YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR; KÜÇÜK PRENSE Yazılar - DENEMELER

YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR; KÜÇÜK PRENSE Yazılar - DENEMELER

 

AYHAN AYDIN

NORMAL OLMAYAN DUYGULAR…

 

Küçük Prensim;

 

Bu seneye de çoğu sene olduğu gibi bin bir düşünce, karamsarlık, iç çekmeler ve belirsizliklerle girdim. Gerçekten de Yazar Ataner Yıldırım’ın dediği gibi benim psikolojim mi bozuk acaba!

Ne dersin tatlı meleğim benim. Ben kendimin normal mi, anormal mi, psikolojisi sağlam mı, psikolojisi bozuk mu olduğunun farkına tam varamadan yeni bir yıla daha girdim. Bu aslında benim canımı çok yakıyor. Çünkü benim psikolojim bozuksa bunu tam bilmeliyim, yok iyiyse onu da bilmeliyim. Ben anormalsem bunu böyle kabul etmeliyim. Öyle değil mi tatlım? Avrupa’da bir geziye birlikte çıktığımız, kendisine hiçbir vaatte bulunmadığım halde, 9 gün boyunca insanların sırtından geçinen, ama yatacak yatak bile bulamayınca yolumuzun mecburiyetten ayrıldığı; sözde kişisel gelişim uzmanı Ataner Yıldırım geri dönünce benim psikolojimin bozuk olduğunu, benim anormal bir insan olduğumu söylemiş ortak dostlarımıza! Adam hem yazar, hem kişisel gelişim uzmanı, hem de psikolog elbette o beni benden daha iyi gözlemliyordur, öyle değil mi, uzayın sonsuz boşluğunda meraklarıyla kâinatı her an keşfeden, benim tatlı prensim!

Şimdi efendim diyeceksin ki bu çok mu önemli? İşte karan bole yaşayıp gidiyoruz hepimiz de… Bu niye bu kadar önemli olsun, denebilir, deyil mi?

Sen bu kadar kendini düşüne düşüne, kendinle didişe didişe zaten yarı deli olacaksın, bunu böyle bil!, diyebilirsin.

Elbette seni anlıyorum dünyalar tatlısı. Ama sorun burada bitmiyor işte. Ben kendi kendime bu soruları defalarca defalarca soruyorum. Ama boşuna değil elbette bu soruşlar. Şimdi yoğun bir iş koşuşturmam yok. Çok iyi biliyorsun günümü tam anlamıyla dolduruyorum ama bu tam çözüm değil. İnsanın kendisini kendi kendisiyle tam baş başa kalmaktan alıkoyacak bir işinin, saatlerini ona vereceğin bir uğraşısının olması gerekir. Elbette benim saatlerim dolu. Hem de ne dolu. Bazen bakıyorum gün bitmiş, kafamdakileri, o gün planladıklarını, ziyaretlerimi tam yapamamışım. Ama sen de, ben de biliyoruz ki, bu başka bir şey. İş bazen gerçekten ilaç gibi bir şey oluyor. Ama şimdilik iş yoğunluğu kadar yoğunluğum var. Kendi işimi kendim planlayıp, kendim yapıyorum. Hiç bu kadar hayatımı kendi başıma yönettim uzun bir dönemim olmamıştı. Ama geçen sene bir yazı yazmıştım hani, “kendi kendisiyle baş başa kalmaya korkan yazar” diye. Evet. O da başka bir hikâyeydi öyle değil mi Küçük Prensim?

Şimdi ise her şey kendi elimdi. İster ağlarım, ister gülerim; ister saatler boyunca bir yazının, bir söyleşinin ardından çeker giderim; ister sinema, ister televizyon, ister ziyaret, ister gezi, isterse uzun mu uzun bir gezi… Hepsini yapabilirim. Bu da bir imkân, bu da bir fırsat. Bu da benim hayatımın bugüne kadar olan belki de en büyük şansı.

En tatlı çağında yaşamın belki de, bir Russell Crowe yakışıklılığında ve olgunluğunda bir dönem. Bu Hakk’ın bana en büyük lütfüdür belki de…

Bende nerde o yiğitlik ve mertlik ki, bu güzelliği de kendime mal edeyim, ondan yararlanıp sevineyim. Ben üzülmeliyim, ah vah etmeliyim, öldüm, bittim demeliyim. Feleğe de, dünyaya, da, düzene de, hoşuma gitmeyen herkese de veryansın etmeliyim; küfretmeliyim, ağız dolusu. Sövmeliyim bir güzel hayata. Hıncımı alamazsam bir daha, bir daha küfretmeliyim.

Kadir kıymet bilmezlerin elinden perişan oldum, bu nankör toplum ve sözde dernek başkanları, sizlerden bu topluma bir şey olmaz, sizler bizleri mahvediyorsunuz, deyip sayıp sövmeliyim. Oh! Biraz rahatlar, rahatlar bir daha, bir daha, bir daha… Veryansının, küfrün sonu mu gelir. Küfür bokstan bile daha iyi öfke boşaltıyormuş.

Pek güzel de, Küçük Prensim benim anlamadığım neden hala benim öfkelerim boşalmıyor. Neden bu kadar öfke doluyum? Kendi kendime öfke patlamaları yaşıyorum. Kendimi harap bitap düşürünceye kadar kendimi geriyorum, yoruyorum, azalarımı ağrıtıyorum.

On iki senedir süren uykusuzluğun temelinde bu öfke mi var acaba?

Küçük Prensim;

Biliyorsun fazla alkol, sigara kullanmam. Şimdi hiç almıyorum. Fazla alanlara da şaşıyorum…

Yahu alkol dedim de, şimdi düşünüyorum da, her gün zam geliyor bu merete.

Be tatlım, bu gerçekten çoğu insanın elinde kepaze olan sıvı, birilerine de çok büyük yük bindirmiyor muydu? Düşünüyorum da birisini mesela adam bir büyük rakıyı içiyor günde. İyi de adamın fazla bir geliri yok. Bir de çocuklarını okutması gerekiyor. Ama adam görmüyor ki gözünün önündeki vahşeti. Çocuğunun okul parası için kıvranıp dururken, o bir rakı parasının en az iki çocuğu daha okutabileceğini idrak edemiyor veya etmiyordu. Onun gibi onbinlerce aptal yok mu bu ülkede. İçki senin neyine pezevenk. Aileni dağıtıyorsun, çocuğunun paralarını çarçur ediyorsun, bir de içmeyi de bilmiyorsun, kararını bilmiyorsun. Bu bir eğlence mi, erkekliğini, insanlığı veya dünyada yaşadığını tüm dünyalılara gösterme gayreti mi? Pardon ya… Yine bir küfür savurmuşum. Senden ve senin gibi tüm küçük prenslerden ve prenseslerden bin kez özür diliyorum canım benim.

Bir de canım geçen bir televizyon programında çok ilginç bir hikâye dinledim. Bu bir eğlence mi? Dedim de aklıma o geldi. İster inan, ister inanma tatlım, ABD.’de 33 yaşında iki gül yüzlü çocuk babası bir adam, bir oyuncak manyağıymış. Evet, evet oyuncak manyağı… O binlerce oyuncağı olan, onlarla oynayan, onlara ait bir oda ayarlayan bir adammış. Ama bu adam işi o kadar ile götürmüş ki, kendi çocuklarıyla değil de, o oyuncak bebekleriyle oynuyormuş, biliyor musun Küçük Prensim. Karısı diyor ki; bu gidişte onu boşayacağım. Eve ekmek getirmiyor, paraların tümünü oyuncaklarına yatırıyor, kendi çocuklarının yemek paralarıyla da oyuncak alıyor.

Her gün hangi eve gitsem bir evlenme ve evlenememe ve boşanma konusu açılıyor. Gerek kendi çevremde, gerek tüm Türkiye’de, gerekse de tüm dünyada evlilikler yıkılıyor. Ama öyle az uz değil, paldır kültür yıkılıyor. Aman Allah’ım, onlar da mı, olamaz böyle bir şey, denile denile binlerce evli çift daha evleneli bir yıl olmadan boşanıyor.  Böyle bir toplumda evlenmezsen, dünyanın en kabahatli insanı sen oluyorsun. Niye evlenmiyorsun? Sanki nedenini veya nedenlerini söylesem sihirli değneği var ellerinde hemen çözüverecekler toplumun tümü birden.

Anam, bacım, gardaşım siz gidin ilk önce toz konduramadınız sizi şok eden boşanmaların önünü alın, kapatın bu yaraları, binlerce on binlerce çocuk telef oluyor. Ondan sonra benim ve benim gibi evlenmek istemeyen müzmin bekârlara sıra gelir.

Veya daha iyisi komşuluk ve akrabalık ilişkilerim çok sıcak olduğu için izlemek zorunda kaldığım “evlilik programları”ndaki çiftlere yardım edin, cancağızlarım. Elinizdeki sihirli değneğin neresini artık onların neresine değdirirseniz mutlu olurlar bilmiyorum ama evliliği çirkin bir kara mizaha dönüştürenlerle uğraşın. Sonra da boşananlara, ayrılanlara çareler bulun.

Bir de düşünün toplum olarak bunda bu boşanmalarda bizim hiç mi bir kabahatimiz, günahımız yok? Diye iyi bir düşünün bakalım. Gerçekten bu toplumun bu boşanmalarda hiç mi kabahati yok?

Bence o kadar çok ki!

Bir kere kara taburlar gibi insanların üstünü çökmeyin evlen, evlen, evlen diye insanları intihara sürükleyecek kadar baskı yapmayın şu insanlara. Evlilik iyidir, kutsaldır, güzeldir. Eyvallah, eyvallah, eyvallah. Ama yeter be! Bir toplum düşün ki, Türk toplumu gibi kara bir ölüm gibi insanların üstüne çöksün; evlen, evlen, evlen diye öyle psikolojik filan değil bazen eli silaha gidecek şekilde evlen baskısı yapsın. Bir kere bu zulüm bitsin. Kimse kimseye baskı yapmasın, insanlar kiminle, nasıl, ne zaman, hangi yaşta evleneceklerse ona kendileri karar versin. İnsanları özgür bırakın. Akraba evliliği, eş dost gördü evliliği, namuslu evliliği, işi var evliliği, çok akıllı evliliği, uslu evliliği… Diye diye insanların hayatını karartıp, yok ettiniz be!

Toplumsal normlar, yasaklar, engeller, beğeniler şunlar bunlar belirler olmuş evlilikleri. Mezhepçilikler, Irkçılıklar, Zenginlikler, Fakirlikler, Güzellikler, “İthal Gelin – İthal Damat” Yurtdışı zorlama evlilikleri, Miras bölünmesin evlilikleri, onda benim emeğim çok evlilikleri, hala- amca- dayı akraba zortlatmaları… Nedir lan bunlar… Dünyanın açık hava müzesi diyoruz. Açık hava hapishanesi ne çevirdiğiniz güzel yurdumuzu… İstediğinde evlenemezsin, istediğin işe giremezsin, istediğin yerde oturamazsın, Sen Alevisin, Sen Sünnisin, sen Bektaşisin, sen Türksün, sen Kürtsün, sen Lazsın, sen Karadenizlisin, senin başın açık, senin başın kapalı, senin kaşın kara, Sen Tuncelilisin, yettiniz artık bitirdiniz ülkeyi be…

On binlerce insanın hayatını altüst ettiniz? Kim etti? Bu ülkede yaşayan herkes. Sen, ben, o, bizler, onlar, şunlar…

Gördün mü işte Küçük Prensim;

Birisi içki içer erkekliğini (!) gösterir… (Önünü açsa kaç santim erkek olduğunu gösterse belki daha az zararlı olur)(!)

Birisi de benim iki çocuğum var ama ben onlardan da daha küçüğüm dercesine oyuncalarına sarılıp kendi âleminde yaşamayı tercih eder…

Bir yanda; Zorla evlendirilenler, toplumsal baskıya boyun bükenler, kendi kişiliğini geliştiremeden çocuk sahibi olmak zorunda bırakılanlar. Kimisi intiharı, kimisi boşanmayı, kimisi yasak aşkı, kimisi serseriliği tercih eder…

İşte gördün mü bak, meseleler birer birer açılıyor… Hayata karşı dürüst olamayanların hayat hemen karşılarına nasıl da çıkıyor birden.

Diyeceksin ki, başta ne dedin, nasıl başladın, şimdi konuyu nereye getirdin? Salatalık yapmada üstüne yok!

Kızma benim Küçük Prensim hemen. Demek istiyorum ki, kafam karmakarışık elbette sana salatalık yapacağım. Keşke kuzu haşlama yanında bir de tereyağlı pilav yapsam, sonra da kendi hazırladığım künefeyi sana ikram edebilseydim ne de güzel olurdu!

Benim psikolojim mi bozuk, değil mi? Ben normal miyim, anormal miyim? Demiştim hani sana. Sana bunu sormuştum. O yüzden mevzuları biraz açayım dedim ama neyse pek hoşuna gitmedi. Başka bir yere gidelim seninle öyleyse, bir başka yoldan.

Hüzünlüyüm, çok hüzünlüyüm Küçük Prensim.

Ben bunu sana demeyeceğim de kime diyeceğim? Kime derdimi anlatacağım. Gönlüm çiçekler gibi açmıyor, hep kapalı, hep kapalı. Ruhum daralmış, sıkılmış sürekli sürekli kaçmak, çok uzaklara gitmek istiyor; bedenim ise örselenmiş, yorgun argın bir yerde yatıyor. Ben ise başka bir yerdeyim. Bazen ruhumun gözünde bir köşeden kendime bakıyorum; Yorgun bedenime bakıyorum. Çok üzülüyorum, ağlıyorum, isyan ediyorum.

Peki, ben tüm bunları hak etmediysem bu halim ne benim?

Neden bu labirentten çıkışı bulamıyorum. Neden her geçen gün daha çok kaybediyorum yollarımı?

Bu son zamanlarda artan bir dert mi, yoksa çoktan beri var olan bir dert mi? Bunu da tam çözemiyorum. Çözüm yolunu bulamıyorum. Kime gitsem, kime desem kimsede hiçbir yerde çaresi yok. Adeta herkes bunun tek çaresi sende, diyorlar. Yani kendi yolumu bulmamın çaresi bendeymiş. Pek anlamıyorum, bulamadığım yolun dertlerinden hasta olmuşum, bunun dermanı sende, diyorlar. Bu çok garip. Gerçekten de çok garip. Bu doğru mu? Bu doğru olabilir mi? Dertlerle yoğrulmuşum, yoğruluyorum, yollarımı kaybettim, hastayım, uyuyamıyorum, huzursuzum, tatsızım, neşesizim, hayattan umudumu kestim, az uz değil ağzımın tadı kalmadı diyorum. Herkes diyor ki biz bir şey yapamayız, bunun dermanı, bu dertlerinin dermanı sendedir, sende. Sendedir, sende. Sendedir, sende… Bunu büyütme, çıkar çaresi bir gün önüne, diyorlar. Kafaya takma diyorlar.

Ben dertlerinden biraz da zevk alan birisiydim, bunu itiraf ediyorum, bu yönümü çok iyi biliyorum. Ama bu çok fazla. Bunu ben kaldıramam. Bu dertler bana zarar, ziyan getirir. Ben perişan olmuşum, dağılmışım, örselenmişim, kendimi toparlayamıyorum. Yok, illa ki, kendi derdini kendin çöz, diyorlar. Hasta olan, hastalığını iyi edebilir mi?

Dün bir yerdeydim, bir baktım bir çalı kuşu gibi birisi içere girdi, çıktı. Ciddiyetsiz, samimiyetsiz birisi. Bu benimle konuşmuştu daha önce. Yağlı ballı hani. Şimdi ise bakıyorum da hiçbir ciddiyeti yok. Ben ona değer vermiştim. Bu sadece dün, önceki gün, bir hafta önce, bir yıl önce yaşadığım bir şey miydi? Hayır. Bir konu daha açıldı işte hiç ummadığım bir yerden.

Küçük Prensim;

Ben kimseyi tanıyamıyorum, dostumu düşmanımı seçemiyorum. Eskiden benim hiçbir zaman düşmanım olmaz, diyordum. Dünyadaki tüm insanları bir ve eşit gören ben, herkesin iyiliğini isteyen ben, alçakgönüllü, sevgi dolu ben. Ama anladım ki, öyle düşmanlarım oluşmuş ki, her birisi ekmeğimin, aşımın, yaşamımın düşmanları olmuşlar. Kahpe sırtlarlar gibi benimle uğraşır olmuşlar. Kendi kendimden utandım. Bu kadar düşmanı edinmiş olamam beni çok üzdü. O zaman bu benden kaynaklanmıştır mutlaka dedim. Ama dönüp bakıyorum; Ben 45 yaşında, kendimi bildim bileli, hep aynı benim. Hep Ayhan Aydın, yeryüzünde hiç kimsenin üzülmesini, zarar görmesini istemeyen, herkese eşit ve bir olarak bakan, herkesi insan olarak gören bir ben. Bunca yıl içinde değişip bir başkası hiç olmadığıma göre, kendimden emin olduğuma göre, demek ki, bu dünyada bana da düşmanlık edecek şerefsizler de varmış.

Bırakalım onu…

Ben düşmanımı dostumu seçememek bir yana arkadaşlarımı da seçemiyorum. Şimdi biraz daha düşününce insanları gereğinden çok daha fazla nasıl yücelttiğimi, onlara hiç olmaması gerekirken ne kadar çok değer verdiğimi, şimdi büyük bir üzüntüyle görüyorum.

Değer verdiğim, sevdiğim insanların aslında beni onları sevdiğimin yüzde biri kadar sevip değer vermediklerini, insanlar için aslolanın kendi menfatleri olduğunu, mefaat ilişkileri bitince ilişkilerin de bittiğini veya bitme noktasına geldiğini derin bir üzüntüyle nasıl da gördüm.

Ey Küçük Prensim,

Aslanların pençelerinin izleri gibi ruhumda insanların benlik izleri var.

İnsanlar meğerki ne kadar nankör, ne kadar çıkarcı, ne kadar bencil varlıklarmış!

Bana düşmanlık yapanlar yüksek egolarıyla, hayvanca dürtüleriyle beni yok etmek için bana saldırırken, bunları çok büyütmemiş, önemsemiştim. Ama şimdi sanki duvarlar kalktı aradan, zaman geçti her şey yalınlaştı; benimle yaşamım arasına, kişisel gelişimlerimin, işimin, meraklarımın, koşuşturmalarımın arasına örülen- örülmek istenen duvarları, benim soluğumu kesmek için uzanan elleri çok daha net bir şekilde nasıl da görüyorum. Onlardan gerçek anlamda nefret ediyorum.

Bir de sözde dost, akraba, arkadaş veya yakın görünün insan müsvetteleri… Birçoğunun çıkarları ve egolarıyla hareket ettiklerin nasıl da net olarak görüyorum şimdi.

Meğerki sırtlanların dünyasındaymışım, erenlerin dünyasında dolaşıyor sanırken kendimi!

Eline beline dilene sahip olması gerekenlerin bir kısmı meğerki namussuz, şerefsiz, ahlaksız, hırsız, menfaatperest, bencil, insanların ekmeğiyle oynayan kansız aşağılıklarmış!

Defalarca, defalarca, defalarca düşünmüştüm tam sonuca ulaşmadan. Ama güneş kadar gerçek olan bir gerçeği şimdi daha iyi anladım.

Bir insan olarak eksiklerim de olsa, kabahatlerim de olsa; bana karşı yapılanlar savaş cephelerinde birbirinin boğazını acımadan kesen katil savaşçılarınkiyle kıyas edilebilir.

Bunca ağrımın, sızımın, öfkemin arkasında acaba bunların büyük etkisi mi var Küçük Prensim!

Bunca haksızlığa uğramamın hıncı mıdır acaba, bir türlü içimden söküp atamadığım?

Yalnız olmak büyük tehlike!

Hani yukarda söyledim ya, evlen, evlen, yalnızlık Allah’a mahsustur, diyorlar insanlar.

Evet, yalnız insan mutsuzluğa daha yakındır anlayışı var. Bu belki de doğrudur. Hani dedik ya evlenenler ne yaptı, çoğu boşandı, diye. Elbette tüm dünya böyle değil, iyi kötü evlilikler sürüyor. Hem de ne sürme yetmiş yıl kadar sürenler var. Çok mutlu evlilikler var. Ama yalnızlıkla mutsuzluk arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır? Bu kesin olmayan bir önerme sonucu olabilir. Her yalnız insan mutsuz değildir, her yalnız olmayan insan da mutlu değildir. Bu doğrudur. Ama evet, yalnızlık insanın mutsuzluğunu arttırabilir.

Ben kesinlikle evlenmeden hayatını sürdürme kararında olan birisiyim. Bu benim kendi yaşamım. Bir ölçüye kadar kendi kendime yetebiliyorum. Ama bu halimden memnunum. Evlenmeden yaşayıp öleceğim bu dünyada.

Gerçek anlamıyla işiyle, uğraşlarıyla, yazılarıyla, hobileriyle, kitaplarıyla, komşu ve akrabalarıyla, doğayla iç içe olan, yaşamın kendisiyle dolu olan Ayhan Aydın gerçek anlamda yalnız bir insan değil.

Hayatı tümüyle boş, yalnız yaşayan bir insan değil. Gerçekten de hiç yalnız değil.

Ama elbette yine de eve gelince herkesin kastettiği gibi bir neşe “aile, eş, çocuk” eksikliği ben de de mutsuzluğu tetiklemiş olabilir. Bunu kabul ediyorum. Ama yalnız yaşamak mutsuzluğun nedeni değildir. En azından tek başına değildir. İnsanlar tek başlarına çok mu çok mutlu yaşamlar sürmektedirler.

Evham…

Evet, biraz yukarda söyledik. Bazı insanlar gereğinden fazla evhamlıdırlar. Ben de bu durum var sanırım. Bu da mutsuzluğumu arttıran bir nedendir sanırım.

Sığındığım Hobilerim;

Küçük Prensim;

Her zaman bilirsin okumak bir ihtiyaçtır benim için. Ama benim en büyük hobilerimden birisi akademik, okunması gereken kitaplar dışında özellikle de şiir okuyarak kendi dünyamı zenginleştirmektir.

Sinema benim olmazsa olmazımdır. Hayatımın ayrılmaz bir parçasıdır. Sinemanın bana faydalarını saymakla bitiremem. Sinema Salonuna girince bir başka dünyaya yolculuğum başlar ve benim kişisel dünyamı zenginleştiren, benim ufkumu açan, bana moral veren, bana derinlik katan en büyük hobim sinemalarımdır…

Geziler ise benim can ilacımdır. Daha nice şeyler…

Fotoğraf çekmek bana yine büyük bir mutluluk alanı yaratıyor.

Yahu daha nice şeyler derken gerçekten hobilerim benim için yeterli mi? Daha da zenginleşmem gerekmez mi bu konuyu? Hani zaman zaman kendi kendime aldığım kararlar vardı? Dil öğrenmek; İngilizceye mutlaka başlamak, öğrenmek gibi. (Çok da başarılı olamazsa da çok ciddi bir adım da atmamıştım bu konuda) Resim kursuna başlamak, geziler ama özellikle bir düzenli gezi sistemde yapılar gezilere katılmak…

 Ya da ne oluyor bu hayallere; bir batıyor, bir çıkıyor, bir kayboluyorlar.

Bu belki de tüm insanlar için geçerli; hepimiz hayatımızı değiştirmek için kendi kendimize veya eşimizi, sevgilimize, çocuklarımıza söz veriyoruz ama hiç birini yerine getirmiyoruz. Nice yeni adımlar atacağız, kendimize yeni uğraş alanları yaratacağız, hobilerimizi çoğaltacağız, hayatımız zenginleştireceğiz, ama yapamıyoruz değil mi?

Evet, Küçük Prensim, işte durum bu. En ilkin bu hobileri geliştirmek, çoğaltmak gerekir.

Yeni yılda ilk adım bunlarla gelmeli. Ama her sene sonunda olduğu gibi bir adım atmamış olarak yılı kapatmamak dileğiyle, diye kendime söz veriyorum (yalancıktan olmasın), seni gözlerinden öpüyorum.

Haydi, bakalım sana iyi seyirler; kâinattaki yıldızlara iyi bak. Ben mutlaka uzay boşluğunda bizden başka canlıların var olduğuna inanıyorum, onları görürsen ilk bana haber ver, kimseye çaktırmadan onlara takılıp buralardan kaçarken en büyük gezime adım atmış olurum…

Sana iyi seyirler, bana iyi horlamalar…

Bay, bay, tatlım…

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile