ABİDİN ÖZGÜNAY'LA SÖYLEŞİ (5.)
ABİDİN ÖZGÜNAY
YAZAR, YAYINCI VE CEM DERGİSİ KURUCUSU
(1934/ 14 MART 2005)
ABİDİN ÖZGÜNAY’LA ALEVİLİK/BEKTAŞİLİK ÜZERİNE...
Ayhan Aydın
(V.)
Alevilik’te özellikle Doğu ocakları üzerinde Şah İsmail’in, Erdebil Dergahı’nın çok baskın bir rolü olduğunu söyleyebilir miyiz?
Batı’taki Ocaklarda, Hacı Bektaş Dergahı üzerinden ziyade büyük doğu Alevi ocakları üzerinde etkisinden nasıl bahsedebiliriz?
Belki de ilk başta Erdebil Dergahı’ndan, Ocağı’ndan bahsetmemiz yararlı olacak?
Alevilik ve Ocaklar
Anadolu’daki Alevilik iki temel merkeze kendisini bağlamıştır.
Bunun bir tanesi Doğu’da Erdebil Tekkesi’dir. Anadolu’da Hacı Bektaş Ocağı’dır.
Erdebil Tekkesi, aşağı yukarı İskenderun’dan, Samsun’a doğru bir hat çizerseniz bu hattın doğusunda olan Alevi camiasına Erdebil Tekkesi’nin kesinkes hükümran olduğu ve buradaki Aleviliği dizayn ettiği, Alevi ibadetlerinin biçimine, şekline, özüne müdahale edebilecek derece etkin rol oynadığı tarihen sabittir.
Batı’da, Hacı Bektaş Ocağı daha ziyade orta Anadolu’daki Oğuz boylarına seslenen onları kendi kanatları altında muhafaza eden, Osmanlı İmparatorluğu’nun Erdebil Şeyhliğinin Şahlığa dönüşünden sonra Anadolu’daki halkın kendisine inanç yoluyla bağlanması politikasına karşı Osmanlı’nın, Hacı Bektaş Ocağı’nı, Pirevi’ni kendi himayesine alması ve bu himayeden yararlanarak Anadolu’nun doğusunda ve batısında Bektaşi ocaklarına bağlı olanlarla, Erdebil Ocaklarına bağlı olanlar arasında bir tanımazlık olgusunun geliştiğine şahit oluyoruz.
Bunun son dönemlere kadar etkisi devam etmiştir.
Doğu’daki Rafıziler Hacı Bektaş Tekkesi’ne ve o yörenin pirlerine yan durmayı, tam reddetmeseler bile, yan durmayı kendi amaçlarına ve inançlarına daha uygun telakki etmişlerdir.
Yalnız Yavuz’un (Sultan Selim) Çaldıran’da hareketinden sonra yani Şah İsmail’in yenilmesi ve Doğu’daki Rafızilerin sırtlarını dayayabilecekleri bir güvenceden mahrum oluşlarından sonra Anadolu’daki Rafıziliğin Bektaşiliğe, o çatı altında kendilerini ifade etmeye veya Şii sözcüğüyle ifade edilen inançlarını, Alevi sözcüğüyle değiştirmek suretiyle yeni bir kalıba dökülmeye başladıklarını ve giderek Bektaşiliğin Osmanlı’nın himayesinde Anadolu’nun her tarafa hakim olmak gibi bir süreci başlattığına şahit olmaktayız.
Daha sonra da Tekkelerin, Zaviyelerin kapatılmasından sonra tekrar yeni bir olgu başlamış bundan Tekkeler bağlı Bektaşilik zarar görmekle beraber Doğu Anadolu’daki Rafızilik bundan etkilenmemiştir.
Halen de bu ayrıcalık ve bu farklı yorum biçimi günümüze kadar ulaşmıştır.
Ama günümüzde devletin Aleviliğe mesafeli durması, Anadolu’da örgütlenen Rafızileri Alevi adı altında değil devletin bir bakıma himayesine mazhar olmuş ve devlet politikasıyla çatışmayı amaç haline getirmeyen, munis bir Şia anlayışının adı olan Bektaşilik çatısı altında kendilerini ifade etmeyi gelecekleri açısından veya daha rahat etmeleri açısından daha uygun bulmuşlardır.
Dolayısıyla da aslında özü itibariyle Hacı Bektaş Ocağı’na bağlı olmayan Doğu Anadolu’daki Rafızilik, Hacı Bektaş adına sığınmayı böylece kendi varlıklarını bu isim altında sürdürmeyi politik bir davranış olarak benimsemeye başlamışlardır.
Efendim bir Kürt kimliği meselesi var. Zazaca var, Kürtçe var.
Günümüzde kimi yazarlar Alevilerin kesinlikle Kürt kimliğine sahip olamayacaklarını, bu inanç ve kültürün Türklere özgü bir yapı olduğunu söyleyip, savunup, yazıyorlar.
Bu ülkede Türkler olduğu kadar, Kürtler de yok mu?
Ülkemizde bir Kürt Alevi varlığından söz edilemez mi?
En azından Erdebil Ocağı’nın kurucularının Kürt kökenli oldukları söyleniyor.
Doğu’da Kürt varlığı varlığı görülüyor.
Doğu Alevi Ocaklarının Kürt varlığını görmezlikten gelebilir miyiz?
Türkler – Kürtler- Aleviler
Bu konu hayli karıştırılan ve bir takım çevrelerin kendi hesaplarına göre yorumlamaya özen gösterdikleri, ilginç konulardan bir tanesini oluşturuyor.
Aslında bu dinler ırkların inançları kabul ederken, değişik parçalara bölünerek değişik inançları kabul etme biçiminden ziyade aynı ırka mensup insanların aynı inancı, aynı temel inançları paylaştıkları biçiminde tezahür ediyor.
Tarihe baktığımız zaman gördüğümüz gerçek şu; Kürt kökenli toplumun İslami inancının Şafilik biçimde geliştiği ve bunun egemen olduğu görülmektedir.
Fakat buna bakarak Kürtler tümüyle Şafii’dir, dolayısıyla Kürtlerin Alevilikle ilgisi yoktur; Türkler Aleviliğin özünü oluşturur, bütün Türkler Alevidir, demenin de bir anlamı yoktur.
Nitekim gerçekler de bu tezi doğrulamaktadır.
Günümüzde Kürt olduğunu söyleyen Aleviler vardır, Türk olup ta Alevi olmayan Sünniler veya İslam’ın değişik mezheplerinden olan Türkler de vardır.
Bunun arkasında yatan gerçek, günümüzün realitesini ifade etmekten ziyade İslamiyet’in günümüze geliş trendindeki değişmelere bakarak söz konusu edilmektedir.
Şurası bir gerçektedir, İslamiyet yeni coğrafyalara ve yeni ırklara kendisini ulaştırdığı zaman Kuran’ın hükümlerine dayanak insanları gönüllerinden fethedip Müslüman yapma amacını bir tarafa bırakmış, insanları kılıç zoruyla, zorla İslamlaştırmak gibi bir sürecin içine girmiştir. Özellikle bu Halife Ömer’in döneminde başlamış; bu fütuhatlar Mısır’ın, Horasan’ın fethiyle devam etmiş, daha sonra Horasan’ın fethinden sonra Türklerle komşu hale gelen Müslümanlık Emevi döneminde bazen sulhçu, bazen savaşçı girişimlerle Türkmen bölgesinde İslam’ı yaymaktan ziyade, oradaki bölgeleri İslam adına sömürmek biçimde bir gelişmeye uğramış ve o coğrafyanın halkı yani Türkler aşağı yukarı en az üç yüz yıl İslam’a karşı direnç göstermişlerdir. Halen de bu direncin gösterildiği yerler vardır.
Türklerin aradan iki yüz yıl, üç yüz yıl geçtikten sonra topluca, hep birden İslam’ı kabul etmeleri diye bir hüküm, doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Parça parça İslamiyet’e girmişlerdir. Ama bu İslamiyet’e giriş şehir hayatındaki Türklerle, kırsal kesimdeki Türkmenler arasında farklılıklar göstermiştir. Özellikle şehir alanında hilafet otoritesi daha çok egemenliğini ortaya koyabilme fırsatını bulduğu için oralarda Sünni anlayışla İslam tutunabilmiş ama kırsal bölgelerde o egemenlik şehirlerdeki kadar güçlü olmadığı için daha ziyade “Gali” yani Ehlibeyt’in kutsallığına dayalı, ama İslam’ın Ortodoks anlayışının dayattığı İslam’a yan duran, onu kabul etmeyen bir anlayışla İslam’a o kitlelerin yöneldiği görülmüştür.
Bunun neticesi zaman zaman farklı gelişmelerle, farklı tarihlerde bir takım değişik ölçekli İslam anlayışla tezahür ettiğini görüyoruz.
Özellikle X., XI., XII. Asırda özellikle bu Horasan bölgesinde, Azerbaycan’da, Aşağı Türkmenistan’da, ırkların sadece ve sadece Muhammet’in dinin etkisiyle İslamlığı sarf, ari bir biçimde kabule yönelmediklerini o tarihten sonra İslam’da tasavvuf ağırlıklı bir anlayışın egemen olduğunu ayrıca Ortaçağı Yunan felsefesinin yani Aristo’nun, Eflatun’un; Yeni Eflatunculuğun etkilerinin o bölgelerde hükümranlık kurmaya başladığını görüyoruz.
Gene o bölgelerde Doğu dinlerinden Hinduizmin, Brahmanizm’in, Budizm’in ve buna mümasil Zerdüştiliğin ve buna benzer dinlerin egemen olduğunu, dolayısıyla saf bir Şaman öğretisinin Türklerin inancı olduğu iddiasının ileri sürülemeyeceğini, aslında Türklerin inançlarından Şamanlığın din olmaktan ziyade bir yaşam biçimi olarak yer aldığını ama Türklerin bu inançlarında daha ziyade bir Doğu felsefesinin inançlarına daha hakim olduğu görülmektedir. Yani tenasühün, Tanrı ve Varlık Birliğinin ve bu anlayışa dayalı Tanrı-İnsan ilişkilerinin sahiplenilmesi biçiminde tezahür ettiğini buna Ortaçağ Yunan felsefesinin, özellikle Eflatun’un “Yaratan, yaratıcı Tanrı düşüncesi”nin, Aristoteles’in “yaratmayan” bir Tanrı anlayışının dolayısıyla da varlığın yaratılmayıp ezeli olduğu düşüncesinin o tarihlerde, o asırlarda, o bölgede yaşayan Müslüman toplumunda derin etkiler uyandırdığını böylece İslam topluluklarının Hz. Muhammet’in dinini vaz’edildiği biçimde kabullenmek o yolda yürümek yerine bu tasavvufun ve daha sonra da bu tasavvuf felsefesinin etkisiyle dinde bir takım yeni cephelerin, yeni düşüncelerin, yeni ayrıntıların gündeme girdiğine şahit olmaktayız.
Bu dönemde özellikle Türkmenlerin daha ziyarede bu tasavvuf felsefesinin etkisi altında kaldıklarını görmekteyiz.
Bu dönemde İslam’da baş öğe Mutezile’nin, İsmailiye’nin buna bağlı Karmati düşüncesinin, yine buna bağlı Haydariliğin, Kalenderiliğin tesiriyle İslam’a yeni tasavvufi boyutlar kattığını görmekte, dolayısıyla dinde Muhammet’in dininin özünü muhafaza etmek kaydının ötesinde, dinin yorumlanmasında farklı sonuçlara ulaşabilen gelişmeler olduğuna tanık olmaktayız.
Anadolu’ya intikal eden Türkmenlerin kademe kademe o dönemde nüfusun kalabalıklaşması hayvancılıkla geçinen oymakların tabiat şartlarının değişmesi neticesinde yeni hayvancılık, besicilik adına yeni çareler aramaya yönelmeleri ve bu arada Moğol tehlikesi, Gök Türkler’in parçalanması gibi nedenler ve Abbası döneminde Türklere karşı gösterilen müsamaha gibi unsurların baskınlığını görmekteyiz.
Türklerin özellikle Horasan, Azerbaycan, Batı İran, Suriye ve Anadolu’da yaygın bir biçimde yayıldıklarını ve Anadolu’ya ilk gelenlerin daha ziyade, “Gai” yani Ehlibeyt’in kutsallığına önem veren ama onun dışında Muhammedi şeriata yan duran veya onu tanımayan bir anlayışla Anadolu’ya intikal ettiklerini daha sonra Şii anlayışının, yani İmamiye’nin temelleri üzerinde oluşan ve gelişen ve böylece Gailikten kurtulup bir mezhep anlayışına bürünen, bir İslam anlayışıyla Anadolu’ya geldiklerini, bir üçüncü akım olarak da Moğol istilasının önünden Anadolu’ya akın akın gelip, hem Türkmen, hem İran, hem Kürt karışık topluluklarının Anadolu’ya sığındıklarını görmekteyiz.
Dolayısıyla o dönemlerde Anadolu’da, Müslümanlığın daha ziyade Türkmen anlayışına dayalı bir Müslümanlık biçiminde geliştiğini görüyoruz.
Bunun içinde Osmanlı’nın İran’a karşı güttüğü siyaset nedeniyle Kürtlere, Kürt aşiretlerine, Kürt feodalitesine verdiği ayrı bir önem ve görevden kaynaklanan politika nedeniyle Kürtlerin Alevilere de baskı yaptıklarını, neticede bir takım oymakların Kürtleşmeye yöneldiğini ve bugün Kürt olup Alevi inancını taşıyanların işte bu baskılar neticesinde değişime uğrayan İslam anlayışının veya politikaya dayalı gelişmelerin ürünü olduğu kanaati yer etmeye başlamıştır.
Dolayısıyla bir anlayışa göre Alevilik; Türk Müslümanlığıdır, Türk ırkının inancını oluşturmaktadır, tezi egemenlik kurmaya başlamıştır.
Buna karşı olanlar da hayır, bunun içerisinde doğal olarak her etnik guruptan insan bir tanıyabilir, o inancın mensubiyetini kazanabilir, bu onun içtihatlarını ve yaşam süreçlerinin bir icabıdır, diye Kürtlerin de Alevi olabileceğini, dolayısıyla Alevi Kürtlerden de bahsetmenin bir yanlışlık olmadığı tezini ortaya koymuşlardır.
Benim şahsi kanaatim; gelişme sürecinde Anadolu’daki Aleviliğin daha ziyade Türkmen ırkının gelişim sürecine bağlı olarak geliştiğini ama bunun orada donup kalmadığını, Anadolu’ya geliş sürecinde de, Anadolu’ya geldikten sonra da Kürtlerden de, Tunceli’deki kendisini Kürt saymayan bazı oymakların da Aleviliği kabul ettikleri böylece Aleviliği belli bir etnik gurubun hükümranlığına mahkum etme düşüncesinin yanlış olduğunu, gerçeğin Aleviliğin çoğunlukla Türkmen inancı olduğunu söylemenin daha doğru bir yaklaşım olabileceği şeklindedir.
Benim düşüncem budur.
Üst üste konuşmalar, üst üste konular insanı yorabilir.
Hepsini bir anda almak istemek gibi bir haksızlığı yapmak da istemem size. Fakat yine de bazı bilgileri yine sizden alacağım.
Alevilik’teki kimlik algılayış farklılıklarının özde anlamsızlığını dile getirdiniz ama ben yine bu konuda bir konuyu açmak istiyorum. Kültürel, inançsal, coğrafi olarak bazı eşiklerden yine de söz etmek gerekmektedir, Alevilik’te.
Bu eşikler içinde ben inancın kaynağı olarak Alevi ocaklarına da çok fazla önem veren birisi olarak sizin konuyla ilgili görüşlerinizi bilsem de yine de bir soru yönelteceğim size.
Doğu’da yüz binlerce talip kitlesi olan büyük ocaklardan bir Ağucan, bir Baba Mansur, bir Kureyşan ocağı gibi onlarca ocak ve aşiretler var. Onların getirdikleri bir sistem var.
Coğrafyadan, iklim koşullarından, gelişmemişlikten, savaşlardan, yönetimin oralara el atamamasından dolayı bir kırılma yaşanıyor, kırılma noktası var Doğu’da.
Hacı Bektaş Dergahı ise sığınılan bir yer olduğu kadar, Osmanlı’nın elinin değdiği, Osmanlı’nın desteğinin olduğu yeri simgeliyor.
Peki, devlet münasebetleri dışında da, ki devletin Bektaşi Dergahlarını koruduğu bir gerçek, Bektaşilik konusundaki görüşlerinizi almak istiyorum.
Siz bir Hüseyni Aleviliğinden bahsediyorsunuz. Bu bir başka Alevilik yorumu mudur?
Bir de Hatay’dan, Mersin’den, Samsun’a bir hat çekince bunun doğusunda kalan, batısında kalan Alevi anlayışındaki farklılık nedir?
Batı Anadolu’da ne var?
Alevilik-Bektaşilik anlayışının farklılığından bahseder misiniz?
Sizin de bahsettiğiniz gibi Alevi inancının bir talimilikten kaynaklanan bir anlayışı var, bir de irfanilikten kaynaklanan bir anlayışı var.
Talimilik bir bakıma Erdebil Tekkesi’ne bağlılığın ve Osmanlı’ya karşı tavır almanın bir ifadesi olarak bunu değerlendirmek mümkün. Çünkü Osmanlı, gerçi Yavuz’dan sonra çizgisini daha net olarak ortaya koymuştur ama, ondan önce de aslında Osmanlı’da egemenliğin ilk zamanlarında Zeydi Alevilik, Zeydi Müslümanlık anlayışı vardı.
Nedir efendim Zeydi Alevilik, Zeydi Müslümanlık?
Sünniliğin ilk üç halifesine muhalefet etmeyi kendi anlayışlarına göre vazgeçilmez addeden bir Şia anlayışının reddi ve bunlarında reddedilmemesi gereken, tanınması gereken, saygıda kusur edilmemesi gereken Sünnilerin anlayışına paralel bir anlayışla bunların da kabul edilmesini savunan bir İslami görüştür.
Sünnilek’ten farklı nedir?
Sünnilik’ten farkı İmamiye’yi, esas almasıdır.
Çünkü Ehli Sünnet Velayet meselesini kabul etmez. İmamiye mezhebini kendi inancına muhalif görür. Ama onun dışında özellikle ilk üç halifeye karşı tavır alan Şia, Ehl-i Sünnet’in nazarında her zaman reddedilmeye, tanınmamaya, yan durulmaya müstahak bir anlayıştır.
Ama Zeydilik de onlar bunu görmüyorlar, görmediler.
Dolayısıyla Zeydilik ile Sünni anlayış arasındaki temel fark özelliğini yitirmiş, kaybetmiş oluyor.
O da Kuran’a bağlı, risalete bağlı ve ona göre bir şeriatı var.
Nitekim İslam’da ilk mezhep kuran Zeyd’tir. Onun kurduğu mezhep Sünnilik’ten fazla farklı olmayan bir anlayışı ifade eder. Yalnızca İmamiyetin Ali’nin Veliyullahlığından kaynaklanan İmamiyetinin kutsallığına biat etmeyi kendi anlayışına göre egemen anlayışın içine sokan, İslam’ın diğer unsurlarında da fazla bir fark gözetmeyen, böyle olduğu içindir de, İmam Hanefi’ye de hocalık yapan bir anlayışın sahibi olmuştur.
Böyle bir anlayış Osmanlı’nın ilk dönemlerinde sarayın din anlayışını oluşturmuştur. Ayrıca ılımlı İslam anlayışının Zeydilik dediğimiz anlayışla bir bütünlük meydana getirdiğini görüyoruz.
Buna karşı Rafizilik dediğimiz Doğu Anadolu Şiası, Erdebil Tekkesi’ne bağlanmayı ve onların örgütlendiği bir biçim ile bir hiyerarşiye kavuştuğu, o hiyerarşinin bir disiplin getirdiği ve disiplinin de amacının neticede, son tahlilde Erdebil’in egemenliğinin sarsılmamasının veya sürdürülmesine yardımcı olacak bir metot, bir sistem olarak uygulandığına tanık oluyoruz.
Yani toplumu elinin altında tutabilmek için Erdebil Tekkesi, Doğu Şiası’nı kademe kademe, bir birine zincirleme bağlamak suretiyle bir hiyerarşi yaratmış ve böylece de kendi hükümranlığını Doğu Anadolu’da kılıç ile değil, inanç yolu ile Osmanlı’ya karşı sürdürmenin ve bunu kotarmanın yolunu bulmuştur.
Bildiğiniz gibi Yavuz’la bu süreç son buluyor.
Anadolu’nun doğu bölgesindeki Rafiziler, Osmanlı’nın kendilerini reddetmelerinin karşılığında, Rafizilik görüntüsünü, Kızılbaşlık görüntüsünü terk edip, Hacı Bektaş Ocağı’na yönelmenin ve kendilerini Alevi tanımıyla yeni baştan bir tanıma kavuşturarak, Osmanlının ceberrut devlet anlayışının hışmından kendilerini uzak tutma gayretine girdiklerini görüyoruz.
(Ayhan Aydın, Abidin Özgünay, Yazar, Yayıncı ve Cem Dergisi Kurucusu, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul, Sayfa: 55-61)