AĞLAMAKLA NE ELDE EDİLİR?
AĞLAMAKLA NE ELDE EDİLİR?
Ayhan AYDIN
Çocukluğumuzdan gelen alışkanlığımızdır; canımız yanınca, dayak yiyince, karnımız acıkınca, büyük hayal kırıklıklarına uğrayınca, elde edemediklerimi belki de böyle edinebilirim, diye sürekli ağlar dururuz. İnsanoğlunun ağlaması aslında hayat boyu süren bir tür çocukluk hastalığından kurtulamamış bir örselenmenin ve basite kaçmanın yolu değil midir? Elbette insanın duyguları coşar, sevdiklerini kaybeder, en büyük acılara ve o acıları çekenlere yüreği dayanamaz başlar ağlamaya… Bu ayrı bir şeydir, belki de bu durum en insani durumdur, o ayrı. Bir de ömür boyu, yüzyıllar boyu süren ağlamalar vardır…
Alevi Bektaşi toplumu yeryüzünde inancından, kültüründen, yaşam anlayış biçiminden dolayı en çok çile çeken, ötekileştirilen, hatta toplu kıyımlara, zulümlere uğrayan bir insan topluluğudur. Eyvallah.
Alın özellikle Alevi kökenli “büyük Alevi yazarları”nın kitaplarını, zaten başka bir şey bulamazsınız içinde; kan, gözyaşı, sürgün, yüz binlerce ölen insan öykülerinden başka bir şeyle karşılaşmazsınız. Hiçbir sosyolojik, antropolojik, mitolojik, tarihsel analiz yapılmamış ama önünüzde tuğla yığınları gibi duran kitaplarda Emevi, Abbasi, Osmanlı, Selçuklu katliamlarını anlatan yazılardan başka bir şey yoktur. Sonra ise 90 yıldır her türlü hakkın hukukun gasp edildiği, aslında demokrasiyle ilgisi olmayan Cumhuriyet Dönemindeki baskılar, kıyımlar, sürgünler… Bunlar da anlatılır. Hepsine eyvallah. Hepsi de yaşanmıştır. Bunu inkâr eden, tarihi gerçekleri inkâr etmiş olur, yalancı olur…
Hepsi güzel de, yeryüzünün bir büyük hazine sandığına sahip; tüm insanlığın da kabul edebileceği manevi-ahlaki değerler manzumesi olan, 72 milleti bir görüp hiçbir dini, dili, ırkı, insan topluluğunu, kadını-erkeği birbirinden ayırmadan sevmeyi buyuran, en büyük hoşgörüyü sunan Alevi Bektaşi felsefesinin, kültürünün bugünkü temsilcileri neden kendilerini hiç eleştirme gereği duymazlar?
Neden “aynayı tuttum yüzüme –Ali göründü gözüme- nazar eyledim özüme – Ali göründü gözüme” dizelerinde olduğu gibi bir kez olsun aynayı kendi yüzlerine tutup, aslında Aleviliğin Bektaşiliğin öğretilerinin ortaya koyduğu Ali gibi bir sıfata fazla da sahip olmadıklarını, o sülietin hızla yok olmaya başladığını kabul etmezler?
Hep tarihte yaşanmış katliamları hatırlatmak, hatırlamak, ısrarla onların arkasından gitmenin anlamı ne olabilir?
Bugüne ve geleceğe dönük yeni perspektifler geliştiremeyen bir toplumu ve onun sözde temsilcilerini nasıl yorumlamak gerekir?
Ozanlar, dedeler, babalar, pirler ve mürşitler, bilgeler, dervişler bu yolun öncüleri yani eren ve evliyaların yolundan gidenler tarafından türlü öğretilerden beslenip ete kemiğe bürünen; On İki İmamlar’dan, Hallacı Mansur, Koca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Seyyid Nesmi, Şeyh Bedreddin’e, Seyyid Ali Sultanlara kadar uzanan çizgide tüm derinlik yazılısıyla, sözlüsüyle Alevi Bektaşi klasik eserlerinde zaten mevcut.
Bu toplum bu geleneği 1400 yıldır geliştirerek, olgunlaştırarak bugünlere getirmiş. Ama büyük bedeller ödenerek korunmuş, var edilmiş, bugüne getirilmiş Aleviliğin Bektaşiliğin olmazsa olmaz değerleri bugün yaşatılabiliyor mu? Var edilebiliyor mu? Korunabiliyor mu? Gençlerimize aktarılabiliyor mu? Maalesef ki hayır!
Peki, bunun nedenleri nelerdir?
İşte bugün artık güncele gelmeliyiz, güncel sorunları konuşup, bu sorunlara çözüm yolları bulmalıyız. Bu konuda ciddi çalışmalar yapacak bilim insanlarıyla işbirliği yapmalıyız. Tarihi olayları da biraz gerçek tarihçiler bırakmalıyız, her kitap yazan yazar değil, her tarih öğretmeni de tarihçi değildir. Her ocaktan gelen dedelik yapamaz, her şiir kitabı çıkaran ozan, uyaklı şiir yazan da halk ozanı değildir.
1950’li yılları bir tarafa bırakalım şimdilik, son otuz yılda Aleviler Bektaşiler adına yüzlerce dernek, vakıf kuruldu. Her birisinin büyük yararları olduğu, önemli çalışmalar yaptıkları da bir gerçektir. Bugünlere de kolay gelinmedi; yüzlerce cemevi yapıldı, Alevi Bektaşi ismi kamuoyuna mal oldu, her şeye rağmen binlerce kitap yazıldı. Bir büyük dönüşüm yaşandı. Elbette bunlar da gerçekler. Ama dile getirilmesi gereken başka meseleler de var bu konuda.
Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlarının tüm iyi niyetli çalışmalarına rağmen; çok büyük eksikliklerinin olduğunu görüyoruz.
O yüzden konuyu sosyolojik olarak derinleştirmeden bazı sorular sorarak meramımızı dile getirelim…
- Aleviliğin tanımı, devletle ilişkiler, hakların alınma meselesi gibi bazı konularda anlaşmazlıkların yoğunlaştığı görülse de, temel olarak aralarında hemen hiçbir ayrım olmayan Alevi Bektaşi toplumunun sözde temsilcilerine sormak lazım; hangi çıkarlar 30 yıldır tüm kurumların bir araya gelmesini engellemiştir, halen de halkın beklediği bu birlik bir türlü sağlanamamaktadır?
- Aleviliği-Bektaşiliği ve dolayısıyla Alevileri Bektaşileri temsil ettiği söylenen bu kurumların başkanları, yöneticileri, çalışanları gerçekten bu öğretinin, inancın, felsefenin, kültürün ne derseniz deyin, değerlerine layık insanlar mıdır? Bu kurumlarda bulunmayı hak eden insanlar mıdır?
- Bu kurumlarda neden yörecilik, tek adam sultası, dar yönetim dayatması gibi basitlikler bir türlü bitmiyor, otuz yılda bu kurumları yönetebilecek başka insanlar hiç mi bu toplumun içinden, arasından yetişmedi, çıkmadı; yoksa bu durumların ortaya çıkması derin oyunların sonucunda olan bir durum mudur?
- Neden gençlere, sürekli söylendiği halde gerekli değer verilmiyor? Alevi Bektaşi toplumunun içinden, toplumsal sorunlarla bilimsel ve yönetsel olarak ilgilenecek hiç mi yetişmiş insan yok? Bunların gerçek nedenleri neden ortaya konmuyor?
- Neden; Cemevleri cem ibadeti, lokma dağıtımı, cenaze gibi yüzyıllardır zaten köylerde, evlerde yapıla gelen hizmetlerin dışında asıl bugünün koşullarında, gereksinim duyulan hizmetleri verecek yapıya kavuşturulmuyor?
- Alevi Bektaşi kurum başkanları, yazarları, ozanları, dedeleri, babaları, aydınları vd. kişisel beklentileri ağır basmamış olsa, geleceğe dönük daha ciddi işlerin yapılması için itici güç olabilirlerdi. Acaba bu toplumun temsilcisi olarak gördüğümüz kişiler; bilimsel araştırmaların yapılması, dedelerin-babaların yetiştirilmesi, doğruları dile getiren kitapların yazılması, bir üniversite veya enstitünün kurulması, tüm topluma dönük kitle iletişim organlarının; televizyon, radyo, dergi, gazete yayını, yurt dışındaki Alevi Bektaşi topluluklarıyla sağlam diyalogların kurulması, bu topluma yönelebilecek büyük tehditlere karşı bir strateji merkezi kurulması gibi adımlar atmadılar?
- Her zaman Devleti, Diyaneti, Şiileri, İlahiyatçıları suçladık durduk; Alevileri Sünnileştiriyorlar, Şiileştiriyorlar, diye. Niye bunlar büyütüldü. 1400 yüzyıldır zaten bunların görevi budur, diyen Alevi Bektaşi toplumu değil mi? Adamlar görevini yapıyor, neden buna şaşılıyor? Ama neden denmiyor ki, bizim büyük hatalarımızla onlara gerek kalmadan biz çözülüyoruz, asimile oluyoruz, ağustosta kar gibi eriyoruz, elimizdeki hazine sandığını sele atıyoruz, Osmanlıca, Arapça, Farsça bilen insan yetiştirmediğimiz için onlara mahkûm kalıyoruz, arkalarından “ajan, devletin, Diyanetin adamı” derken yeri geliyor baş tacı yapıyoruz. Aslında her şeyi onların eline teslim eden bizleriz. Kimi kime şikâyet ediyoruz, sözde yalancıktan ucuz kahraman oluyoruz?
Konu derin…
Aleviler Bektaşiler ve onların sözde temsilcileri; çocuk gibi ağlamakla bir şey elde etme beklentisini bırakıp, özlerinde olan ve kendilerine yakışan, adam gibi davranmazlarsa, bu toplum daha çok ağlayacak, diz dövüp, gözyaşı dökecek… Dert bizde derman ellerimizdedir. (Beynimizdedir)
Muhabbetle kalın…
Divriği Gazetesi, Sayı: 105, Temmuz – Ağustos 2015