Geleneği Yaşatanlar Bu Yolu Bugünlere Nasıl Getirdiler
Alevilik Bektaşilik’te
Geleneği Yaşatanlar
Bu Yolu Bugünlere Nasıl Getirdiler?
Ayhan Aydın
“Yol Cümleden Uludur – Yola Birlikte Gidilir”
İslam Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın, kızı Hz. Fatıma ve onun eşi olmasıyla damadı, hem de yeğeni olan Hz. Ali’nin soyundan gelen, On İki İmamlar’a, yani Ehlibeyt’e kendilerini soyca bağlayan, (ama çok iyi bilindiği halde kimse tarafından cesaretle fazla dile getirilmediği gibi, soydan çok onlara derin manevi bir bağla bağlılıklarından ve onların her türlü emanetlerini taşıdıkları söylenen) dedeler tarafından yaşatılan dedelik, kendi ifadeleriyle yine Ehlibeyt’e gönül bağıyla bağlılığa yani “yol oğlu”luk esasına dayalı Bektaşilik’te babalık, kutlu ve etkili söz söylemenin dışında zaman zaman toplum ve inanç önderliği kimlikleri de olan ozanlarla ozanlık, âşıklık ve cemlerde zakirlik, dervişlik, kamberlik, gibi yol ehli inançlı insanların önderliğinde; Eren ve Evliyaların izi sürülerek Alevi Bektaşi Yolu, erkânı, kültürü, felsefesi bugünlere kadar gelmiştir. Kendilerinin ifadesi veya toplumun onları öyle kabul etmeleriyle; dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar, zakirler, kamberler; Alevi Bektaşi toplumunun yüzyıllar boyunca en önemli öncüleri olmuş kişileridir. Tasavvuf öncüsü yani mutasavvıf, köken olarak Alevi Bektaşi olmasa da, bazı büyük ulu insanların da görüşleriyle beslenen Alevi Bektaşi Yolu’nun içinden çıkan kutup sayılan öncülerin de etkisiyle, eserleriyle, eylemleriyle, deyişleriyle bu yol çok farklı coğrafyalarda, bazen farklı isimlerle, bazı inanç ve kültürel farklılıklarıyla da olsa bugüne kadar gelmiştir.
On İki İmamların her birisinin büyük mücadelelerinin, birçoğunun zulme uğramalarının, öldürülmelerinin dışında, onların ilim sahibi olduğuna, hikmet sahibi olduğuna da inanılmış, çağının bilginleri olarak kabul gören On İki İmamların yaşamları; dedelerin, babaların, ozanların, aşıkların dolayısıyla da Alevilerin Bektaşilerin rehber aldıkları yaşamlar olmuştur.
Dedem Korkutlar, Koca Ahmet Yeseviler, Baba İshaklar, Baba İlyaslar, Hacı Bektaş Veli’ler, Şah İsmail Hatai’ler, Pir Sultan Abdallar, Seyyid Nesimiler, Kalender Çelebiler, Yunus Emreler, Kaygusuz Abdal, Mevlanalar, Dadaloğlu, Köroğlu, Dedemoğlu, Kul Himmet, Teslim Abdal gibi büyük tasavvuf erbapları, mücadele insanları, düşünür ve ozanlar…
Seyyid Baba Mansur, Ağuiçen, Kureyşan, Seyyid Ali Sultan, Abdal Musa, gibi nice nice inanç önderleri, ocak kurucuları, dergâh önderleri de hem eserleriyle, hem yaptıklarıyla, hem de görüş ve düşünceleriyle bu büyük inanç sisteminin köklerini geliştirmiş, yaşadıkları coğrafyalarda temeli insan sevgisine dayanan, “72 millete bir nazarla bakan”, Hakk’ı âdemde gören, gönül kırmamayı hedefleyen, Dört Kapı, Kırk Makamdan geçilmesini öğütledikleri felsefelerini, inanç öğretilerini ocak merkezlerinde, dergâh ve tekkelerde yaşatmışlardır.
Hallac-ı Mansur, Şeyh Bedreddin gibi birçok ulunun Sünni kökenli olması onların Aleviler Bektaşiler tarafından büyük bir saygıyla anılmasına, onlardan derin şekilde etkilenilmesine mani olmamıştır.
Dedeler; kutsal bir aile kavramını ve bir erenin kimliğinde soyca ona bağlılık esasına dayanan ocak merkezlerinde yani kendi evlerinde, türbe yakınlarında, köylerinde, beldelerinde, cemevlerinde, belli mekânlarda cemlerini, sohbetlerini yapmışlar geleneği her koşul altında yaşatmışlardır. Yöresel farklılıklara göre; seyyid dediğimiz, bazen pir dediğimiz, piro dediğimiz, mürşit olarak da zaman zaman kabul edilen dedeler, bazen kendi köyünde de olsa, kendi ocaklarına bağlı çok uzak köylerde de olsa, kendilerine inanç yönünden bağlı “talip” denilen Alevilerin evlerinde, genişçe bir yerde gidip cemleri yani görgüleri, sorguları yapıp insanlara bildikleri kadarıyla Aleviliği, Aleviliğin kurallarını anlatmışlardı. Dedeler taliplerine Alevilik olarak; buyruklarından da öğrendikleri, atalarından ve başka kaynaklardan kendilerine intikal eden bilgileri, cem, görgü, sorgu, kul hakkı, muharrem, On İki İmamların yaşamları, eren ve evliyaların kerametleri dışında; insanlığı, yaşamın güzelliklerini, hak yememeyi, helali, haramı, Hakk sevgisini, menfaat düşünmeden, hep iyi ahlaklılık, dürüstlük ekseninde anlatmışlar, kendilerini dinleyenlere her zaman güzel nasihatler vermişlerdir.
Dedeler çoğunlukla bin bir zorluklar altında, kar, kış, yağmur, çamur, dağ, tepe demeden; kimi gerici baskılar gibi engelleri dinlemeden; ekonomik beklentileri olmadan, büyük fedakârlıklarla, yol aşkına, inanç aşkına, On İki İmamlar aşkına, eren ve evliyalar aşkına, İmam Hüseyin aşkına insanüstü gayretleriyle Alevi yoluna hizmet etmişlerdir.
Yine Aleviliğin ayrılmaz bir parçası ve daha çok Rumeli’de (Balkanlar)’da hayat alanı bulan, örgütlenmesi bakımından tarikat sistemi içine giren, soyca olmasa da Alevi Bektaşi inancının yaşatılması için soydan, belden gelmenin değil, “liyakatin, erbabiyenin”, yani o işin hakkını verip bir inançlı önder olarak hizmet etmenin kısaca; “yol oğlu” anlayışıyla yine kendini On İki İmamlar’a bağlayan ve belli bir eğitim aşamasının, kültürel birikimin esas olduğu Bektaşilik’te babalar, dervişler; tekke ve dergâhlarda yüzyıllar boyunca yine Ehlibeyt inancı ekseninde, yüz binlerce insana hizmet vermişlerdir…
Halk ozanlarının, âşıklarının bazılarının belli bir mekânları olmamıştır… Gerçekten de en önemli eserlerini bazen de kendi kendilerine, kendileriyle baş başa kaldıkları çok farklı yerlerde yazmışlardır. Ama Alevi Bektaşi ozanlarının – âşıklarının bir önemli bölümünün yine ocak merkezlerinde, tekke ve dergâhlarda yetiştiklerini, en önemli ürünlerini de yine bu inanç merkezlerinde bu inanç adına yazdıklarını, onlarca örneğiyle ve eserlerinde tüm çıplaklığıyla görüyoruz… Bir kısım ozanın ise yine seyyid, dede kökenli olduğunu, bir kısmının ise yine dergâhlarda çok uzun süre hizmet eden aynı zamanda dervişler olduklarını da biliyoruz. Çok büyük bir coğrafyadan, çok geniş bir etkileşim içinde olan bir derin kültür ve felsefeden bahsettiğimiz için olayı tüm detaylarıyla ele almak, anlatmak, yazmak zaten kitaplara sığabilecek de bir şey değildir.
Leyla değilim dost, lâkin çağırırsan çöllere gelirim.
Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü, yalın halde gelirim.
Kapıyı çaldığımda kim o dersen, ben olmam kapında sen olur gelirim.
Sen gel de yeter ki, yola yük olmam, yol olur gelirim.
Şems-i Tebrizi
Dedeler, babalar, dervişler, ozanlar, âşıklar, zakir ve sadıklar; eren ve evliyaların yolundan gidip Alevi Bektaşi yolunun geleneğini yaşatanlar, her dönem birçok zorluğu kendi başlarına aşmaları gereken, sorunlar karşısında yılmayan, sorunlara çözümler bulan yaratıcı insanlar olmuşlardır. Onların karamsar olmadıklarını, atalarından emanet aldıkları bir büyük hazine varlığını bir yerlere ulaştırma, anlatma, yaşatma, yayma gayretinde olan insan ve toplum psikolojisinden çok iyi anlayan ölümsüz gezginler, gönül insanları, bilge insanlar olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onların temel gayesi Alevi Bektaşi Yolu’na hizmettir. Yol ulu erenlerin kurduğu “cümleden ulu” bir kutlu, kutsal, dosdoğru yol olduğu için; yalan, riya, hilekârlık, adam kayırma, işi – hizmeti savsaklama, durma, tembellik, miskinlik bu yolun asla kabul etmeyeceği şeylerdir. Hem ruhen, hem bedenen, hem de çevre bakımından temizliğin en temel kuralların başında yer aldığı Alevi Bektaşi Yolu’nun temsilcisi olan inanç ve toplum önderlerinin haksızlıkları kabul etmeleri mümkün değildir. Her kim olursa olsun, onlar tarafsız, Hakk adına, hakkı yani doğruları söylemek zorunda olan, İmam Hüseyin’in direnciyle canlarını verseler de haksızlık karşısında boyun eğmeyen, doğru görüp, doğru söyleyen, adil davranan, her zaman dürüstçe konuşan insanlardır.
Bu ulu yolda; bir kere Dört Kapı dediğimiz temel Alevi Bektaşi düsturunun ilk kapısı Şeriat’tan geçilmelidir. Bu kapı en dış kapıdır, her türlü ibadetler, sosyal yaşam ve inanç konusunda her insanın sahip olacağı, ihtiyaç duyduğu edimleri yerine getirmeler, yani tüm şekil şartları bu kapıda halledilmelidir. Bu kapıdan geçemeyen ham sofudur, çiğdir, pişmemiştir. O yüzden bu kapıdan geçemeyen ister Alevi olsun, İster Sünni olsun, İster Bektaşi kökenli olsun, her kim olursa olsun, içeri giremez. Bu kapının içi yine doğruluk kapılarına, makamlarına doğru açılacak, iç içe başka başka kapılarla, makamlarla doludur. Hz. Muhammed bile bu kapıda “benlik”e düşmüş, dünyadaki makamını dile getirdiği için “Kırklar Cemi”ne, yani Alevi yoluna alınmamıştır, bu kapıdan içeriye girmesi hemen olmamıştır. “Ben de her insan gibi bir canım, bütünden ayrı değilim, ben benliğimi bu kapıda bıraktım da, hizmet insanı olarak geldim”, dedikten sonra içeri girebilmiştir. Burada derin bir mana gizlidir. İçte, dış Şeriat kapısından sonra, maneviyat vardır, hoşgörü vardır, ilim vardır, hikmet vardır, ahlak vardır, gönül vardır, dostluk vardır, hizmet vardır, Birler vardır, Üçler vardır, Beşler vardır, Yediler Vardır, On İki İmamlar vardır, On Dört Masumu Paklar vardır, Kırklar vardır, Yetmiş ikiler vardır, Bin birler vardır, himmet vardır, söz vardır, saz vardır, deryalar vardır, sevgi vardır, aşk vardır, kâinat vardır, Hakk vardır, insan vardır, insanlık vardır.
İşte dedelerin, babaların, cemlerde önemli bir hizmet olan zakirlerle birlikte yürüttükleri bu yolda ilkin dış kapıdan geçilir… İç kapıya sonra gelinir… Bunların hepsi gün, mevsimler, hayat döngüsü gibi dünyanın seyri gibi, insanın ve insanlığın da seyriyle ilintili olarak devr-i âlemdir. Bu yolda “gelme gelme, dönme dönme/ gelenin malı, dönenin canı / bu yol ateşten gömlektir giyebilirsen gel beri / bu yol demirden leblebidir yiyebilirsen gel beri” şeklinde yolun yani Aleviliğin Bektaşiliğin kuralları olduğu, bu yolun kurallarla örülü olduğu anlatılır. Ölmeden evvel ölme felsefesinde insanın bu dünyada hesabının görülmesi, gönül kırmanın en büyük suç kabul edildiği bu inançta insanların birbirlerine hoş görü göstermedikten sonra ibadetin bir anlamının olmadığı, Hakk’ın insanların ibadetlerine ihtiyacı olmadığı, önemli olanın insanın kendisini arındırması gerektiği, bir başkasına ve tüm dünyaya zarar vermemesi gerektiği anlatılır, öğretilir. Alevilik Bektaşilik gerçekten de bir inançtır. Ama bu inanç yani yol bir öğreti üzerine kurulmuştur. İnanç deyip belli ibadetleri yerine getirmekle inanılmış olunmaz Alevilik Bektaşilik’te. Gerçek bir Alevi Bektaşi ibadetten ziyade bu büyük kültür ve öğretinin buyruklarını uygulayarak Alevi Bektaşi olur. Sadece ceme girmek, oruç tutmak, kurban kesmekle gerçek bir Müslüman olunamayacağı gibi, gerçek bir Alevi Bektaşi de olunamaz… Gerçek bir Alevi Bektaşi bu yolun kural ve kaidelerinin içinde yer alan değerlerine, ilkelerine sahip çıktığı zaman Alevi Bektaşi yolunda yol alabilir. Hamdım, piştim, yandım… Mevlana’nın dediği gibi pişip yanmadan, özü öze teslim etmeden, gerçek bir insan-ı kâmil yolunda yol almadıktan sonra gerçek bir Alevi Bektaşi de olunamaz…
İşte tüm bunları sağlayacak, bunları halka anlatacak insanlara bizler dede, baba, ozan, âşık, pir, mürşit, rehber diyoruz…
Bunların her birinin ayrı ayrı görevleri vardır elbette. Ama hemen tümünün ortak noktası; hangi boyutuyla olursa olsun, ilk önce bu ilkeleriyle kendisi yaşamak, bu yolu yaşatmak, anlatmak, kural ve kaidelerini dile getirmek zorundadır.
Yüzyıllar boyunca Alevi Bektaşi inanç önderleri; dedeler, babalar bir maddi karşılık beklemeden, haksızın yanında yer almadan, menfaat düşünmeden, ailesini, çoluk ve çocuklarını da zaman zaman ihmal ederek, tümüyle kendi hayatlarını adadıkları bu ulu yolu bugünlere getirmişlerdir.
Onlar hiçbir engelden yılmamışlardır. Her türlü zor koşul altında hizmet etmeye devam etmişlerdir. Bugün birçok eski dedenin mezarı kendi köyünde bile değildir. Sevdiği insanların, hizmet verdiği taliplerin köylerinde Hakk’a yürüyünce oralara defnedilmişlerdir. Onların köyü, ailesi, varlığı Hakk Muhammed Ali diyerek hizmet ettiği, Alevi yolunun yaşandığı tüm yöreler, tüm coğrafyalar olmuştur, tüm Alevi Bektaşi toplumu, hatta tüm insanlık olmuştur. Dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar tüm toplumun ortak değerleridir. Onlar da tüm topluma, tüm insanlara aynı gözle bakarlar… Onlar yöre yöre, bölge bölge, soy soy, boy boy, aşiret aşiret, erkân erkân insanları birbirlerinden ayırmazlar. Zaten önemli bir kısmı kendileri gibi fakir olan kendine bağlı taliplerinin verdikleri ufak tefek “hakkullah” denilen yardımlar onların hizmetlerinin asla karşılığı olamaz. Çoğu zaten kendi tarlasında, hayvanlarının peşinde hayatlarını yarı aç, yarı tok, hiçbir geçim güvencesi olmadan geçirmişlerdir.
Tekkelerde de durum hiç farklı değildir. Mihmanı, misafiri çok, dervişi çok olan tekke ve dergâhlarda Bektaşi inanç önderlerinin durumu da çok iyi olmamıştır hiçbir zaman. Yani varlık içinde, yiyip içilen yerler değildir Bektaşi tekke ve dergâhları. İlim, irfan yuvaları olan bu mekânlarda tüm işleri orada bulunan inanç önderlerinin kendileri yapmıştır. Tüm Bektaşi babalarının mutlaka bir sanatla uğraştıklarını, kendi geçimlerini kendi sanatlarıyla elde ettiklerini biliyoruz. Tekke ve Dergâhlara zaman zaman devletin ekonomik yardımda bulunduğunu belgeler sayesinde çok iyi biliyoruz. Çünkü buralar on binlerce insana her türlü hizmetin karşılıksız olarak verildiği halka açık inanç – kültür- eğitim yuvalarıydı.
Gerek köylerde, gerek kasabalarda, gerek şehirlerde; birbirlerinden bazen kopuk olarak yaşasalar da, aslında Alevilerin Bektaşilerin tümüyle de birbirinden habersiz olmadıklarını biliyoruz. Örgütlenebildiklerini, toplanabildiklerini, bir araya gelip birlikte karar alabildiklerini çok iyi biliyoruz. Her şeyden önce zaten cem birlik, demektir, bir araya gelebilmek demektir. Ocaklar, tekke ve dergâhlar birlik meydanlarıdır. Bizler (Aleviler –Bektaşiler) dernek ve vakıflardan çok önce, yüzyıllar önce örgütlerimizi kurmuşuz zaten. (Bugün bu Alevi Bektaşi kurumlarının her konuda bocalayıp durmalarına, kalıcı bir iş yapmak konusunda bir arpa boyu yol alamamalarına epey şaşmak gerekir.) Gezgin dervişler sayesinde farklı tekke ve dergâhlardaki bazı yazma eserler, el yazısıyla çoğaltılıp bir başka yere nakledilmiştir. Yine diyar be diyar inancını yaşatma gayretinde olan dedelerimizin toplumları birbirlerine yaklaştıran, gelenekleri aktaran, bilgi ve kültürel birikimleriyle insanlar arası iletişim kuran insanlar oldukların görüyoruz… Tüm bunların yapılması da sıradan insanların başarabilecekleri şeyler değildir. Üstelik İran, Irak, Suriye, Kafkaslar, Balkanlar’da da yine hem dedelerin, hem babaların ve dervişlerin yüzyıllar boyunca hiç durmadan seyahat ettikleri, sadece hizmet için değil, görüp öğrenmek, merak nedenleriyle de seyahatler yaptıklarını çok iyi biliyoruz.
Pir Hünkâr Hacı Bektaş Dergâhı’nın (Ocağı)’nın ana merkezde olduğu, onun manevi dünyasının, kutlu elinin her zaman hissedildiği, babadan oğla veya yetkin olana geçe geçe bu yol bugünlere geldi. Çok büyük zorluklarla bu geleneklere bizlere ulaştı. Çok zahmetli bir uzun yolculuktan geldi bu dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar, sadıklar, kamberler… Bu kutlu yolun sürdürümcüleri… Onlara bu toplum çok şey borçludur…
Ama bugün artık çok acı bir gerçeği dile getirmek gerekirse; ne bugünün dedelerinin, ne de babalarının, ne de halk ozanıyım, diyenlerinin önemli bir kısmının atalarından aldıkları mirası yaşattıklarını söylemek imkânsızdır.
O yaşananlar o güne aitti, bugünün koşulları değişti, denilerek benim eleştirim yanıtlanamaz.
Çıkar, menfaat, tembelli, sorumluluk almamak, cesaretsizlik, korkaklık veya tam tersi yine çıkar için siyasilere, iktidara yaltaklanma, kolaydan meşhur olma, maaş beklentileri dedelik ve babalık kurumunda derin yaralar açtı. Bugün ocağının hakkını vererek, atalarına layık bir şekilde, fedakârlıkla hizmet yapan dede ve baba sayısı çok azalmıştır.
Geçmişin onurlu birikimi bugün onların bazı torunları tarafından yağmalanmakta, çıkar için pazarlanmakta, eritilmekte, değersizleştirilmekte, savsaklanmakta, dedelik kurumu ayaklar altına alınmakta, para için satılmaktadır.
Parça parça olan Bektaşilik’teki inanç önderliği bir türlü toparlanamamakta, eskiden Alevi dedelerini eleştiren babalar onlardan beter duruma düşmüşlerdir. Şimdilerde hiçbir vasfı olmayanlar baba yapılmakta, derviş yapılmakta, Bektaşilik’te de Alevilik’te olduğu gibi çıkar gelip başköşeye oturmaktadır. Geri kalmış, “sır var” denilerek, köşe bucak kaçılıp gençler ellerinin tersleriyle itilmiş, bilgisiz, ufuksuz Bektaşi Babaları bu yola büyük zararlar vermeye başlamışlardır.
Her uyaklı şiir yazan, saz çalan kendisini ozan ilan etmiş, kendilerini topluma duyurmak için, kendilerinden söz ettirmek için, üç beş kuruş alma adına sahne sahne gezen, her önüne gelene methiyeler dizen, içinde bir anlamlı dize bulanmayan kitaplar yazan, dansöz gibi kıvranan ozan taslakları türemiştir.
Bununla birlikte bu yolu hakkıyla ve atalarına layık bir şekilde sürdüren gerçek dedelerin, babaların, ozanların, âşıkların, zakirlerin önemli bir bölümü ise küstürülmüş, yalnızlığa terk edilmiş, şarlatanlar ön plana çıkarken gerçek değerler heder edilmektedir.
Bu büyük sorunlara gerekli önem verilmemiş, Alevi Bektaşi toplumu içinden çıkan aydınlar, yazarlar, sözde Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşları da bu konuda hemen hiçbir ciddi çaba içine girmemişlerdir.
Şimdi sormak lazım; bazı aydınların dediği gibi geçmişte olan her şey geçmişte kalıp, bazılarının hiç hoşuma gitmese de “minaresiz cami” denilen cemevlerinde basmakalıp, hiçbir özü, tasavvufi boyutu olmayan Dört Kapı, Kırk Makamın “Şeriat Kapısı”nda, yirmi – yirmi beş yıldır sayan (bekleyen) dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar…
Bunlar mı bugün Aleviliği Bektaşiliği temsil ediyor?
Yani bugün yaşanan Alevilik gerçek Alevilik mi?
Bugün yaşanan Bektaşilik gerçek Bektaşilik mi?
Cemevleri gerçekten Alevi Bektaşi yoluna hizmet eden yapılar mı?
Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşları gerçekten Alevilik Bektaşilik adına ciddi şeyler yapıyorlar mı?
O zaman Pir Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı (Ocağı) başta olmak üzere binlerce dergâh, ocak, tekke, inanç merkezi yok mu oldu?
Yok, mu edildi?
Daha doğrusu bunların tümünü elbirliğiyle yok mu edelim?
Satılmış bazı dedelerle yok mu edelim?
Onurunu hiçe sayıp, para için sırtını iktidarlara, siyasilere dayamış sözde aydınlarla, yazarlarla, kurum ve kuruluş başkanlarıyla yok mu edelim?
Gençlere kapıları kapamış, yüzü asık sözde Bektaşi Babalarıyla yok mu edelim?
Sadece saz çalmanın ozanlık olarak anlatıldığı anlayışla yok mu edelim?
Etmeyeceksek gerçek dedelere, babalara, ozanlara, âşıklara, zakirlere sahip çıkalım.
Onların önünü açacak çabalar içine girelim.
Onların sorunlarıyla gerçekten ilgilenelim, sorunlara çözümler bulalım.
Bu konuda çaba harcayalım…
Sonra çok geç olacak…
Yarınlar bizden hesap sorar…
Çocuklarımız bizden hesap sorar…
İmam Hüseyin bizden hesap sorar…
Pir Sultan Abdal bizden hesap sorar…
Yarin çok geç olmadan hep birlikte adımlar atalım…
Muhabbetle Kalın…
Divriği Gazetesi, Eylül-Ekim-Kasım 2015