ESAT KORKMAZ
ESAT KORKMAZ
YAZAR
Yayınladığı ansiklopedik sözlükleri yanında, Türkiye’nin siyasi yapısı ve yaşadığı sancılı yıllarla ilgili yazdığı birçok önemli kitabı bulunan Esat Korkmaz, son yıllarda kaleme aldığı birçok Alevilik/Bektaşilik kitabıyla da olaya farklı bir boyutta bakmakta, tasavvuf felsefi ekseninde Alevilik/Bektaşilik düşüncesinde zaman zaman da tartışılan yorumlarıyla dikkat çekmektedir.
AYHAN AYDIN
Sevgili Korkmaz sizce Alevilik - Bektaşiliğin varlık gerekçeleri nelerdir?
Bugünün somutunda; bu top-rak insanını esenliğe kavuşturacak ilerici - demokrat güçlerin başında Alevi - Bektaşi topluluğunun geldiği savı, hemen herkesin ortak yargısı durumundadır. Bu yargı ya-pay değildir; Alevilerin – Bek-taşilerin Anadolu insanının toplumsal mücadelelerinde oynadıkları onurlu rolün bilincine çıkardığı bir gerçekliktir.
Günümüz Aleviliği / Bektaşiliği zulme, baskıya, haksızlığa karşı isyan geleneğini, uygarlık öncesi sınıfsız toplumun eşitlik değerleriyle besleyerek bugünlere taşımış, halk muhalefetini tarihle kültürle beslemiş, onu sürekli canlı tutmuştur.
Alevi - Bektaşi hareketinin varlık gerekçesi, onun çağdaş bir kimlik olmasında yatar. Alevilik - Bektaşilik, Ortaçağ koşullarında egemen ideoloji durumundaki Sünni İslamlıkla giriştiği dinsel - düşünsel "hesaplaşma" sürecinde biçimlenmiş; Anadolu insanının yaşama / mücadele yordamını dile getiren bir "yaşam görüşü"dür, bir"yaşam biçimi"dir Türkçe olan "örf" dışı bir dinsel - düşünsel siyasal "halk öğretisi"dir. Ortaçağ karanlığında geleceği aydınlatacak bir ışık olarak belirmiş; birey değerlerinin ve toplumsal mücadelelerin ağırlıklı taşıyıcıları olarak yaşanana somutta, toplumu ileriye götürecek kimliklerin arayıcıları olagelmiştir. Bu anlamda inancını, tüm manevi değerlerini aklını kullanarak, aydınlanma zemininde kalarak, yaşama yordamını onurlandıracak / kucaklayacak biçimde yeniden üretmiştir. Ortaçağ'da geleceğe yönelik bir ışık olarak beliren kimliğini, Sünni Ortodoksluğa, bu inancı ideoloji edinmiş egemen sınıflara karşı mücadele koşullarında toplumsal memnuniyetsizlikle birleştirmiş ve bu kanalda modern kimlikle buluşmuştur. Bugün ülkemiz özelinde insanlık kazanımı olarak ne varsa onun elde edilmesinde, Ortaçağ değerleriyle yaşamsal bir mücadeleye giren, gerçek demokrasinin / laikliğin yaşam bulacağı kamu alanına, halk katına ya da emek zeminine ivme kazandıran ve bu mücadeleyi günümüze taşıyan Alevilerin / Bektaşilerin payı yadsınamayacak denli büyüktür.
Bu kapsamda Alevi - Bektaşi olmak bir Ortaçağ kimliği değildir. Tam tersine Ortaçağ koşullarında egemen Ortaçağ kimliğine karşı doğup biçimlenmiş; kendisini sürekli yenileyerek günümüze taşınmış modern, çağdaş bir kimliktir. Bu böyle olmakla birlikte Alevilik - Bektaşilik, bir başına bugün ezilen sınıf insanının demokratik ve siyasi sorunlarını çözecek bir siyasal ideoloji de değildir. Bu topraklarda demokrasi mücadelesine, toplumculuk kavgasına soyunanlara "kafa katkısı" verecek, zengin pratik olanaklar sunacak ilerici dinsel - düşünsel - siyasi bir kimliktir.
Bu kapsamda olması / algılanması gereken uygarlık öncesi ilkel eşitlikçi değerlerle yaşanan andaki toplumsal muhalefet değerlerinin buluşmasını saptamak / yakalamak olmalıdır. Uygarlığa gelinceye değin insanlığın yarattığı ilkel kolektivitizm değerleriyle günümüz toplumunda geleceği temsil eden sınıf değerleri arasında bir ara halka oluşturan; barbar değerleri onurlandıran ve onu modern kimliğe aktaran; oluşturduğu isyan ideolojisiyle barbar olmayı değil toplumcu olmayı, sınıfsız toplumun ideoloji öncesi düşünce yapısını değil toplumculuğu öneren Alevilik - Bektaşiliği anlamak, onu yerli yerine oturtmak hepimiz için yaşamsal bir görevdir.
Sizce Alevi - Bektaşi hareketinin örgütlenme zemininin düşünsel alanı / alanları neler olmalıdır?
Ortodoks Sünni kuşatılmışlığa "boyun eğme" ile belirgin "Türk - İslam (Sünni) sentezi" zemininde boy veren düşünüş biçimlerinin tanımladığı "kimliksizliğin" kırılamadığı; Alevi - Bektaşi kesimin genelde politika alanının "dışına" itildiği; kimi "grupların", kendilerini Alevilik - Bektaşilik açısından anlamlandırabilmek için bu inancın / kültürün geleneksel tabanında ve günümüz sınıflar konumlamasındaki anlamlı yerinden "habersiz" bir "kör dövüşüne" girdiği; Alevilik - Bektaşilik pratiği açısından anlamlı olan "demokratik" ve "siyasal" mücadelenin bir türlü amaçlanan politik öze kavuşmadığı bir dönemi yaşıyoruz.
Bunun doğal uzantısı olarak ortaya çıkan "düşünsel bulanıklığı" gidermek; bu kapsamda devreye sokulacak "etkinlik" ve "yazın" ürünleriyle Alevilik - Bektaşilik temelinde düşünsel birliğin sağlanmasına, davranış düzeyinde dağınıklığın giderilmesine katkıda bulunmak; öne çıkan "teorik - pratik" sorunları tartışmak; kolektif bir ürün yaratmak üzere düşünsel olgunluk, beceri ve yetkinlikleri amaca yönelik seferber etmek, Alevilik - Bektaşiliğin yaşamasını olanaklı kılacak, ona hakkettiği saygınlığı yeniden kazandıracak "araçlar" biçimlendirmek - örgütlemek ve sosyal pratiği bir ucundan yakalayarak "kimlikli bir mücadeleyi" yaşama geçirmek, ivedi görevler olarak durmaktadır. Buna koşut olarak yaratılacak uygun "araçlar" çevresinde kadroların bir araya toplanmasını sağlayarak onları, "nesnel" düzeyde demokrasi mücadelesinin, laiklik mücadelesinin öznesi durumuna getirmek, her Alevi - Bektaşi için yaşamsal olarak algılanmalıdır.
Böylesi bir ortamda: Alevilik - Bektaşilik temelinde örgüt "birimleri" ya da "gruplar", "kişiler" arasında yaşanması zorunlu iletişim ve diyalog, güven duyulacak "kadro", "program" ve örgütlenme sorunları, olması gereken mekânlarda", başvurulması gereken "ilke" ve "yöntemlerle" yapılmamaktadır.
Bu olumsuzluğu aşmak, hemen her kafada biçimlenmiş ortak sorulara ortak yanıtlar bulmak, bulunan ortak yanıtlar üzerine uygulanabilir "çalışma mücadele programı"nı devreye sokarak, bilinçlerdeki "ortaklığı" yakalayacak ve Anadolu Alevi - Bektaşiliği'nin düşünsel ve pratik sorunlarını çözecek bir "süreci" başlatmak temel amaç olmalıdır.
Çağdaş sınıflı toplumlarda iki türlü örgütlenme gözlenir: Bunlar; 1) Geleneksellik zemininde inanç öğelerinin ya da doğal, yüzyüze ve kendiliğinden ilişkilerin şekillendirdiği topluluk örgütlenmesi.
2) Çağdaşlık zemininde ussal iradeye bağlı olarak şekillenen ve çıkara dayalı düşüncelerin uzlaşmasının bir ürünü olarak beliren toplum örgütlenmesi. Gerçek yaşamın gereksinimlerini karşılamaya yönelik olan ve yüzyüze ilişkilere, doğrudan demokrasiye dayanan topluluk örgütlenmeleri, ya kan / soy, ya yer ya da inanç bağı toplulukları olarak yapılanır. Ancak çağdaş toplum, "çıplak ideolojilerin" yönlendirdiği sınıf çıkarlarına dayalı bir toplumsal sistemi yerleştirince; topluluk örgütlenmelerinin varlık nedeni olan yüzyüze ilişkiler, kan / soy bağları ve "ilahi ideolojinin" biçimlendirdiği inanç dayanışması önemli ölçüde çözüldü. En azından belirleyici olmaktan çıktı.
Ortaya çıkan toplumsal "birlik" ve"bütünlük" sorunu, zor ve güdümünde ikna yöntemleri devreye sokularak giderilmeye / çözümlenmeye; bugün de aynı çaba sürüyor. Aleviler / Bektaşiler, uzak geçmişlerinden yakın zamana değin Anadolu'nun kırında ve Sünni kuşatma altında; inanç - kültür karışımı bir yaşama biçimi sergilediler. Bu yaşama biçimi içe kapalı, kendine yeten, kendi koyduğu kurallarla kendini yöneten homojen yapılı köy birimleri şeklindeydi. Sünni çoğunluğun baskısı nedeniyle inanç - kültür ortaklığına karşın bu köy birimleri, genelde, Sünni dünya dışında birbirlerine karşı da yalıtılmış durumdaydı. Bu yapı içinde Aleviler ya yere bağlı ya da Ocaklılar'da olduğu gibi soya - yere bağlı topluluk örgütlenmeleri yarattılar. Daha sonra Sünni kuşatmanın zayıf halkalarını parçalayarak, Bektaşilik adı altında ve topluluk kapsamında genel bir örgütlenmeye gittiler. Anadolu halkının sınıfsal çıkarlarını korumak için bâtın kanalda bir isyan ideolojisi oluşturdular. Bu ideoloji inanç zemininde, egemen Sünni ideolojiye karşı oluşturulmuş bir tür halk İslamlığıydı. İnancın dünyalaşarak, halk hareketine bir manevi güç olarak eklenmesiydi.
O dönemlerde Aleviler isteselerdi bile halk çıkarına dayalı genel bir
toplum örgütlenmesine gidemezlerdi. Çünkü, sınıf kimlikleri ve bu kimlikleri toplumsal siyasal düzeyde güdecek "çıplak" ideolojiler yeterince "net" değildi; sınıfsal çıkarları "örten", "perdeleyen" ilahi ideolojiler egemendi.
Ancak, Alevi topluluk örgütlenmesinin toplumda, benzer örgütlenmelere yönelen kesimlere göre çok önemli bir ayrıcalığı vardı. Ortaçağ koşullarında temel üretim aracı topraktı ve toprağa bağlı üretim belirleyiciydi. İşte Alevi örgütlenmesi Anadolu'nun toprak / otlak insanını, giderek kentlerin zanaat insanını örgütlemişti. Bu kapsamda ve toplumsal düzeyde, Alevi - Sünni ayrımının da ötesinde Anadolu'nun üretici / yaratıcı insanının gerçek gereksinimlerini dile getiriyordu; ekonomik - demokratik ve siyasal istemlerine yanıt veriyordu. Bu nedenle siyasal olarak öne çıkıp merkezi otoriteye başkaldırdıklarında, toplumda büyük sarsıntılar ve altüstlükler yaratabildiler. Yalnız Alevi - Bektaşi kitlenin değil, Sünni, Rum, Ermeni, vb. halkın da devrimci tarihi ve kültürel kaynağı olabilirler.
Bugün geçmiş tarihsel süreçten günümüze uzanan Ortaçağ değerleriyle boğuşuyor olsak da sermayenin egemen olduğu, sınıfsal çıkarlara dayalı bir toplumsal düzeni yaşıyoruz. Artık geleneksellik zemininden beslenen topluluk örgütlenmeleriyle çağdaş sınıflı toplumda, kalıcı kazanımları elde etmek dönemi kapanmıştır. Dünün Ortaçağında ve feodal bir yapı altında, Anadolu halkının memnuniyetsizliğini kucaklayan Alevi topluluk örgütlenmeleri, emeğe / halkın çıkarına / yararına dayalı düşüncelerin uzlaşmasının bir ürünü olarak yaratılacak olan genel toplum örgütlenmesini besleyen, yüzyüze ilişkileri ve doğrudan demokrasiyi canlı tutan, inanca bağlı değerleri yeryüzüne indiren bir geleneksel kanal biçiminde varlığını sürdürmelidir. Toplum örgütlenmesine kucakladığı tabanın zenginliğini taşıyan, sorunlarını aktaran bir örgütsellik olarak var olmalıdır. Bu anlamda gerekli ve zorunludur; bu gereklilik ve zorunluluk insandan kaynaklandığı için de demokratik bir haktır. Ama hiçbir zaman bir topluluk örgütlenmesi, bir toplum örgütlenmesini yönlendirmemelidir. Tam tersine toplum örgütlenmesi, topluluk örgütlenmesini yönlendirmeli ve onu çağdaşlık zeminine, aydınlanma alanına çekmelidir.
Aleviler / Bektaşiler son dönemde, Alevi kimliğinin öne çıkması / çıkarılmasıyla birlikte inanç temelinde yaşata geldikleri dergâh örgütlenmesini, yeni bir ruhla canlandırdılar. Buna ek olarak demokratik kitle örgütü kapsamında pekçok dernek türü örgüt yarattılar. Bu örgütsel çok parçacılık, yaşanması gereken bir "karmaşa" da yarattı. Şimdi Alevi - Bektaşi Temsilciler Meclisi aracılığıyla bir "üst örgüt", bir toplum örgütlenmesi yaratmak çabası içindeler.
Yaratılacak olan bu "üst örgüt" nasıl bir örgütlenme olmalıdır?
Bu üst örgüt, bir topluluk örgütlenmesi değil, bir toplum örgütlenmesi, bir ilerici örgütlenme olmalıdır. Bu örgüt her şeyden önce, Alevi - Bektaşi kesimin ağırlıkla içinde yer aldığı halk yığınlarının çıkarını / yararını savunmalıdır.
Yani, dinsel esintilerin ötesinde akla dayalı olmalıdır; özelde Alevilerin / Bektaşilerin, genelde halkın çıkarına yönelik düşüncelerin uzlaşmasının, bu kapsamda bir şeyden kaynaklanan davranışların demokratik olarak kullanıldığı bir sürecin ürünü olmalıdır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, Alevi topluluk örgütlenmesinin özel konumu nedeniyle oynadığı toplumsal rolde olduğu gibi, yalnızca Alevilerin / Bektaşilerin değil çıkarları bir ve aynı olan diğer halk kesimlerinin demokratik istemlerini kucaklamalı, demokrasi ve laiklik mücadelesine omuz vermeli, gerektiğinde bu mücadele öznesi olabilmelidir. Zaman zaman ya da sürekli, toplumun diğer kesimlerinde kurulmuş olan toplum örgütleriyle birlik ve dayanışmaya gidebilmelidir. Halkın siyasal mücadelesini eğitmeli, doğru siyasal oluşumlar yaratmasına katkı yapmalıdır. Dinamiklerini, isyan geleneklerini, yarattıkları üst örgüt aracılığıyla toplumsal muhalefete aktararak gene halk hareketinde ve örgütlenmesinde çimento görevi görebilmelidir; kendilerini özgürleştirirken Sünnileri de özgürleştirebilmelidir.
Bu örgüt diğer yandan, Alevilik - Bektaşilik sorunlarıyla sınırlı topluluk örgütlenmelerini kucaklamalıdır. Kendini besleyen ana damardan yoksun olan ya da bu damarı dışta bırakan, görmezlikten gelen, küçümseyen bir toplum örgütlenmesi "şey" değil, "hiçbir şey”dir. Geleneksellik zemininde ve Alevi inancının / kültürünün yönlendiriciliğinde canlandırılacak ya da kurulacak olan bu örgütlenme aracılığıyla Alevi kimliği yeniden yapılandırılmalı, inancın ve kültürün gerekleri yaşama geçirilmelidir. Yarattığı yüzyüze ilişkiler, doğrudan demokrasi ve farklı inanç algısıyla, Alevilik - Bektaşilik bilinci sürekli canlı tutulmalı; Alevi - Bektaşi olmaktan kaynaklanan insan hakları, demokratik haklar, bağlı olduğu, içinde yer aldığı üst örgütün eylem, etkinlik alanına aktarılarak yaşama geçirilmelidir. Bu yolla yaratılan toplum örgütlenmesine, Alevilerin yarattığı bir örgüt damgası vurulmalıdır.
Aleviler / Bektaşiler, bu üst örgütten alt - üstlük anlamında bağımsız olarak "bilim temelinde" kimi kurumlar yaratmak zorundadır. Bu kapsamda Alevilik - Bektaşiliğe ilişkin tüm diğer çalışmalara altyapı oluşturacak; bu çalışmalara her türden "lojistik" sağlayacak, demokratik ve siyasal örgütlenme / mücadele bağlamında karşılaşılacak sorunları aşmakta / sorunlara bilimsel yanıtlar bulmakta başvuru merkezi olacak bir "kurum"un devreye sokulması en doğru yol olacaktır.
Bu kurum kapsamında yaratılacak olan Alevi Enstitüsü; bilimsel üretimde (araştırma; Alevilik - Bektaşilik, dinler tarihi, toplumbilim vb.) bulunarak; arşiv (otantik müzik kasetleri, dokümanter sinema / TV kasetleri - folklor, resim, fotoğraf vb.) ve yayın (kitap, dergi, radyo, TV vb.) çalışmalarına girerek, Aleviliğin kendi "Rönesanssını" yaratmasında temel bir işlev yüklenecektir.
Siyasal örgütlenmeye gelince; demokratik örgütlenmeyle karıştırılmaması gereken bir etkinlik olarak karşımıza çıkar. Demokratik örgütlenme ve demokrasi mücadelesi, kamu alanında / halk katında ya da emek zemininde bir sivil etkinlik olarak sürdürülmelidir. Siyasal örgütlenmeyse iktidara yönelik bir siyasal oluşum yaratma etkinliğidir. Bir Alevi Partisi kurulması sorunu "tabanlı" olarak ve açık biçimde savunulmasa bile potansiyel olarak var olduğu, "şurada burada" dile getirildiği bilinmektedir. Bu nedenle sorunun enine boyuna tartışılıp bir yanlışlığa yer vermeyecek biçimde ortaya konulması, yakın gelecek için yaşamsal görünmektedir.
Emperyalizm çağında yaşıyoruz. İlahi ideolojilerin / dinlerin değil, sınıflara dayalı ideolojilerin belirleyici / çözücü olduğu bir toplumun insanlarıyız. Böylesi bir toplumda inanç temelli bir örgütlenmeyle halk kurtuluşa taşınamaz; özgürlük, demokrasi ya da toplumculuk mücadelesi verilemez. Toplumun dar bir askeri aristokrasi ve geniş halk yığınları biçiminde ikiye ayrıldığı Ortaçağ koşullarında; Alevi kimliğinin halk kimliğine, Alevi örgütlenmesinin halk örgütlenmesine evrilmesi durumu, bugün geçersizdir. Bu bağlamda kurulacak bir Alevi Partisi, halkla taraf olarak egemene karşı konumlanamaz, tam tersine sistemin partisi olur. Güttüğü / yönlendirdiği Alevi kitleyi, egemene "yem" eder. Alevi kimliğinin halk kimliğinden, Alevi örgütlenmesini halk örgütlenmesinden uzaklaştırır. Alevi - Sünni mezhep ayrılığını sıcak noktalara taşıyarak, ortak yarar / çıkar altında toplanan halk kesiminin bir bölüğünün diğer bölüğünü boğazladığı bir ortamda, Alevilerin ilerici toplumsal güçlerle demokrasi ve özgürlük zemininde buluşmasını engeller. Bu ülkenin demokratını, aydınını, ilercisini "edilgen" bir taraf olmaya iter; giderek "seyirci" durumuna düşürür.
İnanç özgürlüğünün güvenceye alındığı koşulda; herkesin kendi kimliğiyle yer aldığı, konuşan ve tepki gösteren, denetleyen ve hesap soran örgütlü bir toplum yaratmanın olmazsa olmaz ilke koşulu olan laikliği ve laik devlet anlayışını yadsır; Alevi toplumunu, toplumun diğer kesimlerinde soyutlayarak, demokrasinin boğazlanmasına çanak tutar. Kökten dinci kanalda örgütlenen RP'nin konumuna düşer; onlara meşruiyet kazandırarak, iktidarı ele geçirmeye hazırlanan şeriata karşı oluşturulacak anti - şeriatçı cepheyi böler.
Aleviler; ortak düşman durumunda bulanan şeriatçı ve faşist dikta heveslisi darbeci güçlere karşı yaratılacak demokrasi cephesine, kendi dinamiğini, çimento olma görevini üstlenecek biçimde aktarmak zorundadır.
İşte Alevilerin siyasal örgütlenme sorunu, bu noktadan sonra devreye girer. Aleviler, yaşama geçirilen bu demokrasi cephesinde yer alan tüm laik - demokrat ve emekten yana güçlerin, siyasal örgütlenme bağlamında yaratacakları, Alevi kimliğine yer veren, onun açılımlarını benimseyen, iktidara yönelik bir siyasi partide örgütlenebilir. Böylesi bir siyasal örgütlenmenin koşullarını hazırlamak, tüm Alevilerin / Bektaşilerin sorumluluğudur.
Sizce Alevi - Bektaşi hareketinin "inanç boyutu" nasıl değerlendirmelidir? Siz bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Uygarlık öncesi insanlık durumunun temsilcileri olarak Orta Asya'dan
kopup gelen Oğuzlar, Ön Asya'yı ele geçirince iki yönlü bir gelişme gözlendi. Bir yanda Anadolu toprağında ilk feodal devlete sıçrayış gerçekleşirken diğer yanda, ilkel kollektivizm değerleriyle yüklü Asya kökenli göçerler; Hıristiyan öz kaynağına İlkçağ'ın dünyalaşan değerlerini yeniden yorumlayarak karşı çıkan Anadolu yerli halkı ve İslam öz kaynağına bâtın inançla başkaldıran Ali yandaşlarıyla buluştu. Göçerlerin geldiği bu yeni topraklarda kendi doğal müttefikleriyle buluşması sonucu, Alevilik - Bektaşilik yeni bir sentez olarak belirdi. Gelişmelere koşut biçimde İbrahim Ortodoksisinden gelen, Muhammet Ortodoksisiyle beslenip Anadolu'ya uzanan İslam öz kaynağı, yani Ortodoks Sünnilik; Doğulu insanın komünal, İslam İmparatorluğunun şemsiyesi altında bulunan Arap ve Arap olmayan halkların muhalefet ve Anadolu yerli halkının İlkçağ değerleriyle yeniden yorumlandı. Bâtın kanalda yeni bir İslamlık inancı yaratılarak Ortodoks Sünni İslam’a ve onun temsil ettiği egemen sınıfa başkaldırdı. Geleneksel tasavvufa Anadolu toprağında yeni bir işlevsellik kazandırıldı. Bu işlevsellik zemininde tasavvuf; İslam’ın Ortodoks değerlerinin eleştirisi koşutunda ve şeriatın dışında, varlık birliğinden hareketle etik bir inanç yaratmanın aracına dönüştürüldü. Girilen bu süreçte önce Hakk'la Hak olma bağlamında ve inanç kanalında, insan-ı kâmil yaratıldı. Sonra Hakk'tan halka inilerek, inançta Tanrıyla özdeşleşen bu idealist yaratıdan bir yorum, bir yetenek varlığı olarak insan yakalandı. Yakalanan bu insan, bireyin ve toplumun hizmetine koşuldu; kâmil toplumu, yani insanlığın kurtuluşunu sağlayacak "düşsel" toplumu yaratmakla yükümlü kılındı.
Gelişmenin diyalektiği çarpıcı ve yakıcı sonuçlar üretti: İslamlık bâtın kanalda bir halk dini, bir halk İslamlığı ya da bir karşı İslamlık olarak evrilirken; zahir kanalda bir devlet dini, bir medrese Müslümanlığı olarak biçimlendi. Devletin dini şeriata yönelerek resmi ve biçimsel bir İslam inancını kemikleştirirken; halkın dini tarikata yönelerek inancı dünyalaştırdı; paylaşmacı / dayanışmacı değerlerin ve ahlak kurallarının ağır bastığı bir yarı ilahi ideoloji yarattı. İslam öz kaynağını temsil eden Sünni Ortodoksluk şeriatın, devletin, daha açık anlatımla Selçuklu ve Osmanlı egemen sınıflarının ve bunların sömürü çarkının taşıyıcısı oldu. İslam öz kaynağına başkaldırı zemininde boy verip yapılanan heterodoks İslamlık ise inanç / düşünce bağlamında idealizm - materyalizm karışımı bir yarı ilahi ideolojinin, bu anlamda halkın kollektif bilincinin, halk muhalefetinin; örgüt bağlamında tarikatın taşıyıcısı oldu?
Sünni Ortodoksluğun hukuku, yani şeriatı vardı; onun için devlet oldu. İslam’ın Anadolulaşmasının karşısında durdu; ulusallaşmayı engelledi; halk kültürünü, dilini çözdü, yadsıdı; Anadolu'da dil ve kültür birliğinin kurulmasının koşullarını daralttı; kendisini, kendisine yabancı bir yerde aramaya koyuldu.
Heterodoks İslamlığın hukuku, yani şeriatı yoktu; onun için, Safevi olgusu dışında devlet olmadı. Devlet olamadı ama insanlığın yarattığı komünal değerlerin son taşıyıcıları olarak, yaşanan andaki toplumsal muhalefet insanıyla buluştu. Zamanla Sünni Ortodoks kuşatmanın zayıf halkalarını parçalayarak tarikat adı altında ve topluluk kapsamında genel bir örgütlenmeye yöneldi. Kapalı cemaatler durumunda yaşamayı yeğlediğinden politik bir hukuk sistemi kurmamışsa da İslam’ın bir halk dini olarak Anadolulaşmasını sağladı; yeni bir yorumla ulusal bir temele oturma sürecini hızlandırdı. Kendini, kendi öz kaynağında arayarak, halk kültürünün yaşamasını olanaklı kıldı. Bu yolla halk katında, dil - kültür birliğinin kurulmasına katkı verdi. Sünni ilahi bir ideoloji olan Alevilik - Bektaşiliğin güdücülüğünde halkın ezilen, sömürülen ama başkaldıran rolünü oynadığı bu sürecin yaşanmasına koşut olarak dinleri, dilleri ve kültürleri birbirinden bütünüyle farklı iki ayrı dünya ortaya çıktı.
Devlet - halk çelişkisi / çatışması / düşmanlığı genelde Sünni Ortodoks İslam anlayışı arasında; özelde, şeriatı temsil eden devlet güçleriyle halkı temsil eden Aleviler / Bektaşiler arasındaki kavga biçiminde gün yüzüne çıktı. Daha açık anlatımla sınıflar savaşı, devlet güçleriyle Aleviler / Bektaşiler arasındaki mücadele biçiminde yaşandı.
Aydınlanma; insanlığın akılla açtığı temel kanaldır. Bilimin dinden, aklın inançtan bağımsızlaşmasıyla kazanılan; felsefi ve teorik düzeyde ya da davranışlar boyutunda gerçeklerin evrenidir. Başında ve sonunda, her türlü idealizmden arındırılmış bir "kafa" ile belirgin insanın yer aldığı; ve yine her türlü idealizmden arındırılmış bir nesnel süreçte yaşama geçirilen düşüncenin evrim dünyasıdır.
Bu bağlamda aydınlanma, bir insanlık kazanımıdır; boyutlandırırsak bir insanlık onurudur; insanlaşmanın kendisidir. Ulaşılan sonucun bir gereği olarak akıl insan / düşünce insanı olan ya da olmak isteyen her birey; aydınlanma ile elde edilen bu kazanımı yaşamına geçirmek, etiğine indirmek durumundadır; bu onun hakkıdır; hakkı olmanın ötesinde insan olabilmek için zorunluluğudur.
Bu genel saptamadan sonra ülkemiz gerçeğine dönelim. Kendi doğamızın yazgısına egemen olacağımız bir çağı yaşamaya hazırlanıyoruz. Apansız yakalandığımız bir gerçek. Ortaçağ kurumlarıyla / değerleriyle aydınlanma zemininde adam gibi hesaplaşamamanın bedelini ödüyoruz. Bu eksik hesaplaşmanın bir sonucu olarak günümüze uzanan ve "karayazgı" çağına duyulan derin bir özlem biçiminde dışa vuran köktendinci bağnazlık, bizi yolumuzdan alıkoymaya çalışıyor. Düşsel bir geçmişten yaşanılan anı ve geleceği düşsel olarak üretmeye dayanan Sünni Ortodoks inancı, toplumun tümüne dayatıyor. Bu yolla aydınlanmayı, aydınlanmacıları boğmaya yelteniyor; akıl taşıyıcılarını kuşatma altına alıyor; hemen her türlü insanlık kazanımına saldırıyor.
Şeriatçı inanç karşısında aydınlanma savunmaya çekilmiş durumda. Yöneltilen baskı ve beliren yılgınlık; toplu söylemimizi / eylemimizi engelliyor. Toprağımızın şurasında burasında, kollektif cesaretimizi sergileyemediğimiz şu ya da bu yerde, baskının zincirlerini kırarak öne fırlayan; "karşı vicdanımızın" sesi olan, "zorunlu kollektif kimliğimizi" temsil eden aydınlanmacılarımız bir bir öldürülüyor.
Susacak mıyız? Aydınlanma zemininde düşüncenin evrimiyle sağlanan; insanlığın gelişmiş, derinleşmiş biçimi olarak algılanan ve bir "kazanılmış hak" durumunda bulunan insanlık kazanımlarını yadsıyacak mıyız?
Bunu yaparsak kendimizi yadsımış oluruz; aklın kanalına gireriz; insanlaşmanın uzağına düşeriz.
Bugünün somutunda; bu toprak insanını esenliğe kavuşturacak aydınlanmacı güçlerin başında Alevilerin / Bektaşilerin geldiği savı, hemen herkesin ortak yargısı durumundadır. Bu yargı yapay değildir; Alevilerin / Bektaşilerin, şeriatçı inancı karşı akıl alanında kalarak oynadıkları onurlu rolün bilince çıkardığı bir gerçekliktir.
Akılla ulaşılan sonuçlara cesaretle koşarken kendi inancını bile kendine "engel" gören canların dünyası Alevilik - Bektaşiliği, aydınlanma açısından sorgulamak ve onun, aydınlanmanın neresinde bulunduğunu ikircisiz ortaya koymak zamanı gelmiştir artık.
Düşünce eylemi, insan organizmasının doğal bir etkinliğidir; akıl bu etkinliğin bir ürünüdür. Doğal akışı içinde kalmak koşuluyla bu etkinlik hiçbir zaman durmaz; çünkü düşünme eyleminin itici gücü sürekli "sorgulama"dır; bu nedenle evrim, onun özü gereğidir.
Düşünme eylemi, ancak Ortodoks bir inanç dayatması karşısında kendi kendisini durdurabilir. Çünkü Ortodoks inanç, her türden "sorgulama"nın son bulduğu noktada başlar. Öngördüğü kesin ve değişmez doğrular; insanı insan yapan düşünme yetisini örseler, kısırlaştırır ya da ortadan kaldırır. Bu nedenle Ortodoks inançta evrim yoktur; zaman içinde bir ilerleme göstermesi düşünülemez.
Aydınlanma zeminini sürekli genişletmek zorundaysak; aydınlanmacılar, akıl taşıyıcıları olarak insanlığın / insanımızın bizden / bizlerden beklediği işleve / işlevselliğe bürüneceksek eğer; Ortodoks inancın kesinliğine ve ödünsüzlüğüne karşı durmak, düşüncenin engellenemez evrimini koşulsuz benimsemek durumundayız.
Bu yaklaşım aydın kimliğini de açığa vurmaktadır: Aydın, düşüncenin evrimini yadsımayan; düşünme eyleminde bulunarak bu evrimde katkıda bulunan; katkı verdiği oranda koşullanmışlıklarından arınan kişi demektir. Bu tanımın dışında kalan "okumuşlar", eskilerin deyimiyle "mürekkep yalamışlar"; eleştirmesi gereken "aydınlar" değil, zaten aydın olmayanlardır.
Tarihsel süreç içinde insanlık aydınlanma zeminini, akıldan inanca atlayarak, aklını inancına kilitleterek yaratılan Ortodoks inancın karşı kanalında ve heterodoksi zemininde; inançtan akla atlayarak yarattı. Bu İlkçağ aydınlanmacılığıydı; ardından, yine akla atlayabilmek için inançta kimi varsayım öğelerini kabul eden XVIII. yy aydınlanmacılığı geldi; bunu, XIX. yy.’nin gerçek aydınlanmacılığı izledi. XIX. yy. ikinci yarısına gelinceye değin aydınlanma, bir inanç öğesine de yer verdiği için metafizik bir aydınlanmadır.
Bir idealizm - materyalizm bileşimi olan Alevilik - Bektaşilik genelde; Antik Aydınlanma Çağı ve XVlll. yy. Aydınlanmacılığı'nın temelini oluşturan metafizik bir aydınlanma zeminine oturur.
Özelde, varsayım metafiziğin insan ve insan aklı tarafından sürekli beslenmesini, bir zorunluluk olarak öne çıkardığı için kimi durumlarda, XIX. yy. ikinci yarısında diyalektik ve tarihi materyalizm üzerine yapılandırılan gerçek aydınlanmaya silik adımlar atar.
Tanrıdan çıkıp yeniden Tanrıya dönen bir çevrim üzerinde, kurgusal bir başlangıçla kurgusal bir son arasında sıkışır kalır çoğunlukla. Çevrim'in birinci yarısında yarattığı idealizmini, ikinci yarısında kendi materyalizmini "aklayacak" biçimde kullanmasına; bir "sentez" olarak algıladığı insan aracılığıyla son kurgusal metafizik ilk halkayı kırmayı çabalamasına karşın, gerçek aydınlanmayı bir türlü içine sindiremez; kimi kez göndermeler yapmakla yetinir; ya da zorda kalınca onurlanacağı bir özlem kapısı olarak algılar.
Şimdi Alevilik - Bektaşiliğin inanç / düşünce evreninde ve aydınlanma çizgisinde bir gezinti yapalım:
Alevilik - Bektaşilik "tez - antitez - sentez" olarak algılandığı Tanrı - doğa-insan ilişkisini; Südur öğretisi kapsamında açıklar. Südur, "tez" durumundaki Tanrının kendi özünden fışkıran görünümlerinin dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını, yani doğallaştığını savunur.
İnanca göre Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanını var olmasından önceki hiçlikte, kendi kendisinin Tanrısı iken, insan için düşünülmesi / algılanması güç bir öze sahipti.
Südur, bu özü veri alarak tartışmaya girmez; çünkü mutlak hiçlikte, hiçliği tartışmayı anlamlı, bu aşamada bir Tanrı varlığından söz etmeyi üretici bulmaz. Kendi kendisinin bilincinde kendi içindeki sonsuz olanakları / yeteneklerin ve güçlerin ayrımında olmayan bir Tanrıya karşı ilgisiz kalır.
Südur, "güzelliğin görülmeye eğilimi" yasasını, çevrim'in hareket ettirici ilkesi olarak benimser. Yasa gereği Tanrı, insan için düşünülemez olan hiçliğin içinde, kendine bakacak göz ve kendini taşıyacak gönül ister.
İşte Südur, bu gereklilikle başlar; Tanrı, kendine yabancılaşır. Yabancılaşmanın belirmesiyle birlikte hiçlik olanaklı hiçlik durumuna evrilir. Olanaklı hiçlikte Tanrı, kendi bilincine varır; bütün maddesel ve ruhsal şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına erer; kişilik kazanır; önce Tanrı iken şimdi Hakk, Hakikat, Gerçek ya da Aşk olur. Daha sonra ilk Südur kademesi olan Hakk'tan Tanrının ilk belirme aşaması olarak algılanan ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul editen ilk akıl'a (akl-ı evvel) inilir.
Böylece çevrim'in, kutsal köken'den (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir / bilgiyle ulaşılabilir, yani doğalaşan dünyaya (âlem-i şuhud) inen alçalan eğrisinin hareketi başlamış olur.
Ardındın sırasıyla ve her adımda Tanrıdan biraz daha uzaklaşacak biçimde; akl-ı evvel'e verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak inanca çıkan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inananların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratılır.
Tanrı Hakk olup potansiyel (gizli güç) kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendinden daha az şeyler içeren / daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente (öğe) saf cevhere değin iner; bir başka anlatımla nesnelleşir. Böylece inançta, varoluş çemberi olarak algılanan çevrim'in alçalan eğrisi'nin (kavs-i nüzul) hareketi tamamlanmış olur.
Varoluş çemberi'nin ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. Gönül bilgisiyle ulaşılan Batıni bilince öncelik verilerek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan; nesnel dünyaya göre değişmez, kalıcı ve ebedi bulunan bu idealist yani / idealizm; metafizik aydınlanmanın doğadan önce var olan ve diyalektik yöntemle gelişerek doğalaşan ve insan bilincinde kendini bulan mutlak düşüncesinden, felsefi boyutta Tanrısı'ndan başka bir şey değildir. Önce mutlak bir düşünce vardı; her şey bu mutlak düşünceden oluştu, diyen metafizik aydınlanmacılarla önce mutlak yoklukta bir Tanrı vardı; her şey O'nun kendine yabancılaşarak görünür gerçekler durumuna geldi, diyen Alevi - Bektaşi inancı tam bir örtüşme gösterir.
Yine metafizik aydınlanmanın, inançtan düşünceye atlama olgusunu burada da görürüz. Bu bağlamda çevrim'in idealist yanı, Alevi felsefesinde öncel / yaratıcı görünmesine karşın gerçekte, nesnel sürecin, düşünce temelinin bir gerekçesidir. İnançtan düşünceye inebilmek için kollektif bir yordamla yaratılmış bir varsayım öğesidir. Daha açık bir anlatımla zahiri düşünmeye / koşullanmaya tepki gösteren Alevi - Bektaşinin; asıl gerçek olarak algıladığı doğal süreci / insan eylemini kutsamak için ya da insanlığa kurtuluş getirecek olan düşsel topluma daha sağlıklı kestirimler yapabilmek için kendini bâtın bir zemine iterek yarattığı bir yabancılaşma ürünüdür.
Eğer Alevi - Bektaşiler bu yabancılaşma ürünü varsayımların-dan tartışmaya kapalı sonuçlar çıkarmaya kalkışırlarsa; metafizik aydınlanmanın da dışına düşerek tümüyle bir inanç yumağının öğesi olurlar. İslam öz kaynağının çizdiği sınırlar içinde davranan Ortodoks Sünni'den farkları kalmaz. Dünyalarının nesnel sınırlarını her geçen gün biraz daha daraltarak, ruhbanlık ve geleneksel topluluk örgütlenmesi zemininde, egemen ilahi ideolojiye teslim olurlar. Misyonunu tamamlamış olmanın rahatlığı içinde ve kesinlikle iyi niyetli olarak Ortodoks Sünnilik'ten ödünç alabilecekleri Cennet'lerine varmanın / ulaşmanın dünyasal hesaplarını yaparlar.
İnançta çevrim'in ikinci yarısı; Hakk'tan en uzak nokta olarak beliren doğal element / saf cevherden çıkıp yabancılaşmadan uzlaşacak / her adımda daha çok Tanrının kendisi olacak biçimde dönüşümler geçiren, yükselen eğri'nin hareketiyle başlamış olur.
İnançtan nesneye inilmesiyle ya da inancın doğallaşmasıyla birlikte Tanrının tanrılığı da sona erer. Bu nedenle varoluş çemberi'nin yükselen eğrisi'nin hareketi bütünüyle materyalizm zemininde, maddeci düşünce temeli üzerinde yürür; tanrısal özün görünüşe çıkan bir yaratısı olarak görünmesine karşın gerçekte, bir öncel / yaratıcıdan başka bir şey değildir,
Doğal element / saf cevher ya da bunun aklı, ruhu; Tanrının da tanrılığını yapamayacağı bir Südur aşamasını simgeler. Çünkü bu Südur aşamasında Tanrı, yabancılaşmasının son noktasındadır ve en az Tanrı durumundadır.
Bu yaklaşımın bir sonucu olarak Tanrının tanrılığını yapamayacağı nokta; idealizmden materyalizme kırılan, Tanrının bilgisi / yönlendirmesi dışında, kendi yasaları / kuralları içinde adım adım yabancılaşmadan uzaklaşan bir sürecin de başlangıcı olur. Süreç içinde yükselen eğri'nin dönüşümleri, giderek soyuttan somuta evrilir.
Her şeyin Dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve bir çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde; dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak Atlas, Burçlar, Zühal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay biçiminde somutlanır. Bu dokuz gök katından genelde evrende, özelde ortamda; nesnel süreci / yaşamı önceleyen nitelikler olarak sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık öğeleri belirir.
Burada Çin, Hint ve Yunan düşüncelerinin bir bileşimi biçiminde evrilen İlkçağ aydınlanma felsefesinin bire bir izlerini görürüz. İlkçağ aydınlanma felsefesinin, görünen sonsuz çeşitliğin kuru - yaş, aydınlık - karanlık, sıcak - soğuk, boş - dolu vb. karşıt güçler taşıdığı; her şeyin, aynı şeyin değişik yüzleri olarak algılanan bu karşıt güçlerin çatışmasından oluştuğu; gelişmenin / değişmenin itici gücünün bu olduğu sezisi, Alevi - Bektaşi felsefesinde de önemli yer tutar. "Tanrı - doğa-insan" kutsal üçlemesi, "tez - antitez - sentez" biçiminde besleyen de bu yaklaşımdır.
Beliren bu dört öğenin ilişkisinden üç âlem, yani cansızlar âlemi, bitkiler âlemi ve hayvanlar âlemi ortaya çıkar. Çevrimde, yükselen eğri'nin (kavs-i uruc) son halkası, dokuzuncu ve son Südur kademesi olarak beliren hayvanlar âlemi; derece derece yükselerek Hakk'a ulaşan eksiksiz insanı temsil eden insan-ı kâmil aşamasıyla son bulur.
Çevrim'e bir bütün olarak bakıldığında; Tanrı, dönüşümler yoluyla doğallaşmakla / nesnelleşmekle bir bakıma varlığını da "yadsımış" olur. Potansiyelini kendi içinde taşıyan bir nesnel süreci yönlendirmek / yönetmek şöyle dursun, onu bilmekten bile uzaktır. Bu dünyayı tanımak / bilmek, bu yolla kendi "bilgisizliğine" son vermek isteyen Tanrı; tanrısal özü en çok içirin yani en çok Tanrı olan insana gereksinim duyar. Genelde insan, özelde kâmil insan aracılığıyla inançta, geçici görünür gerçekler dünyası olarak kutsanan, özünde ise varlık ve olgu anlamında maddi özellikler gösteren öğ-elerin oluşturduğu bir doğal süreçten başka bir şey olmayan bu dünyayı bilme / tanıma olanağını bulur.
İnsanın Tanrıya değil, Tanrının insana muhtaçlığı zemininde; kendi kendisinin tanrısı / efendisi; kendi kendisinin yaratıcısı / şekillendiricisi olarak öne çıkan insan, beynini ve bedenini "cendereye" alan hemen her türlü baskıya "başkaldıran" bir "savaşçı" olarak belirir.
Kutsanarak tersyüz edilmiş kolektif bilincin son halkası olarak şekillenen ve ilksiz sonsuz olarak algılanan Tanrı inancı ya da inanç Tanrısı; konuşan Tanrı ya da Tanrı insan kılığında yakalar üzerine oturur. Kurgulanan Tanrı, kurgulayanda somutlanır, Tanrı insan donunda söyleyen / eyleyen bir varlığa bürünür.
Alevilik - Bektaşilikte inanç algısı; insanın insana, insanın insanlığa, giderek çevreye, doğaya duyduğu saygının yabancılaşarak bağımsızlaşmasından başka bir şey değildir. Bu yönüyle de metafizik aydınlanmanın ana çizgileri içinde kalır.
Ancak, kendi yabancılaşma ürünü Tanrıya tanık göstermez, bu bağlamda O'na tapmaz; tam tersine kendini tanık göstererek O'nu kutsar; konuşan tanrı olarak algıladığı insanın insana "tapmasını" yeğler.
Bu kanalda, medeni insan kafasının bir ürünü olan ve doğa / toplum yaşamının sınırları dışında yabancılaşıp kemikleşerek geriye dönüp yine aynı medeni insan kafasını zincire vuran ortodoks dinsel inanç, gök katlarından yeryüzüne indirilir. Aydınlanma zemininde, kendini yaratan kolektif insan bilincinin süzgecinden geçirilerek kâmil insanın yüceltilmesi bağlamında, âlem donunda Tanrı adına tasarrufta bulunduğuna inanılan "kutbun" yaşam görüşünü destekleyen, onu haklı ve gerekli kılan bir "bilince" indirgenir.
Aleviler, Bektaşiler, Tanrı - doğa-insan özdeşliği zemininde, Tanrının ancak kâmil insan aracılığıyla öğrenebileceği bir nesnel süreci, bir materyalist açılımı varsaymakla kendi yabancılaşmış kollektif bilinçlerine "esir" olmaktan kendilerini kurtarmış, metafizik aydınlanmanın sınırlarını zorlayarak materyalist aydınlanmaya adım atmış olurlar.
Bu inancı / felsefeyi bugünlere taşıyan, onu sürekli güncel kılan işte bu materyalist özdür. Dinin / inancın, kâmil insanın yaşam görüşüne indirgenmesi görüntüsü altında, insana ve toplumsal bilince duyulan saygıdır, aşktır, bağlılıktır.
Yarı ilahi nitelikte köktenci bir halk muhalefeti olarak biçimlenip yapılandığı Ortaçağ koşullarından günümüze toplumsal isyanı kucaklayan, eşitsizliğe, sömürüye, horlanmaya duyarlı özdür. O günden bugüne, bugünden yarına; sınıfların olmadığı, insanın insanı ezmediği bir toplum düşünü, heyecanla kovalamalıdır, sürekli canlı tutmadır.
Ama aynı zamanda bu can alıcı nokta, Alevilik - Bektaşiliğin en zayıf halkasıdır. Çünkü burası, doğa / toplum yaşamının sınırında; hem toplumsal insan bilincinin harmanlanma / maddeci düşünce temel üzerinde gelişen akıl ürünün hasat alanı hem de kutsal köken'e bir atlama platformudur; metafizik aydınlanma ile materyalist aydınlanmanın sınırıdır.
Yüzyılların güdüsü bu sınırın ayrımındadır. Hemen her şeyin tanığı durumundaki insanın kutsanması görüntüsü altında, çıktığı kaynağa yönelen insan Hakk'la Hakk olur; inançta amaçlanan noktaya taşınarak olgunlaşır / yetkinleşir. İkinci aşamada ise toplum hizmetine yönelme, olgun toplumu yaratma kanalında Hakk'tan halka iner; nesnel süreçte gezinen / devinen bir yorum, yetenek varlığına dönüşür; inanç dünyalaşarak önce bireyselleşir; bireyin / bireylerin nesnel sınırlarını aşarak toplumsallaşır. Alevilik - Bektaşilik bireyden hareket etmekle, bireyi merkeze koymakla birlikte bireysel bir yol / sürek değildir;
Hakk'tan halk'a dönme, toplum hizmetine adanma zemininde toplumsal ağırlıklı bir inanç / düşüncedir. Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Asıl istenen son istenendir.
Alevilik - Bektaşilikte "ideolojik netlik" ne demektir? Sizin Alevilik - Bektaşiliğin politik hedefleri konusundaki fikirleriniz nelerdir?
Alevilik - Bektaşilik, yaşanan toplum katına geçmişten taşınan; kendisini, aydınlanma zemininde sürekli yenileyerek, inancını aklın egemenliğinde ve an-ı daim'de anlamlı kılarak çağdaşlığa bürünen bir kimliktir. Dinsel - sınıfsal sömürü altında olanları, egemene karşı bir "başkaldırıya" yöneltilirken, hoşgörü ve sevgi temeli üzerine yapılanan bir insan severlik dünyası yaratmış; ezilen, horlanan Anadolu insanının sınıfsal dertlerini, acılarını elinden geldiğince kucaklamaya çalışmıştır. Ancak, sınıflı bir toplumda, ezilen sınıf insanının demokratik ve siyasal sorunlarını çözmek, çözüme kavuşturmak bir "tarikat öğretisinin" görevi olmadığı gibi, bu yükü omuzlayacak "siyasi bir öğreti"de değildir. Bu nedenle Alevi - Bektaşi Hareketi’nde, siyasal ideolojilerde aranan "ideolojik netlik" yoktur. Ancak, Alevi - Bektaşi Hareketi; kendini yaratan toplumsal temelin demokratik - siyasal ufku dışına çıkamaz; halk katında / emek zemininde kalmak anlamında bir "ideolojik netliği" vardır. Bu toplumsal zeminin çıkarı / yararı dışında bir kimlik arayışına giremez Alevi - Bektaşi. Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak Alevi - Bektaşi Hareketi'nin politik hedefleri kamunun, halkın, emekçinin politik hedefleriyle örtüşür.
Alevilik - Bektaşiliği besleyen kaynaklar konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Doğulu "duygusal" insanın "gönlüne" yerleşen ve "gönül bilgisi" ile beslenerek 700 yıl boyunca sürekli gelişen; yeni yeni düşünce ürünlerini kendinde özümseyen ve Sünni dogmalardan kendini kurtaran insanları bağrında toplayan Alevilik - Bektaşilik; Anadolu insanının davranış biçimini, dünyaya, çevreye ve insana bakışını, yaşamaktan, sevgiden ve ölümden ve anladıklarını dile getiren bir "yaşam görüşü" dür, bir "yaşam biçimi"dir, dili Türkçe olan "örf dışı" bir dinsel - siyasal - düşünsel "halk öğretisi"dir. Bunun ötesinde, bu dinsel - siyasal - düşünsel "öğreti"yi rehber edinen ve Bektaşilik adı altında düşünce inanç yönünden şeriata karşı örgütlenen "kurum" olarak bir tarikattır, bir "halk İslamlığı örgütü"dür.
Anadolu Aleviliğinin / Bektaşiliğinin; önem sırası ve etkinliği kimi yazarlarca farklı görülmekle birlikte genelde şu üç kaynaktan beslendiği kabul edilir:
1) Doğu; Orta Asya; İslamlık öncesi Türk yaşamı; eski Türk inanışları; Şaman inanışları.
2) Din; İslamlık; İslamlığın bâtıni yorumu; bu yorumu destekleyen Kuran ayetleri; Ali - Hasan - Hüseyin olayları ve bu olayları destekleyen hadisler.
3) Anadolu İlkçağı; eski Anadolu dinleri; Dionysos törenleri; Orpheus - Pythagoras inançları.
Orta Asya'dan gelen Türk boyları Horasan'dan geçerek Anadolu'ya geldiler. Horasan yolunu izledikleri için bunlara "Horasan erenleri" dendi. Hacı Bektaş Veli Horasan erenlerindendi ve Baba İlyas-ı Horasani'nin taraftarlarından biriydi. Doğal olarak öncelikle Şii etki'ye karşın eski Türk geleneklerinin, törenlerinin egemen olduğu Babailik'ten etkilendi ve siyasi eşitsizliğe duyarlılaşmış kırsal çevrelerde hızla yayıldı.
Daha sonra Şii etki'nin ağırlıkta olduğu Ahiliği kendi içinde özümsedi. Kimi Ahi merasim ve âdetleri, Bektaşilik inancına eklendi. Böylece Bektaşilikte Şii yan iyice belirginleşmiş oldu.
Bektaşiliğin kitle tabanını oluşturan Anadolu insanı, kaynaktan getirdiği çoktanrılı döneme ilişkin değerlerini, geleneklerini, törenlerini terk etmedi, edemedi. Önceki ile sonraki arasında bir birlik, bütünlük oluşturdu. Bir yandan Anadolu İlkçağı'ndan gelen düşünceleri kendinde özümserken; diğer yandan, göçer yaşamdan yerleşik yaşama yeni geçmiş insanların dünyayı bir yorumlaması olarak beliren son tektanrıcı din İslamlıkla kendi değerleri arasında bir bağ - bağlantı kurdu. İslamlığı, kendi değerlerini de yaşatacak biçimde yorumlayarak, "Sünni cemaat dışı öğeler"in ağırlıkta olduğu yeni bir "din" yarattı.
Bektaşilik XV. yy.’dan başlayarak Şii öğelerin egemenliği altında Anadolu’ya inançlarının yeni bir senteze, uylaştığı Hurufilik’ten etkilendi. Uğradıkları zulüm ve baskıdan kurtulmak için Anadolu ya Bektaşiliğe sığınan Fazlullah'ın müritleri, Rumeli dahil hemen her yere göçerek, oralara Hurufiliğin esaslarını taşıdılar. Bu eylemleriyle Bektaşi mozaiğini önemli ölçüde zenginleştirdiler.
XVl. yy. başından başlayarak İslam'ın Anadolulaşmasına koşut olarak kolektif bir Türkmen tavrı olarak ortaya çıkan Kızılbaşlık, Bektaşiliğe kesin damgasını vurdu. Kızılbaş akımıyla günümüze kadar gelen biçimini aldı. Tarikat adap ve erkânı, Kızılbaş yöntemlerden derinden etkilendi.
İlk Safeviler olan Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar ve Şah İsmail taraftarı Türkmen boyları, genelde Kızılbaş adı altında toplanıyordu. İnanç / düşünce etkileşiminin ötesinde bu Türkmen boyları, Bektaşiliğin kitle tabanını oluşturarak ona bir "dinamizm", bir "tavır" değişikliği getirdi ve Bektaşilik açık olarak "Sünni cemaat dışı" bir görünüm kazandı. Safevi propaganda ile birlikte Şiilik "bir siyaset" olarak öne çıktı.
Görüldüğü gibi Alevilik - Bektaşilik bir "günde" doğmuş değildir. Gelişimi yüzyıllar sürdü; Oluşumunda birçok evreler yaşandı. Bu bakımdan onu birkaç kişinin bir "kafa ürünü" saymaktan öte Anadolu insanının bir bilinç birikimi; kaynağını eski Türk inançlarından alan Babailik, Ahilik, Hurufilik, Kızılbaşlık ve İlkçağ Anadolu düşünce inançlarından etkilenerek gelişen, İslamlığın bâtıni yorumu olarak beliren ve ezilen insanların kurtuluş umudu olarak şekillenen, "evrensel" nitelikte "bâtıni - kurtarıcı bilinç" olarak algılamak gerekir.
Alevilik - Bektaşiliğin teorik boyutu olarak algıladığınız ‘Dört Kapı / Kırk Makam’ konusunda neler söylersiniz?
Alevilik - Bektaşilik genelde; Antik Aydınlanma Çağı ve XVIII. yy. Aydınlanmacılığının temelini oluşturan metafizik bir aydınlanma zemininde oturur. Özelde, varsaydığı metafiziğin insan ve insan aklı tarafından sürekli beslenmesini, bir zorunluluk olarak öne çıkardığı için kimi durumlarda; XIX. yy. ikinci yarısında idealizmden arındırılmış bir nesnellik üzerine yapılandırılan "gerçek aydınlanma"ya silik adımlar atar.
Tanrıdan çıkıp yeniden Tanrıya dönen bir çevrim üzerinde, metafizik bir başlangıçla metafizik bir son arasında; kendini, kendine yetmez bir sona taşıyarak bir "sentez" olarak algıladığı insan adcılığıyla "son metafizik halka"yı kırmaya çabalar. Alevilik - Bektaşiliğin inanç / düşünce evreninde ve çevrim yayı üzerinde bir gezintiye çıktığımızda; "tez - antitez - sentez" olarak algılanan "tanrı - doğa-insan" ilişkisi bağlamında, "tez" durumundaki Tanrıdan fışkıran / taşan ışığın "dönüşümler" geçirerek, "antitez" durumundaki "doğa"ya, yani son amacını insanda bulan ve büyük evren olarak algılanan âleme (âlem-i ekber ya da âlem-i kübra) evrildiğini; oradan, "sentez" durumundaki insana, yani son amacını "doğa"da bulan ve küçük evren olarak algılanan insana (âlem-i asgar ya da âlem-i sugra) yükseldiğini görürüz.
Daha açık bir anlatımla; tanrı - doğa-insan birliği / birlikteliği görüntüsü ardında, inançtan düşünceye atlanıldığına tanık oluruz.
Bu bağlamda çevrimin idealist yanı, öncel / yaratıcı görülmesine karşın geçmekte, doğal sürecin bir gerekçesidir. İnançtan düşünceye inebilmek için kollektif bir yordamla yaratılmış, bir varsayım öğesidir. Bu varsayım aracılığıyla asıl tanık / veri kaynağı yakalanır: Bu insandır.
İnançta; Tanrı - doğa-insan birliğini / birlikteliğini tamamlayan büyük çevrimin son yayı üzerinde, küçük âlem olarak algılanan insanın ikincil çevrimi başlar. Prototipi olduğu büyük âlemin kanıtı olmasının ötesinde bir çevrimle iki şey kutsanır: Tanrı ve akıl.
Tanrı metafizik; akıl nesnel besleme ile ulaşılan sonuçlardır. Tanrı inanç yaratısı; akıl, insan beyninin ürünüdür.
Tanrının insana muhtaç olduğu; beyin olmadan aklın olamayacağı bir zeminde; insan hem başlangıç hem de sonuçtur.
Ancak insan, canlı doğanın bir parçasıdır; geçmişten gelen ve geleceğe uzanan, sürekli gelişen bir sürecin ürünüdür; inanç kanalında değil, doğal kanalda yürür.
İşte Dört Kapı Kırk Makam, inançtan düşünceye atlanılarak yakalanan insanın, kendini tanık göstererek kendi metafiziğini (Tanrısını) beslemesinin, yine kendini tanık göstererek kendi aklının yolundan yürümesinin öğretisidir.
İnanç / düşünce düzleminde, Aleviliğin / Bektaşiliğin teorik özüdür.
Dört Kapı Kırk Makam'dan geçerken insan bir yandan, ham ervah durumundan kâmil insan durumuna yükselirken; diğer yandan, bir gönül yolculuğuna çıkar. Seyrü süluk aşamalarını katederek kutsal kökenle birleşir / bir olur. O'nu besler; besleyerek O'nu, an-ı daimde kendine uyumlu duruma sokar. Bu yolla Ortodoks inancın tersine, değişmez olan metafiziğini değişir kılar. Orada sürekli kalmayı yadsır; halka döner, aklının yolunda yürür.
Karşıt güçlerin çatıştığı koşulda (zıtların birliği) kendi yasaları / kuralları içinde gelişen nesnel süreci aklar. Metafizik aydınlanmanın sınırlarını zorlayarak, zaman zaman gerçek aydınlanma dünyasına girer.
"Gerçek aydınlanma" dünyasında yarı-ilahi nitelikteki varlığını sürdürmeye çalışırken; Ortodoks dinsel inancı, gök katlarında yeryüzüne indirir. O'nu, kendi gönül evinde besleyerek; kendini yaratan kollektif insan bilincinin süzgecinden geçirir. Bu görüntü altında, insana ve toplumsal bilince duyulan saygıyı, aşkı, bağlılığı yüceltir.
Köktenci bir halk muhalefeti olarak biçimlenip yapılandığı Ortaçağ koşullarından günümüze birey / toplum memnuniyetsizliğini kucaklayan, eşitsizliğe, sömürü ve, horlanmaya duyarlı özü; o günden bugüne, bugünden yarına, "sınıfların olmadığı, insanın insanı ezmediği" bir toplum düşünü sürekli canlı tutar.
Alevilik - Bektaşilik bireyden hareket etmekle, bireyi merkeze koymakla birlikte bireysel bir yol / sürek değildir; Hakk'tan halka dönme, toplum hizmetine adanma zemininde, toplumsal ağırlıklı bir inanç / düşüncedir.
Ruhsal açıdan henüz olgunlaşmamış Tanrı yolundaki tarikat yolcusu, Dört Kapı ve bu Dört Kapı'ya bağlı Kırk Makam'dan geçerek ergin duruma gelir. Kâmil insan olarak ilahi sırra ulaşır. Bu sırrın taşıyıcısı olarak bireyin / toplumun hizmetine girer.
Hemen her şeyin tanığı durumundaki tarikat yolcusu, önce çıktığı kaynağa yönelerek inançta son halkayı yakalar; Hak ile Hak olur. Daha sonra inançtan akla atlayarak olgun bireyi / toplumu yaratmaya yönelir; Hakk'tan halka iner.
Böylece birinci aşamada inanç varlığı biçiminde kutsal kökene yükselen insan, ikinci aşamada yetenek varlığı, yorum varlığı biçiminde yeryüzüne iner; toplumun duyarlı bir üyesi olur.
Alevilik - Bektaşilik; insanlık katında, Hakk'la Hak olma amacını güden ve dünyadan elini - eteğini çekme, içe kapanma olarak algılanan geleneksel edilgen tasavvuf anlayışını Anadolu toprağında, Dört Kapı Kırk Makam aracılığıyla çağdaş ve dinamik bir yapıya kavuşturur. Tanrıdan, yaşanılan nesnel dünyaya yolculuğa çıkarttığı insana, dünya işyeriyle ilgilenme, birey / toplum sorunlarında çözücü olma, özlemlerin yaşanılan anda gerçekleşmesini sağlama gibi kimi misyonlar yükler.
Süreç koşutunda, yüklendiği görevleri yaşama geçirme güdüsü içindeki kâmil insan, hizmete adanma zemininde toplumsal ağırlıklı bir inancın / düşüncenin sürdürümcüsü olarak öne çıkar. Giderek din ya da dinsel olan, kâmil insanın yaşam görüşüne, bu yaşam görüşünü desteleyen, onu haklı, gerekli ve zorunlu kılan "kurtarıcı bâtıni bilince" indirgenir.
İdealizmin egemenliğinden arındırılmış bu nesnel çizgi, felsefenin temeline; dünyayı taşıyan ve koruyan; kendini aşma sorumluluğunun bir gereği olarak düşüncelerinde son derece cesur ve kural yıkıcı olan; fiziksel sorunlarını dinsel dogmaların dışında çözmeye çalışan; bedenini ve dünyasal yaşamını cendereye alan her türlü baskıyı kıran; kendi kendisinin efendisi / yaratıcısı / şekillendiricisi olan bir insanın yerleştirilmesini zorunlu kılar.
Bu anlayışa koşut olarak insana gereksinmesi olan; bu gereksinmenin bir bedeli olarak insani özgürlük veren; ancak insan aracılığıyla bilincine varan, bilinçlenen; haris, zalim ya da despot olmayan; zorluk ya da güçlük çıkarmayan bir Tanrı olgusu yaratılır.
Şimdi bu genel açıklamadan sonra nasip almış bir Alevinin / Bektaşinin Alevi Süreğinde / Bektaşi yolunda geçtiği aşamaların "gönül kayıtlarını" içeren Dört Kapı Kırk Makam öğretisini irdelemeye girişebiliriz.
Dört Kapı Kırk Makam ile yakalanan aydınlanma; insanlığın akılla açtığı temel kanaldır. Felsefi ve teorik düzeyde ya da davranışlar boyutunda gerçeklerin evrenidir; nesnel süreçte yaşama geçirilen düşüncenin evrimi dünyasıdır.
Bugün şeriatçı inanç dayatması karşısında, aydınlanma savunmaya çekilmiş durumda. Yöneltilen baskı ve beliren yılgınlık; en büyük engelimiz gibi. Toprağımızın şurasında burasında, kollektif cesaretimizi sergileyemediğimiz şu ya da bu yerde / ortamda, baskının zincirlerini kırarak öne fırlayan aydınlanmacılarımız kuşatma altına alınıyor. Baskı ve yılgınlık boyun eğip, aydınlanma zemininde düşüncenin evrimi ile sağlanan; insanlığın gelişmiş, derinleşmiş biçimi olarak algılanan ve bir "kazanılmış hak" durumunda bulunan insanlık kazanımlarını yadsıyacak mıyız?
Bunu yaparsak kendimizi yadsımış oluruz; aklın karşı kanalına gireriz; insanı aşmanın uzağına düşeriz.
Düşünce eylemi, insan organizmasının doğal bir etkinliğidir; akıl, bu etkinliğin bir ürünüdür. Doğal akışı içinde kalmak koşuluyla bu etkinlik hiçbir zaman durmaz; çünkü düşünme eyleminin itici gücü sürekli "sorgulama" dır. Evrim, bu nedenle onun özü gereğidir.
Düşünme eylemi ancak Ortodoks bir inanç dayatması karşısında kendi kendini durdurabilir. Çünkü Ortodoks inanç, her türden "sorgulama"nın son bulduğu noktada başlar; insanı insan yapan düşünme yetisini örseler, kısırlaştırır ya da ortadan kaldırır. Bu bağlamda Ortodoks inançta evrim yoktur; zaman içinde bir ilerleme göstermesi düşünülemez.
Aydınlanmacılar, akıl taşıyıcıları olarak insanlığın / insanımızdan bizden / bizlerden beklediği işleve / işlevselliğe bürüneceksek eğer; Ortodoks inancın kesinliğine ve ödünsüzlüğüne karşı durmak, düşüncenin engellenemez evrimini koşulsuz benimsemek durumundayız.
Bu yaklaşım aydınlık kimliğini de açığa vurmaktadır. Aydın, düşüncenin evrimini yadsımayan; düşünme eyleminde bulunarak bu evrime katkıda bulunan; katkı verdiği oranda koşullanmışlıklarından arınan kişi demektir. Bu tanımın dışında kalan "okumuşlar", eskilerin deyimiyle "mürekkep yalamışlar"; eleştirilmesi gereken aydınlar değil, zaten aydın olmayanlardır.
Dört Kapı Kırk Makam öğretisi, metafizik bir zeminde de olsa Anadolu toprağında aydınlanmanın kitlesel tabanını yarattı. Alevilik - Bektaşilik Dört Kapı Kırk Makam öğretisiyle bireyi; Hak katına taşımayı amaçlayan bir yol / sürek değil tam tersine bir yorum, bir yetenek varlığına dönüştürdüğü insanı, toplum hizmetine sokmayı amaçlayan bir inanç / düşüncedir. Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Asıl istenen son istenendir.
Söyleşi: 1998, İstanbul