MUZAFFER BAL'DAN ETKİLEYİCİ BİR GÖÇ HİKAYESİ

MUZAFFER BAL’LA BİR GÜZEL ÖYKÜ VE ÖYKÜ KAHRAMANI KAZANDIK

AYHAN AYDIN

Uzun yıllardan beri tanıdığım ve takdir edip,  çok sevdiğim, şiirlerini büyük beğeniyle okuduğum, özellikle Alevilik konusunda da araştırmaları olan, toplumcu, çevreci, hümanist yanıyla, bol bol okuyan, sorgulayan bir kimliğe sahip Muzaffer Abi’nin bu uzun öyküsünü gerçekten de bir çırpıda okuyup bitirdim.

Muzaffer Bal’ın diğer özellikleri yanında aynı zamanda bir öykücü olduğunu da bu kitabıyla anlamış oldum.

Anadolu ve Rumeli sevdalısı bir insan olarak, aynı zamanda; Yaşar Kemalleri, Reşat Nuri Güntekinleri, Sait Faikleri, Anadolu’nun tüm ozanlarını çok seven, bilen, hayatı boyunca okumayı ihmal etmeyen birisi olarak, elinizdeki kitabı büyük bir aşk ve özlemle kucakladım.

Anadolu bu, yaz yaz bitmez... Ne Fikret Otyamların röportajlarıyla, ne Turan Erolların, ne Balabanların fırçalarıyla, ne de Ahmet Ariflerin, Fazıl Hüsnü Dağlarcaların, Nazım Hikmetlerin dizeleriyle tam anlayabiliriz bu kutsal ve bereketli toprakları; yani ulu ozanlar, ulu evliyalar yurdu yani erenler yurdu Anadolu’yu.

Öyküsü bol, destanı bol, türküsü bol, aynı zamanda çok yaralı bir coğrafyanın ismidir ayaklarımızı bastığımız; bu mitolojilerin beşiği ve en az on iki bin yıllık bir geçmişi olan tılsımlı topraklar...

Nice kavimlerin gelip geçtikleri, konakladıkları, farklı kültürlerin bir birlerini sürekli besleyip etkiledikleri gizemli inançların, yaşamların öykülerini bağrında barındırır bu yaralı topraklar.

Çoğu zaman nazlı seher uykularını zalimlerin atlılarının sesleri bölmüş, güvercinlerin apansız kanat çırpması gereken masmavi gökyüzünü kanla karışık kara bulutlar, gülistanında ötmesi gereken bülbüllerin yerine akbabalar bürümüştür ortalığı. Zaman bazen çok çabuk akıp gitmişken, bazen de sanki durmuş, donmuştur insanlıktan yana bu üç tarafı denizlerle çevrili, yalçın dağların doruklarında karların her zaman saklı olduğu, ovalarında üzümün, incirin, bin bir türlü ürünün salkım saçak her zaman bereketle fışkırdığı bu güzelim memlekette.

Kıyım, zulüm, kan ve gözyaşının tarihidir aynı zamanda Anadolu’nun tarihi.

Rum’u, Ermeni’si, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkez’i, Süryani’si, Tatar’ı hep bir, bu kardeş toprağın insanıdır elbette.

Verimli ovalarından bereket fışkıran bu cennet yurt köşesinde aslında herkese yeter su da vardır, altın başaklı buğday da vardır, bal da bol bulunur. Doymayacak karın olmaz, gülmeyecek yüz bulunmaz istense.

Ama gelin görün ki sevgili dostlar yeter ki, kardeşi kardeşe, insanı insana kırdıran emperyalizmin kullandığı faşizm boy vermesin, yeter ki dostluk fidelerinin filizleri ezilmesin bir kez, sonrasında hep büyük dramlar, insanın anlatmaya utanacağı acı öyküler kaplar ortalığı.

Keşke insan insana kıymasa da, “hoşgörü, barış, kardeşlik, merhamet, sevgi, kucaklama, yardımlaşma” zorunluluktan dolayı yapılan eylemler, edimler, duygular, sözler olmasa…

Ama yok; ilahi ki savaş olacak, kan akacak… Ama yok; ilahi ki savaş olacak,  binlerce insan ölecek!

Ama yok; ilahi ki savaş olacak on binlerce insan sürgün olacak, kaybolacak, sonsuzluk içinde ebediyen anasız-babasız- sevgisiz yaşamak zorunda bırakılacak!

Anadolu’da da belki çok daha eskisi vardır ama Troya’dan beri bu işgaller, bu kan ve gözyaşı hep var olmuş…

Hele de Birinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nda (1914-1918) yaşananlar, en acı yazgısıdır Anadolu’nun yaşadığı belki de.

Ama ne yazık ki, ne yazık ki binlerce, yüzlerce yıl sonra da, sanki bu toprakların kaderiymiş gibi halen bugün de bu zihniyette olan, işgalci kafalarla dünyaya bakanlar, emperyalistlerle işbirliği yapanlar, bu güzelim toprakları yönetiyorlar.

 

Muzaffer Bal

Muzaffer Bal, duygu dolu bir insan.

Muzaffer Bal, sosyalist – devrimci bir insan.

Muzaffer Bal, bu toprakların barış ve kardeşlik yurdu olmasını isteyen bir ezgili yüce, engin yürek.

Bu kitap, Muzaffer Bal’ın ilk uzun öykü kitabıdır.

Muzaffer Bal, çok etkilendiği, sevdiği ve çok önem verdiği, tarihi bir döneme tanıklık etmiş dedesinin öyküsünü anlatmış özetle bu kitabında. Ama anlattığı bu dede yani Cicimali’den bir Türk öykü kahramanı çıkarmayı başarmış.

Bu kitap bence hep söylene geldiği şekliyle bir “köy romanı-öyküsü” tarzında bir eser değildir.

Bir edebiyatçı olmasam da, iyi kötü bir yazar olarak şunu söyleyebilirim; bu kitap güzel bir kitap, bizim tarihimizi, bizim geçmişimizi, bizim insanımızı bize çok güzel anlatan bir kitap.

Öykü kahramanı ve diğer kişiler, çevre ve olayların anlatılışı, dil ve anlatım bakımından burada salt bir sadeliğin, doğallığın olduğunu söylemekle yetinmeyeceğim.

Bence Muzaffer Bal; hem yerel dili kullanmasındaki başarısıyla hem de; hem öykünün kahramanının onların yaşamlarını şekillendiren geçmişten getirdikleri inanç, kültür ve dünyaya bakışlarını çok özlü ve başarılı bir şekilde yansıtabilmesiyle de kaleminin gücünü gösteriyor bu kitapta.

 

Muzaffer Bal Aslında Muhacirliği Anlatmış…

 

Muzaffer Bal, çok başarılı bir şekilde Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu coğrafyasında yaşanan ve bu toprakların gerçek tarihi olan, “muhacirliği” çok özlü ve abartılara yer vermeden, husumet duygularının çok ötesinde barış dilini kullanarak, bizzat bunu yaşayanların yaşam deneyimleriyle, bize anlatmış, somut olarak bizlere göstermiş oluyor.

Evet…

Anadolu burası kavimler yurdu, dahası bir uygarlıklar köprüsü, kavşağı. Ama aynı zamanda acıların da yurdu. Bu topraklarda; Ermenilere kıyım yapılmış, Rumlara haksızlık yapılmış. Ama hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, bu toprakların ayrılmaz bir parçası olan Türkler de bu topraklarda tüm diğer uluslar kadar acı çekmişler, çile çekmişler her zaman.

Konup göçme dünyası, diye bir tabir vardır. Ama burada, Anadolu coğrafyasında yaşananlar sıradan bir “konup – göçme” hadisesi değildir; kanla ve gözyaşıyla dolu binlerce öykü barındıran, yeryüzünün en yaralı insanlık dramlarının yaşandığı, konup göçmelerin gerçek bir ifadesidir. Yani zorla, yüzyıllardır yaşadıkları köyünden, ilinden koparılmaları olayı vardır, sürgün vardır, baskı vardır, öldürme vardır olayların ardında.

 

Cicimali’ler neler yaşadı bu topraklarda?

 

Kendi köyünden, yurdundan zorla koparılıp bir başka yeri, içindeki sevgi ve ailesiyle birlikte, onları dağıtmadan bir arada tutmak için, var olma bilinciyle yeni bir yurt belleyip, orayı içten benimseyip “dağı” bağa çevirmesinin öyküsünü okuyoruz bu kitaptan.

Cicimali’nin geldiği Gümüşhane Şiran Kırıntı Köyü’nden sonra Sivas Suşehri Pürk köyü onların köyü olmuştur artık. Ama Pürk Köyü’nü yurt edinmiş Rumlar da vardı bu topraklar da, Ermeniler de vardı yakın bir zamanda. Onlar da yüzlerce köyde olduğu gibi, zorla bu köyden koparılmış, evleri, tarlaları, her şeyleri ellerinden alınmış, her birisi darmadağın olarak, yok olup gitmişlerdi, gözyaşları içinde, alacakaranlıklar, sisler, puslar, kurt ulumaları arasında.

Öykünün devamında ise; Cicimali’nin doğduğu köyden sonra ikinci köyü edindiği, dağlarında çobanlık yaptığı, tarla sahibi olup ekip-biçtiği artık burası da benim köyüm, dediği Pürk’ü terk etmek zorunda kalmasının da acı öyküsü var. Yani, Cicimali ve ailesinin, yine bir muhacirlik öyküsüyle, bu sefer Yunanistan’dan yani yüzyıllardır yurt bildikleri topraklardan zoraki olarak koparılıp getirilen insanlara evinin ve tarlalarının verilmesi nedeniyle emeklerini gözyaşları arasında terk etmesinin dramı da sizi ayrıca üzüyor öykünün ilerleyen sayfalarında…  

 

Evet…

 

Dedik ya, bu acımasız, insafsız paylaşım savaşında, aynen Anadolu gibi bin yıl boyunca yurt edindikleri o güzeller güzeli, Anadolu’yu tümleyen Rumeli – Balkanlar denilen yerden göçen zavallı insan yığınları ve onların çok büyük acılarının tarihi de vardır anlatılması gereken. Özellikle 1877/78 Türk – Rus Harbi (93 Harbi), Birinci ve İkinci Balkan Savaşı (1912-1913), Birinci Cihan Harbi (1914-1918)  sonrasında aynı şekilde Balkanlar’dan zorla, baskıyla, kıyımla sökülüp atılmak istenen Türklerin hazin öyküsü de var.

Bunun ardından da Yunan ve Türk devletlerinin ortaklaşa imzaladıkları ve akla ziyan bir nevi “tehcir” denilecek “Büyük Mübadele”  (1923-1924) sonrasında yine zorla yurtlarından koparılan insanların dramları da bu dramlara ekleniyordu. Yani Yunanistan’da yedi yüz yıl boyunca köyü bildikleri, vatanı bildikleri topraklardan sökülüp hiç bilmedikleri bir diyara “göçmen”, “muhacir”, daha doğrusu “mübadele sürgünü” olarak gönderilen insanların acı öykülerinin gerçekleri de ekleniyor, Anadolu’nun acılarına.

Bir yandan Anadolu’dan (Türkiye’den) Rum’u, Ermeni’yi kaçıran zihniyet, öbür taraftan Türk’ü Balkanlar’dan süren zihniyet... Öbür yandan da Yunan ve Türk Devletlerinin karşılıklı çıkar pazarlıkları sonucunda yaşanan “Büyük Mübadele”… Yunanistan’dan (Batı Trakya hariç) Türklerin Anadolu’ya zorla gönderilmeleri, Türkiye’den (İstanbul hariç) Rumların Yunanistan’a gönderilmeleri. (1923’lerde yaklaşık bir buçuk – iki milyon insanın göçü!). Anadolu’nun ve Yunanistan’ın yeniden şekillendirilmesi çabaları! Konuyla ilgili Anadolu’da yaşananları Dido Sotiriyu, Beden Selam Söyleyin Anadolu’ya eserinde ne de güzel anlatmıştı!

 

Kitaptaki Buram Buram Sevgi Kokan Anadolu ve Mücadeleci Bir Kahraman Cicimali…

 

Sonrasında ise bu sefer Cicimali ve ailesinin yine asıl yurduna dönüşünün öyküsünü okurken, dağlardaki eşkıyaları, sevgiyle kendine bağladığı çoban köpeklerini, hayatta var olmak, çocuklarının rızıklarını kazanmak için kıvrak zekâsını kullanma gücünü okuyoruz, bu öyküden.

Eşkiyalar kol gezmiş bu topraklarda… Kimisi harami derler yol keser, kimisi ise dağların ve doğanın kanunun gereği yanından geçen yılana kıymaz, onun dere boyu yol almasını izler, bir cigara içimi… Bu topraklar Koçeroların memleketidir aynı zamanda fakat Topal Osmanlar da vardır dağların ürkünç karanlıklarında it gözü gibi parlayan.

Cicimali’nin gözüyle bu öykü kitabında hepsi kucak kucağa; dağlar, dereler, ormanlar, yağan yağmur, köpekler, koyunlar ve tümden doğa ne de güzel anlatılmış, işlenmiştir. Anadolu insanının sevgi gözüyle baktığı doğayla bir bütün olan yaşamını görüyoruz aynı zamanda bu öyküde.

Cicimali kendi doğduğu köye nihayet gelir. Hısım- akrabasına kavuşur. Çok sevinir, yaşam kavgasına devam eder. Hem de hısım akrabalarının bir başka özellikleri de vardır, aile meclisi, aile büyüklerinin verdikleri kararlar çok önemlidir. Tüm sülale üyeleri büyüklerin aldıkları kararlara uyarlar. Atalarından böyle görmüşler, böyle sürdürmüşler geleneği… Cicimali’nin kendisi de bu törelere uyar, uymak da zorun da kalır… Yani köyün ve köylülerinde de sayfalar yazsan, kitaplar yazsan bitmez gelenekleri de vardır bu topraklarda. İşte yaşam çalışmayla, gelenek göreneklerle öyle sürüp gider bu topraklarda.

Muzaffer Bal’ın Cicimali’si, Ermenilerden kalan köyden yani Suşehri’nin Pürk Köyü’nden sonra bu sefer, Rumlar’dan kalan Şiran’ın Belan Köyü’nde, tarla sahibi olur. Çünkü onun doğduğu yörede Kırıntı (ve oradan ayrılmış Yeniköy)’de insanların yaşamalarını sağlayacak yeterlikte tarla-bağ, bahçe yoktur. Onun öyküsü geçim endişesiyle büyükşehirlere, yurt dışına çıkmak zorunda kalan yöre insanın ilk önce kendi bölgesinde daha rahat yaşamak için verdiği mücadelenin de bir ilk örneklerindendir.

Cicimali; inançlı bir insan, değerlerine, geleneklerine bağlı bir insan, özünü  - kendini var eden atalarının ruhunu kaybetmeyen,  köklerini inkâr etmeyen, oradan güç alan kuvvetli karakteri olan bir insan.

Cicimali yaşamın pişirdiği, hırslı, ilkeli, yerinde hiç durmayan, ekim-dikim işinde usta, birden çok iş yapabilen, atına iyi binen, çalışkan, kıvrak zekâsıyla yaşamın zorluklarının üstesinden gelebilen, Anadolu’da zorluklar karşısında hayatta kalmayı başarmış köylünün de,  insanın da güzel bir örneğidir aslında.

Cicimali yöresinin ziyaretgâhları olan Hasan Derviş’ini, Burgababası’nı, dedelerini, erenlerini hiç unutmayan onlara sığının, manevi olarak onlardan beslenen, “teberüğün” gücüne inanan, inançlı bir Alevi önderi (hocası). Evet, bir inanç önderi (dedesi) olmasa da, kimliğini yaşatan, var eden birisi.

Anadolu’daki yatırlar, Orta Asya’dan Yer-Su Kültü, Şaman Kültürü, Atalar Kültü gibi geleneksel inanç-kültür kalıplarının Anadolu’ya taşınmış halidir. Kutsal ruhlar her daim tabiatta mevcuttur. İlk Çağ’dan bu yana Tanrılar yurdu olan Anadolu aynı zamanda Türklerin bu topraklara gelmesiyle erenler yurdu da olmuş, daha doğrusu ona dönüşmüştür. Geçmişin tüm gizemi, kutsal ruhların koruyucu güçleri, onlarla varlıklarını “tabiat anayla” birlikte sürdürebilmektedirler.

Kitapta anlatılan ve bugün birçok unsuru kaybolurken, renkleri de soluklaşmaya başlayan kültür öğelerimizden birisi olarak “köy düğünü” çok başarılı bir şekilde işlenmiş, burada bir folklorik unsur olduğu kadar antropolojik veri de kayda geçmiştir.

Muzaffer Bal, köydeki düğünü ayrıntılarıyla verirken, bize önemli bir armağan da sunmuş oluyor; artık yaşanmayan gelenek ve göreneklerdeki derin zenginliği gözler önüne seriyor…

 

Arifin Kızı

Bu öyküde, Cicimali’nin eşi Arifin Kızı ise; yine Anadolu toprağında hep gölgede kalan, daha doğrusu bırakılan kadınların, aslında hayatın gerçek başarı anahtarları olduğunun somut bir göstergesidir. Kadın bilgedir, daha doğrusu bilginin kendisidir. Kadın besleyendir, ara yolu bulandır, olmazı olur yapandır. Kadın sadece eksiklerimizi tamamlayan bir eksik parçamız değil, o parçanın bütün olmasını sağlayan temel tılsımdır. Kadın eker, kadın diker, kadın biçer. Kadın pişirir, kadın yetiştirir…

Peki, kadın olmasıydı, erkek ne yapacaktı bu yaşamda? Dağlar, ormanlar, tarlalar içinde bir erkeğin nelere gücü yeter, nelere yetmez?

Yani Arifin Kızı olmasaydı, öykünün ana kahramanı Cicimali ne yapabilirdi? Ya da Cicimali, gerçekten Cicimali olabilir miydi?

 

Bu kitap; bir öykü kahramanının çevresinde gelişen olaylar zinciri ile Anadolu’da yaşanmış gerçek bir öyküden yola çıkarak, bir edebiyat eseri yaratmasıyla Muzaffer Bal’ı da edebiyat dünyasında görmemizi sağlıyor. 

Emekleri var olsun…

Bu başarılı öyküsünden sonra başka öykülerini de zevkle okumayı şimdiden bekliyorum.

 Muhabbetle kalın.

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile