Benim alışverişimi bilirsin, borcuma ne kadar sadığım sana borcum olsun...” vb. Birkaç kişiden maadası yükü benim üzerime yıkıverdi, bunlar az gelmiş gibi en güvendiğim amcamda beni dolandırdı.

Parasını tam ödeyenlere tapularını aldım, hiç ödeyemeyenlerin yeri üzerime ipotekle tapu edildi.

Bir zamanlar Trakya’dakilerin dediği çok doğruymuş. İpotek işinden kendimi zor kurtardım, gerçi birkaç dönüm arsaya sahip oldum. Kimseye ne yaptığımı sezdirmiyordum ama sık sık köyden ayrılışım halk arasında “Bunlar buradan göçecek, herhangi bir yerden mülk arıyorlar” lafları dolaşmaya başladı.

Bu Hamallar’a da hiç kıyamıyorum: Burası Devlet Baba’nın yurdu, önceki dedelerimden kalanı Bulgarlar’a bıraktım. Buradan göçmeme neden yakınımda ortaokul, lise olması (o sıra Isparta’da lise yoktu). Bu köyün çevresi tüm çalılık, ıslah edilse orman olur.
Burada bitki zenginliği var: Baharda kekik, tırfıl, hardal, yabani yonca vb; arıcılık için bire bir! Her kümeden keklik sürüsü kalkıyor, onların gevrek ötüşünü dinlemek. Hele topraktan çıkarılan dolaman mantarının en çok yetiştiği yer. Birkaç yıl buraya iskân edilirken bizi istemeyenler yıllar geçtikçe bize ısındılar. Biz de onlara ısındık, birbirimizden ayrılmak çok zor olacağını düşündükçe yüreğimize ateş düşüyordu.

Dertleştiğim Kara Mehmet, Yusuf Çavuş, Kâmil Ağa, Dereli Hasan, bana bu yörenin eski dönemini anlatan Durmuş Dayı, her yardımımıza koşan Şerifece Teyze, tarlamdan taş toplayan Koca Osman, hiçbir acı sözünü işitmediğim Aydınlı Ömer Ağa, Hamidiye’den gelme Nasıf Acar’ı nasıl unutabilirim? diye tasalanıyordum.

Ben de onlara elimden geleni geri koymuyordum: Devlet dairelerinde olan bir iş, ormandan tarla açmaktan mahkemeye düşenler için dilekçe, savunma yazıyordum. Biri berat etmeye görsün, “Evukat (avukat)’tan bile kalemi kuvvetli. Bunlar bize çok lâzım, onların malına canına zarar-ziyan vermeyelim, buraya bağlansınlar” diye tenbih ediyorlardı birbirlerine; ki köylü, yaşlıların bu öğüdünü tuttu, birkaç hindiden (o da bize nazı geçen biri) başka zarar yapmadılar. Eşim de gerektiğinde ilk yardımlarına seve seve koşuyordu. Bir gün onu ağlarken buldum. Yukarıda, Yağcılar’dan ağzı burnu yara bere içinde bir çocuğu köyümüzde ki Süldür karısına ilaçlamaya getirmişler. Onun ilacı, tavuk yalağından su içirmekmiş, bunu görünce çocuğu kadının elinden alarak yaraları iyice temizledikten sonra krem ve başka ilaçlar sürmüş, “Birkaç gün sonra yine bana getirin” demiş.  “Bu insanlar niçin böyle bırakılmış, mikroplu şeylerden ilaç olur mu? Bunlar ne zaman bilgisizlikten, boş inançlardan kurtulacak? diye üzülüyordu. Hele göz değmesi,  ilence, muskaya çok inanıyorlardı. Köylülerimiz arasında değeri olmayan Deli Hocanın nefesinden bile yardım umuyorlardı.

Bir yaz günü buğday başaklarının tam peynirleştiği dönemde ekinlerde bol miktarda bambul böceği görüldü. Durmuş Ağa (Gürdal) bazı kişileri evine çağırdı: “Bu mahluk duadan kaçar, hemen Hoca’yı bulun, her yıl yaptığı gibi okusun” dedi. Hoca’ya ünlediler, geldi. Bir tezgere üzerine oturtturdular, dört kişi tezgereyi omuzlayıp ekinlik çevresini dolaşmaya gittiler. Ertesi gün köylüler: “Çok şükür böcek çekilmiş!” diye seviniyordu. Oysa bambul karnını doyurduktan sonra yumurtlamak için toprağa indi, ertesi yıl daha çok üreyecekti.

Eskişehir’den arsa alınca Hamallar’da kendimizi konuk sanıyorduk. Gündüz dilimizde, gece rüyamızda “Eskişehir”. Orada yakınlarımız ve köylülerimize kavuşup hasret gidereceğimiz, sevinciyle yaşıyorduk. Çocuklarım “Bize orada göçmen mi diyecekler?” diye soruyor. Burada bize “Göçmen” dedikçe sanki kendilerini başka millet sanıyorlardı.

Ara sıra Senir’de, Süleyman Pehlivan’ın kamyonu ile Isparta’ya pazara gidiyordum. Şöför akşam üzeri köye döneceklerin arabada olup olmadığını yoklama ederken...” Muhacirden Ahmet Usta, burada mı Hamidiyeli Yörük Yolcu, Hamallar’dan Göçmen Ahmet..” deyince, duramadım: “Ben buraya Türkiye diye geldim. Fakat Söğüt Dağı’ndakiler “Muhacır” Hamidiye Hamallar “Yürük”, Saracıklılar “Çakal”, Baladız ve Geresinliler “Kızılbaş”, Gölbaşlılar “Abdal”, diğer köylüler “Manav”, biz “Göçmen” Türk olanlar kim? Gösterin, bana...” dedim. Arabadakiler: “Kusura bakma, biz bunu hakaret olarak söylemiyoruz, peygamberimiz bile muhacir oldu, Mekke’den Medine’ye göçtü, Allah’ın emri...” demeye, gönlümü almaya çalışıyorlardı.

Köylüler arasında bu tür ayrımlar iyi değildi.

Hamidiye’de bir Cumhuriyet Bayramı’nda bana: “Senir, Kılıç ve İlyas köylüleri bize Yürük diyorlar, bunun manâsı nedir?“ diye sordular.

Onlara kısaca “Yörüklerin Hayvancılıkla geçinen göçebe Türkmen boyu demek olduğu, Ortaasya’dan Anadolu’ya geldikleri, Osmanlı Devleti’ni kuranların da Yörük olduğu, bunun için Sultan Hamid’in Yürükleri yerleşik hale getirmek için birçoklarını hazine arazisine iskân ettiğini ve bu nedenle köyümüzün adının Hamidiye olduğunu” söyledim.

Senir Köyü’nde Cuma günleri Pazar olur, konuşmamızdan birkaç gün sonra pazara giden Hamidiyeli Koca Mehmet, Rıza Çavuş, Ahmet Ağa, Yolcu Mehmet, kahvede Senirlilerle konuşurken, bir yürük lafı geçmiş; Koca Mehmet bu fırsattan yararlanarak: “Ey komşular, bu civara iskân edilen dedelerimiz ve şimdi bize YÖRÜK deyip durursunuz, gerçekten biz yörüküz, aslımızı inkâr edemeyiz, Ortaasya’dan kalkıp Anadolu’ya geldik, burada Rumlar yaşıyordu, onlarla savaşa savaşa burasının sahibi olduk, Osmanlı Devleti’ni biz kurduk, Yörüklüğümüzle iftihar ediyoruz, siz söyleyin bakalım, nereden geldiniz, nesiniz, ne yaptınız?“ diye konuştuklarını bana anlattılar.

Daha sonra Senir Belediye Başkanı Ali Babacan (Annesi yerli, babası Yörük’tü) “Geçen gün bak ne oldu” deyip anlattı. Senin Hamidiyeliler bizim Senirli öğretmen Süleyman Şah, okul öğretilenlerinden bazıları, Muhtar Reşat, Kâtip Ali Efendi, Kakkal Hafız vardı, bunlara öyle şeyler sordular, Yörüklerin tarihini anlattılar, bizimkiler onlardan böyle şey beklemediklerinden, bir şey diyemediler. Rica ederim onlara o kadar derin bilgi verme..” dedi.

Köylülerimin konuşmasından memnun kaldığı belliydi. Köylülerim gerçekten, çok akıllı, hazır cevap, atasözü, deyimler bakımından kaynaktı. Orada kaldığım süre T.D.K.’ya birçok kelime, atasözü, deyim derledim. Bu yıllar D. P. gittikçe baskısını arttırıyordu.

 

27 Ekim 1957 tarihinde yapılan erken genel seçimde Çukurviran Köyü’nde sandık başkanıydım. Yapılan seçimde DP % 47.5 oy aldı, bu onun iktidarının sonunun geldiğini duyuruyordu. Fakat Adnan Menderes bundan ders almadı, irticaya meydan verdi.

1958/59 öğretim yılı sonu okulu bitiren büyük öğrencilerle bir müsamere hazırlığına başladık. Konu: “YAŞ AĞACA BALTA VURAN EL ONMAZ”.

Köyün yakınında güzel bir orman var. Köy halkı bunun değerini hiç bilmiyor. Köyde biri bunun yararını, yok olursa zararını anlatmaya çalışsa da kimse dinlemiyor. Hattâ ona düşman oluyor ve bu kişiyi köyden uzaklaştırmak için olmadık iftira çıkararak hapse attırmaya çalışıyorlar.

Köye gelen parti adamları da “Demokrasi var, istediğinizi yapabilirsiniz” diye, onları daha çok cesaretlendiriyor.

Gece gündüz bir ağaç kırımı, çalılık yakma ve yer açma devam ediyor. “Ormanı bitirdik!” diye sevinirken gök gürültülü bir yağmur başlıyor ve köy sular altında kalıyor. Herkes canını kurtarmaya çalışırken köyün 80 yaşındaki Durmuş Dede’si: “Bu yaşa geldim böyle zarar görmedim, ağaç kesmeyin diyenlere düşman oluyordunuz ama, bizi felaketten bu orman koruyormuş, şimdi anladınız mı? Aklınızı başınıza toplayıp bu çıplak bıraktığınız yamaçları ağaçlandırmassanız, bu köyü terk edin, fakat nereye gideceksiniz, nerede boş yer bulacaksınız? Her yerin sahibi var, sizi oraya koyarlar mı, beni dinlerseniz burasını imar edin ve size YAŞ AĞACA BALTA VURAN EL ONMAZ diyen öğretmenden af dileyin!” derken hüngür hüngür ağlıyor. Köy halkı yamaçları, boş yerleri ağaçlandırmaya yemin ediyor. İkinci oyun kısaydı, konusu: Okuyup yazması olmayan ve ilkokulu ve ortaokulu bitiren kadınların dünya görüşü hakkındaydı. Bunları ben hazırladım, oldukça çok kişiye görev ve rol vermeye çalıştım. Önemli rolleri üstün başarılılara ve diğerlerine de kolayca yapacakları rolleri verdim. Evde ezberlemeye başladılar, hareketleri alıştırmak için sık sık okula toplayıp uygulama yapıyorduk. Köyde müsamere yapılacağı duyulunca, helede kadınlar nasıl olacak diye meraklanıyor, biz okula toplandıkça kapıdan pencereden bakmaya çalışıyorlardı. Onlara “İleride sizi çağıracağız, şimdi çalışma yapıyoruz“ desek de, ”Şimdi görsek ne olur?” diye yalvarıyorlardı.

Bazıları da bana rastladıkça “Okulda oyun yapılırmış, filanlar görmüş, bize de gösterin“ diyordu. Köyün en yaşlısı Tıngıltı Kızı Nine ve Koca Ayşe: “A abam (abla) okulda bir şey yapacakmışsınız, yapın da ömrümüzde bir defacık bari görelim” diyorlardı.

Müsamereye birkaç gün kala okulda sahne, süsleme, perde yeri, araç-gereç vb. hazırlıklar hızla sürdürülürken Senir’de Lokantacı Hasan Ali’den basınçlı gaz lambası, Süleyman Ertuğrul’dan bağ tulumbasını aldım.

Okul biraz yüksekte olduğundan önü sahne, bahçe bir metre kadar düşüktü, orası seyircilere uygundu; oraya sıralar dizildi, evlerden tahta, sırık getirerek oturacak yer hazırlandı. Perde olarak biraz kalın olmalarına rağmen çulları kullanmak zorunda kaldık. Ezandan sonra köy halkı okula gelmeye başladı, gelenleri görevli öğrenciler sıralara yerleştiriyorlardı. En ön sıralar kadınlara ayrıldı.

Eşim dersanede öğrencilere kılık kıyafetlerini hazırlayıp giydiriyordu. Bir aralık dışarıda sıra-düzen sağlayan öğrenci gelerek: “Öğretmenim, annelerimiz sahneye gelip oturdu, bazı araç-gereci yerleştiremiyoruz” dedi.

Yanlarına gittim, oturdukları yerin sahne olduğunu, çocukların oyunu burada oynayacağını, perde açılınca göreceklerini anlatmaya çalışırken Gılik Mehmet’le, Ömer Gürdal: “Onlar oyundan ne anlar, hep gene ekmek yapmasını...” deyince, duramadım:

-       Peki siz oyun, sinema gördünüz mü?

-       Bize askerde çok gösteriyorlardı, İstanbul’dan artistler gelirdi.

-       Siz sinema gördünüz mü? diye kadınlara sordum, hiç biri görmemiş. Erkeklere dönerek: “Komşular hiç gücenmeyin, şehre gittiğinizde siz lokantaya girip yemek yerken eşleriniz içerisine helva konmuş bir parça ekmeği dışarıda bir duvar dibinde yemeye çalışıyor, birlikte lokantaya, sinemaya gitseniz ne olur? Kadınların görgüsüzlüğünden biz erkekler suçluyuz, onları ayıplamayalım, onlar ailenin ışığı, canıdır" dedim.

Söylediklerimi Kara Mehmet, Dereli Hasan, Ahmet Ali Şallı kabul ettiler, “Doğru söylüyorsun” dediler yalnız Yaymanoğlu Süleyman, Kamalı’nın Mehmet “Dişi ehline pek yüz vermeye gelmez” gibi laflar ettiler.

Oyunun başlamasına yakın büyük lâmba her yanı aydınlatacak şekilde asıldı.

Önce İstiklâl Marşı, öğrenciler ve halkla hep birlikte ayakta söylendi. Sonra “Bir okum ki yoktur yayım” okul şarkısı, arkasından halkın gözyaşlarını tutamadığı “Çanakkale içinde vurdular beni” (bu savaşta köyümüzden 19 kişi şehit düşmüştür) söylendi. İlk önce: okumuş ve okumayı bilmeyen kadınların konuşması,  birbirlerine karşı tutumları, nazar, muska, cin, peri gibi şeylere inanmamaları, inananların başına gelenler vb. konuları işleyen oyun oynandı.

Bu oyun çok hoşlarına gitti, “Bu filanca gibi, bunu o yapar,” gibi dışarıdan ses edenler, gülüşerek alkışlayanlar oldu. Asıl ikinci oyun başlayıp da sahnede sakallı dedeler, eli bastonlu nineleri görünce “Bu kimin oğlan, bu kimin kızı?...” demeye başladılar.

1. Perde: Ağaçları kesmeyelim diyenlerle keselim diyenler arasında münakaşa. Kesmeyelim, diyenlere ağır sözler söyleniyor. O sıra şehirden fötr şapkalı biri geliyor, parti başkanıymış, yüksek bir yere çıkarak konuşmaya başlıyor: “Tek parti zamanı geçti, şimdi demokrasi var, herkes istediğini yapacaktır... Keselim, diyen kalabalık ”Baltalar elimizde – Uzun ip belimizde, Biz gideriz ormana!... diyerek giderken perde kapanıyor.

2. Perde: Ağaç katliamı başlıyor, bazı ağaçlardan ötürü aralarında kavga da oluyor açılan yerlerin köklenmesi, çalılıkların yakılması (sahne dışında), ağaçlar kimi sırtta kimi sürüklenerek baltalar elimizde şarkısını söyleyerek sahneye gelip “Orman bitti!” diye bayram ediyorlar.

3. Perde: Rüzgâr esmeye başlar (tahta parçalarına bağlanan ipler hızla çevrilince boğuk sesler çıkarır, gök gürültüsü (boş fıçıya ve tenekeye vurarak) yağmur yağmaya başlar (bağ tulumbası kullanılır). Sahnedekiler telaşla koşuşmaya, birbirine sarılıp ağlamaya, “Sel geliyor!” diye yere yatarlar. İşte o zaman yaşlı adam çıkarak hem ağlar hem anlatır. Oyun bittikten sonra halk sahneye geldi, onlar da ağlamış.

Bana: ”Ahmet Efendi, sen bize neler gösterdin, bizim çocuklarımız bak neler yaptı!” diyerek kimisi elimi öpmeye çalışıyordu.

Ben de: “Köy Enstitüleri sizin çocuklarınız gibi köylü çocuklarını eğitip öğretip onlardan öretmen, sağlık memuru, yazar, gazeteci yaptı, sizin çocuklarınız okursa onlar gibi olacaktır, kız demeden bunları okutun!..” dedim.

 

10 Haziran 1959’da Seferihisar’da Kore’ye gidecek değiştirme birliğindeki kayınbiraderim Astsubay Osman Ercan’ı uğurlamaya gittim. Kore Savaşı 1950’de, Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırmasıyla başladı. Başta ABD olmak üzere hür dünyaya bağlı birçok ülke askeri birlik yolladı.

Türkiye de bir tugayla katıldı. O zamanki siyasilerimizin ABD’yle girgin olalım düşüncesi sonucunda birçok gencimiz şehit oldu, savaş 1953’e kadar sürdü.

1959/60 yılında Eskişehir iline naklimi istedim. İsteğim uygun bulunarak kabul edildi ve şehir merkezinde şimdilik boş yer olmadığı için Nemli (Eskişehir, Kütahya arasında) Köyü’ne atandığım bildirildi. Biraz para tedarik edip 20 Ağustos’ta Eskişehir’e hiç olmazsa iki göz bir ev yapmaya geldik. Önce bir kamyon taş ve 4-5 at arabası kerpici Güneş Tuğla Fabrikası yanından getirttik.

Temelleri kazarken bize arsayı satan Mehmet Ağa gelerek: “Eve başladığın çok iyi, er geç ev yapılır fakat bazı bir şey edinme fırsatı kaçar. Şimdi bak ne söyleyeceğim, biliyorsun şehirde inşaatım var, sıkıştım, acele para lâzım, köy kenarında bağım var ucuz pahalı demeyip satacağım, senin alışverişini beğendim, sözüne sadık, hak hukuk bilen kimsesin, bağ başkasına gitmesin, gel gidelim, bağı bir gör” dedi. Eşim ve çocuklar gittik, köye çok yakın 4-5 yıllık bağ, yalnız çok bakımsız olduğundan her yanını yabani ot sarmış, eni 8.5, boyu 240 m. 2 dekardan fazla bir yer, görünce beğendik. Hele çocuklarım bir bağımız ve içirisinde üzerine çıkacak ağaçları olan yerimiz olacak diye çok sevindiler. Mehmet Ağa pazarlığı uzatmadı “2000 liraya olur, şimdi ne verirsiniz?” dedi; 750 lira verdik, kalanını aylık aldıkça verecek olduk. Bağ edindik ama elimizde çok az para kaldı, usta tutacak olursak, duvarları bile yaptıramayacağız.

“Köy Enstitüsü’nden çıkan öğretmenler nasıl evini yapıp kimseye muhtaç olmuyorsa biz de kendimiz yapalım” diyerek işe başladık. Taşlar büyük (kızıl renkte, volkan küllerinin sıkışmasından olma) ama hafif olduğundan temellerin işlenmesi kolay oldu. Duvarlara gelince, kerpiçler duble olduklarından ağır, alt sıralar işlenirken harç ve kerpici eşim veriyordu ve duvar yükselince zorluk görmeye başladı. Duvar örmeyi ona bıraktım, eline malayı, su terazisini aldı çalışmaya başladı. Kerpiçleri benden daha iyi bağlıyordu ve dört duvar bitinceye kadar o çalıştı.

Eskişehir’de 30 Ağustos Zafer Bayramı törenleri yapılırken biz de Zincirlikuyu köyünde korka korka örmeye çalıştığımız evimizin duvarlarını çatıya kadar yıkılmadan çıkarabilme zaferini kutluyorduk. Çatısını Hamallar’dan getireceğimiz ağaçlarla kapatacaktık. Hamallar’a döndük. Gece gündüz yol hazırlığına başladık. Bir ara Eskişehir’e götüreceğim ağaçları damgalatmak için Eğridir Orman Müdürlüğü’ne başvurdum, yetkililer gelerek ağaçları damgaladı. “Ayrılık ateşten gömlek!” diye bir türkü vardır, köyden ayrılma günümüz yaklaştıkça hepimizin yüreğine ateş düştü.

Biz 8 yıl komşuluk ettiğimiz, hal hatır edip yardımlarını gördüklerimizden; çocuklarımız, çomak, davarlara gelen canavarı kovalama, keklik avlama oyunları oynadıkları Eşe, Hörü, Selim, Topuz, İbram’dan nasıl ayrılırız diye üzülmeye başladık. Ayrılış günü çabuk geldi.

17 Eylül 1959 sabah erkenden bizi Eskişehir’e götürecek kamyon gelince, artık göçeceğimize iyice inanan komşularım evlerinden çıkıp bize geldiler.

 “Size iyice alıştık, bir kötülüğünüzü görmedik, niye bizi bırakıyorsunuz? Başımız sıkılınca size koşar, derdimize derman bulurduk, artık kim bize yardım edecek?” diyerek hem ağlıyor hem kamyona eşyamızı koymaya çalışıyorlardı.

En alta ağaçlar, üzerlerine arı sandıkları, tavuk, hindi kafesleri, ev eşyası ve oturacak yer ayırdık. Bütün bu işler yapılırken köpeğimiz Kunda, fırın içine girmiş gözleri yaşlı bize bakıyormuş. Kamyoncu Mehmet Ağa: “Ahmet Efendi, bu hayvan ne olacak, ağlıyor” dedi. “Bırakır mıyız, o da gidecek, bin arabaya” deyince, sıçrayıp kafeslerin yanına kuruldu. Acıklı bir ayrılışımız oldu. İkindi biraz geçmişti, köyden çıktık, 14 ay bizi barındıran Senir’e geldik. Orada da çok can akrabamızdan daha yakın insanlarımız: Hatice Teyze, oğlu Süleyman, Ertuğrul Hacı Veli, Muhtar Reşat, Ali, Abdullah, Hasan Babacanlar, Berber Osman, oğlu Ahmet Aksakal, öğretmen Özgürler, Sağlık Memuru Mehmet Ağraz, Hacı Baki, oğlu Sami, Süleyman Pehlivanlar, Kahveci Çakır var… hepsiyle helâllaştık. Bana “Niye gidiyorsun, bu çevrede sıradan biri olduydun” diyenlere “Yalnız GÖÇMEN denmekten kurtulmak için” diyordum.

 

Eskişehir – Ertuğrulgazi İlkokulu’nda

10 Kasım 1959 günü Eskişehir’in güneyindeki Kütahya’ya giden tren yolu boyunda TCDD işçileri mahallesinde, yeni yapılan büyük bir okul. Başöğretmen Fevzi Kağıtçı Cahide ve Müjtan Hanımlar, Mehmet Demir vb. öğretmenlerle öğretim yapıyoruz. 1. sınıf 70 kişiden fazla. Eylül ve Ekim ayları öğretmensiz geçmiş, sınıf bana verilince nasıl yetiştiririm, diye korktum. 5 yıl birleştirilmiş sınıflarla uğraşmak zormuş, bu bir sınıfı yetiştirmek bana kolay geldi. Yılbaşından sonra öğrenci mevcudu: K-39, E-41, Toplam 80 oldu.

Ben her sabah Zincirlikuyu Köyü’nden çıkarak tarlalık (şimdi Çamlıca Mahallesi) okula iniyordum.

Başöğretmen kendi aleminde, hep odasında, çok seyrek yanımıza gelip bir iki söz ediliyor; çokçası yanına gelen DP’lilerle radyo haberlerini yorumluyordu. Biz öğretmenler CHP yandaşı idik. DP’ye karşı keskin muhalefet başladı. Meclis’te her gün kavga. Muhalefet Lideri İsmet İnönü gezilerde taşlanıyor, her akşam radyoda Vatan Cephesi’ne girenler (kedi ve başka hayvan adları da varmış) söyleniyor. Tahkikat komisyonu kuruldu, Sıkıyönetim ilan edildi, Nisan sonunda üniversiteliler ayaklandı, Ankara’da Kızılay Meydanı’nda iktidara karşı gösteriler yapılıyordu. Bu sıra Aziz Nesin “Çuval” adıyla çıkardığı gazete Tevfik Fikret’in “Millet Şarkısı” güftesinde: “Adnan gidiyor, sevgili Suzan yaşa var ol!” yazıyordu. 25 Mayıs 1960 Çarşamba günü, Başvekil Adnan Menderes’in Eskişehir’e geleceği duyuruldu. Akşamüzeri Köprübaşı’na gittim. Biraz geç geldi, yakınımızdan geçerken iyice tanıdım; rengi soluktu. Halk coşkuyla karşıladı, “Yaşa var ol!” diyenler, alkışlayanlar, sevincinden göbek atıp oynayanlar mı istersin, karşılamada kendini göstermek isteyenler mi!.. O akşam Kütahya’ya giderken bizim Ertuğrulgazi Mahallesi halkı da önüne çıkarak elini öpmüşler, mahalle için birtakım isteklerde bulunmuşlar.

Ertesi günü okula vardığımda DP çığırtkanlarından kendini yüzbaşı eşi olarak tanıtanı, okula gelmiş “Niçin Menderes’i karşılamadınız?” diye bize serzenişte bulunurken sanki bizi buralardan sürgün edebilecek yetkisi olduğunu ima ediyordu; başöğretmen ondan iyice korkmuştu.

Biz Mehmet Demir’le kadın okula geldikçe iğneliyorduk, yine öyle yaptık. 

 

27 Mayıs 1960

Sabah erken ekinlikten doğru okula giderken demiryolu boyunda askerler gördüm. Bana: “Kimseyi şehre salmıyoruz, öyle emir aldık” dediler. Ben bunun ne olduğunu tahmin ettim. Askerlere: “Ben şu okulda öğretmenim, orada görevim var, mutlaka gitmeliyim deyince beni saldılar. Okulda Mehmet Demir’i radyo başında buldum. “Müjde, bu geceden itibaren ordu idareyi eline aldı, Menderes’i Kütahya’da yakalayıp uçakla Ankara’ya getirmişler” dedi. Sevincimizden sarmaş dolaş olduk. “Her sabah okula gelen yüzbaşı karısı nerede kaldı, şimdi onu bir görsek” dedik ve bu kadını bir daha ne biz, ne Ertuğrulgazi Mahallesi halkı görmedik, sır olup gitti, ama nereye? O sevincimden okulda çok kalamadım. Eve koştum. Bu olaya eşim ve çocuklarım da çok sevindi. Bizde radyo olmadığından Koca Süleyman Ağalara gittik. Köy sokaklarında kimse yok. O Demokrat Parti yandaşları evlerine sokulmuş, pencereden dışarısını seyrediyorlar. Birkaç vakit önce partilerine güvenip “Yakarım... Yıkarım...” diye mangalda kül bırakmıyanların başında Ahmet Olcay, tavşan gibi sinmiş evden dışarı çıkmıyordu. Mümtaz Soysal’ın dediği gibi: “27 Mayıs Ordu’nun değil, gençliğin bir darbesiydi. Ordu yalnız halkın ve aydın gençliğin başlattığı harekete bitirici darbeyi vurmuştu.”

Gece sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen, evde duramadık, yine Süleyman Yalçın’lara gittik.

Radyo başında gece yarısına kadar Alparslan Türkeş’in bildirilerini dinledik.

Bu devrimden çok şey ümid ediyorduk.

Geçen yıl bu köye geldiğimde köy halkı ikiye bölünmüştü: Demokrat Partililer, (1878’den sonra gelen) eski göçmenler ve (1950’den sonra gelen) CHP’liler. Oysa bu iki partiye mensup olanlar Ziştova’nın (Bulgaristan’da)  aynı köyünden olup birbirlerine yakın akraba idiler.

Fakat aradan geçen 80 yıl onları fikir bakımından öyle ayırmıştı ki, iki kutupta bulunuyorlar ve aralarındaki kanlı bıçaklı kavga hala devam etmekteydi.

Ben bu köye göçünce evim eskilerin arasında olmasına rağmen yeni göçmen olduğumdan doğal olarak yenilere katıldım. Kahvehaneler, camilerimiz ayrıldı. Köyde tek öğretmenli ve beş sınıflı okulun öğretmeni Mihalıçıklı Mehmet Ak öz be öz Anadolu’lu olmasına rağmen bizimle görüştüğü için onu da kendilerinden ayırdılar. Ertesi günü sokağa çıkma yasağı kalktı. Şehirde Terzi Muhsin Yürük’ün dükkanına gittim. Devrime o da çok sevinmişti, birbirimizi kutladık. Öğle zamanı vilâyet önünden Köprübaşı, istasyon, odun pazarı yoluyla 27 Mayıs Devrimi’ne Bağlılık Yürüyüşü düzenlenmiş. Köprübaşı’na kadar katıldım. Ne göreyim, öndekiler bir iki gün önce Adnan Menderes’i karşılayan, slogan atan çığırtkanlar değil mi? Şimdi daha çok yeni devrime bağlılıklarını göstermeye, eski iktidarı yerin dibine geçirmeye çalışıyorlardı. İnsan bu gibileri gördükçe insanlığından utanıyor! Haziran’ın ilk haftası okulda son sınıfların sınavını yaptık. Radyoda bütün yayınlar devrik iktidara karşı ver yansın ediyor.

Eski iktidarın spikeri Can Okan birden kayboldu. D.P. ileri gelenlerinin tutuklandığı, Dahiliye Vekili’nin intihar ettiği, üniversite öğrencilerinin öldürülüp buzdolaplarına konduğu (aslı yokmuş), 10 Haziran’da İstanbul’da şehit edilenlerin Ankara’ya götürüleceği ve sabaha karşı Eskişehir istasyonunundan geçecekleri duyuruldu.

Gece eşim ve çocuklarımla köyden yaya olarak istasyona indik. Köpeğimiz Akbaş’da arkamızdan geldi. Tren alkışlarla istasyona girdi açık kapılı vagonlarda tabutlar vardı. Eşim fenalık geçirerek yıkıldı, onunla uğraşırken başka bir şey göremedim.

Tren alkış ve gözyaşlarıyla Ankara’ya uğurlandı.

1908’de II. Meşrutiyet’te olduğu gibi bu 27 Mayıs’tan sonra birçok gazete ve dergi çıkmaya başladı. İstanbul’da çıkan “Sır” dergisinde toprak reformundan söz edilmeye başlanınca bundan cesaret alarak Eskişehir’de çıkan “Türk Gücü” gazetesine “Toprak Reformu”, “Eğitim Öğretim”, “Esperanto Haberleri”ne ilişkin yazarken eski Milletvekili Emin Sazak’ın oğlu ile aramız açıldı (adını söyleyemeyeceğim, gazetinin ortağı imiş), diğer yazılarım kabul edilmedi. Tutuklu DP ve yandaşlarının Yassıada’da yargılanacağı kesinleşti.

 

1960/61 öğretim yılında Tepebaşı İlkokulu’na atandım. Bana 5. sınıf verildi. Okulda Başöğretmen Orhan Bey, öğretmenler: Bulgaristanlı Mümin (Üyüklülü), Enberlerli Ahmet Ziya, Edirneli Seyhan Hanım. O yıl öğretmenler adına çok iyi arkadaşlık yaptık. Kış aylarının birinde Orhan Bey Yassıada’ya duruşmaları izlemeye gitti (14 / 10 / 1960 duruşmalar başladı). 21.12.1960’ta köyde Kurucu Meclis’e delege seçimi yapıldı. Maarif Müdürlüğü’nden gelen bir yazıda, öğrencilerle Yassıada duruşmalarının dramatize edilmesi, devrik iktidar yandaşlarına “Kuyruk” denmesi isteniyor, basın da alabildiğine eski iktidara saldırıyordu.

Hani ne demişler: “Düşenin dostu olmuyor, herkes iyi gün dostu”. Orgeneral Cemal Gürsel’in başkanlığında 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi çok geçmeden ikiye ayrıldı: Sonraları çok meşhur olan Alparslan Türkeş ve 13 kişi yurt dışına sürgün edildiler. Muhtarlıklar öğretmenlere devredildi. Zincirlikuyu muhtarlığı öğretmen Mehmet Ak’a verildi. İhtiyar hey’eti oluşturulurken birinci aza olarak beni aldı; diğer azalar Mahmut Aydoğmuş Ali Yalçın ve Ahmet Unutmazbaş ile birlikte, oy avcılığı nedeniyle hazine arazilerini (Harman yeri, sığır yolcu) zaptetmiş olanlardan bu yerleri kurtarmak, köyün ağaçlandırılması, Eskişehir Belediyesi’nin elkoymağa çalıştığı Eskibostanlık denen yere sahip olma, gibi köyün geleceği ile ilgili işleri ele aldık.

Köy muhtarı olan Mehmet Ak, askere gidince 14.1.1961’de muhtarlık bana devredildi. Birinci aza olarak yanıma Salih Vatansever’i aldım. Temmuz ayında referandum yapıldı; Ordu gibi yerlerde “Hayır” çıktı. 15.10.1961’de yapılan genel seçimde Odun Pazarı’nın bir mahalleside sandık başkanıydım, sandıktan eski D.P. yerine kurulan Adalet Partisi’ne hayli oy çıktı. Bu Seçimden sonra kabinenin kurulması hayli gecikti, nihayet İsmet İnönü başbakan oldu.

Eski Bostanlık’ı Eskişehir Belediyesi’nden kurtarmak için hey’et halinde Ankara’ya giderek İmar ve İskan Bakanına (Prof. Fehmi Yavuz) çıktık, bu başvurmamız olumlu sonuç verdi.

1961/62 öğretim yılında yine Tepebaşı okulunda 5. Sınıfı aldım. Başöğretmen Mehmet; diğerleri, Necati, Eyüp, İsmail. Bu yıl içinde Çalışanlar Partisi veya İşçi Partisi diye bir parti kurulacağını “Yön” dergisi vb. gazeteler yazdı; nihayet sendikacıların kurduğu İŞÇİ PARTİSİ (T.I.P.) kuruldu ve emeğiyle geçinenlerin uzun zaman ümidi oldu; onun için birçok kişi canını verdi.

Bunun, bu dönemin  sıkıntılarını yaşayanlardan birisi de Ahmet Hezarfen’dir. Daha aşağıdaki söyleşilerimizde bu konuda çektiklerini bizlere aktarırken bile, bunca çile çekmişliğini, alçakgönüllükle, abartmadan, abartılmasını istemeden anlatan yazarın, gerçek anlamıyla hayatının karardığı günler yaşanmıştır. (Ayhan Aydın)

 

ZORUNLU   İKAMETİM

İnfaz savcılığı beni Yenikapı Karakolu’na teslim edip, bıraktı. Bana bu semtte tanıdığım olup olmadığını sordular, Nişanca’da Zakar adında birini tanıdığımı söyledim. Yanıma bir gece bekçisi vererek “Git bul da bize  getir” dediler. Vakit hayli geç olduğu halde Zakar Ağa’ya: “Bu adamı tanıyor musun, nasıl kişidir?” diye sordu. Zakar Ağa: “Bu bende bir yıldan fazla kiracı olarak kaldı, dünyanın en iyi insanıdır beyim” deyince bekçi, “Ama Komünistmiş!” dedi. “Ben orasını bilmem, insanlık bakımından söylüyorum” dedi. Komiserin yüzü yumuşadı “Madem iyi diyorsun, sana teslim ediyorum” dedi. Bana dönerek: “Her akşam saat beşten sonra buraya gelerek imza vereceksin”, diyerek bizi serbest bıraktılar.

Zakar Ağa yerine öz be öz ağabeyimi götüreydim, bana Zakar Ağa kadar sahip çıkamazdı. İşte kan kardeşi, can kardeşi ağabeyim ve dini, milliyeti ayrı Ermeni Zakar Ağa; zorunlu ikametimde bana yardımını esirgemeyen Ayganuş Teyzem!

Her akşam karakola imzaya gittiğimde bazı görevliler ille iğneleyici birkaç söz söylerdi; yalnız bir Fethi Bey bana çok iyi davranır, Eskişehir’e izin istediğimde 4 – 5 günün imzasını attırarak bana müsaade ederdi. Sabahattin Ali’nin dediği gibi “Geçmiyor günler, geçmiyor”. İş arıyorum, vermiyorlar. Kaç defa Yerebatan Sarayı yanındaki küçük bahçeli kahvede Orhan Kemal ile İhsan Hasırcı bana iş bulmaya çalıştılar.

Rıza Paşa Hanı’nda Hüseyin Özdemir adında eski toplumcu, Avukat Muvaffak Şeref, yazar Nevzat Üstün, Sina Pamukçu, Alp Selek parasal yardımda bulunuyorlardı. Eylül sonuna kadar Kumkapı deniz feneri yanında sandal iskelesinde Ahmet Titiz ailesi yanında, kalırken, havalar soğuyunca yine Ahmet Titiz’in terzilik yaptığı Beyazıt’taki Doğan Han’da kalmaya başladım.

T.İ.P. merkezine gitmem partiye zarar verecekmiş, diye laf işittirilmeye başlanınca, TYİS (Türkiye Yapı İşçiler Sendikası)’dan, orada da Suat Kundakçı doğrudan gelmememi söyledi, böylece kapılar yüzüme kapanıyordu.

Bir ara İzlem (S. Güney Akarsu ile Nurten Tunç’un) yayınevine Nazım Hikmet’in “Ocaksaşı”nı Osmanlıca’dan yeni yazıya Nevzat Üstü’ne de gazetelerden “Türkiye’deki Amerika” kitabına belge topladım.

16 Aralık 1966’da zorunlu ikametim bitti, fakat hastalandım.

Bu, 1966 yılının önemli olaylarından: 15 Eylül’de, 27 Mayıs Önderi Cemal Gürsel vefat etti. 27 Mayıs Devrimi’nin bana bahşettiği bir yıl hapislik ve zorunlu ikamet ona da şüpheli bir ölüm sergiledi.

Özgürlüğüme kavuştum ama işsiz-güçsüzdüm. İşsizler ordusuna karıştım.

Hiçbir yerden gelir yok, lise ve üniversitede iki çocuğun masrafı vardı, evin geçimini sağlamak kolay değil. İş aramaya başladım, eş dost da bana iş arıyordu. Yazar Nevzat Üstün, Radar Reklam sahibi Mehmet Bey’den (Cemal Paşa’nın torunu) bana uygun bir işi istemiş. Onun hatırına 10 Ocak’da Radar Reklam’ın tahsilat işine başladım. Mehmet Bey’in Celal Ayaydın ve Erol Kapsız (Hamdullah Suphi Bey’in Romanya’da büyükelçi iken Türkiye’ye okumaya yolladığı Gagavuzlardan) adında ortakları vardı.

Tahsilat çok zor ve sorumlu bir işti, dur durak yok, her gün İstanbul’un birçok semtini dolaşıyordum. Hele bir gün Merter’de (o sıra oraları tenha, çevre bomboştu) meyvesuyu fabrikasına para almaya gittim, bana 27 bin lira verdiler. Paranın hepsi ufak para idi; paltonun iç cepleri doldu, zar zor yan ceplere koydum otobüste kaptırırım diye öyle çok korktum ki, gelince yetkililere böyle büyük paraların tahsilatına yalnız yollanmamamı söyledim başka zaman yanıma birini verdiler.

Burada çalışmak zorundayım fakat ortaklardan Erol Kapsız, gaddar, çalışanlara daima kaba davranıp onları çok kıran biriydi. Onun bu tutumunu çekemedim Nisan ayı başında oradan ayrıldım. Çok geçmeden oğlum okulu bitirerek Ankara’da MTA’ya (Maden Tetkik Arama) girdi, bana: “kaç yıldır çalıştığın yetti, biraz evde dur, rahat et, arasıra köprübaşı’na (Eskişehir’de) kahveye çık, eş dostla sohbet et, tavla-kağıt oyna ben artık evi idare edeceğim” dedi. Gerçekten dediğini yaptı. Ankara – Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okuyan kardeşine de yardım etti. Ta 1971 yılına kadar; evlenince bir daha parasını görmedik. Besicilik, tavukçuluk yaparak 1974’e kadar geçinmeye çalıştık. O yıllarda bir gün oturup bir aile bütçesi yaptık. Zorunlu gereksinimiz için ayda 300 lira gelir elde edebilirsek şöyle böyle yaşayabileceğiz.

Bu yılın önemli olayı: 12 Şubat günü Çemberlitaş’ta bir sinemanın bodrum katında Maden – İş, Gıda – İş, Lastik – İş ve Basın – İş Sendikalarının katılımı ile D İ S K (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kuruldu.

 

Köy  Enstitülülerin Marşı

Sürer, eker biçeriz güvenip ötesine

Milletin her kazancı milletin kesesine

Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine

Toprakla savaş için ziraat cephesine

Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz

 

1968, Eskişehir’de

Bu yıl 30 Ocakta Vietkong (Vietnam Kurtuluş Ordusu) Güney Vietnam’ın bir çok yerinde A. B. D.’ye intihar saldırısı başlattı.

11 Ekim günü kızım Vedia’yı Ankara – Gazi Eğitim Enstitüsü’ne kaydettirdim. O gün en mutlu günümdü.

Eskişehir’e gelirken otobüsteki radyo bir Rumeli şarkısını söylerken bana doğduğum yerleri, orada bıraktığım yakınlarımı hatırlattı.

Meğer o gün Bulgaristan’da ablam ölmüş (bir kaç gün sonra haberim oldu); işte insanın tatlı ve acı anları birbirini izliyor.

9 Kasım Ankara – Selim Sırrı Tarcan Salonu’nda T.İ.P.’in olağan Kongresi yapıldı. Oradan Sinan Cemgil ve Gedikpaşalı, Nişan’la görüştüm, son görüşmemizmiş, biri Nurhak Dağları’nda, diğeri Filistin’de öldürüldü.

Bu kongrede İşçi Partisi ikiye bölündü: Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran takımı. Çetin Altan, Aybar’a karşı yazmaya başladı, bundan sonra parti kendini toparlayamadı, birçok fraksiyonlara ayrıldı. Gün geçtikçe İstanbul ve Ankara’da (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) öğrenci eylemleri arttı, okullar süresiz kapatıldı.

Bu yıla ait anı defterimde: “28 Kasım, eve bir dolap aldık” kaydı var. Bu dolabın buzdolabı olduğu sanılmasın, çıkma tahtadan yapılmış bir teldolabı. Bu bizim o zamanki yaşantımıza ışık tutar sanırım. (50 liraya alınmış onu edindiğimize çok sevinmiştik.)

 

1969      

11 Martta bir iş nedeniyle Kırşehir’in Hirfanlı Barajı’nın güneyindeki Saraycık Köyü’ne gittim. Bir akşam kaldığım eve uzun yıllar cezaevlerinde kalmış yaşlı biri geldi, konuşurken: “Okumuş birini gördüm mü aklıma Hikmet Bey (Ben önce Nazım Hikmet sandım sonra doktor deyince Hikmet Kıvılcımlı olduğunu anladım) gelir. Kırşehir’de uzun müddet bizim koğuşta kaldı. Onun çayını yapardım, onun gibi insanları seven birini görmedim. Bütün mahpuslar ona Baba diyordu; herkesi vakitsiz hastalanınca muayene eder, para almazdı, üstelik kimsesiz, ziyaretçisi olmayan “Adem Baba”lara ilaç parası bile verirdi. Gece gündüz hep okuyup ve yazardı. Bize (güvendiklerine) neler anlatmazdı... Ziyaretine çok kişiler gelirdi, bunların bazılarının Ankara’da milletvekili olduğunu, bizim bölük başı söylerdi. Asıl milletvekili olacak kişi oydu. Hapisten çıktığını işittim, seçimler oldukça o da seçilmiştir diye Kırşehir’de diş tabibi Cengize hep soruyorum...” dedi.

 

İlk Kitap

İstanbul’da Habora Yayınları sahibi Bülent Habora, o sıra A. B. D. ile Kuzey Vietnam arasındaki savaşta Vietnam’lıların önderi Ho Chi Minh’in (Ho Amca) yaşamına ilişkin birçok kişilerin yazdıklarından oluşan bir kitabın yayımlanmasını uygun buluyor, fakat bu kitap Esperantoca olduğundan İstanbul’da çevirecek kişi bulamıyor. “Eskişehir’de Esperantocular vardır, bunu onlar yapabilir” demişler, o da Eskişehir’e gelerek T.İ.P. il başkanı Avukat Turgut Kazan’ı bulmuş, bu çeviri işini anlatmış.

O sıra Eskişehir İşçi Partisi’ne bir cip almaya çalışılıyordu, Habora: “Kitap çevrildiğinde bu kampanyaya ben de katılırım” demiş. Turgut Kazan Esperantocu Terzi Muhsin Yörük’le bana ne yapıp edip bu kitabın çevirisini teklif etti, biz de kabul ettik; ben ön kısmının yarısını, Muhsin bey de son yarısını aldı. 16 Mayıs çevirmeye başladık, kısa zamanda tamamladık, kitap hemen basıldı fakat hangi dilden çevrildiği yazılmadığı gibi T.İ.P.’e de yardım edilmedi; çevirenlere zar zor 50’şer kitap verilebildi, işte Bülent Habora’nın bize yaptığı azizlik!

II. defa Bulgaristan’a gittiğimde 26 Mayıs günü Sofya’daki Vietnam Elçiliği’ne gittim. Elçi genç biriydi, o Rusça ben Bulgarca tercümansız konuştuk. Bana bu savaşı mutlaka kazanacaklarını söyledi (nitekim 4 yıl sonra 1 Mayıs 1975’te savaşı kazandılar). Kendisine çevirdiğim bu kitabı verdim, o da bana üzerinde o güne kadar düşürdükleri Amerikan uçaklarının sayısını (2700 adet)  gösteren bir yüzük verdi, onu hala en kıymetli varlık olarak saklamaktayım.

 

1970

Haziran ayı başında 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapılacağı konusunda söylentiler duyulur duyulmaz, başta DİSK olmak üzere bütün devrimciler düşünmeye, tartışmaya başlamışlardı.

3 Haziran 1970’te toplanan DİSK Yönetim Kurulu, toplantı sonunda konulacak eylem konusunda bir rapor hazırladı.

15 Haziran’da İstanbul’un çeşitli yerlerinden 70 bin işçi Kadıköy bölgesinde yürüyüşe geçti.

16 Haziran tarihindeki direniş olaylı geçti; Kadıköy yakasında kaymakamlık binasında yangın çıktı, bazı polis arabalarıyla sivillere ait birçok araba ile A.P. binaları tahrip edildi, beş kişi öldü, 200 kişi yaralandı.

Bu olaylara 168 işyeri katıldı. Bunlardan 121’i Türk-İş’e bağlı sendikalardı. (15/16 Haziran ve İşçi Sınıfı Sendikalar-T. Arınır Sırrı Öztürk-Sorun Yay. 1976, İst. S. 85, 92, 93)

Eskişehir’de emniyet tarafından takip ve ara sıra bir yerde olay olsa ifadeye çağrılmam beni canımdan bezdirdi.

Şöyle yurt dışına çıkıp birkaç vakit gözden uzak olmayı o kadar istemeye başladım, Eskişehir’den pasaport almam olanaksız. İstanbul’da bazı turizm şirketlerinin Bulgaristan’a ziyaretçi götürdüğünü duydum, hemen İstanbul’a gelerek Aksaray-Vatan Caddesi’nde OKAS Turizm Şirketine başvurdum, bir iki günde pasaport aldım.

Şehrin her tarafı işçi yürüyüşleri ve hakkını isteyen işçilerin sesiyle dalgalanıyordu. 10 Haziran’da Kapıkule’den Bulgaristan’a girdim.

Sofya’da bir hafta kalarak tarihi yerleri, müzeleri gezdim, bu arada kentin yakınında (Knajevo’da) Bali Baba Türbesi’ni de ziyaret ettim.

Daha sonra Deliorman’daki Yunus Abdal (Yonkovo) adındaki köyüme gittim (Cem Dergisi, 71. Sayıda), üç ay kalarak döndüm.

 

1971

Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da sağ ve sol çatışması iyice kızıştı; her gün ille de bir kanlı olay, faili meçhul cinayetler işlenmekte, herkes yaşamından korkmakta. Ben de bir kazaya uğrarım diye şehre inemez oldum.

Sağcılar solu güç durumda bırakmak için elinden geleni geri koymuyordu. Cami ve kutsal yerlere halkı galeyana getirecek eylemler yapıyordu. Eskişehir’de solculara karşı yürüyüş hazırlığı yapılırken 12 Mart Askeri Darbesi oldu; bu öfke ve kinleri yatıştırır, asayişi sağlar diye bekliyorduk.

Bu bekleyiş içinde 18 Mart’ta, Yunus Abdallı Eşkıya Civan Aliş’in yakınlarıyla röportaj yapmak için İnegöl’ün Hamzabey Köyü’ne gittim. Orada kahvede öğretmenlerle sohbet ederken radyodan Nihat Erim hükümetinin kurulduğunu, bakanların adlarını dinledik. Aradan çok geçmedi, solcuların, sendikacıların tutuklanmasına başlandı; kasaba hoparlörlerinden kimlerin tutuklandığını gene  duyurmaya başladılar, bu beni korkuttu.

Hem ne olup bittiğini anlamak, hem de İşçi-Köylü Gazetesi’ne yazı vermek için 14 Mayıs’ta İstanbul’a geldim. Gazetenin Divan Yolu’ndaki yerine gittiğimde içeride bir talaş, bir telaş. Nedenini sorunca Bora Gözen: “Yakında daha çok tutuklamalar olacak, bizi her an tutuklayabilirler, pasaportun varsa hemen kendini başka ülkeye at” deyince dünyam kararıverdi. Hemen Eskişehir’e döndüm. Bora Gözen’i bir daha göremedim, ANT Dergisi sahibi Doğan Özgüden’le de öyle oldu.

 

Bulgaristan’a   Yolculuk

22 Mayıs’ta yine İstanbul – Aksaray’daki O K A S Turizm Şirketi arabalarıyla yola çıktık. Kapıkule’de saat 24 sırası radyo ara haberlerinde İstanbul İsrail Başkonsolosu’nun öldürüldüğünü söyleyince yolcuların hepsini sınır kapanır diye bir korku aldı, fakat gümrük işlemleri normal olarak yapıldı, otobüslere yol verildi. Öyle sevindik ki, herkes kendi dilince bir türkü tutturdu, ta Harmanlı’ya kadar harman olduk (yaşlı, genç hep oynadılar).

Sofya’ya sabaha karşı vardık. Bu defa Sofya’da vize işlemi için daha çok kaldım, ben acele ettikçe Türkiye Başkonsolosluk Başkatibi: “Vize ne kadar geç olursa senin yararına; konsolosluğa, Türkiye’ye göç etmek isteyen Pomaklar’ın (Bulgarca konuşan Müslümanlar) beyannamelerini doldur, beyanname başına birer levha veriyorlar, sonra gittiğin yerlerde bölünen ailelerden Türkiye’ye göçenlerin yurtdışına çıkarılması yasak olan altın, mücevher gibi kıymetli eşyası varsa bize getirip versin, onları Türkiye’ye biz geçirelim” diyordu.

Dedesi Sofya’da mutasarrıfken Şair Namık Kemal’in sık avlanmaya çıktığı Vitoş Dağı’na birgün Türk gazetecileri Hüseyin Mahmut, Osman Ahmet, Nadiye Ahmet, bacanağım Yusuf Terzi ve eşi birlikte çıktık; o gün güneşli, tam bir bahar havası vardı, Sofya halkının tümü de dağda idi, fakat hiç kimseyi rahatsız edecek ne bir ses ne bir nefes vardı. Sonra akşamüzeri dönerken her yana baktım, hiçbir yerde çöp göremedim, sanki buralara insan ayağı basmamış! Ara sıra evden aldığım mektuplarda benim anlayacağım işaretlerle çok geçmeden Eskişehir’deki T.İ.P.’lilerin tutuklandığı bildiriliyor, bana da gelmeye acele etme diniyordu. Sonra döndüğümde öğrendim: Eskişehir Sıkıyönetim Komutanı İrfan Özaydınlı  imiş, bizim T.İ.P.’lilere çok iyi davranmış, içlerinde yaşlı ve hastalıklı İsmail Kırgız: “Bu tutuklanma bana çok yaradı kardeşim, orada verilen evde bile görmediğim düzenli yemekler bana kilo bile aldırdı, biraz daha tutuklu kalalım diye baktım” diyordu.

12 Mart darbesinden hemen sonra Ankara’da Sıhhiye çevresinde bir sinema salonunda Yılmaz Güney’in filminin galası vardı.

İrfan Özaydınlı o akşam sahneye çıkarak Yılmaz Güney’i çok övdü, konuşmalarından devrimcilere yakın gibi gördüm, sonra hepsinin ipliği pazara çıktı hala çıkmakta...

 

1972

Bu yılın anı defterini bulamadım. Bu da mutlak diğer yılların benzeri olacaktır. Siyasi hava gereği, emniyet tarafından sıkı takibe alındım, her gün evin çevresinde çeşitli insanlar dolaşıyordu. Hele bazı acemiler vardı. Polis olduğunu hemen belli ediyordu. Ben de bunlara şaka tarzında: “Bana teşekkür edin benim yüzümden ekmek yiyorsunuz” diyordum. Oysa biz yaşam kavgasındaydık ve bizi takip eden provokatörler birden adam oluyordu.

1963’te Eskişehir T.İ.P.’liler olayının provokatörü biri, mahalle bakkallığından birden İstanbul’da çelik eşya fabrikatörü oldu. Ben yine baba mesleği tarım ve hayvancılıkla geçinmeye başladım. Çiftçilik, dediysem yüzlerce dönüm tarlam yoktu; 5 dekar tarla, 2 dekar da bağım vardı. Bunlarla ancak oyalanıyor, Aziz Nesin’in dediği gibi “Böyle gelmiş böyle gitmez” diye bir  selamete çıkış bekliyorduk.

 

1973

Geçim sıkıntısı iyice üzerimize çöktü, belki kazanırız diye tavukçuluk yapmaya niyetlendik. Mart ayında 550 civciv aldık. O zaman bir çuval yem 90 liraydı. Mart-Nisan aylarında ara sıra kış mevsimini aratmayacak soğuklar olduğundan soba, kömür, vb. daha başlarken hayli masraf oldu.

Civcivleri hemen büyüttük. Horoz olanları şehirde Köprübaşı’nda bir toptancı tavukçuya yalvara yalvara verdim. Tavuklar yumurtlamaya başlayınca asıl sorun o zaman çıktı; pazar bulamıyorduk, akşam oldu mu eşimle elimize birkaç sepet alarak Eskibostanlık, Topçular arkası, Çamlıca, Yenidoğan’daki bakkalları dolaşıyorduk. Onlar da fiyatı düşürmek için “Satılmıyor, zarar ediyoruz, ayakkabıcı dükkânlarında bile yumurta satılıyor” diyorlar, hatta bazıları sattıklarının parasını vermiyorlardı. Baktık bunda da iş yok, uğraştığımızla kalıyorduk.

Bu yılın önemli olayı: Eylül başında Latin Amerika ülkelerinden Şili’de askeri darbe oldu, Başbakanlık Sarayı kuşatıldı. Teslim olmayan Cumhurbaşkanı Allende öldürüldü.

 

1974

CHP iktidara geldi. Ondan çok olumlu icraat bekliyorduk, hiç olmazsa çoktandır söylenen Genel Af çıkarılır diyorduk. Ecevit, Erbakan’la koalisyon yaptı, bu affın 141 ve 142’leri de kapsaması hususunda anlaştılar. 14/15 Mayıs’ta Büyük Millet Meclisi’nde Nurcularla ilgili maddeler kabul edilirken sıra 141, 142’ye geldiğinde Erbakan’ın tayfası Meclis’i terk edince, sözü edilen maddeler oylanamadı. (terk edenler içinde Şevket Kazan’da vardı, diğerlerini hatırlayamayacağım) Beklediğimiz olmadı. Neden sonra Anayasa Mahkemesi kararı çıkınca Milli Eğitim Bakanlığı’ndan görev istedim.

Bu defa o zamanki bakan Mustafa Üstündağ’ın engellemesiyle karşılaştık.

Bakanlar Kurulu’nun kararı yok, vb. nedenler ileri sürüldü. Musa Çınar ve diğer arkadaşlarla günlerce bakanlık kapısında bekledik. Tam o sıra Ecevit istifa etti. Başka hükümet kurulunca bize görev verildi.

1 Kasım’da, Düzce merkezinde İsmetpaşa İlkokulu’nda göreve başladım.

İki hafta sonra asıl görev yerim olan ilçenin batısında, Teflandağları eteğindeki Ardıçdibi Köyü İlkokulu’na atandım. 18 Kasımda Gümüşova’dan (Kışla) yaya olarak öğleden sonra köye vardım. Okul köyün orta yerinde, fındık bahçeleri içinde, iki dershane, öğretmen odası ve iki göz lojmanı olan, yıllar öncesi yapılmış bir eski bina idi. Beş sınıfı bir yere toplayan öğretmen Mustafa Ejder (B. Aynalıköy’den) ders yapıyordu.

Beni gören köylüler ve öğrenciler bugüne kadar köye yaşlı öğretmen gelmemiş. Sonra söylediler “Bu polistir, kim bilir ne araştırıyor” diyorlarmış, olduğu iiçin çok şaşırdı; çoğunlukla ilk göreve başlayanlar yeni mezun öğretmenler olurmuş. Bana 1. 2. ve 3. sınıflar verildi. Okula yakın bir boş evin küçük odasına yerleştim. Fakat Halil Altıntaş diye biri bir akşam gelerek: “Benim Ali ve Temel adında iki kardeşim vardır, bir de sen olacaksın, buyur bizim eve gidelim” dedi.

Yatak yorgan ve bir bavuldan ibaret olan eşyamı annesi ve eşi getirerek beni küçük bir odaya yerleştirdiler ve ben de Altıntaşlar horantasından oldum.

Bu yılın önemli olay 20 Temmuz’da yapılan Kıbrıs Barış Harekatı’dır; buna çok sevindim. Bazı ilerici arkadaşlar beni kınıyorlardı. Yunanlılar yıllarca çeşitli bahanelerle adalarımızı birer birer böyle ele geçirdiler, bu Kıbrıs’ı da alaydılar biz iyice kıta sahanlığı vb. Akdeniz’e çıkamaz hale gelecektik; Girit, Rodos, Meis Adaları hep öyle gitti.

“Nasıl silinsin dimağımızdan

Yanya, Kosova, Girit, Selanik!”

 

1975, Ardıçdibi

Bu yükseklerdeki köy, I. Dünya savaşından önce Karadeniz kıyısı (Ordu, Giresun vb.) halkı tarafından kurulmuş. İlk gelenler ulu bir ardıç ağacı dibine mekan tuttukları için köyün adı Ardıçdibi olmuş. Burada kış erken başlıyor, bir metreyi aşan kar, çevredeki yerleşim yerleriyle bağlantıyı haftalarca kesiyordu. İlk yerleştiğim yerde kalaymışım ilk kırağıya kurban gidecekmişim. 1 Mayıs’ta geceden fırtına ile başlayan yağmur ikindiye kadar sürdü, ağaçların meyveleri hep döküldü, çamurla sıvanan ev duvarları oyulup çıktı.

Radyodan  öğle haberlerini dinledim, bugün Kuzey Vietnamlılar Saygon’a girmiş. 1971 yılında Sofya’daki Vietnam Büyükelçisi’nin dediği çıktı: “Eni sonu ABD’ni Vietnam’dan çıkaracağız” dediydi. İstanbul’da 1965’te aldığımız arsaya arkadaşlar inşaata başladılar; her ortaktan önce on bin lira vermesini istediler, benim henüz biriktirip köşeye koyduğum param yoktu. Konya’da Sülbiye ablamın Fevzi, 8 bin lira yolladı.

1971’den sonra Bulgarca’dan çevirdiğim “Zad Jeleznite Reşetki – Bulgaristan’da Faşist Cezaevleri Tarihi” kitabının basımının sayesinde Yar Yayınevi sahibi Osman Çobanoğlu’nda 2 bin lira aldım ve ortaklar arasına katıldım. (Ahmet Hezarfen’le yaptığım görüşmede bu kitabın aslında bir macerasının da olduğunu öğrendim. Birkaç yayınevinin de talip olduğu bu kitaba aynı zamanda Hasan İzzettin Dinamo da talip olmuş. Ahmet Bey’e telif olarak verilen 2 bin lira, aradan uzun zaman geçmesine rağmen kitap tekrar basılamadığı için, kitabın baskısını yapan Behice Boran yönetimindeki Bilim Yayınevi tarafından, Osman Çobanoğlu’na geri verilmiş. Kitabın redaksiyonunu da şimdi Profesör ve Tarih Vakfı Başkanı olan Orhan Silieri tarafından yapılmış. Ayhan Aydın, 20 Mayıs 2005)

Hisseme düşen diğer paraları bulmak için akla karayı seçtim. Oğlum Cevat bile “Benden yardım bekleme” dedi. Tanıdık eş dosttan ödünç alıp zamanında çevirdiğim para listesini hala korurum. 22 Eylül’de okullar açıldı, okula Karacabey köylerinden Salih Akansel geldi. 0, 1., 2., 3., sınıfları aldı. Ben 4. İle 5. sınıfları aldım. Öğretim yılını anlaşarak çok iyi geçirdik. 26 Ekim’de köyün nüfus sayımını yaptım. 1 Kasım’da Eskişehir’deki ev eşyasını Ardıçdibine  İlyas’ın minibüsü ile Dereköy Öğretmeni Enver Arıkan ve okul arkadışım Salih Beylerle birlikte getirdik, lojmana yerleştim.

 

1976

Kış yine fena bastırdı, haftalarca evden dışarı çıkamadık, uzak yerlerdeki öğrenciler gelemedi. Gece gündüz ıhlamur kaynatıp içtik. Bir akşam kahvehanede köyün muhtarı İsmail Çavuş bana: “Birçok köyler kooperatif kurarmış, hükümet de bunlara para yardımı yaparmış; ne olur, nasıl kurulacaksa hemen girişelim” dedi.

Düzce’de Köyişleri Bakanlığı’na bağlı müdürlükten formları aldım, kısa zamanda ana sözleşmeyi düzenleyerek, 5 Nisan’da Düzce Noterliği’nde yasal işlemleri yaptırdık. Kurucu başkanı İsmail Çavuş, ben de sekreter oldum. Bu kalkınma kooperatifi köyde kan doladı. Köy halkının bir endişesi varmış, kulaktan kulağa bana da geldi. Kooperatif paraları İsmail Çavuş’a teslim edilirse zimmetine geçirir diyorlarmış. Nihayetinde bu kooparatifcilik olaylarından da çok zarar gördüm, çok şeyler yaşadım ama çok şeyler de öğrendim. 

 

1977

29 Mayıs’ta İstanbul-Üsküdar’da Muharibler Derneği’nde Türkiye Esperanto Derneği’nin olağan kongresi yapıldı. 5 Haziran’da Düzce Yeşilyayla (Bıçkı) Köyü’nde seçim (Genel Seçim) sandık başkanı olarak görev yaptım.

26 Mart’ta Ardıçdibi Köyü Kalkınma Kooperatifi’nin Genel Kurul toplantısında kooperatif ortakları çalışmışsa da, halkın ona güveni olmadığından yönetim kuruluna bile seçilmesin istemişler. Bu toplantıya Ankara ve Bolu’dan Kooperatif ile ilgili kişiler geldi. Yaptıkları konuşmalarda kadınlı erkekli böyle bir toplantı görmediklerini, bu kooperatifin yürüyeceğine inandıklarını söylediler. Bu kooperatife eşim de ortaktı. Bu yıl kalkınma kooperatifimiz kendini göstermeye başladı: Fındık üreticileri Zirai Donatım’da gübre ve ilaçlarını ucuza aldılar. Hele bayrama karşı birçok yörede bir yağ darlığı vardı. Başta Dereköy öğretmeni Enver Arıkan olmak üzere yönetim kurulundan birkaç kişiyi Edirne’ye Trakya Birlik Yağ Kooperatifi’ne yolladık. Oradan bir kamyon yağ getirdiler. Önce köyün gereksinimini karşıladıktan sonra komşu köylere dağıttığımız gibi, Düzce’deki askeri birlikleri bile gelip aldılar.

1963 yılı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanırken beni cezalandırmak için Zincirlikuyu köyünün hacısı hocası: “Köyde kolhoz kurmaya kalktı (muhtarlığımda köylüleri Sütçülük kooperatifi kurmaya teşvik etmiştim), boş durmayın boş yerlere ağaç dikelim dedi” diye tanıklık yaptılardı. İşte Ardıçdibi köyüne yararlı olacak bu kooperatifin kurulmasına yardımcı oldum ve bir yıl başkanlığını yaptım.

 

Köy – Koop’tan  Yarının Kooperatifçilerine

Yine biz köleleriz, efendilerimiz var.

Yine her melun taşı yosunlanmış bir duvar,

Esir – efendi diye koymuş da adlarını

İki bahta ayırmış arzın evlatlarını.

Efendi işletiyor, esir işliyor yine

Yine efendilerin gümüşlü sofrasından

Kar gibi ekmeğinden, şarap dolu tasından

Kırıntı, artık bile düşmüyor işleyene.

Yine biz esir geçen her günün akşamında

Gece yağmur inerken evimizin damında,

Isınabilmek için güneşi bekler gibi

Birbirine sokulan hasta köpekler gibi

Yırtık yorganımızın altında titriyoruz.

Nazım   Hikmet

 

Birkaç yıl Ardıçdibi köylüleriyle iyice kaynaştık, açıktan açığa bana: “Bu köye okul açılalı ne kadar öğretmen geldi, geçti hiç birine gönlümüz yatışmadı, onlar çocuklarımızı çok dövüyordu, siz gene hiç dövmediniz, hem okula da çok iyi baktınız, size gelinceye kadar kimse bu okul bahçesinde bir kök bir şey yetiştirmedi, sizler neler neler yetiştirmediniz, biri yarım kilo gelen patates bile yetiştirdiniz. İstediğiniz yere size ev yapalım, bize öğretmen, muhtarı kooperatif başkanı, hatip ol, bizi bırakma” diyorlardı.

Ama çocuklarımın: “Artık yaşlısınız, doktoru, sağlık ocağı olan yere yerleşin. Bu dağ başında kış kıyamet hastalanınca doktora nasıl yetişirsiniz?” diye diretmelerine dayanamadık, İstanbul iline naklimi istedim. Naklim hemen yapılarak evime en yakın ilkokul Defterdar Mehmetbey’e atandım.

24 Kasım sabah erkenden bütün köylüler okula gelerek eşyamı bir kamyona yükledi, köylülerden ayrılmak çok zor oldu. 28 Kasım’da İstanbul’da Defterdar Mehmetbey İlkokulu’nda göreve başladım. Okul, padişah Abdülaziz’in kızlarından Saliha Sultan’ın vakıf ettiği yere yapılmış. Avukat Ferda Kazancıbaşı’nın pederi Kazancıbaşı: “Burasını cami imamı ve birkaç yandaşı Kuran kursu yapmak için zaptemek üzere imişler, biz onlardan çabuk davranarak, kışa karşı olmasına bakmayarak hemen okulun temelini attık, o sıra İstanbul Eğitim Müdürlüğü’ndeki bir müdür yardımcısının çok desteğini gördük, burasını ele geçiremeyeceğini anlayan Kuran kursçular cami yanındaki tarihi su değirmenini ele geçirdiler, ona bina ekleyip durdular...”  diye anlatıyordu.

Okulda sabahçı ve öğlenci olarak iki nöbet ders yapılıyordu. Öğretmenlerin hepsi benim gibi Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen köy çocuklarıydı, aralarında iki köy enstitü çıkışlı da vardı. Okul müdürü şoven bir partinin militanıymış, bunun için birkaç dalkavuk öğretmenden başkası onunla hiç görüşmüyordu. O da öğretmenlere gözdağı vermek için Beykoz’dan vurucu kırıcı bazı gençleri birkaç defa okula getirdi, bu hareketi öğretmenleri çileden çıkardı, okulda her gün kavga oluyor, Okul-Aile Birliği de okulda eylem yapamaz duruma geldi. Müdür Emrah Sadıç’ın her gün ayağının altındaki toprak kayıyordu, öyle oldu ki, okula gelmeye korkuyor.

 

1978

Her gün siyasi cinayetler işlenmekte, herkesi bir ölüm korkusu aldı. Okulda henüz hangi sınıfı alacağım belli olmadı, öğretmeni gelmeyen boş sınıflara giriyordum. 24 Haziran’da Üsküdar Muharipler Derneği’nde Türkiye Esperanto Derneği Kongresi yapıldı, Bulgaristan’dan bir delege de vardı. 25-28 Haziran’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde Esperanto sergisi yapıldı, son gün sergiyi hasta olduğum halde ben bekledim. 24 Ağustos’ta: Sirkeci İskelesi’nden Bandırma Vapuru’yla Bandırma’ya, oradan trenle Soma’ya yatsı zamanı vardık, Cevat’ı bulamadık, geceyi otelde geçirdik. Ertesi günü İzmir’de Bornova’daki ablamın Enverlere gittik.

Bu günlerde Ankara’da TÖB-DER Genel Kongresi yapıldı. 8 Eylül’de Edirne – Ayşecik İstasyonu’na bölünmüş ailelerden yeğenlerim geldi, birkaç gün onların işi ile uğraştım, bazılarını Silivri’ye, bazısını Ankara’ya yerleştirdim. Bulgaristan’da iken bana bizlere yardım et ne olur, biz mali yönden kendimizi  yük etmeyiz, diyorlardı. Ama durum öyle çıkmadı. Yine fedekarlıkta bulunan biz olduk. Bu yükün altından kalkmak için eşimin üzerine olan iki dönüm bağı satmak zorunda kaldım, benim derdim yetmezmiş gibi bana bir dertte onlar açtı.

 

18 Eylül: 1978/79 öğretim yılı başladı. Okul Müdürü Emrah Sadıç, 29 Eylül’de okulu terk edip gitti. Önce müdürün yarattığı rahatsızlık vardı, şimdi “Okula kim müdür olacak?” sorunu çıktı. En meraklı öğretmen Sadrettin Aktaş’tı. Hemen İstanbul Eğitim Müdürlüğü’nde torpil aramaya başladı. Bana bir gün yanında Şinasi Yıldırım, Haşim Uçar, Coşkun olmak üzere: Seni müdür yardımcılığına münasip görüyoruz, bu okulda iki müdür yardımcısı kadrosu var, Haşim 1. Yardımcı, sen 2. olursun, az bir sorumlulukla emekliliğini getirirsin..” deyince canım sıkıldı. “Ben de müdürlüğe adayım, dilekçemi vereceğim,  uygun görülürse kabul edeceğim” dedim. Bu sefer hepsinin canı sıkıldı, sanki “Sen yapamazsın” der gibi birden bana karşı tavırları değişti. Sadrettin iki günde bir İl Eğitim Müdürlüğü’ne gidiyordu.

24 Aralık’ta Maraş’ta Alevilere saldırarak genç-yaşlı demeden kundaktaki bebekler, küçük çocuklar bile katledildi, bunu yapanlar tutuculardı.

 

1979

Bu yıl benim yaşamıma bir dönüm noktası oldu. Bu yıl öğretmenken idareciliğe başladım. 14 Şubat’ta okula müdür atandığım bildirildi. Bu haber bazı arkadaşlara soğuk duş etkisi yaparken, bazısı da: “Müdürlük senin hakkındır, kutlarız” dedi. İdarecilik zor iş, insan en samimi arkadaşı ile bile sıra geliyor, bozuşuyor. Okulda bana daha önce saygılı davrananlar, hemen aleyhime döndü. Sadrettin’i istemeyenler ona yanlamaya başladı; bunlar işi iyice azıttı, akıllarınca beni canımdan bezdirip istifa etmeye zorlayacaklar. Bunların blöflerine aldırmadım, öğretim yılını hakettik. 17 Eylül’de öğretim yılına başladık. Okulun içi dışı boyatıldı.

 

1980

Bulgaristan’dan gelip Silivri, Saray, Pendik’e yerleşen yeğenlerin  arsa işlerinin yanı sıra aralarında olan özel bazı işleriyle uğraştım.

Ülkede asayiş bir türlü rayına oturmuyor, aksine günden güne bozuluyor. Gazeteler yalnız işlenen cinayetleri yazıyor, sağ ve sol alabildiğine acımasız birbirine saldırıyor. İlerici TÖB-DER’li öğretmenler, DİSK’ten sendikacılar hep öldürülüyor. Ben sabahleyin evden çıkarken acaba akşama döner miyim, endişesiyle okula gidiyorum. Her akşam bugün de ölmeden geçirdim diye seviniyorum, bundan sonra bedava yaşayacağım.

12 Eylül gece yarısı komşum Mustafa Baştuğ kapıyı çaldı, bana “Müjde silahlı kuvvetler darbe yaptı, General Kenan Evren başa geçti” dedi. 

Devletin başına askerlerin geçmesinden bazı kişiler, işler belki düzelir diye ümit ederken, bu yöneticilerin rengi çok geçmeden belli oldu.

Kendini Atatürkçü olarak göstermek isteyen General Kenan Evren, halka hitap etmeye başladığında ayet ve hadisler okumaya başladı, bu hareketi tutuculara cesaret vermeye başladı. İlerici sendikacılar, Barış Derneği üyeleri, Köy-Koop’çular, TÖB-DER’liler, DİSK’liler hep tutuklandı. Kimse ağzına “Devrim” sözünü alamaz oldu. Devrim lafı inkılab oldu. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne emekli bir general getirildi.

 

1981

8 Şubat’ta Çanakkale’ye, oğlumun yanına ziyarete gittik. Şehri tanımak için ilk önce Çanakkale türküsünde: “Çanakkale içinde Aynalı Çarşı, anne ben gidiyorum düşmana karşı” diyen Mehmetçik, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelip buraya uğruyor, bu aynada son defa kendisini görüp düşmana karşı gidiyor, çoğu şehit oluyordu. Eşim bunları düşünerek çok ağladı. Ben de bu “Aynalı Çarşı”yı görüp bir daha onunla karşılaşacağımı nasıl tahmin edebilirdim? İstanbul’daki Tarih Vakfı, 31 Ocak 1997’de bana yazdığı yazıda Çanakkale Belediyesi tarafından Tarih Vakfı’na verilen bir araştırma projesi için “Aynalı Çarşı”nın tarihine ilişkin Osmanlı Arşivi’nden belge ve bilgi taraması yapmamı istiyordu. Günlerce İstanbul B.O.A.’nda araştırmada yaptığım halde üzülerek söylüyorum hiçbir şey bulamadım.

18 Haziran’da Kadıköy’de öğretmenler toplantısı yapıldı, yukarıda sözü geçen eğitim müdürü bazı geç kalan öğretmenleri haşladı, disiplin, temizlik istediğini söylerken "Okulda bir pislik bulursam öğretmenin ağzına koyacağım, okulun nizamiye kapısına devamlı iki öğrenci nöbetçi koyacaksınız, okula giriş çıkışlar kontrol edilecek” dedi. Benim okulum düzenli ve temizdi, gelse bile yukarıda söylediklerine hacet kalmayacaktı, 6-20 Ekim 1983’te Bulgaristan’ın Sofya kentinde Bulgar Esperanto Birliği tarafından yapılacak ”Esperanto’nun 100. Yıl Jubilesi’ne çağrıldım. Eğitim müdür yardımcıları, Beykoz Kaymakamı bu davetiyenin önemini anladı, yazıyla sözle Türkiye’den bir öğretmenin bu kongreye katılmasının ülke için övünç olacağını belirttilerse de eğitim müdürü “Öğretmenin kongrelerde işi yok, okulda dersine baksın!” dediğini bana üzülerek söylediler. Bu sabık eğitim müdürü şimdi sağ ise bu olay hakkında acaba yine öyle mi düşünür? Ara sıra bunu düşünüyorum bu Susurluk Olayları, Kaçakçılık, Mafya, Çetecilik operasyonları yapılırken.

 

1982

Okuma-yazma bilmeyenler için okulumuz Defterdar Mehmetbey’de gece kursu açıldı. Burada yaptığım çalışma gösterdiğim başarı için Milli Eğitim Bakanlığı Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından BAŞARI BELGESİ verildi. 28 Mayıs’ta eski Cumhurbaşkanlarından Cevdet Sunay vefat etti. 21 Haziran’da Çapa’da Eğitim Yüksekokulu sınavlarına girmeye başladım. 13 Eylül 1982/83 öğretim yılı başladı. 7 Kasım’da General Kenan Evreni Cumhurbaşkanı yapacak bir seçim yapıldı. 12 Kasım günü Evren’in Cumhurbaşkanı olması nedeniyle gönderlere bayrak çekildi; okullarda bayrak çekmeyen yöneticilere soruşturma açıldı.

 

1983

6 Haziran’da Bulgristan Cumhurbaşkanı Todor Jivkov Türkiye’ye geldi. İki yıl sonra Bulgaristan’daki Türklerin adları Hıristiyan adlarıyla değiştirildi. Ali’ler İliya, Ahmet’ler Atanas oldu. 21 Ağustos’ta Edirne Eğitim Yüksekokulu’na sınava gittim, Karaağaçtaki ortaokul binasında kaldım, bazı dersleri veremedim, birkaç hafta sonra olanları da verip okulu bitirdim. 6 Kasım’da Genel Seçim yapıldı, Güzelcehisar okulunda sandık başkanı idim. Turgut Özal’ın Anavatan Partisi kazandı.

 

T.C. Kültür Bakanlığı Yayınlar Daire Başkanlığı’na, ANKARA

Başkalarıyla birlikte Komünizmi terk eden Bulgarların ülkelerindeki ideolojik boşluğu yıllardan beri milliyetçilikle doldurma eğiliminde oldukları, orada yaşayan bir milyondan fazla soydaşlarımız için büyük tehlike taşımaktadır.

Bugün soydaşlarımızın en yoğun bulunduğu DELİORMAN Bölgesi yüz yıllardan beri Türklerin emeği ve alınteriyle gelişmiş, yer cenneti haline gelmiştir. Burada yaşayan soydaşlarımız faşizm ve başka rejimlerde Bulgar milliyetçiliğinin baskılarına direnerek kültürel benliklerini bilinçli şekilde yaşatmaya çalışmaktadır. “DELİORMAN” adı verdiğim bu derlememle buradaki mücadelemizi, bu yörenin öz be öz Türk Diyarı olduğunu gün ışığına çıkarmaya çalıştım.

Derleme iki bölümdür:

  1. Bölüm-içindekiler: Deliorman’ın coğrafyası-Milattan önce burada yaşayan kavimler (Traklar)-M.S. buraya egemen olan Makedonya, Roma, Bizans İmparatorlukları, zamanında başlıca yerleşim yerlerinin adı, bunların ekonomik durumu, kuzeyden gelen Hun, İskit, Kuman, Islav, Bulgar, Peçenek ve Oğuz Türkleri-Bulgar Devleti-Bogomil akımı-Osmanlı egemenliği yüz yıllar boyu süren istikrar ve imar hareketi- Razgart, Rusçuk, Şumnu, Silistre, Varna, Tutrakan, Provadi, Yeni Pazar kentlerinin Bursa ve Edirne gibi tam bir Osmanlı şehri olmaları, bunların askeri, iktisadi, kültürel durumları-Deliorman’dan geçen seyyahların yazıları 19.Y.Y.’da Rusların saldırısı, Türk-Rus savaşları – Bayındır yerlerin Ruslar tarafından yakılıp yıkılması – Türk göçleri?
  2. Bölüm – İçindekiler: Deliorman’da kalanlar var olmak için mücadeleleri (Mektep ve Cami Encümenlikleri oluşturmak, Kıraathane, Cemiyet-i Hayriye, Turan Cemiyetleri kurmak, Rüştiye, Darü-l-muallimin, Nüvvap Medresesi, Türk Gimnaziyası, Türk öğretmen Okulu açmak) – Basın, yayın-Şair, yazar, eğitimciler (Bulgarlar tarafından yok edilenler) – Yunus Abdal köyü- Spor Folklor- Tarikatlar, tekkeler (Tekke edebiyatı) – Osmanlı yazışmaları vb.

 

Yukarıda adını belirttiğim derlemenin bakanlığınızca yayınlanmasını saygıyla arz ederim.

 

Ahmet Hezarfen, 7.02.1992

 

1984

29 Ocak’ta, eşimle, Konya’da hastalanan kayın biraderimi ziyarete ve dolaşmaya gittik. Oraya varmışken Karapınar Kasabası’na da geçerek oradaki Yunus Abdal köylülerimizi ziyaret ettik.

Bulgaristan’da öğrencim, şimdi lise edebiyat öğretmeni olan Yusuf Ahmet kasabadaki eski çağlarda insanlara toprak taşıtarak yapılan yapay tepeyi gezdirirken Çin Seddi, Mısır Ehramları ve bu tepe gibi nice varlıkları insan emeğinin ürünü olduğunu 1947 yılından sonra Bulgaristan’da Tuna nehrinin kıyısında (ilkbaharda karların erimesinden Tuna nehri çok defa taşıt çevresine zarar veriyordu) su taşkınlarını önlemek için Vidin’den başlayarak Tutrakana kadar 4 m. Yükseklikte digaları (subendi) Trudovak (işçi asker) askerlerine yaptırdıklarını, orada askerliğini yapanların tümü Türk ve azınlıklar olup bunların % 25’nin verem ve başka hastalıklara yakalanıp yaşamlarını yitirdiklerini, bunlar arasında halkımıza yararlı olacak değerli gençlerin olduğunu konuşurken söz Tuna boyundan açılınca bir zamanlar Tuna boyunda hükmünü dağa taşa geçiren “CİVAN  ALIŞ” geldi.

1970’te köyüm Yunus Abdal’a (Yonkovo) ziyarete gittiğimde, Yusuf Ahmet Zavut (Mithat Paşa’nın köyü) ortaokul öğretmeniydi.

Rüştiyede okurken kompozisyon yazmada çok başarılıydı; yüksek okulda bu yeteneği daha da gelişmiş, o sıra Bulgaristan’da çıkan Yeni Hayat, Halk Gençliği dergilerinde yazıları çıkıyordu.

O zaman onunla Atatürk’ün çok sevdiği “CİVAN ALİŞ” türküsü için bir kitap yazmaya karar verdik, köyde ve çevredeki yaşlılardan bilgi toplamaya başladık.

Ben Akif Ahmet Hatip Osman, Şerif Mustafa’nın Rüstem, Derviş Mustafa, Şükür Ahmet, Çukurköy’lü (Yasenkovo) Cerrah Mehmet, Abdulköy’lü (Bogdantsi) Berber Ahmet vb. kişilerle görüşerek hayli bilgi topladım.

Türkiye’ye gelince Civan Aliş’e ilişkin bilgileri olan birçok kişilerle görüştüğüm gibi, İnegöl’ün Hamzabey köyünde Civan Aliş’in torunlarını da bularak birçok söylenenleri doğrulayan daha inandırıcı bilgiler aldım; “DELİORMAN EŞKİYASI CİVAN ALİŞ” başlıklı 200 sayfalık bir yazı hazırladığımı söyledim. Bunu nasıl bastırırız. diye tasalanmaya başladık, hala tasalanmaktayım.

(1) Mithat Paşa, Razgard’ın 32 km. kuzeyindeki Zavut (Zavet) köylü Bektaşi Kızılbaş ailedendir. An. İv. Yavaşov-Razgrad, 1930, s.148, K. İreçek, Knyajestvo Bılgariya (Bulgaristan Presliği), s. 268, Meyrs Konversations lexikon Elfter Band-pag. 592

25 Mart yerel seçim yapıldı, Özal hep yerini sağlamlaştırdı.

 

1985

Bu ders yılı beni yıpratmak için mi olacak nedir? Okula başka okullarda sorun çıkaran iki öğretmen (Mahir ve Ertuğrul) atadılar. Bunlar gün geçmez bana ve diğer öğretmenlere ille bir sorun çıkararak, okuldaki  samimi havayı bozuyordu. Bunu fırsat bilen iki bayan öğretmen (F. ve M.) belki okula müdür oluruz diye ilgililere beni şikayet ederler, soruşturmaya gelen ilköğretim Müfettişi Sait Akyüz’ün soruşturmasıyla beni yaka paça, Paşabahçe  Okulu’na atayıverdiler.

Yaş haddinden emekliye ayrılmam gerekti, bu süreyi bekleyemediler, bu bana zor geldi. Hemen idare mahkemesine başvurduğum gibi yaş tashihi için mahkemeye başvurdum. 14 Haziran’da yapılan duruşmada 1920 olan doğumum bir yıl geri alınarak, 1921 oldu ve Paşabahçe Okulu’nda bir yıl daha çalıştım. Fakat bu bir yılım Ankara’da Emekli Sandığı tarafından kabul edilmedi. 18 Eylül’de 1985/86 öğretim yılı başladı. 20 Ekim’de nüfus sayımında Hisar, Taşocakları mahallelerinde kontrol görevi yaptım, geç vakitlere kadar mahalleleri gezdim. 1 Kasım’da beni geçici olarak Güzelcehisar okulunda 1. sınıfa verdiler.

 

1986

TÖB-DER davasından ceza alan öğretmen İbrahim İşyar, yıllarca Çanakkale Cezaevi’nde yattıktan sonra tahliye olmuş, İzmit’e giderek ona geçmiş olsun dedim, hayli dertleştik. Oradan dönerken Derince’de Zavutlu öğretmen Fındık Ali’ye uğrayarak hatırını sordum. Beni görünce ağlamaya başladı. Hastaydı: “Bu beni son görüşündür, ben çok yaşamayacağım” dedi. Çok yaşamamış ve vefatını bana duyurmadılar, çok sonra öğrendim.

10 Mayıs’ta, Celâl Usta ve Yetiştirme Yurdu Hizmetlisi Ahmet’le binanın istinat duvarının yapımına başladık, o gün Ramazan’ın ilk günüydü.

18 Ağustos’ta, yıllarca tüm tutuklu devrimcilere ve 1963/64’te Eskişehir olaylarında bizim yardımımıza koşan, çoktan hasta olup Beyazıt Esnaf Hastanesi’nde yatan Avukat Muvaffak Şeref vefat etti. O akşam bana telefon etmiş, evimde telefon yoktu, komşuya gelmiş vakit geç olduğundan bana sabah erken söylediler. Hemen yola çıktım. Hastaneye vardığımda bir hemşireye Muvaffak Bey’i sordum. Kız: “Demek o sizi istiyordu, hep sizi sayıkladı.” derken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve “Biraz önce ruhunu teslim etti” sözünü zor söyledi ve beni morga götürdü. Evden götürdüğüm kırmızı karanfilleri (onu ziyarete giderken hep bu çiçeklerden götürürdüm ve bu çiçekleri pek severdi)  göğsüne koydum. Cenazesi Aksaray’da Valide Camii’ne getirildi. Eşi Rabia Hanım, Avukat Niyazi Ağırnaslı, Mehmet Ali Aybar (Muvaffak Bey’i T.İ.P. toplantısından zorla çıkardığı için ona gücenikti) ve diğer T.İ.P.’liler geldi.

Eylül’de yaş haddinden emekliliğim istenerek hemen işlemlere başlandı.

16 Ekim, Paşabahçe Okulu’ndan ilişiğim kesilince sanki muallakta kaldım, ne yapacağımı şaşırdım. Emeklilik işlemlerim bir an önce olsun diye, Ankara’ya gitmeye başladım. Bu arada köy enstitüleri müdürlerinden Rauf İnan’ın Çankaya’daki evine gittim. Ev yüksek bir yerde. Güneyde, çoğu birer katlı, çevreleri kavak ağaçlarla çevrilmiş büyük bir mahalle var; dikkat ettim bu mahallede diğer gecekondularda görünen iki-üç şerefeli minareli camilerden geç, küçük bir cami bile yoktu. “Hocam, bu mahalledekiler galiba Alevi”, “Nereden anladın?”, “Baksanıza cami yok” şaşarak “Bugüne kadar buna hiç dikkat etmemiştim” dedi. Eşi resim yapıyordu, yaptığı resimleri gösterdi. Bulgaristan’daki eğitim-öğretimden konuştuk. Bulgarlardan İstanbul’da öğretim görmüş Gılıb Gılıbov’u tanırmış, “Avrupa’ya giderken onunla Edirne’den Sofya’ya kadar bir kompartımana gittik, çok güzel Türkçe konuşuyordu, bana Atatürk’ü çok takdir ediyorum, Türkiye’yi kurtaracak Atatürkçülüktür, sakın ondan ayrılmayın, o dünyanın yetiştirdiği nadir insanlardandır, dedi ben de öğretmenliğimde hep onun izinden gittim, öğrencilerime de hep Atatürkçülüğü aşıladım” dedi; onunla birkaç defa mektuplaştım. Daha sonra Şumnu Nüvvab Medresesi’nden öğretmenimiz Osman Seyfullah Keskioğlu ile görüştüm. Fakat çok konuşmadık; kızı ve damadı trafik kazasına uğramışlar, çok kahırlıydı.

 

1987

Bu yıla yokluk içinde girdik fakat hiç üzülmedik. On yıl ve daha önceki yıllar ne yokluklar gördük, bunu da atlatırız diye kendimize moral veriyorduk. Sık sık Ankara’ya giderek Emekli Sandığı’nın kapısını aşındırmaya başladım. En nihayet Mart ayı başında işlemlerin tamamlandığı haberi gelince paramı almak için Ankara’da Etlik İş Bankası’na gittim. Anadolu Ekspresi’yle İstanbul’a gelirken Arifiye’ye yaklaştığımızda kar fırtınası başladı, trenin de gittikçe hızı kesiliyordu, Bostancı’ya geldiğimizde iki saat yolun açılmasını bekledik. Neden sonra zar-zor Haydarpaşa’ya ulaştık.

Hemen kendimi Üsküdar’a giden bir otobüse atarak iskeleye indim. Oradaki halk pazarından bir koca demet ıspanak ve 10 k.g.’lık bir torba Konya unu alarak Beykoz yönüne giden araca bindim. Elimdekileri gören kadınlar: “Hep gene yaşlı deney sahibi, kışın bastırdığını anlamış, tedarik tutmuş...” diye aralarında konuşuyorlardı. Otobüs buz tutan yolda çok ağır yol alıyordu. Hele Kuleli Askeri Lisesi yanında denize uçma tehlikesi geçirdik, Küçüksu’ya gelince derin bir nefes alarak sıcak evime kavuştum, kış daha da arttı, yağan kar birçok çatıyı çökertti.

Biz sobamızın üzerindeki fırında sık sık ıspanak pidesi pişirerek penceremizden dışarıdaki kar fırtınasına baka baka yerken, bu kış kıyamette yok-yoksul olanları, yolda kalanların halini de unutmadık, kış 16 Mart’ta kadar sürdü. Emekli ikramiyesi olarak bir buçuk milyon kadar para verdiler. Bununla ne yapabilirim, bundan sonra nasıl geçinebiliriz?, düşüncesi uykumu kaçırdı, iş aramaya başladım. Yeniden ülkemizin neresine olursa olsun öğretmen atanmam için birkaç defa Eğitim Bakanlığına başvurdum, olmadı.

Yine bir yerde iş ararken Sultanahmet’te Yerebatan Sarayı yanındaki Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Osmanlıca bilenler alınacağını söylediler. Hemen başvurdum. Fakat eşime söylemedim. 13 Ağustos’ta sınava gittim. Başvuranlar o kadar çoktu ki bize iş vermezler kuşkusuna kapıldım. Sıram gelince sınav komisyonu karşıma çıktı. Bazı belgelerden ve Cevdet Tarihi’nden okuttular, aradan bir iki ay geçti, bir haber yok. Ömerli’de kızımın yanındaydım, eve geldiğimde eşim: “Bir sınava girmişsin, kazandığına dair yazı geldi, Başbakanlık Arşivi’ne bazı evraklar isteniyor” dedi. Ertesi gün istenen belgeleri götürerek göreve çağrılmamı beklemeye başladım.

11 Ekim’de gazeteler Avrupa’da mülteci yaşamı sürdüren Behice Boran’ın vefat ettiğini yazdı. Cenazesi Türkiye’ye getirilerek 18 Ekim günü Şişli Camii’nde kalabalık toplumcuların katılımı Zincirlikuyu mezarlığına defnedildi. O gün caminin çevresindeki  yollar polisler tarafından tutulmuştu.

Boran, 1965’te yapılan genel seçimde T.İ.P. milletvekili olarak Meclis’e girdi.

Şimdi ünlü bazı siyaset adamları, Meclis’te onun konuşmalarına tahammül edemez, dışarı çıkarmış. Hatta bu kişiler diğer T.İ.P.’lileri korkunç şekilde dövdürdüler. O zaman T.İ.P.’lileri CHP de desteklemeye çalışıyordu.

Bu cenaze yıllarca göremediğim birçok toplumcuyla görüşmeye vesile oldu, bazısı ile son görüşmemizmiş.

2 Kasım’da Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde göreve başladım. Arşiv’e ilk defa Osmanlıca’yı iyi bilen kişiler alınmış, aramızda 80 yaşın üzerinde kişiler vardı. (İdris Hoca Gazeteci Enver Bey, birkaç albay, avukatlar). Biz yaşlıları en üst kata koydular, burası iyi olmasına iyi idi fakat soğuk oluyordu. Biz aşağıya çay içmeye seyrek iniyor, öğle dinlencesinde bile çalışıyorduk. Diğer çalışanların çoğu imam hatip okulu, ilahiyat mezunları olup öğle ikindi akşam namazı kılmak için sık sık abdest almaya, namaz kılmaya iniyor hele Cuma günleri mesai saatlerinden birkaç saati camide geçiyordu. Gençler birbirine “Selamüm aleyküm” diye selamlarken bizler “Günaydın”diyorduk. Albaylar bu gençleri birçok defa : “Oğlum biz Osmanlı döneminin insanları olduğumuz halde devrimlere uyduk, siz Cumhuriyet çocuklarısınız, bizden daha devrimci olmalısınız”diye onları eleştiriyorlardı. Bize önce B. E. O. (Bâb-ı Âli Evrak Odası), Adliye, Zabtiye, Dahiliye vb. defterleri çevirttiler. Sık sık çalıştığımız odayı ziyaret eden Arşiv Genel Müdürü Prof. Dr. İsmet Bey, biz yaşlılar için: “Sizler benim kurmaylarımızsınız” diyordu.

Birkaç yıl sonra yerine gelen müdür Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ise hemen bizi kapı dışarı etti ve bizim için çalışırken uyuyup kalıyor, iş yapamıyorlar, diye aslı olmadık iddiada bulundu.

 

1988

Bu yıla, evin altındaki daireyi yasal olarak satın almak için açtığım şufa davasıyla girdim. Para için sıkıştığımdan Eskişehir’deki yurdumu ucuz olarak satmak zorunda kaldım. Oysa bu yurdu alıncaya kadar ne zorluklarla karşılaştım, kıyamayarak elden çıkardım. 14 Mayıs’ta kurban bayramını yakınlarımızla geçirmek için Kırşehir’e gittik. Eşim Ayşe Hezarfen’in kardeşleri ve diğer yakınları ile son görüşmesi imiş, bir daha birbirlerini göremediler, yaşam işte böyle!..

2 Temmuz’da torunum Kaan’la, ıhlamur çiçeği toplamaya Şile ormanına gittik.

Geçen yıllar buralarda bol bol çiçek bulduğumuz halde bu yıl Çernobil patlamasındaki radyasyon yüzünden çiçekler açmadan kurumuş. Bu yıl birçok yerde salatalıklar daha çiçekken kurudu, bu yüzden birçok bahçevan zarara uğradı. 24 Temmuz’da kurban bayramının 1. Günü her bayramda olduğu gibi bu bayramda yine bir yere çıkmadık. Kesilen hayvanları göreceğiz diye pencereden bile bakamadık. Bu kurban bayramları bize acılı günler yaşatıyor.

18 Ağustos’da Çorum’a giderken yolda (Sorgun’a yaklaşırken) radyo ara haberinden Pakistan Cumhurbaşkanı Ziyaülhak’a sûikast yapıldığını duyurdu. Pakistan bir diktatörden kurtuldu, diye çok sevindim.

Çorum’dan oğlum Cevat’ın bulunduğu Dodurga Kömür işletmelerine gittik. Oradan dönünce 23 Ağustos’ta Gemlik’e yakın Armutlu Kaplıcası’na gittik. Buraya birkaç senedir yaz mevsiminde geliyorduk. Bu yıl yine iyi vakit geçirdik. Kaplıcaya sabahtan bir defa giriyorduk. Ben su sıcak olduğundan dayanamayıp erken çıkarken eşim saatlerce havuzun kaynağı yanında durduğunu söylüyordu. Bu yüzden benden sağlam olduğunu sanıyordum, oysa benden 11 yıl önce yaşama veda etti.

Bir gün kaplıcanın doğusunda ağaçlandırılmış çamlıkta gezerken ikimiz de gölgesine sığınabileceğimiz bir çam altında: “Acaba ileriki yıllarda yine böyle birlikte buralara gelebilir miyiz; yalnız gelirsek buralarını görünce nasıl dayanırız?” derken o ağlamaya başladı. O yıldan sonra oraya gitmek bana çok acı geldi. Şarkıda “o ağacın altını hatırlar mısın?” der.

25 Eylül’de EVET ve HAYIR seçimi yapıldı. Eski siyasilerin affedilmesine yönelik bir seçimdi bu. Evet Hayır % 35, % 65 çıktı. Bu seçim Özal’ı sarsmadı, egemenliğini sürdürdü.

15 Kasım’da Ankara’da Yargıtay’daki şufa davasını kazandım.

 

1989

1989 yılı beni büyük bir yasa sokuverdi. 13 Şubat’ta Osmanlı Arşivi’nden saat 17.30’da çıkıp soluk soluğa Beykoz vapuruna zor yetiştim. Anadoluhisar İskelesi’nden indikten sonra her zaman yaptığım gibi sıcak yuvama bir an önce kavuşayım diye bu akşam daha çok koştum. Saat 19.00 var, yok. Eve yetiştim. Yolda gelirken sanki eşimi bulamayacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Onu soba yanında Cumhuriyet Gazetesi okurken bulunca rahatladım. Bana gazeteden ilgilendiğim konuları kısaca anlattı. “Bu akşam erken yatmayalım, biraz konuşalım, anlatacaklarım var...” dedi.

Günlük işlerimizi konuşurken “Mutfakta biraz işim var, bitireyim de geleyim” diyerek çıktı. Birkaç dakika geçti geçmedi, mutfaktan bir gürültü geldi. Hemen fırladım, yarısı mutfakta, yarısı salonda yüzüstü yatarken gördüm onu. 2 Aralık 1881’de, Karl Marx’la karısı Jenny vefat ederken ayrıldıkları gibi biz de ebediyen ayrılıverdik. Neye uğradığımı, ne yapacağımı şaşırdım.

Evin alt katındaki komşulara (emekli öğretmen Baştuğlar) koştum. Onlar da telaşlandı, yukarı çıktılar, sun’i teneffüs yaptırdık, onu yaşama döndürmeyi başaramadık. Ben bundan sonrasını hatırlayamıyorum.

Onlar Ömerli’deki kızıma telefon etmişler, sabaha kadar yakınlardaki hısım akraba gelmeye başlamış. Ben de bazı hizmetlere koşmuşum, fakat bilinçsizce,  kurulmuş makine gibi... O günler hatıra defterimde hala yazılmadı. Hala yerleri boştur, şimdiden sonra da yazamayacağım!.. Çorum Dodurga’dan gelen oğlum Cevat birkaç gün yanımda kaldı. Beni Taşlıtarla’daki tanıdıklara, Ömerli Barajı’na götürdü. Fakat beni bir yer tutmuyor, sanki dünyada yapa yalnız kalmışım. Nasıl yaşadığıma şaşıyorum. Ayrılık acısı dakika dakika yüreğime çöküyor, uyuyamıyorum da...

Birkaç gün sonra Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki işime başladım. Çalışırken acımı biraz unutur gibi oluyorum, fakat eve dönünce bütün gece sabah olmasını bekliyordum.

26 Mart yerel seçimde Hisar 5 No’lu sandıktan bana başkanlık görevi vermişler, benim dünyamın karardığını ne bilsinler. Durumu sezdirmeden görevimi yine yapmaya çalıştım. Bu seçimde SHP birçok belediye başkanlığını kazandı; İstanbul’da Prof. Nurettin Sözen, İzmir’de Yüksel Çakmur belediye başkanı oldular. Kızım Vedia 5 Nisan’da annesi için bir dini toplantı düzenleme hazırlığı yaparken, evde kalamadım, Eskişehir’e gittim. Bu yolculuğum diğerlerine hiç benzemedi, trenin hiç durmadan beni sonsuzluklara kadar götürüp, bırakmasını istedim. Eskişehir’de istemeye istemeye indim. Burada eşimle 19 yıl birlikte yaşadığımız Zincirlikuyu Köyü’ne gittim, sanki onu buluverecekmiş gibi...

23 Nisan’da eski tüfekler’den Ahmet Titiz öldü.

6 Mayıs şeker bayramı. Gümüşova’da kardeşliğim Halil Altıntaş’ın oğlu Mustafa’nın evinde  kaldım. Sonra yukarı Ardıçdibi’ne çıktım, köyde beni görüpde halimi soracaklar, diye insanlardan kaçtım. 16 Haziran’da Ormanbeşvekili Sabri Hoca ile Bursa’ya gittik. Bu günlerde Bulgaristan’dan Türkler kitle halinde Türkiye’ye göçüyor, Bursa’nın her sokağı Bulgaristan plakalı araba dolmuş. Orada yeğenim Abdullah’ı buldum ama canım eğlenmedi, hemen İstanbul’a döndüm.

23 Haziran’da İrfan Hoca ile Ömerli Ormanı’na ıhlamur çiceği toplamaya gittik. Bu yıl geçen yılda olduğu gibi çiçekler zarar görmemiş, hayli çiçek bulduk. Tarlalardan demet demet, sarı kantaron çiceği de topladık.

13 Temmuz’da kurban bayramı başladı. Bayramı Ömerli’de damadın bıldırcın çiftliğinde geçirdim. 24 Ağustos’ta aşağıki evin tapusunu aldım. 28 Ağustos’ta Kaan’la Çorum Dodurga’ya gittik. Linyit kömürünün açık ve kapalı işletmesini gördük. 27 Eylül’de Kırşehir’e kayınbirader ve yakınlarımla geleceğim için görüşmeye gittim. Onlarla da son görüşmemizmiş, onlar da aramızdan ayrıldı. 4 Aralık’ta Beykoz İcra memurluğu yasal olarak daireyi bana teslim etti.

26 Aralık’ta Romanya’da Çavuşesku ve eşi darbeciler kurşuna dizildi. Oysa birkaç gün önce KP. tarafından Cumhurbaşkanı seçilmişti.

 

1990

7 Şubat’ta yeni aldığım daireye taşındım, yukarıdakini kızama bıraktım. Bu yeni aldığım daire de çok bakımsız. Onu oturacak hale getirmek için hayli masraf lazım. Ona dirlik tutmaya başladım; önce bir kamyon kum, 25-30 torba çimento, birkaç paket marley, 10 torba kadar sönmüş kireç aldım. Gittim Çorum’da ve Dodurga’da 6 Mart’a kadar kaldım. Gelir gelmez dairenin tabanına şap döktürüp marley döşettim, sonra Nisan ayında evin dışını sıvattım. 20 Nisan’da otobüsle Eskişehir’e gittim. Oradan torunum Beril’i alarak Çorum Dodurga’ya kurban bayramına götürdüm. 20’de İstanbul’a döndüm.

18 Haziran’da Duraç Köylü Osman Köseoğlu ile Ankara’ya Necmiye Hanım’ı görmeye gittik, Topraklık’taki evlerinde tanıştık ve kurban bayramından sonra gelin, dediler.

17 Temmuz’da Ankara’ya ikinci gidişim, ertesi günü, ikinci eşim değerli insan olan, Necmiye Hanım’la İstanbul’a geldik.

23 Temmuz’da Beykoz Nikah Dairesi’nde işlem yaptırdık. 27 Ağustos’da Çorum Dodurga’da Cevat’larda kaldık. Lojmanların olduğu çamlıktan aşağıda akan Kızılırmağın iki yanındaki çeltik tarlaları ve geceleyin o sivrisinek saldırılarını, hele dodurganın dev bayırı ile Osmancık’a  giderken Kumbaba Köyü’ndeki cami sundurmasında yavru çıkaran hacı leyleği unutamıyorum.

21 Ekim nüfus sayımı yapıldı.

 

1991

15 Nisan. Hıdır Abdal’ın sülalesinden olan Mehmet Şimşek’in verdiği Beratların çevirileri ile çok uğraştım, çok emek verdim. Benden çevirileri almayıp o beratları başka yerde çevirerek bastırmış. Hıdır Abdal gibi ulu bir kişiye yakın olan Mehmet Şimşek’in bu yaptığı yolumuza hiç yakışmıyor. Onu yeri geldiğinde Hıdır Abdal Hazretleri’ne şikayet edeceğim. 27 Haziran Sefaköy’den Necmiye Hamın’a ev aldık. 20 Ağustos’da Rusya’da ayaklanma oldu birkaç gün sonra bastırıldı. 20 Ekim’de genel seçim yapıldı, D.Y.P. çok oy aldı; Özal sarsıldı.Aralık ayı içinde biz 33 kadar yaşlı, Osmanlı Arşivi’nden kapı dışarı edildik. Ben idare Mahkemesi’ne dava açtım. Fakat kazanamadım.

 

1992

1 Ocak Arşiv’den çıkarılmamızı şikayet için Ankara’ya Başbakanlığa gittim, bu işlerden sorumlu Necdet Derinöz diye birine söz anlatamadım.

3 Şubat Güneydoğu’da bir kışlanın üzerine düşen çığdan birçok askerimiz şehit oldu.

11    Mart Erzincan’da deprem oldu. 1939’un son aylarında olan o korkunç depremi (Bulgaristan’ın Şumnu kasabasındaki “Nüvvab” Medresesi’nde 5. Sınıf öğrencisiydim) öğretmenimiz bize üzülerek anlatmıştı. Onu hiç unutamıyorum.

17 Haziran’da yeni Galata Köprüsü açıldı.

1 Haziran’da DİSK’te Osmanlı Arşivi’nden işçi-esnaf örgütlerine ilişkin araştırma yapmakla görevlendirildim. Üretim çok az olmakla beraber, şevkle çalışarak, 660 belgelik bir yapıt meydana geldi.

Yalnız, sendikacılar bunların değerini anlayamadılar sanırım, çünkü yapılan kongrelerde faaliyet raporlarında hiçbir kimse bunlardan söz etmedi.

 

1993

3 Haziran’da kurban bayramı birkaç yıl öğretmenlik yaptığım Ardıçdibi (Düzce) Köyü’ne gittik, köylülerle Abant Gölü kıyısını gezdik.

2 Temmuz’da Banaz’a Pir Sultan Abdal’ı anmaya gidenleri tutucular Sivas’ta, Madımak Oteli’ni ateşe vererek yaktı. 33 kişi dumandan boğularak öldü, bu olaya neden olanlar hala yargılanmaktadır.

15 Temmuz’da Dodurga’ya (Çorum) torunum Barış’ın sünnetine gittik. Şenlik akşamı çalgıcılar ağıtlar çalarak Sivas olaylarının yasını tuttu. 7 Kasım’da Bahçelievler’deki bir tanıdığımızı ziyarete gittiğimizde o gün sayım günüymüş, sokağa çıkma yasağı olduğundan eve dönemedik, orada yazıldık.

 

1994

27 Mart’ta yerel seçim yapıldı. Bu seçimde Hisar Okulu’ndaki seçim sandığında görevliydim. Yapılan bu seçim geçersiz sayıldığından 10 Temmuz günü yine yapıldı, seçimi R.P. kazandı. 23 Eylül - 23 Ekim arasında Bulgaristan’a gittik.

Bu geziye ilişkin yazı ektedir (DİSK başkanına sunduğum rapor).

 

1995

18 Şubat’ta SHP ile CHP birleşti, bu birleşmede Deniz Baykal açıkgözlülük yaptı, bazı ileri gelenler bunu hoş karşılamadı. 3 Mayıs’ta kurban bayramını Ankara’da Pursaklar Göçmen evlerinde oğlum Seyfettin’lerde geçirdik.

10 Temmuz’da yağmurlardan mahalleyi sel bastı. Karşımızdaki Osman Ağa’nın, Hilmi’nin ortaokul lojmanını ve yol boyundaki dükkanlar su altında kaldı. 27 Eylül  - 27 Ekim tarihleri arasında Bulgaristan’da gezideydik.

24 Aralık’da genel seçim yapıldı. 1 Aralık’da parasal nedenlerden dolayı DİSK’ten çıkarıldım.

 

1996

2 Haziran yerel seçimler yapıldı. 3 – 4 Haziran Tarih Vakfı’nın Zindankapı salonunda Eyüp Projesi toplantısı yapıldı. 24 –26 Eylül. Cem Vakfı’nın düzenlediği Bulgaristan Gezisi’ne katıldım. Eylül ayının başından itibaren CEM Vakfı’nın Osmanlıca belgeler araştırmacısı olarak çalışmaya başladım.

 

1997

26 – 31 Ocak Çanakkale’deki Aynalı Çarşı için Osmanlı Arşivi’nde belge aradım. 2 Mart Arnavutluk’ta halk bankaların iflas etmesi nedeniyle sokaklara döküldü, aşırı taşkınlıklar yapıyorlardı. 28 Nisan Kızılcahamam Belediyesi’nin çağrısı ile Kızılcahamam’a gittim. Çamlıdere için derlediğim belgeleri onlara da verdim. 23 Eylül -1 Ekim belediyenin konuğu olarak Kızılcahamam Kaplıcaları’nda dinlendik. 30 Kasım Türkiye’de nüfus sayımı yapıldı, o gün Yenimahalle Muhtarlığı’da görev yaptım.

 

1998

16 Ocak’da Refah Partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.

Bugünlerde “Tarih Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı”nda 1337 / 1922 Garb Cebhesi Kumandanı’nın sabah ve akşam raporlarının çevirisine başladım.

26 Ocak, 47 yıl önce bugün, Bulgaristan’dan göçerek Edirne Karaağaç İstasyonu’nda yıllarca hasretini çektiğimiz Anavatanımıza kavuştuk.

O gün Ana-baba-eşim, biri 8 yaşında, diğeri 8 aylık çocuklarım beraber idik. Yıllar sonra önce babam, sonra anam ve bundan 9 yıl, 9 ay, 23 gün sonra da eşimi kaybettim. Bir yıl, 5 ay, 10 gün tek başıma kaldım.

29 ocak şeker bayramı başladı. 5 Mart’ta Sırplar Bosna’da olduğu gibi şimdi Kosova’da Müslümanlara ağır silahlarla saldırdığından halk Arnavutluk ve Makedonya’ya sığınıyor. 24 Mart’ta Ertuğrul Bey’in vakfına Mudanya Mütarekesi’ni çevirmeye başladım. Burada İsmet Paşa’nın başarısını gördüm.

21 Mayıs’ta çoktan beri süren karışıklıklar nedeniyle halkın istemediği Suharto istifa etmek zorunda kaldı. 1965 yılında iktidara geldiği zaman bir milyona yakın toplumcunun öldürülmesine neden olmuştu; Şili’nin eski diktatörü Pinoşet gibi belki yargılanacaktır.

27 Mayıs’ta CEM Vakfı’ndan sayın Ayhan Aydın’ın bana sorduğu 21 soruyu yanıtlamaya başladım.

29 Mayıs Fransa’da Türkiye’nin aleyhine 1915 yılı Ermeni olaylarının mecliste görüşülmesine başlandı.

1 Haziran’da Türkiye’de Alevi-Bektaşilerin bulunduğu yerleri gösterir haritayı yaptım. Sonra buna Balkanlar’ın bir bölümünü ekledim.

27 Haziran’da Adana çevresinde deprem oldu. Bazı binalar yıkıldı ve can kaybı oldu.

9 Temmuz’da balkondaki asmaya bir kumru yuva yapmaya başladı ve birkaç gün sonra yumurtladı. Erkek-dişi nöbetleşe yumurtaların üzerinde yatmaya başladılar. Bir-iki hafta sonra yavrular çıktı. Kediler zarar verecek diye gece birkaç defa kalkıp kontrol ettik, yavruları uçuncaya kadar koruduk.

26 Temmuz’da Ankara’da Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Araştırma Merkezi tarafından 22 -24  Ekim tarihlerinde yapılacak sempozyuma katılmak için yazı hazırladım. Konu: “Dobruca ve Deliormanda Alevi-Bektaşi Tekkeleri” idi.

25 Eylül’de Ertuğrul Bey’in vakfına 1922’de 26 ve 27 Ağustos günleri garb cephesi kumandanının savaş raporlarını çevirdim.

Bir zamanlar 1955 -1958 yılları Keçiborlu (Hamidiye ve Hamallar, şimdi Ardıçlı) köylerinde Kurtuluş Savaşı gazileri: Koca Mehmet, Rıza Çavuş yolcu, Mehmet Mümin oğlu, Veli Ağa vb.’larının anlattıklarının aynısıydı.

Koca Mehmet: ”Dumlupınar’da Yunanlıları esir aldıktan sonra İzmir’e doğru kaçanların peşine düştük, araba, otomobil, top arabası, makineli tüfek cephanelerini hep bırakmışlar.

Bazı yerde un, peksimet çuvalları, tenekelerle peynir, yağ, giyim eşyası dolu depolar kalmış: zehirlidir, diye bize verliyorlar. Oysa açlıktan zor durumdayız. Çokçası yediğimiz avuç avuç kavrulmuş bulgur ve Rus kelle şekerlerini suyla ıslatıp katık ediyoruz.

Düşmanı kovalarken pantolonlarımız dağıldı, iç donla kaldık. Postallarımızın tabanı kalmadı, ayaklarımız yara bere içinde.

İzmir’e yaklaşırken bir gün alayımıza istirahat verildi. Herkese biraz siyah boya ve birer çift çarık verdiler. O boya ile iç donlarımızı boyadık, ayağımıza da çarık diktik. Çarıkla düşman peşine daha hızlı koştuk.

İzmir dağlarına kavuştuğumuzda deniz görünmeye başladı. Denizde koca koca yarım dünyalar etraflarında irili ufaklı gemiler, sandallar dolaşıyordu. Bunlarla Yunan gavuru kaçarmış dediler...” diye bana kaç defa anlattı, bunu cumhuriyet bayramlarında öğrencilere anlattırıyordum.

16 Ekim CEM Vakfı’nın düzenlediği “Anadolu İnanç Önderleri 1. Toplantısı”nın Atatürk Kültür Merkezi’ndeki açılışı yapıldı.

Diğer toplantılar Yenibosna Kültür ve Cemevinde yapıldı, 19 Ekim’de son buldu.

22 Ekim. Anadolu Ekspresi’yle Ankara’ya gittik. 23’te Gazi Üniversitesi’ndeki sempozyuma katıldım. Konuşmalar 1. ve 2. Salonlarda yapılıyordu. İlgilendiğim konuşmaları dinlemek için birkaç defa birinden diğerine gittim. Gerçi bütün konuşmalar çok değerliydi. Gece, Kültür Bakanlığı Devlet Türk Sanat Müziği Korosu’nun “Bektaşi Nefesleri” konserini dinledik. Sonra bizi Gazi Üniversitesi Gölbaşı Sosyal Tesisleri’ne götürdüler. 24 Ekim. Saat 11.30 – 11.50’de 1. Salonun ikinci Oturumunda “Dobruca ve Deliorman’da Alevi Bektaşi Tekkeleri” bildirimi okudum. Haritalarda yerini gösterdim. Öğleden sonra Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaşı Veli Araştırma Merkezi’nde birkaç saat Rumeli’deki Alevi-Bektaşilere ilişkin konuşmam banda alındı. Geceyi üniversiteye yakın bir konukevinde geçirdim.

25 Ekim konukevinde kahvaltı yaparken, T.R.T. İzmir Radyosu T.H.M. Sanatçısı Sayın Hüseyin Yaltırık’la tanıştım.

26 Ekim. “YABANABAD” çalışmalarımdan dolayı karşı Kızılcahamam Belediyesi’nin daveti üzerine Etlik Garajı’ndan Kızılcahamam’a gittik. Bizi Kaplıca Oteli’nin 103 no’lu odasına yerleştirdiler.

Orada hem dinlenme, hem de çalışma ortamı buldum. Orada Sayın Ayhan Aydın’ın önerisi ile bana çoğu zaman kendi kütüphanesinde bulunan kitapları ödünç verdiği gibi, daha önce verdiği Prof. Dr. Ahmet Y. Ocak’ın “Kalenderiler” kitabından ve Yabanabad’a ilişkin bulduğum bazı belgelerden notlar aldım.

Buraya gelmişken ertesi gün Çamlıdere’ye de giderek, yanımda getirdiğim nüfus tahrir defterini (1261 hicri) verdim. Oradan gelirken yağmura tutuldum. Birkaç gün ekmek elden su gölden gün geçirdik.

30 Ekim. Eskişehir’deki oğlum Cevat’a uğradık. Kendi özel aile durumumuzu konuşmaya sıra getiremedik. Kayınbiraderim Osman Ercan’ın, eşiyle arasını bulma çalışmalarından.

4 Kasım CEM Vakfı’na Seyyid Nizamoğlu’nun kitabını çevirmeye başladım. (Genel Müdür Av. İbrahim Kaygusuz’a gerek Ayhan Bey, gerekse ben, defalarca söyleyip, bunun daha önce çevrildiğini söylesek de, o inadına ve başka amaç güderek bana zorla bu kitabı yeniden çevirtti.)

20 Kasım. 55. Mesut Yılmaz hükümeti 311 oyla düşürüldü.

2 Aralık. 56. Hükümeti kurma görevi D.S.P. başkanı Bülent Ecevit’e verildi.

(Yılın son ayı aralık’ın 6’sıdır, sonbahar hükmünü gereği gibi sürdürmekte havalar bazı yağışlı (çokçası aşırı yağışta oluyor) bazı güneş açıp ilkbahara benzemektedir.)

 

Artık SORUNUN’un sonuna geldim.

 

Deliorman’da ev inşaatı başlayıp çatıya çıkıldığında önce bayrak dikilir.

Bunu gören çevredeki konu komşu yeni bir ev oluyor sevinciyle ustalara hediye getirmeye başlar.

Hediye geldikçe baş usta çatıya çıkarak şöyle dilekte bulunur: Dinleyin ustalar, kalfalar, çıraklar. Keserini vuran, binayı kuran, Pirimiz Habib-i Müneccan. Çıraklara kuvvet, Çingeneleri gegeyle kenara çek. ... bir bahşiş getirdi, ustaları saydı, sevindirdi. Allah ta onu sevindirsin, deyin ustalar. Getirene bereket versin, deyin ustalar. Getirmeyene de bereket versin, deyin ustalar, ille de getirene bereket versin, deyin ustalar!

 

Minare ustaları kulağa hoş gelsin diye, yüz merdiven yerine 99 yaparmış. Ben de bu yazımı 1999’a getirip bıraktım.

 

Bu gelecek yıl bana neler hazırlayacak neler gösterecek bilmem!..

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 33-113