ÇANKAYA’NIN DUVAKSIZ GELİNİ FİKRİYE

ÇANKAYA’NIN DUVAKSIZ GELİNİ

FİKRİYE

 

Yollar, uzun yollar, gamlı, kederli yollar…  Yol boyu düşler, geçmişin peşimi bırakmayan ağır gölgeleri… Can sıkıntısını gidermenin ötesinde, zaman zaman gökzünün aydınlığını arayıp, zaman zaman sarı veya yemyeşil başaklar, tarlalar içinde gezinen Van Gogh’u bulma özlemiyle derinlere dalan gözlerim. Ama her zaman merakla, heyecanla okunan şiir dolu satırlar, bilgi yüklü görüş ve düşünceler sarmalında kitaplar…  Zaman zaman ben de kitap okurum yolculuklar boyu. Ama çokça başarılı olamadığım bir şey oldu artık seyahatlerde kitap okumak. Durarak, bazen tekrar tekrar aynı paragraflara dönerek okurum ve mutlaka hayallere dalarım kitap okurken.

Önceden başlayıp son Trakya seyahatinde çoğunu okuduğum Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye kitabını bu gece yarısı bitirdim.

Bir kitap nedir, neyi ifade eder, neye yarar kitap okumak? Zaman zaman kendi kendime sorarım, sürekli okuyan birisi olarak. Her güne bir kitap mesela, ne güzel bir düşünce ve eylem olur. Ama yine de tüm hayatım boyunca binlerce kitap okuyan birisi olarak yaşamımın bir ayrılmaz parçasıdır kitaplar ve kitap okumaları…

Yazar olmak demek, ne demek diye de sorar dururum ara sıra. On binlerce yazar, yüz binlerce kitap vardır ülkemizde ve dünyada. Ama yazar kimdir, ne yapar, nasıl kitap yazar? Benim için önemli bir sorudur. Ama anladığım ve kabul ettiğim gibi yazar demek bir derlemeci olmayan kişidir. Yazar, yazandır; tüm elde ettiği bilgiler dışında, tüm birikimleri dışında kaleminden kimliği, ruhu, özü, duyguları, söz gücü dökülen kişiye yazar denir, denmelidir.

Öyleyse kişi öykücü, romancı, şair, denemeci değilse belki de gerçekten yazar da değildir.

On binlerce yazar var, yüz binlerce kitap var dünyada ve Türkiye’de de… Nihayetinde çoğumuz yazarız, sözün gelişi. Ama aslında çoğumuz derlemeciyiz; ya gazeteci olarak, ya akademisyen olarak, ya da bir meslek erbabı olup birikimlerini çok iyi aktaranlar olarak.

Belki de öyle değildir, tam bilemiyorum. Sözün büyüsünü yakalayamayan ne gerçek bir öykücüdür, ne bir romancıdır, ne de zaten hiçbir zaman şair olamaz.

 

 

Fikriye

 

Daha önce konuyla ilgili çok sevdiğim yazar büyüğümüz Hıfzı Topuz’un Gazi ve Fikriye’sini, ve de İpek Çalışlar’ın Latife Hanım’ını büyük bir ilgi ve merakla okumuş, çok beğenmiştim. Buralarda; Mustafa Kemal Atatürk’ün savaş yıllarında Fikriye Hanım ve Latife Hanımlarla yaşadığı ilişkiler birçok boyutuyla ortaya konuluyordu. Sedat Demirsoy’un Yazdığı Fikriye oyununu da mart ayında Şişli Tiyatrosu’nda izleyip, Yasemin Şimşek Tüzün'ün oyunculuğuna hayran kaldım. Fikriye çok hüzünlü bir öykü aslında... Ne kadar anlatılsa az... "Bulutlu bir günde gökyüzünde deniz kızına benzer bir bulut görürseniz, mutlaka onun altında bir prens vardır...”

Bu konuda daha birçok şey de yazılacaktır, filmler çekilip, tiyatrolar sergililenecektir.

 

Çankaya’nın Duvaksız Gelini

 

Çok sevgili Halil İbrahim Özcan’ın kaleme aldığı Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye isimli kitabı bu her iki kitabın dışında bende daha başka duyguların uyanmasına sebep oldu.

Kalemi çok kuvvetli olan Halil İbrahim Özcan, tümüyle şiirsel bir dil kullanarak sadece bir tutkulu ve biraz da karşılıksız kalan büyük bir aşkın yangınına bizleri götürmekle kalmıyor, her türlü insani duyarlılığıyla bir yaralı gönül ve boynu bükük bir sümbül’ün büyük trajedisini bizlere yaşatıyor. Çünkü Halil İbrahim Özcan tarihsel bilgileri sadece kronolojik örgüler içinde değil, toplumsal gerçeklik içinde de olayları özlü bir biçimde aktarırken, hiçbir zaman derlemeci bir kimliğe düşmeden bir edebiyatçının yetkin kalemiyle, şiirsel anlatımını kitap boyunca sürdürerek, güzel bir kitap okumamızı sağlıyor.

 

“Hey koca yalanlar dünyası!”

 

Kitap iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde ağırlıklı bir şekilde Mustafa Kemal Atatürk’ün kalıplaşmışın dışında yazılmış ve çok zevkle takip edilen, akıcı bir üslupla yazılmış yaşamı var.  Osmanlı’nın son dönemlerinde ülkenin vaziyeti,  özlü bir tarih bilgisiyle birlikte Gazi Mustafa Kemal’in savaş meydanlarında yaşadıkları ve insanlarla kurduğu ilişkiler bir edebiyatçı gözüyle türlü betimlemeler zenginliği içinde bizlere aktarılıyor.

Halil İbrahim Özcan kitaba bir zenginlik katan yönüyle; cephelerde inleyip sızlayan, barut kokuları duyulan ifadelerin yanında Mustafa Kemal’in gittiği kentlerin kültürel, tarihsel ve sosyal yaşamlarıyla tüm renkliliğini de ortaya koyuyor. Böylece bizlere okul çağlarından beri ezberletilen kuru tarih anlatıları ötesinde gerçekten insanların, sokakların, ağaçların olduğu bazı tarihi bilgileri de kentler üzerinden aktarıyor. Ama tüm bunlar çok da uzun uzadıya olmayan, insanı yormayan bir ahenkte kitaba aktarılıyor.

Elbette yaşananlar, anlatılanlar, yazılanlar dünyanın hiçbir yerinde her zaman tam bir bütünlük oluşturamamıştır. Ama yazılardaki bir fark; en önemli gerçekleri çarpıtmadan, kalemi cesaretle ve yüreklilikle yaşam çizgileri kadar insanların hayal dünyalarında da biraz gezdirebilme hüneri gösterebilmektir.

 

“Ne yapalım Gazi Paşa böyle buyurdu.”

 

Kitabın içinde ikinci bölümünde yine Halil İbrahim Özcan kaleminin gücüyle bize Mustafa Kemal’in tüm doğallığı içinde aşkları konusunda yaşadığı çelişkileri yine yalın bir dille ve hissettirerek aktarıyor. Yüreği sevgi ve merhamet dolu, Paşa’sına sevgisini, aşkını, ilgilisini bir ananın çocuğunu büyük bir mutlulukla emzirmesi gibi vermek isteyen, bu konuda türlü yollar da deneyen yitik bir türkü kederindeki Fikriye, aslında kara toprakta yüreği hala kanamaya devam eden bir hasret çiçeğidir.

Evcimen, becerikli, sevgi dolu yüreğiyle sadece Gazi’yi de değil, tüm insanlığı seven ama daha çok da Gazi’nin aşkıyla askerlerin çoraplarının yamalarını özenle dikenken, sofraları maharetli elleriyle kurarken gölgelerde kalmak istemeyen, var olmak isteyen, eziklikler içinden çıkan bir insanın öyküsü vardır Fikriye’nin öyküsünde.

Fikriye; hastadır, çelimsizdir, arkasızdır, sahipsizdir. 

Fikriye; sevgisi, aşkı, insanlığı görülmeyen, örselenen bir yaralı kalbin sahibidir.

Fikriye; elinden tutulsa çok başarılı, değil bir evi, bir iş yerini de çekip çevirecek başarıda, zekâda, azimde, kararlıkta bir kadındır.

Ama Fikriye yalnız bırakılmış, umutları çiğnenmiş, geri atılmış, hayattan koparılmak istenmiş bir can parçasıdır.

Anasız, babasız, kimsesiz Fikriye dertlerini dost ve arkadaşlarından başka kimseye anlatamamanın ızdırabı içinde Paşa’sından kopmuş, koparılmış, uzaklara atılmıştır.

Fikriye’nin talihi aslında milyonlarca kadının ve insanın talihidir.

Çankaya’nın Duvaksız Gelini, bundan güzel bir isim olamazdı kitaba.

Elbette Paşa’nın da ona bir sevgisi ve ilgisi vardı. Ama aynı zamanda bir de Latife Hanım gerçeği vardı, Türkiye gerçeği vardı, Mustafa Kemal gibi bir insanla yaşamanın zorlukları gerçeği vardı.

Latife Hanım candan, içi içine sığmayan, kararlı, çok okumuş, dünya görmüş, varlıklı bir evin kızı olarak nice nice cemiyetlerde bulunmuş, hem ilkeli, hem kararlı, hem yaşama daha sıkı tutunan dirayetli bir kadındır…

Bir yanda kimsesiz, mazlum, tüm gücü yüreğindeki sevgisi kadar olan bir Fikriye; bir yanda ise, çağının önünde Avrupa’da eğitim almış bir kentsoylu bir kadın olan Latife Hanım…

Şimdi ne diyebilirim ben; evet ortada bir cinayet var veya cinayet gibi bir intihar olayı; Fikriye bir dere kenarında bağrından vurulmuş; sürekli bağıran ruhuyla ve kanayan kalbiyle bize bakıyor; sürekli sürekli boynu bükük ağlıyor…

Aynı şekilde büyük bir umutla, merakla Paşa’sına sarılan, onunla evlenen, kısacık evlilikten sonra tüm ömrü karanlık odalarda geçen Latife Hanım’ın da gölgesi her daim bizim üzerimizde dolaşmıyor mu?

Suçlu Gazi Mustafa Kemal Atatürk mü?

Ne ilginç bir dünya; annesi Zübeyde Hanım’ın ikinci evliliğine bir türlü alışamayan Atatürk, modern düşünen birisi olarak, insan ilişkileri çok kuvvetli olup sevgisini, aşkını yaşayan birisi olsa da iki kadınla girdiği gönül birlikteliğinde başarılı olamıyor. Atatürk’ün evlenmesini en çok isteyen Zübeyde Hanım ve kardeşi Latife Hanım ise, bir türlü kendilerince ona yaraşan bir eş adayı bulamıyorlar; ne Fikriye’yi, ne de Makbule Hanım’ı da çok da istemiyorlar…

Beni ise kitapta en çok etkileyen bölümlerden birisi de; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’de annesinin mezarı başında yaptığı son derece duygusal konuşma oluyor.

Evet, Halil İbrahim Özcan, Fikriye’yi kaleme almış, almakla kalmamış onun yasını bizlere taşımış, lirik pastoral şiirsel bir özlü öyküyle bizi alıp sürüklemiş bambaşka yerlere doğru.

Tarihin, savaşların, yoklukların, çamur deryası sokakların ortasında; yıkılan bir imparatorluğun külleri içinde yükselen bir cumhuriyet kurulurken, onun kurucusunun yaşamına bir başka perspektifle de bakmamızı sağlamış yazdığı kitapla.

Her ortamda, her coğrafyada, insan ilişkilerine çok dikkat eden, aslında yaşamasını da seven, daha çok attığı adımlarda kendi yaşam mutluluğundan ziyade ülkesinin çıkarlarını ön planda tutan bir Gazi Mustafa Kemal Atatürk portresi çizmiş. Bu portrenin içinde çok da fulü olmayan bir renkte onun en yakınında olmaya çalışmış hüzünlerinden kurtulamayan mazlum bir Fikriye ve onun karşısında sonu aynı olacak bir başka öykü kahramanı Latife Hanım…

Çağrışımlar, net ifadelerle tarihsel gerçekler, yapmacıksız portreler, benzersiz bir doğa içinde, savaş çığlıklarına rağmen akıp giden bir hayat ve bir ülke gerçeği.

Sonuçta Halil İbrahim Özcan eseriyle; bizlere bir yazar olarak, edebiyatın tüm zenginliğiyle hem güzel bilgiler veriyor, hem de gölgeler içinde bazen gizlenen gerçeklere doğru bizleri şiirsel bir yolculuğa çıkararak bir yaralı gönülden çıkan feryatlara kulak vermemizi belki de o feryatların biraz dinmesini sağlıyor.

Emeğine, yüreğine, bilincine sağlık sevgili üstat…

Güzel bir kitap okumuş oldum.

 

Muhabbetle kalın sevgili dostlar…

 

Ayhan Aydın

 14 Haziran 2022

 

Kitap’tan, Son Bölüm…

 

“Latife Hamım, Fikriye Hanım’ın ölüm haberini duyduğunda: “Âşık kadının deliliğe varan gücü, “ dedi.

Fikriye Hanım’ın defin işlemlerini Gazi’nin kara kutusu Salih Bozok birkaç kişi eşliğinde gerçekleştirmiş, gömüldüğü yeri Latife Hanım, “Çankaya’ya çıkan dere kenarı,” diye tarif etmiş, hazin bir aşk hikâyesi sırlarını açık ederek tarihe gömülmüştü.

Sessiz yumuşak bir gündü. Artık kuşkunun ve korkunun defteri de dürülmüştü. Yersiz titreyişler bitmiş, sabırlı bekleyişler son bulmuştu. Birkaç kişinin omuzlarında acelesi yokken gidiyordu. Büyük bir acıyı oluşturan boynu bükük sümbül toprağa veriliyordu. Mevsimsiz açılan bir çiçek gibi yalancı baharda açıp solmuştu sanki.

Kanlı, yaslı yaşanılan bir ömür incelikleriyle toprağa giriyordu. Bozulmuş ve kokuşmuş her şey ardında kalmıştı artık. Yanlış zamana doğmuş, çaresizliklerle düzenlenmiş alın yazısını yaşamış ve hayattan düşmüştü.

Boynu bükük sümbül, kokularıyla toprağa giriyordu. Ona sorulmadan vermişti canını. Artık yeşerecek ne yağmur, ne güneş, ne de kokusunu etrafa en çok da Gazi’sine götürecek yel kalmıştı ortalıkta. Dallarını kırmışlar, kurutmuşlardı ona sormadan. Gerisingeri gelecek yollarını kapattıkları günden başlamıştı bütün bunlar. Sürekli bir yalnızlığa, seçtiği yolda düşmüştü o sonsuz karanlık içinde.

Ardında yaşanmış aşkının kırık hikâyesinden parçalar dökülüyordu. Yaşadığı masalsı günler göz açıp katıncaya kadar bitmiş, gökyüzünü kara bulutlarla kaplamıştı. Dağın, taşın bütün firari düşleri arasından parlayan o mavi gözler hayatına mal olsa da hep kurtuluş ipi olarak kalmıştır yaşadığı günlerden yadigâr.

Dünya hali içinde ellerde bakır taslar, sallanan mendiller, göz göz olmuş goncası açılmamış güller yoktu. Deli serçe kuşları gibi karanlık sonsuzluğun içinde baş eğip dağılmaktaydı.

Sessiz toprağa çekilirken bir ceylan kayalardan kayalara zıplıyordu.

Sahi katil kim, bağışlanacak olan kimdi? (Son, Sayfa: 205-206)

 

(Çankaya’nın Duvaksız Gelini, Fikriye, Halil İbrahim Özcan, İnkılâp Kitapevi, Sayfa: 206, İstanbul,  2022)

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile