BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…

BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…

 

Üzerinde yaşadığımız yurt toprağı, her türlü acının, kederin, derdin boy verdiği, yaralı bir coğrafyadır. Elbette ki insanoğlu bin yıllardır neler neler görüp, neler neler yaşayıp ne hislerle dolup boşaldılar; ne diller, ne edebiyatlar, ne kültürler inşa ettiler şu dünyamızda.

Ülkemizdeki halk toplulukları acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini, hafızalarında olanları, analarından / atalarından duyduklarını,  türlü türlü şekilde dile getirmişlerdir. Türküler, masallar, maniler, efsaneler, şiirler, öyküler, türlü türlü anlatılar… Birçoğu yaşanmışlıkların izlerini sürüp gerçekçi bir ifade yolu bulmuş, bir kısmı ise, hayal ürünüyseler de; onlar da insancadır, insandan yana bir düşünme biçimi olup dile gelmişlerdir.

Her insan topluluğu, her inanç öbeği kendi köklerinin, geleneklerinin diline uygun bir şekilde diyeceğini demiş, yazacağını yazmış, tarihe bırakmış tüm bu emanetlerini.

Elbette ki, tüm bunlar esen yellerde, uçsuz bucaksız kuş uçmaz kervan geçmez yollarda, kuşların kanadında, ala dağların engin düzlerindeki bahar müjdeleyen çiğdemlerde, çağıl çağıl çağlayan dedelerde, sazda, kavalda, ritimde, oyunda, halayda, göz yaşındadır… Ama işte hepsi ama hepsi dildedir, dilden bize kalandadır, yani sözdedir.

O kadar çok o kadar çok, o kadar çokturlar ki, havadaki kuşlardan da çokturlar tüm bu anlatılar. Peki ne yapmak gerekir, tüm bunları, nasıl zapt edilir, nasıl havaya, suya, toprağa tümüyle tekrar karışmadan tüm bunlar nasıl muhafaza edilir?

İşte önemli olan bir konuda yapılacak olan; bunları derlemek, toparlamak, kayıt altına almak ve de bunları yazılı hale getirmektir.

Türkiye’de derlemecilik hiç de yabana atılacak bir uğraş alanı değildir. Yıllar yılı sanılanın aksine büyük sıkıntıları, yoklukları göze alarak bir aşk halinde bu uğraşı verenler, nice nice önemli eserler ortaya koyanlar olmuştur her alanda.

Türk halk kültürü o kadar büyük bir zenginlik içerir ki, her türlü kuşatmanın yaşandığı günümüzde bile halen bu derlemecilik devam eder, etmelidir de.

Benim de ezelden beri bilip sevdiğim, çok mu çok takdir ettiğim halkbilim, edebiyat derlemecilerimizden birisi de hiç şüphesiz Eflatun Cem Güney’dir.

Kütüphanemde bulunan Bir Varmış Bir Yokmuş isimli kitabını okuyunca onun dilini, üslubunu yine benzersiz buldum.

Bu dil bizi var eden, kültürümüzü yok olmaktan kurtaran halk dilidir.

Halkın dili, halkın gönlü ve özüdür, öz kültürüdür, ruhudur.

Buradaki öyküler de halkın en saf anlatılarıdır.

Bu bir solukta okunan kitabında Eflatun Cem Güney, memleketimizden insan öyküleri anlatıyor; tüm sadeliği, yalınlığı, gerçekliği, düşsel duygusallığı, şiirselliğiyle…

Halkı, halkın duygularını, düşüncelerini, hayal kırıklıklarını, ümit dünyasını gözler önüne seriyor.

Bazen yıldızlar kadar uzak, bazen kendi gözü kadar kendine yakın hayal ve sır dünyalarını nasıl da gönül denilen hazine sandığında ustalıkla sakladıklarını görüyoruz halkın.

İnsan bu, yaşam aşk ve sevdayla var. Ama gizli sevdalar, kalpte derin yaralar açan karşılıksız aşklar, umut bağlamalar, dünyanın yakıcı çaresizliğine karşın hüzünlerle beslenen içe dönüşler, için için ağlamalar, ağıt yakmalar, dertli dertli sazlarını, kavallarını çalmalar…

İsteği olsun, diye diyar diyar dolanır insanoğlu, bir derde yakalanır yanar yanar kül olur. Adaklar adar, diller döker, sürünür sevdiğinin izinde, peşinde karlı dağlar aşar…

Zalim ağalar, beyler dünyasıdır bu dünya, yokluklar, kıtlıklar, adaletsizlikler yeridir bu yeryüzünü, kara yüzü…

Fakirlik vardır, yokluk vardır, kimsesizlik, çaresizlik vardır…

Bey kızı kim, çoban parçası kim?

Ala karlı dağlar nere, düz ovalar nere?

Külçe külçe altınlar nere, ilmik ilmik yamalı donlar nere?

Olur, mu olur, niye olmasın? Öyle denir, öyle denir de işte, olmaz.

Yaram merhem tutmaz, tuz ekerler bir de…

Ama yine de yaşam sürdüğünce, mezarlardan bile güller biter, yaşamı çoğaltır, zenginleştirir…

İşte böyle öyküler, destanlar anlatılır dilden dile, gönülden gönüle Anadolu toprağında, Trakya’da bu topraklarda…

Kürtçe, Ermenice, Rumca, Gürcüce, Çerkezce, Arapça, Farça… Nice nice dilden ürünler vardır, bu topraklarda, bu yurdun gönlünde, dilinde…

Çoğumuz Türkçe biliyoruz, Türkçe anlatıyoruz, ne yapalım.

Bunda Türkçe’nin suçu ne?

İçinde yeryüzünün en büyük ozanlarını çıkarmış bir dildir de üstelik…

Bu halk sevmiş, sevilmiş, susmuş, susturulmuş, okuması, yazması da olmamış çoğu zaman ama hiçbir güç yine de dilini kesememiş, yok edememiş bilincini…

Dil ya kültürün anahtarı, dil ya insanın insan olma düsturunu, var olma düşüncesini ortaya koyan…

Dil ya en büyük sevgileri de, acıları da, özlemleri de, en en eski geçmişi de, geleceği de anlatan…

O yüzden dille anlaşıyoruz. Ama o dil ki kullanmaya bağlı içine duygu katınca, hüzün katınca, insan katınca, masal ve efsanelerde daha bir dile getirir toplumun ruhunu.

Bir avuç derlemeyle Eflatun Cem Güney de işte bu halk gerçekliğine götürüyor bizi.

Bu sabah bir solukta okuduğum “Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabını okurken ben de hayaller dünyasına daldım…

Gerçekten de zaman zaman unutmadan el atmamız gerekiyor bu halkın özünü yansıtan TÜRK MASALLARI’na…

Zaten yazarımızın ön söz yerine yazdığı yazıyı okumak bile bize çok şey ifade ediyor.

Eflatun Cem Güney ve onun gibi halk kültürüne emek veren cümle aydınlarımızı, yazarlarımızı, emekçi insanları selamlıyorum.

 

Aşk ile muhabbet ile…

 

Ayhan Aydın

06 Mart 2022

 

 

BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…

                                                                              Bir varmış, bir yokmuş;

                                                                              Allah’ın kulu çokmuş;

                                                                              Çok söylemesi günahmış…

                Allah, bu memleketi yaratırken özendikçe özenmiş, çevre yanı elvan elvan bezenmiş; toprağı cevher, suyu Kevser, havası misk-ü amber; her yanı güller güne eyliyor, bülbüller düğün eyliyor…

                Bundandır, bu yayla insanı tabiata âşık ve onunla başbaşa yaşamıya alışıktır. Yaz – bahar dedi mi, dağ, taş, dile gelir; aygın baygın bir sesle çağırır Adem oğlunu: “Eğer bir zevkin, güzelliğe karşı bir sevgin varsa, bize gel, bize; güneşin denizine uzan, dalların beşiğinde sallan, suların ninnisiyle uyu, yeşilin rüyasına dal ve uyanabilirsen kuşların sesiyle uyan!” diye…

               

Sır ve sihirle yuğrulan bu yerlerin, sade insanı büyüliyen bir güzelliği değil; kendilerine yakışan birer folklor özelliği de vardır. Yollar geçit verseydi de,. Her yerin âdetine, töresini – kendi taii dekoru içinde -  bir bir gösterebilseydim, bu yeşil yurdun ne engin ve ne zengin bir folklor hazinesi olduğuna daha çok inandırırdım, sizi.

                Bu yaylaların birinde murad kapıları açılır; adalar adanır, niyetler tutulur. Ötekinde çiçekler, çiğdemler burcu burcu konuşur; bir: “Ben şu derde devayım!” der; öbürü: “Ben de şu hastalığa şifalım!”  der, der ama, yine duyan duyar, duymıyan duymaz.

                Şu derenin bahar sularıyla anlar gurbetteki oğullarına, Sunalar askerdeki yavuklularına “name”ler gönderirler.

                Şu bahçe, gelincik bahçesi değil, müderris bahçesi! Yılda bir gün burada, kaç – göç olmadığı için, gelinlik kızlar salınır, seyran eyler; ergen delikanlılar dolanır, durak eyler…

                Şu pınar başı pek tekin değildir; uyuyup kalanlar yaş pir elinden bir dolu içer; ya da başka bir uğrağa uğrayıp dünyasından geçer.

Şu çınar altı mı dediniz? Âşıkların yeri, durağıdır. Maniler burada bağlanır; türküler burada yakılır; koşmalar burada koşulur, destanlar burada dirilir, muammalar burada bozulur.

Şu kaya, şahitler kayası… Şu kuyu, kan kuyu…

İki gözüm, hangi birini söyleyim, bu folklor bahçeleri gezip dolaşmakla bitmez ki…

 

İşte elinizdeki karalama, böylesine bahçelerden derlenmiş birkaç yapraktır. Her yaprak, ya bir efsane, ya bir masal, ya da bir hikayedir. Her efsane, bir inanış; her masal bir özdeyiş; her hikaye bir hikmettir. Ve bütün bunlar, Türk ruhunu tabiat ve insan’a hayranlığından doğmuştur.

Başka bir eserimizin başında söylediğimiz gibi, bu halk mahsullerinde herkes kendi kalbini, kendi kalbinin gülen, ağlıyan tellerini bulur; ümit isteyenler ümide, teselli isteyenler teselliye kavuşur. Hasılı, her gözün çırası, her gönlün yarası ve her derdin devası bu eserler…

Yüzyıllardır dilden dile, telden tele geçerek sözlü bir gelenek halinde sürüp gelen  bu soy eserlerimiz yazıya geçmemiş, geçenler de dilinden, telinden kaybedeceği kadar kaybetmiş; ne dillerinde halk dilinden bir tad, ne de duygularında duyguya benzer bir tel, bir kanat kalmıştır.

İmdi, halk dilinin, halk ruhunun vatanı sayılan halk eserlerini bir vatan gibi koruyacağımız günler gelmiştir. Bunların halk ağzı ve halk zevkiyle işleyerek milli kütüphanemiz için değişmez, kılına dokunulmaz, demirbaş nüshalarını medyana getirmeliyiz. Biz otuz yıllık bir derleme ve taramadan sonra, şimdi de karınca, kaderince bunu yapmıya çabalıyoruz. Ve bunu, sadece folklor mahsullerimizi zamanın vefasızlığından korumak için değil, dil ve edebiyatımıza da küçük bir hizmetimiz dokunsun diye yapıyoruz. Zira, dil devrimi dedikleri “Dilde kendimizi bulmak” demekse, arayıp da bulamadıkları dil, halk dilidir ve şu naçiz eserlerimiz de bu canlı ve canım dilin bozuk, düzen bir mimarisidir.

Göz nuru pahasına telleyip pulladığımız şu kitapçık da, Türk diline karşı yeni bir aşkımız, ve bu yolda yürüyenlere yeni meşkimiz olsun. Azçok, ağız tadıyla okunabilse ve hele bir gün gleri de, daha güzelleri dokunabilirse, ne mutlu bize…

 

                                                                                                              Eflatun Cem Güney

 

(Eflatun Cem Güney, Bir Varmış Bir Yokmuş, Türk Masalları, Yeditepe, Ekspres Basımevi, Baha Matbaası, İstanbul, 1956)

 

 

Eflatun Cem Güney 

 

Eflatun Cem Güney (d. 1896, Hekimhan, Malatya - ö. 2 Ocak 1981), Türk öykü ve masal yazarı ve derleyicisi.

Eflatun Cem Güney, geleneksel halk hikâyelerimizi ve masallarımızı derledi. Kendisi de masallar yazdı. "Masalcı Baba" olarak tanındı. Sivas Sultani'sini bitirdikten sonra, Konya Öksüzler Yurdu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin oldu. Anadolu'nun birçok yöresinde öğretmenlik yaptı. Kuvâ-yi Milliye'nin yayın organı Öğüd gazetesinde görev yaparken, bir taraftan da İrşat dergisini çıkardı. Anadolu'nun çeşitli yörelerinde, yerel sanat dergilerinin çıkması için çalışmalar yaptı. Danimarka'da bulunan Andersen Kurumu; 1956 yılında Açıl Sofram Açıl adlı eseriyle yazara, Dünya Çocuk Edebiyatı Onur Belgesi verdi. Dede Korkut Masalları adlı kitabıyla bu ödülü 1960 yılında tekrar kazandı. Türk Çocuk Edebiyatının, önde gelen yazarlarından olan Eflatun Cem Güney, birçok masalın günümüz Türkçe'siyle yeniden ortaya çıkarılması için, büyük çaba göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nca, İstanbul Millî Eğitim Müdür Yardımcılığı'na atanan Güney, İstanbul Radyosu'nda Bir Varmış Bir Yokmuş adlı programda anlattığı masallarla da bilinmektedir. (Wikipedi)

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile