Kahraman Özkök'le Bektaşilik Üzerine Söyleşiler
AYHAN AYDIN’LA ERENLER KATARI
KAHRAMAN ÖZKÖK
(ARAŞTIRMACI – YAZAR – REVAK KİTAPEVİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ)
AA: Sevgili dostlar merhaba. Yeni bir programda daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Erenler Katarı, geleneği yaşatan dedelerin, pirlerin, ozanların, âşıkların, sadıkların, Bektaşi babalarının sürmüş olduğu yolu bugün de yaşatanlar, var edenler, evet, erenlerin yolundan gidenler, ocaklardan, tekkelerden, dergâhlardan bugüne, Alevi-Bektaşi yolunun erdemleriyle yaşayanlar ve bugün de bu güzellikleri cemevlerinde, bulundukları mekânlarda var edenler… Evet, bugün stüdyo dışındayız, çok da istediğim, çok da hoşlandığım bir uğraş içindeyiz. Sevgili dostlar sağ olsun, var olsunlar, emekleri de daim olsun. Birlikte çıktık geldik Üsküdar’ımıza. Üsküdar ki inanç merkezi, Üsküdar ki güzellikler yurdu. O Üsküdar ki 1826 yılında Bektaşiliğin yasaklanmasıyla birlikte, bir Bektaşi önderi olan Kıncı Baba’mızın da maalesef idam edildiği bir yer ama biz sevgiler çoğalsın istiyoruz. Dostluklar çoğalsın istiyoruz. Bektaşiliğin erdemleri var olsun istiyoruz. O yüzden Üsküdar’da bir yayınevine geldik. Revak Yayınevi’ne geldik. Revak Yayınevi’nde, hayatını Bektaşiliğe ve farklı tarikatların tarihine adamış bir gönül insanı, yazar, Revak Yayınları’nın yayın koordinatörüyle birlikte olacağız. Dostlar, bir güzel mekân ki aynı zamanda bir tekke gibi, tekkede bulunan bazı önemli ritüellerin de yaşandığı, güzellikleri bize sergileyen bir mekan. Ondan da bahsedeceğiz, onun görüntülerini de size vereceğiz. Kahraman Bey sağ olsun var olsun zamanını ayırdı, bize kapılarını ve gönüllerini açtı. Kahraman Özkök, merhaba efendim, aşk olsun.
KÖ: Sefa geldiniz, sefalar getirdiniz.
AA: Sefanıza geldik, didar gördük, dost cemali gördük, şad olduk.
KÖ: Eyvallah.
AA: Nasılsınız sizler, iyisiniz?
KÖ: Şükür, hamdolsun, erenlerin himmetiyle ayaktayız. Sizi gördük daha iyi olduk.
AA: Eyvallah. Efendim, sizi sevgili izleyenlerimize biraz daha yakından tanıtalım, bir yaşam öyküsünü ve geçmişteki uğraşlarınızı alalım.
KÖ: Efendim, şunu okudum, bunu okudum, şunu yaptım, bunu yaptım, bizim yolumuzda 03.46 meseleler. Esas bizi alakadar eden, zannederim, seyircilerimizi de alakadar eden kısmı, fakirin boynunun pir kapısına, Ehl-i Beyt’e bağlı olduğu meselesidir. Onun dışında, Allah’ın lütf-u keremiyle, çocuk yaştan itibaren bu kapıya mensup kimselerle doğdum, büyüdüm. Onların terbiyesinde bulundum, onların bu yola olan aşklarını, hizmetlerini gördüm ve oradan da, cenab-ı Hakk hissemize ne lütfettiyse o zevkle, o hizmet şevkiyle yaşamaya çalışıyoruz.
AA: Biraz daha detay alacağım çünkü ulu bir dergâhtır bu dergâh ama aynı zamanda öncüleriyle vardır, babalarla vardır, anne ve baba tarafından da köklü bir Bektaşi ailesine mensupsunuz.
KÖ: Evet. Biz baba tarafından aslen Arnavut asıllıyız. Annem Türk’tür. Fakir, İstanbul doğumluyum, pederim de İstanbul doğumludur. Efendim, büyük büyük dedelerim, Arnavutluk’ta Fettah Baba derler meşhur bir zat var, o zatın kuzenleridir. Daha sonra Arnavutluk’tan Manastır’a geçmişler, Manastır’daki Hüseyin Baba Dergâhı, bizim büyüklerimizin mensup olduğu dergahtır. Büyük nenem, dedelerim o dergâhtan nasip almışlar. Daha sonra 1938’de dedem ve babaannem İstanbul’a gelmişler. 1950’de Mısır Kaygusuz Abdal Âsitanesi son postnişini Ahmet Sırrı Dedebabaerenler İstanbul’a geldiği zaman, babaannem ve dedem kendisinden nasip almışlar. Babamın da ismini Sırrı Dedebaba koymuş. Efendim ondan 05.22 İstanbul’da meşhur halife babalardan Kâterin Dergahı son postnişini Ali Tahir Babaerenler ki kabr-i şerifi Şahkulu Sultan Dergahı’nda, Mansur Baba Haziresi’ndedir. O yine bizim aile yakınlarımızdan. Yani evimize gelip yatıp kalkıp bizimle, sohbet eden, alakadar olan bir zat. Ha keza İstanbul’un eski halife babalarından Ali Cemali Baba yine aile büyüklerimizden sayılır, manevi olarak. Sırrı Dedebaba’dan sonra babaannemle dedem Eyüp Sultan’daki Halife Ahmed Necmeddin Alpgüvenç Babaerenler’e intisap etmişler. Ondan sonra da sizin de yakinen tanıdığınız Halife Hüseyin Avni Özöz Babaerenler’e babaannem tecrid-i beyat etti. Fakir, Avni Özöz Baba’nın eline doğdum büyüdüm. İsmimi o okumuştur. Efendim, bütün, mektepe gitme erkanımı vs. hep hazret yapmıştır. Efendim, çocuk yaştan itibaren huzurlarında bulundum, safa nazarlarına mazhar oldum. Kendileriyle çok sohbetlerimiz olmuştur. Hatta fakire, sen herkesin içinde sual sorma, yalnızken sual sor, sorduğun zaman terletiyorsun fakiri, derdi. Efendim, binaenaleyh, sonra Hacıbektaş’ta Mücerret Salih Baba vardı, Girit asıllı. O zata gider gelirdik, o zatın sohbetlerinde, muhabbetlerinde bulunduk. Daha sonra fakir, şimdi bunları teferruatıyla anlatırsam bir program yetmez, pek çok kamil zevat ile,mürşidan ile huzurlarında bulunmak, son devrin insanlarını görmek nasip oldu. En ehemmiyet verdiğim mesele budur. Yani kazan dibi denilebilecek, efendim, eski erkanları, eski meydanları, eski dergahları, eski aşkı, eski şevki, eski zevki görmüş hakiki nazeninlerin huzurunda bulunmayı Hakk erenler fakire nasip etti. Eğer bir sermayem varsa manevi olarak, onların himmet ve safa nazarlarıdır, başka da bir faziletim yok.
AA: Aşk olsun. Evet, sevgili izleyenlerimize biz Bektaşiliği anlatmak istedik çünkü yüzyıllar boyunca, bütün Balkan coğrafyasında, Mısır’da, geniş bir kitleyle var olmuş, yaşamış bir inanç ama bir tarikat sistemi, Pir Balım Sultan’la özdeş bir yapı. Siz de böyle, anlattığınız gibi köklü bir gelenekten, maddi, manevi büyük bir hazineyi devralmışsınız, onu muhafaza ederek eserlerinizde, sohbetlerinizde yaşatmaya çalışıyorsunuz. Tabii eski tatlar kalmadı, dergah sistemi kalmadı, tekke sistemi kalmadı ama Bektaşilik hiçbir zaman bitmeyecek çünkü burada bizim, Anadolu Alevi Kızılbaş sisteminin dışında bir farklı sistemmiş gibi lanse etme gibi bir gayretimiz yok fakat insanlara anlatma gibi bir görevimiz de var çünkü soruyorlar, Bektaşilik nedir, tarikat nedir, yol nedir, erkan nedir, baba kimdir… Deminden beri söylediklerinizi, isterseniz böyle basit basit, insanlarımıza nakledelim. Gerçekten Bektaşilik nedir?
KÖ: Efendim, Bektaşiliğin akademik olarak çok tarifleri yapıldı, yazıldı çizildi. Müsaade buyurursanız, fakir, bu akademik tariflerden ziyade, Bektaşiler kendilerini nasıl tarif etmişler, eski Bektaşi erkannamelerinde, Bektaşi divanlarında, Bektaşi azizlerinin kendilerini nasıl tanıttıkları hususunda değinmek isterim. Öyle ki Hz. Resulullah ve Hz. Ali Efendi’miz iki ayrı zümreye muhatap olmuştur. Biri gündüz nasıl oturacağını, nasıl kalkacağını, nasıl yiyip içeceğini, insanlar arasında hukukun nasıl olması lazım geldiğini öğrettikleri, yani zahir dediğimiz, ashap dedikleri kimselerdir. Bunlar dünyevi ve dünyadan sonraki hayata dair, iyi insan nasıl olunuru öğrettikleri kimselerdir. Bunların bâtıni bir derinliği yoktur fakat Hz. Ali Efendi’miz, Hz. Fatıma’nın evinde, akşam vakit, herkes, el ayak çekildikten sonra, belli bir zümreye istidadı olan, kabiliyeti olan, onu hazmedebilecek olan, o manevi yükün altına girebilecek olan kimselere Bâtıni dersler verirlerdi. Daha derun, insan hakikatine dair, hayata dair, daha inceden ince şeyler anlatırlar ve onun terbiyesinden geçirirlerdi. İşte biz bu yola, Arapça’da tarik yol demektir, bu yola Aleviyye diyoruz, yani Hz. Ali’nin yolu. Muhammediyye-i Aleviyye. Eski Bektaşi hilafetnamelerine bakalım, Alevi ocaklarının, dedelerinin icazetnamelerine bakalım, bu tabir orada görülür: Tarikat-i Aleviyye. Demek ki Hz. Muhammed’den bir şeriat kaldı, bir tarikat kaldı. Tarikat, Hz. Ali Efendi’miz ve 12 İmam ile yürümüştür ve o 12 İmam’ın yetiştirdiği halifeler, ondan sonra gelenler vesilesiyle elden ele, silsile halinde bugüne kadar devam etmiş. İşte tek bir tarikat olan Alevilik tarikatinin bir şubesi de Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizin Anadolu’ya getirdiği ve kendi ismine nispet edilen Bektaşiyye Tarikati’dir. Dolayısıyla Alevilik ayrı bir şey, Bektaşilik ayrı bir şey değildir. Nasıl ki Alevi dedelerinin bağlı olduğu ocaklar varsa, Balım Sultan Erkanı’nı yürüten Bektaşilik, Babagan Bektaşiliği de Alevilik’in böyle bir ocağı, böyle bir kolu mesafesindedir. Dolayısıyla üst çatı Alevilik’tir. Bektaşilik onun bir alt şubesidir. Efendim, nedir, Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizin, 12 İmam’dan aldığı manevi emaneti, bu toprakta talip olan kimselere verdiği şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve üst-ül hakikat-ülhakayık, yani hakikatlerin hakikatinin üstü olan bir manayı insanlara talim etme yoludur. Tarikatin diğer sistemlerden ne gibi bir farkı var? Tarikatte camideki vaiz yoktur, yani kürsüye biri çıkıp sabahtan akşama bir şey anlatmaz. Bir mürşid vardır, bu mürşid, elden ele gelen silsileyle o silsileye bağlanmış, kendisi o kapıda pişmiş, yetişmiş, kemale gelmiş, kendisinden sonra bu yola talip olan kimseleri de pişirmek için, kemale getirmek için, irşat etmek için Muhammed Ali postunda oturan kimsedir. Anadolu Alevi ocaklarında buna dede deniyor, Babagan kolunda baba deniyor. Yani ifade farkı olması mahiyetini değiştirmiyor. Neticede, bütün mürşitlerin maksadı bu yolda, Aleviyye yolunda, talibi Ehl-i Beyt’in öğrettiği hakikatlerle donatmak ve dünyasını ve ahiretini Ehl-i Beyt’in gösterdiği istikamette ona o ahlakı giydirmek ve eğer bu hayatın bir sırrı varsa ki vardır, o hayatın sırrını ehline vermek. Dolayısıyla Bektaşilik herhangi bir milliyetin, herhangi bir kavmin sermayesi değildir. Bektaşilik bütün insanlara aynı mesafede, Muhammed Ali’nin açtığı, Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizin eliyle açtığı, yollardan bir yoldur. Bu yolun en mühim rüknü mürşiddir. Yani Bektaşilik, üniversite kürsüsünde oturarak anlatılabilecek bir mesele değil veya konferans salonunda oturup da Bektaşilik öğrenilmez veya efendim, herhangi bir belediyenin yaptığı toplantıda, bir akademisyenin çıkıp da Alevilik şudur, Bektaşilik budur, diye tarif etmesiyle olacak iş değildir. Neden? Yaşanan, canlı bir meseledir. Ben şimdi sizle ne kadar yakın olursam, siz beni o kadar tanırsınız. Ne kadar beraber yemek yersek, kahve içersek, sohbet edersek, birbirimizi o kadar tanırız ama bu masanın başına oturayım, siz bana gelin, ben size akşama kadar kendim hakkında bir şey anlatayım, ne kadar da olsa, beraber yaşanmışlığımız kadar, fakirin haline, ahvalime aşina olamazsınız. Neyi sevip neyi sevmediğimi, neye nasıl tepki verdiğimi, birebir yaşamadıkça anlayamazsınız. Binaenaleyh, tarikat de böyle, birebir yaşanmadan, mürşid-talip ilişkisi içinde, karşılıklı o feyz alışverişi olmadan, sırf kuru kuruya, soğuk bir şekilde, işte şu tarihte Hacı Bektaş geldi, ondan sonra şunlar geldi, bunlar Sümerlerden mi geldim, bilmem kimden mi geldi, filan gibi böyle 15.06 sözlerle Bektaşilik anlaşılmaz. Nitekim Bektaşi urefasından, ariflerinden bir zata sormuşlar, demişler ki efendim, ilk Bektaşi kimdir, demiş ki Hz. Selman ile Hz. Kamber’dir. Halbuki bu, tarihi seyre uymuyor. Hz. Selman ile Hz. Kamber, Resulullah’ın zamanıdır. E Hz. Hacı Bektaş-ı Veli 12’inci yüzyıl, 13’üncü yüzyıl zevatından. Peki nasıl oluyor? Demek ki ta evvelden evvelin evvelinden gelen akıntı halinde, manevi bir cereyan halinde bir yol var. O yolun bu topraklarda kapı açtığı bir isim Hacı Bektaş, bir isim Seyyid Ali Sultan, bir isim Abdal Musa Sultan, bir isim Kaygusuz Sultan ile ahir fakat yol onlarla başlamıyor. Nitekim Şah Hatai Hz. buyurdu biliyorsunuz, “iptidadan yol sorarsan ey sofu / yol Muhammed Ali’nindir”. Yol ne sizindir, ne benimdir, ne efendim Hacı Bektaş’ındır, ne Kaygusuz’undur, ne Balım Sultan’ındır. Yol Muhammed Ali’nindir ve Muhammed Ali daha alemler zuhur etmezden evvel vardı, bütün alemlerin nuru Muhammed Ali’dir. İnsanın zuhurunun sebebi de Muhammed Ali’dir ve Muhammed Ali’nin varisleri 12 masum imam ve onların devamı olduğuna inandığımız mürşitlerdir. Farz-ı mahal, Şia kardeşlerimizle bizim aramızda ne fark var? Onlar 12 İmam’dan gelen şeriatı kabul ederler, tarikat kabul etmezler. Marifet, hakikat kabul etmezler. Mürşit kabul etmezler. Onlar sadece rivayet edilen ilmi bilgileri naklederler. Halbuki Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizin Makalat’ında bir nutku var, buyuruyor ki “Min-el kalbi il-el kalbi sebila”, kalpten kalbe de bir yol vardır. Yani lisanla sarf edilen kelam, kulaktan kulağa, yazıdan yazıya geçer. Peki, kalpten kalbe ancak verilebilecek mahrem bilgiyi nereden alacak? Onu ancak o kapıda yetişmiş, o kapının silsilesine bağlı mürşit elinden, mürşit nazarından alabilir.
AA: Peki sultanım, gönlünüz gani, ilminiz geniş, gerçekten çok güzel. Hüseyin Avni Özöz’ü de yad etmiş olduk. Onun nefesleri, deyişleri, gönlümüzde yaşıyor, yaşatılacak. Şimdi bütün bunlar bir eğitimi, bir öğretiyi, bir yolu gerektirir, tarikat de bir yapı içerisinde gelişiyor. Tekke ve dergahla karşılaşıyoruz. Bektaşilik tekkelerde, dergâhlarda var olmuş, mürşitlerle muhiplerin arasındaki bu diyaloglar bizi yüzyıllar boyunca beslemiş. Biraz açalım, tekke nedir, dergâh nedir, burada nasıl bir ilim var, maneviyat var?
KÖ: Efendim, az evvel de arz etmeye çalıştığım gibi, yolumuzun esası Hz. İnsan’dır. İnsan-ı Kamildir, mürşid-i kamil’dir. Mürşid-i Kamil’in ayağını bastığı her yer dergah, her yer tekke mesafesindedir. Bizim dört duvardan bir binaya ihtiyacımız yok. Eğer Hz. İnsan var, hak erenlerden biri varsa, o sokakta bir taşın kenarına da otursa ondan feyz alınır fakat sosyolojik olarak bir öğreti zaman içinde müesseseleşiyor. Bu müesseseleşme birike birike birike bir kemik hal alıyor. Bir şekil alıyor. O şekil daha sonra usul haline geliyor. Farz-ı mahal kelimelerimizde bile, bizim yolumuzun kelimelerinde bile bir incelik vardır. Tekke ne demektir? Tekke, kendisine yaslanılan, sırtınızı yasladığınız sağlam yer demektir. Lügat manası olarak. Dergah, der kapıdır, kapının olduğu, Muhammed Ali’nin kapısı olan yer manasında. Bir de şunu arz etmek isterim bu vesileyle, işte Bektaşilik Türklüğü ortaya koymuş filan, hayır Bektaşiliğin Türk’le, Kürt’le, Çerkes’le, Arnavut’la işi yoktur, Bektaşilik insanı muhatap alır. Bir kavmi, milliyeti muhatap almaz. Dolayısıyla, tekke kelimesi Farsçadır. Dergah kelimesi Farsçadır. Âsitane kelimesi Farsçadır. Hangah kelimesi Farsçadır. Çerağ kelimesi Farsçadır. Yani bir inanç sistemi muhatap olduğu bütün kavimlerden bir şey almıştır. Girit’e gidersiniz, Girit’teki Bektaşiler Rumca nefes okurlar, Arnavutlara gidersiniz, Arnavutça nefes okurlar, Kürtlere gidersiniz, Kürtçe nefes okurlar, Türklere gelirsiniz, Türkçe nefes okurlar. Binaenaleyh, Bektaşilik sadece bir kavmin tarikatiymiş gibi yansıtılmasından, fakir, ziyadesiyle mustaribim. Bektaşilik bütün insanlara hitap eder. Muhammed Ali kime muhatapsa Bektaşilik ona muhataptır. Daha sonra, bu tekke meselesi sistemleşmiş ama bunun bir nüvesi var. Muhammed Ali’nin yolunda bir tatbikat, bir ritüel, bir usul, bir erkan varsa, bunun muhakkak Ehl-i Beyt’in hayatında, tarihinde bir karşılığı vardır. Öyle 20.55, böyle hoşumuza gitti, böyle yapalım, diye olmamıştır bunlar. Binaenaleyh, pirlik rütbesi, tarikatte, müçtehit, yani Muhammed Ali’den, 12 İmam’dan gelen yolu o kavme, o insanlara nasıl anlatmak lazım gelirin metodunu ortaya koyan kimselere pir denir ve bunlar tarikat müçtehididirler ama pirlerin metotları, içtihatları değişebilir fakat kabın içindeki su aynıdır. Dolayısıyla dergahların, tekkelerin, Muhammed Ali zamanındaki nüvesi Hz. Fatıma’nın evidir. Cenab-ı Peygamber ve Hz. Şah-ı Velayet İmam Ali Efendi’miz, kemerbestleriyle, tarikat verdiği, Bâtıni yolu talim ettiği kimselerle mescitte değil, halka, umumi hitap ettiği yerde değil, akşamları Hz. Fatıma’nın evinde toplanırlardı ve bunlar bir avuç insandı. Yani Cenab-ı Peygamber’in 120.000 civarında sahabesi olduğu rivayet edilir fakat Hz. Peygamber’in namazında kaç kişinin durduğuna bakılırsa ve Hz. Ali Efendi’mizin yanında kaç kişinin durduğuna bakılırsa, esas bizim yolumuzu o zaman da takip eden, mensup olmuş kimselerin ne kadar azınlık olduğu belli olur. Dolayısıyla biz İslam tarihinin başından beri azınlığız yani, hiçbir zaman çoğunluk olmadık ve daha tuhaf, bizi o zaman Cenab-ı Peygamber’in zamanındaki sahabeler bile tenkit ettiler. Yahu biz peygamberden sizin duyduğunuz şeyleri duymadık… E duyamazsın çünkü sen gündüz huzurundaydın, biz gece sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz sohbetler, nazarla alışveriş yaparak o feyzi aldık. Bizim muhatap olduğumuz mahremiyete sen girmedin ki nereden bileceksin? Binaenaleyh, Hz. Fatıma’nın evinin temsilidir tekkeler, sırtımızı dayayacağımız yerler, o sağlam kapı. Hatta Bektaşi Babagan meydanlarında ve bazı Anadolu Alevi ocaklarının meydanlarında, dikkat edilirse, üç basamaklı bir taht-ı Muhammedi vardır ve mürşidin, umumiyetle soluna konulur. Neden? Camiye gidin, ister Sünni camii olsun, ister Şii camii olsun, o üç basamaklı veya daha çok basamaklı minbere 23.24 efendi çıkar, oradan insanlara, diniyle alakalı meseleleri anlatır fakat bizde o kenara konmuşlar, üzerine çerağlar konmuştur. Hz. Fatıma’nın evi gibi olan meydanda minber, dergaha alınmış. Yani biz bir daha Resulullah’ın ve 12 İmam’ın halka hitap ettiği o minberin üstüne çıkamayız. Halka umumi olarak söz söyleyecek, 12 İmam geldi, 12 İmam’dan sonra halkı umumunu kendine muhatap alacak bizde kimse yoktur. Onlara hürmeten o üç basamaklı, taht-ı Muhammedi denilen minberin üzerine 12 çerağ konulur. Yani onların feyzi, manevi nuru bizim meydanımızdadır fakat biz bunu kendi içimize aldık, dışarıya kapalıyız, manasında. Efendim, 24.24 ocağı var, mürşid postu var, bunlar hep, arz ettiğim gibi Hz. Fatıma’nın evindeki bazı tatbikatların daha sonraki karşılıklarıdır fakat yeni tabirle, kurumsallaştıktan sonra, müesseseleştikten sonra bunları nasıl tarif edelim? Bir tarikatin pirinin türbesinin olduğu veya bir tarikati bir memlekete ilk getiren zatın kurduğu dergahaÂsitane denir. Bu merkez dergahdır. Bektaşiler için ve Çelebi Bektaşileri için Âsitane, Hz. Hünkar Efendi’mizin türbesinin bulunduğu yerdir. Bu Âsitane’ye zaman zaman hangah da dendiği olmuştur. Bundan bir aşağı pozisyonda olan, halife babaların oturduğu dergah, bunlara da dergah denir. Bunlar daha büyükçedir. Bunun, hem mimari olarak daha ufağı, hem de tesiri bakımından, nüfuz sahası bakımından daha küçüğüne tekke denir. Bunlara da umumiyetle babalar oturtulur. Tekkenin de daha bir küçüğü vardır, ona da zaviye denir. Bu zaviyelere de bazen dervişler, bazen dikme babalar oturtulur. Gelen giden canlara sofra açsın, bir tercüman okusun, lokmasına bir dua versin diye. Buralarda meydan açılmaz fakat bir nevi mihman evi gibi zaviyeler vardır. Tabii tekke ve zaviyelerin seddinden sonra bu kurumlarımız kalmadığı için şimdi sadece hoş bir hatıra olarak yad ediyoruz.
AA: Peki, bir can, kökenine bakılmıyor, dedik, doğru, inancına da bakılmıyor, Bektaşiliğin böyle bir evrensel boyutu var, bir mürşidden, baba sultandan nasip alıp yola girmek istiyorsa, bir tekkede, dergahta hizmet yürütmek istiyorsa, bu olayı biraz canlandırır mısınız? Balım Sultan, Pir Balım Sultan Erkannamesi’yle belirgin bir şekilde, bir Bektaşi kimdir ve bu dergâhlardaki yaşam nasıl bir yaşamdır? Neler oluyor?
KÖ: Evet, şimdi karşılığı olmadığı için, hikaye edilen şeyleri nakledeceğiz. Yani yaşayan, ayakta olan bir dergahımız olmadığı için, işte şuna bakarak buradan misal alınabilir diyemeyiz ama dergah görmüş, umur görmüş, dergahlarda hizmet etmiş kimselere yetişmek nasip olduğu için, onlardan dinlediğimiz kadar veya fakirin, araştırmalarımdan okuduğum kadar…
AA: Tarihsel emanet bilgile?
KÖ: Evet. Bir talip bir tekkeye gelir, eğer bu yola girmek istiyorsa, oradaki kıdemli bir kimseye, maruzatını arz eder, ben bu yola girip nasip almak istiyorum, ikrar vermek istiyorum, diye. Bunu mürşid olan zat iletirler. Mürşid olan zat, hemen her geleni kabul etmez çünkü arz ettiğim gibi bu manevi yol, gayet sırlı ve bâtıni hakikatleri içeren, herkesin hazmedemeyeceği bir yoldur. Eğer herkesin hazmedebileceği bir yol olsaydı, Cenab-ı Muhammed Ali bunu herkese açardı. Herkese açmamalarının, rahmet olan bir tarafı vardır. Demek ki buna sadece istidadı olanlar girebilir, nasibi olanlar girebilir. Hal böyle olunca, mürşide arz edilir, mürşid bakar, mürşidin nazarında keramet vardır, o kimsenin röntgenini çeker. O adam o işi yapabilir mı ya da bacı yapamaz mı, onu bir görüşte anlaması lazım gelir. İmtihana lüzum etmez. İmtihan kısmı, talibe kendisini göstermek içindir. Talip bu yola girdiği zaman, hangi kıvamdaydı, mürşidin terbiyesinden geçtikten sonra hangi kıvama geldi, bunu tefrik edebilsin, bunu ayırabilsin diye bazı imtihanlar yapılır. Yoksa mürşidin talibi anlamak için imtihana ihtiyacı yoktur, eğer mürşid ise. Efendim, kabul edildiğini farz edelim bu talibin, buna, önce dergahsa eğer, büyük bir dergahsa, dergahların kendi hamamları vardır, eskiden varmış yani, rehber olacak kimse, onu götürür hamama, hatta halk tabirinde bile vardır, çok yıkananlara, kırklandın mı ya hu, derler, onu kırk suyla yıkar. Yani bir nevi temsili olarak, o kapıya gelmeden evvelki kirlerinden onu temizleyip erenler meydanına pak bir şekilde almak için evvela şeriatin guslünü orada aldırır ve bu şeriatten aldığı son gusül hükmündedir. Daha sonra bir kurban getirir, efendim, o kurban tığlanır. Eski zamanda o kurbanın yününden tığbend hazırlarlar, örerler. Nihayet meydan usulünce uyandırıldıktan sonra, rehber, birkaç kurbanımız var erenlerim, diye mürşide bir niyaz tercümanı okur. Mürşid, gelsin, derse usulü veçhiyle, bazı makamlar vardır meydanın içinde, o makamları tek tek o talibe tanıtarak mürşidin huzuruna götürür ve mürşid, seni senden aldık, tekrar sana verdik, diyerek, bu mealde, kendisiyle beyatleşir. Bu ne demektir? Kur’an-ı Kerim’de, sure-i Fetih’te, o gün ki sana biat ettiler Muhammed’im, onların elinin üstünde Allah’ın eli vardır, diyor. Mürşid bu ayeti okur. Burada mühim bir nükte var, ey Muhammed’im, sizin elinizin üstünde Allah’ın eli vardır, deseydi, Cenab-ı Muhammed’i de herkesle bir tutmuş olurdu. Halbuki, onların elinin üstünde Allah’ın eli vardır, demek, Cenab-ı Muhammed’in elinin Allah’ın eli olduğunun ispatıdır. Hz. Resulullah da Hz. Ali Efendi’miz için, 30.23, Ali ve ben bir nurdanız, ben kimin Mevla’sıysam, Ali onun Mevla’sıdır, buyurmuşsa, demek ki Şah-ı Velayet Efendi’miz, İmam Ali Efendi’mizin de eli Allah’ın elidir. Biz öyle inanırız ki o silsileden gelen mürşidin eli Muhammed Ali’nin elidir ve oradan nasip alan, o ele ikrar veren kimse de bizzat Muhammed Ali’ye ikrar vermiştir. Yarın ahiret gününde de Muhammed Ali’nin sadık bir bendesi olarak huzurunda bulunacaktır.
AA: Gül yüzlü sultanım, şimdi bir bölüm daha yapacağız tabii çünkü Anadolu’yu aşalım, bakalım bu silsile nerelere doğru gidiyor. Şimdi insan-ı kamil olma yolu, kemalete erme, tarik-i müstakim yol denir ve dolayısıyla Alevi ve Bektaşi aynı, buyurduğunuz gibi. Bu dört kapı, kırk makamdan geçmek; işte şeriat, tarikat, marifet, sırr-ı hakikat… Bu dergahlarda nice ozanlar yetişmiş, nice mürşidler yetişmiş, her birisi bir yol kurmuş. Peki son olarak, gerçekten özetlersek, Bektaşi yolu; insana, doğaya, yaşama, ülkeye, yurda nasıl bakmış, nasıl bakıyor?
KÖ: Efendim, klasik olacak ama Hz. Yunus Emre’nin sözünü arz etmek isterim, yaradılanı hoş gördük yaradandan ötürü. Binaenaleyh, bir Bektaşi veya bir Alevi veya Ehl-i Beyt’e benim başım bağlı diyen bir can, hiçbir varlığı, bilerek isteyerek incitemez. Bu sadece Bektaşilere mahsus veya efendim şu ocağa mahsus, bu silsileye mahsus bir şey değil. Bütün peygamberlerin nuru Muhammed Ali’dir. Muhammed Ali’nin yolu da mademki erenlerin yoludur, o zaman insanlığa bütün peygamberlerin, bütün evliyanın öğrettiği ortak bir mesele var. Allah’a muhabbet ile ibadet, kullara samimiyetle hizmet. Dolayısıyla bir insan, kamil olmak istiyorsa, adam olmak istiyorsa, evvela hemcinsini, sonra bütün mahlukatı, ottan karıncaya kadar, kendisinin bir parçası olarak görmek zorunda. Bektaşi de dolayısıyla, her şeyi Hakk’a ait, Hakk’ın emaneti, Hakk’ın sahibi olduğu bir mülk olarak gördüğü için, mülkün sahibine karşı ihanet olarak görür. Ben size ihanet edersem, Allah’a ihanet etmiş olurum. Ben eğer bir karıncayı bilerek isteyerek, kasten öldürürsem, Allah’a ait, bana ait olmayan bir şeye zarar vermiş olurum. Bundan daha büyük günah yoktur. Eğer ben sizin kalbinizi bilerek isteyerek kırarsam, Hakk’ın kalbini kırmış olurum. Şimdi bazı kimseler, Allah’ın kalbi yoktur, derler, bu sözü duyunca. Softalık yaparlar, yapmasınlar. Allah’ın kalbi vardır ama şimdi onun lafzı bu programa sığmaz. Cenab-ı Muhammed’in, Cenab-ı Ali’nin kalbi Allah’ın kalbidir. Onu da ispat edelim, “Kim ki Fatıma’yı incitirse beni incitir, beni inciten Allah’ı incitmiş olur.” Hadis-i şerif’i var Cenab-ı Peygamber’in. Demek ki Ehl-i Beyt’in kalbi kırılırsa, Allah’ın kalbi kırılmış olur. Allah’ın kalbi yoktur, diyenlere, Ehl-i Beyt’in kalbi Allah’ın kalbidir, diye cevap veririz. O bahs-i diğer, geçelim bu tarafa. Sizin kalbinizi kırarsam, o kalbin bağlı olduğu bir ana merkez vardır, orası da kırılır. Eğer sizi memnun edersem, o kalbin bağlı olduğu bir merkez vardır, orayı memnun etmiş olurum. Dolayısıyla sizi ne kadar seversem, size ne kadar hizmet edersem, sizi ne kadar kendi canımın bir parçası olarak görürsem, o kadar insan olurum. İşte Bektaşilik, insana özetle, en temelde bunu öğretir. Birbirini sevmeyen, birbirine hürmet etmeyen, birbirini inciten kimse, bırakın Bektaşi’yi, hiçbir şey olamaz. Arz edebildim mi?
AA: Çok güzel arz ettiniz. Nutkunuz var olsun. Çok güzel eserleriniz var. Revak Yayınları’ndan çıkan kitapları da büyük bir beğeniyle okuyorum gerçekten. Şimdi, biz iki bölümde yapalım, dedik, bir sonraki bölümde de Anadolu’dan çıkalım, Balkanlara doğru gidelim, Bektaşiliğin olmazsa olmaz coğrafyasına. Bazı temel tarihi şahsiyetlere vurgu yapalım, diyoruz ama sevgili dostlarımız, canlarımız bu mekanı da tabii merak ettiler. Siz de biraz sonra, acaba Bektaşilerde olmazsa olmaz, bazen de tekkelerde olmazsa olmaz unsurlar nelermiş, içerisinde bulunduğumuz mekan nasıl bir mekanmış, bize anlatırsınız. Size bu program için çok teşekkür ediyorum. Gelecek programda tekrar, sevgili izleyenlerimizle buluşmak üzere, hoşça kalın, diyorum. Evet sevgili dostlar, bir umman-ı derya derler, kitaplara sığmaz ve sığmadığı gibi de ancak yaşanır fakat bizim tabii ki yaşayanlara aşk olsun, Bektaşiliği dört kıtada var edenlere aşk olsun, bazı şeyleri de insanlara anlatmamız, bazı bilgileri vermemiz gerekiyor. Kahraman Bey sağ olsun, var olsunlar, birikimlerini bizimle paylaştı. Gerçekten, yüzyılların bir gerçeği olan, Alevi kimliğinin dışında olmayan, onun en büyük zenginliklerinden birisi olan, dallarından, kollarından birisi olan Bektaşilikle ilgili bazı konulara girmiş olduk. Geniş bir konu, bir evren diyorum ve hatta ve hatta üniversitelerde gerekiyorsa bir bölüm olabilecek çapta değeri var çünkü yüzlerce büyük insan yetişmiş, büyük ozan yetişmiş. Her bir tekkenin bize kalan büyük mirasları var. Yani tarihi, edebiyatı, maneviyatı, inanç boyutu, her şeyiyle bir büyük kültür atmosferi, unsuru Bektaşilik. Dolayısıyla, dilimiz döndüğünce, yeni programlarda Bektaşiliği de anlatmaya çalışacağız. Hoşça kalın, dostça kalın. Cana can olan ve bu zahmetleri çekip gelip, bin bir fedakarlıklarla çekimlerimizi yapan o güzel canlarıma, Murat’ıma, Eylem’e de çok teşekkür ediyorum ve teknik masada, bu programları halkımıza ulaştıran Can TV’nin emektarlarına da selam olsun. Yeni programlarda görüşmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın.
İkinci Bölüm:
AA: Sevgili dostlar, hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum. Yeni bir programda daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Evet, derdimiz yolumuzun değerlerinin yaşaması, derdimiz, gençlerimize, halkımıza güzellikler vermek, derdimiz ve uğraşımız, Alevi-Bektaşi öğretisinin erdemini tüm dünyaya, dilimiz döndüğünce anlatabilmek. Peki kimler aracılığıyla? Tabii ki Erenler Katarı’na katılan nazlı canların aracılığıyla, yolumuzun öncüleri, önderleri, akademisyenler, yazarlar, pirlerimiz ve nice nice emektar insanlarla birlikte yola gönül verenlerle anlatabilmek. Değerli dostlar, iki bölüm halinde yayın için hazırlamıştık, kendisi Bektaşilik konusunda uzman isimlerden, aynı zamanda önemli bir yayınevinin de yayın yönetmeni, Revak Yayınevi’nin yayın koordinatörlüğünü yapan, yazar Kahraman Özkök’le, söyleşimizin ikinci bölümünde birlikteyiz. Üsküdar’dayız, Revak Yayınevi’nin bulunmuş olduğu mekandayız. Böylesine, hem tarihin bize vermiş olduğu, inancın bize vermiş olduğu bir dokunun içerisinde söyleşimiz sürüyor. Birinci bölümde Bektaşilik, tarikat, yol, tekkeler, dergahlar üzerinde genel bir sohbet etmiştik. Bu bölümde de sevgili izleyenler, sevgili dostlar, Anadolu ve Anadolu’dan çıkarak Balkanlarda, Mısır’da veya başka coğrafyalarda, örneğin Kerbela’da, Kerbela’da da bir Bektaşi tekkesinin varlığını biliyoruz ve Kafkaslarda, nerelerde Bektaşilik yayılmışsa, buralardan biraz bilgi edinelim. Dolayısıyla biraz da tarihsel bilgilerimizi yoklayalım, genel kültürümüze yeni bilgiler ilave edelim, dedik. Tekrar merhaba efendim.
KÖ: Merhaba efendim.
AA: Sefanıza geldik. Nasılsınız erenlerim?
KÖ: Şükür, hamdolsun, erenlerin himmetiyle ayaktayız.
AA: Sizi böyle dingin, mutlu, huzurlu görüyorum, nedir bunun sırrı?
KÖ: Sırlar öyle televizyonda verilmez ama bir hikmetinden söyleyelim: Kalbinde Muhammed Ali’ye muhabbeti olanlar, hayatını Muhammed Ali’nin zevki ve şevki ile yaşayanlar, gül olsa solmaz, süt olsa ekşimez, su olsa bulanmaz, insansa ölmez. Daima diridir. Şah Hatai Hz.’nin biliyorsunuz bir nefesinde buyurur, Muhammed Ali’yi candan sevenler, yorulup da yolda kalmaz inşallah. Onun için Cenab-ı Hakk’a ne kadar hamdetsem, şükretsem azdır, kendi istidadımdan, kabiliyetimden veya bir faziletim olduğundan değil, onların bir lütfu, ihsanı olarak kendi muhabbetlerini, 04.13 aciz kalbime koymuşlar. Bunu büyük bir nimet olarak kabul edip, onlara layık olmaya çalışıp, bu hizmetlerle kendimizi avutmaya çalışıyoruz. Mesele bu.
AA: Evet, erenlerim, sevgili hocam, konuyu araştırıyorsunuz, bir gönül insanısınız ama bilen bir insansınız. Şimdi Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli neden sevilmesin ki? 72 millete bir nazarla bakan, insana insan olarak değer veren Aleviliğin, Bektaşiliğin, hatta İslamiyet’in diyelim, genel manada, en önder, güzel sembollerinden, şahsiyetlerinden birisi. Bir mutasavvıf, bir gönül insanı, er. Ne dersek yakışır. Tabii o var, Bektaşiliğin öncü ismi olarak. Belki kurumsal olarak Hacı Bektaş’ın zamanında kurulmamıştı ama sizin de buyurduğunuz gibi, Kamber’le Salman’la gelmişti, birinci bölümde söylemiştik. Pir Balım Sultan var, Sersem Ali Dedebaba var. Ondan ona, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’ya kadar, oradan da günümüz konusu programımızın içinde değil, böyle bir silsileyle gelmiş tarihi şahsiyetler var. Önemli dönemeçler var. Peki, şöyle söyleyelim madem, bir giriş olarak, Hacı Bektaş, dergah olarak da tekke olarak da yüzyıllar boyunca Bektaşiliğin ana merkezi olmuş. Tabii ki Aleviliğin de aynı zamanda merkezi olmuş ama bir tarikat olarak, tekke yapısı bakımından Bektaşiliğin ana merkezi Hacı Bektaş. Peki sistem nasıldır, mesela Anadolu var, Balkanlar var, diğerleri var, merkez Hacı Bektaş’tı, Pir Balım Sultan nasıl bir yapı oluşturdu ya da Sersem Ali Dedebaba, dedebaba kelimesini ilk kez kullanmıştı, dolayısıyla Bektaşilikteki hiyerarşi ve dolayısıyla Anadolu dışındaki de tekkelerin Hacı Bektaş’a bağlılığı nasıl bir yapıydı, ondan biraz bahsedelim?
KÖ: Efendim, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz Anadolu’yu teşrif ettikleri zaman, yani Anadolu’ya şeref verdikleri zaman, Anadolu’da Aleviler vardı. Bazı akademisyenlerimizin, kasıt olmaksızın bir ezberi takip etmeleri neticesinde, sanki Anadolu’da Aleviliği ilk Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz getirmiş, gibi bir söylem var, bu doğru bir söz değil. Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz Anadolu’ya geldiği zaman, daha evvelden Anadolu’ya gelmiş buradaki insanları Ehl-i Beyt’in yoluna sevk etmiş daha kadim ocaklar vardı ve Hz. Hünkar Efendi’miz Anadolu’ya geldiği zaman, hatta temsili bir sayıdır bu da 90.000 Rum Erenleri kendisini karşıladılar, ona boyun büktüler diye, velayetnamelerde, menkıbelerde bir tabir geçer. Buradan ne anlıyoruz? Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz ilk defa Aleviliği veya Ehl-i Beyt’in yolunu Anadolu’ya getiren ilk kişi değildir fakat daha sonra onun dergahı, onun silsilesi, diğerlerine nispetle daha müesseseleştiği için, daha geniş kitlelere hitap etmek kudretinde bulunduğu için, onun ismi daha önce çıkmış ve dolayısıyla buradaki bütün Alevi ocaklarının ya bağlandığı veya hürmet ettiği bir şahsiyet olduğundan, Anadolu’daki Erenlerin Hünkarı demişler. Hünkar, malum-u aliniz, saltanat rejimlerinde padişaha söylenir veya imparatorlara söylenir. Bir nevi, belki teşbih doğru olmaz ama ifransızlığıma versin seyircilerimiz, arz edebilmek için bu misali kullanacağım, bütün ocakları birer sultan, padişah kabul edecek olursak, manevi yolun sultanı, Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz de bu topraklarda onların imparatoru gibi, onların başında. Hünkar o manada verilmiş. Hz. Hünkar Efendi’mizden Balım Sultan Efendi’mize kadar, Hz. Hünkar Âsitanesi’nde yani Merkez Tekke’de Çelebiler oturuyordu. Dolayısıyla Anadolu’daki kadim Bektaşiler Çelebilerin erkanıdır. Bu tarihen de sabittir, bunu inkara mecal yok. Ha Çelebiler, efendim, Hz. Hünkar Efendi’mizin belinden geliyorlar, nefesinden geliyorlar, fakir, bu tartışmaya girmek istemem amma ve lakin ne şekilde olursa olsun, bunların Hünkar evladı olduğu muhakkaktır. Hal böyle olunca, mesela Balım Sultan Efendi’mize gelene kadar, Hacı Bektaş Âsitanesi’nin şöyle bir hususiyeti var, bütün Horasan’dan veya Türki memleketlerden gelen seyyah dervişler, mesela Kalenderiler, Kalenderilerin bir alt kolu olan Cavlakiler, Haydariler, Ethemiler, kendileriyle aynı itikadı, aynı dünya görüşünü benimsediği için Bektaşi dergahına çok gelmişler. Farz-ı mahal, İran’da dervişlere karşı bir şey varsa, Anadolu’da kaçacak yer olarak, bir sığınak olarak, kardeş gibi kendisine Bektaşi Dergahı’nı görmüş, oraya gelmiş ve bu dergah içinde değişik zevklerin, değişik erkanların zuhur etmesine sebep olmuş. Aynı dergahta; Ethemiler başka bir erkan sürüyor, Kalenderiler başka bir erkan sürüyor, Çelebiler başka bir erkan sürüyor. Bunlar bir evde değişik kardeşler, değişik zevkteki kardeşlerin oturması gibi oturuyorlar fakat bu taliplere yansıdığı zaman tabii bir ihtilaf meydana geliyor. Hacı Bektaş’ın dergahından biz bunu böyle aldık, diyor, öbürü diyor ki hayır ben böyle aldım, diyor. Dolayısıyla Hacı Bektaş Dergahı’ndan bu yolu alan insanların arasında bir ihtilaf meydana geliyor. Bu ihtilafı ilk defa bertaraf eden Balım Sultan Efendi’mizdir. Balım Sultan Efendi’mizin şahsiyeti ve manevi kuvveti o kadar muazzam bir zat-ı şeriftir ki Hz. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizden beri gelen, o asırlar içerisinde ne kadar dağılmışlık varsa, bunların hepsini toplamış. Yeni bir şey icat etmemiş, bunu ehemmiyetle arz etmek isterim. Balım Sultan yeni bir yol çıkarmış değildir, mevcut olan fakat dağılmış olan erkanları bir sistem altında toplamıştır. Farz-ı mahal, Balım Sultan Erkannamesi’ndeki tıraş erkanı var, çar-darp, bu Kalenderilerden gelmedir ama Balım Sultan onu gayet mükemmel bir şekilde erkanın içine dahil etmiş veya efendim, tavk-ı Hayderi var, derviş çeyizlerinden, bunu erkanın içine koymuş. O muhtelif olan şeyleri bir potada toplamış ve bunu manevi bir ustalıkla toplamış. Balım Sultan Efendi’mizden sonra, sadece iki erkan Hacı Bektaş Dergahı’nda bahis mevzuu, biliyorsunuz. Biri Babagan Kolu, biri Çelebiler Kolu. Her ikisi de Bektaşiliğe dahildir. Biri ondan üstündür, biri aşağıdır gibi 11.46 sözler doğru değil. Babagan, eğer Çelebilere bir şey derse ona derim ki biz Babagan’sak, biz gelmeden burada Çelebiler vardı. Çelebiler Babagan’a bir şey derse, onlara da deriz ki siz buradan atıldınız mı, kovuldunuz mu, hayır, burada Balım Sultan geldi bir erkan yürüttü, aynı pire bağlı, ikimizin de başı aynı yere bağlı, sen suyu yeşil bardakta veriyorsun, farz-ı mahal, ben kırmızı bardaktan veriyorum, yeşili seven yeşilden alır, kırmızıyı seven kırmızıdan alır. İçindeki su, Hz. Hünkar’ın suyudur. Dolayısıyla bu gibi ihtilaflar, insanları da birbirine düşürüyor, canların birbirlerine karşı soğuk durmalarına sebep oluyor. Hiç doğru bulmuyorum. Hele hele bu zamanda, Bektaşiliğin, Aleviliğin ne olduğunu tarif hususunda bile elli kafadan bir ses çıktığı bir zamanda, bu gibi ayrışmaları doğru bulmuyorum. İnsanlar birbirlerini tanımadıkları için birbirlerine böyle buğz ile bakıyorlar. Halbuki tanısalar birbirlerini sevecekler çünkü aynı şeye inanıyorlar, aynı yola baş koymuşlar. Sadece bunun bu yemeği yiyiş tarzı böyle, öbürküsünün böyle. Dolayısıyla bu ihtilaf kısımlarına girmiyorum. Balım Sultan Efendi’miz, yalnız Bektaşiliğe, Hacı Bektaş Dergahı'na yeni tek bir şey getirdi, mücerret erkanını. O zamana kadar mücerret yok muydu? Vardı. Hz. HünkarDergahı’nda, kulağı menguşlu, küpeli, kendini bu yola adamış, hiç evlenmemek üzere ikrar vermiş kimseler daha evvel de vardı. Kalenderilerin içinde de var, Cavlakilerin içinde de var, hatta ve hatta Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz daha doğmazdan evvel, Horasan’da kulağında menguşlu Abdallar vardı ve biliyorsunuz Hz. Ali Efendi’mizin dervişlerinden Kamber Ali Sultan’a kadar çıkan veya Peygamber’in ashab-ı 13.46’ne kadar çıkan bir tatbikattır, mücerretlik tatbikatı. Bunu da Balım Sultan Efendi’miz sadece sistematik hale getirmiş. Yani mücerret bir kimse ne yapar, ne yapmaz, nasıl olur, nasıl olmaz. Daha sonra, buyurduğunuz gibi, Kanuni zamanında, Sersem Ali Dedebababaerenlerdergaha postnişin olmuş. O da ilk defa dedebaba tabirini çıkartıp, erkana, dedebabanın ne olması lazım geldiği, nasıl olması lazım geldiğini koymuş. Şöyle bir kafa karışıklığı var, dedebaba, mevcut halife babaların reisidir. Sadece bir dergahpostnişinliğinin ismidir. Esas olan, Bektaşilikte en yüksek rütbe, halife baba’lık rütbesidir fakat bu halife baba’lar içinden hangisi Hz. Pir’in dergahının halife baba’sı olacak diye bahis mevzuu olduğunda, Hz. Pir’in dergahında oturan postnişine dedebaba denir. Yoksa diğer halife babaların salahiyetiyle dedebabanın salahiyeti aynıdır amma ve lakin…
AA: Zaten Hakk’a yürüdüğü zaman, bir seçim olacağı zaman eşit oylar…
KÖ: Evet. Bir de malum-u aliniz, maneviyatta seçimle rütbe alınmaz. Yani ümmet bir araya gelip, hadi bakalım, kendimize bir peygamber seçelim diye peygamber seçilmez. Talipler bir araya gelip, hadi kendimize bir mürşid seçelim… Oy verdik, sen çoğunluk çıktın, seni mürşid yaptık, diye bir şey olmaz. Mürşidlik, manevi makam, tayinledir, kendisinden bir üst makamın verdiği bir haldir. Dolayısıyla Bektaşilikte bütün makamlar tayinledir. Yalnız dedebabalık seçimledir. O da neden? Hangimiz oturacağız merkez posta, sen mi ben mi, aramızda seçelim, sen otur. Dolayısıyla dedebabanın, diğer halifelere, Pir Âsitanesi’nde, Pir Postu’nda oturması bakımından bir 15.50, bir önceliği, bir kıdemi, bir diğerlerine nispetle hürmeti vardır fakat yegane söz sahibidir manasında değil. Tamamen dergah teşkilatıyla alakalı bir mesele. Manevi bir mesele değil. Manevi en yüksek mertebe, halife babalıktır, Babagan’da. Efendim, tabii tarihi seyrini seyircilerimiz de bilirler, siz de biliyorsunuz, Hilmi Dedebaba buyurdunuz, Hilmi Dedebaba Hz. fakirin…
AA: Pardon, ondan önce mesela, erenlerim, kusura bakmayın, sözünüzü bölmüş olmayayım.
KÖ: Estağfurullah.
AA: Mesela işte hani birçok tekke var, mesela 33 km.’de bile insan ihtiyacına göre tekke kurulduğu söyleniyor, belki de Süreyya Faruk Ün’ün Anadolu’da Bektaşilik isimli eserinden de öğreniyorum. Gerçekten tahminimizin çok ötesinde, sayı bakımından çok tekke var. İhtiyaca göre midir, neye göre bu kadar fazla Bektaşi tekkesi var?
KÖ: Şimdi efendim, Bektaşilik, bir evvelki programda da arz ettiğim gibi, Muhammed Ali’nin yoludur. Hz. Ali Efendi’mize bir gün biri gelip demiş ki 17.00 Hasan, Ya Ali, bana bir keramet göster ki senin söylediklerine inanayım. Kamber sofra kur, buyurmuşlar. Bektaşilikte sofra mühim bir meseledir. Yani insanı, manevi ve maddi olarak doyurmak, ihtiyacını karşılamak. Bu fikirden, bu ana fikirden yola çıkarak, Bektaşiler de dergahlar arası zaviyeler, tekkeler inşa etmişler ki yolcu olan, aç olan, yatacak yere ihtiyacı olan, hatta hasta olup ilaca ihtiyacı olan, eski babalar bu kadim tıbbı bilirlermiş, yani otlarla ne yapılır, ne neye iyi gelir. Sadece insanların manevi hastalıklarını değil, zahiri hastalıklarını da iyi edecek bilgiye, donanıma sahip insanlarmış. Dolayısıyla, kanaat-i acizanem odur ki bu kadar sık aralıklarla tekke, zaviye inşa edilmesi, o Bektaşiliğin, Hz. Ali’den gelen, insana sofra kurmak, insanı doyurmak, insanı doyurmak, insanın ihtiyaçlarını karşılamak ana fikrinden yola çıkan bir harekettir diye düşünürüm.
AA: Peki. İstanbul merkez diyoruz, sanki bütün her şey kent merkezlerinde var ama kırsalda da tekkeler var fakat biz biraz Balkanlara doğru yönümüzü dönelim çünkü Bektaşiliğin bir ölçüde de en geniş bir şekilde, kimliğini var edecek şekilde yayıldığı coğrafya Balkanlar. Bektaşilik Balkanlarda daha çok var olmuş, özdeş olmuş. Yani Alevi kelimesi bile yok, yani Arnavutluk’ta Alevi deseniz, Kızılbaş deseniz bilen çok azdır ama Bektaşilik deyince, zaten yaşayan, var olan bir inancın adı, tarihten gelen bir inancın adı ve Bektaşi tekkeleri ve dergahlarıyla var Balkanlarda bu yapı. Peki en büyük tekkeler hangileridir? Niçin Balkan coğrafyasında Bektaşilik bu kadar yayıldı?
KÖ: Efendim, fakirin rahmetli babaannem, dedem Arnavut asıllı oldukları için, Arnavutların Bektaşiliğe nasıl baktıklarını yakinen biliyorum. Osmanlı Yeniçeri’yi Avrupa’ya göndermezden evvel seyyah Bektaşi babaları ve Bektaşi dervişleri, evvela oralara gidip, halk ile ünsiyyet kurup, yakınlık kurup, onlarla komşuluk ilişkilerinden başlayarak dostluk, ahbaplık kura kura onları İslamiyet’e ve dolayısıyla Ehl-i Beyt’in bâtıni yolu olan Bektaşiliğe zaten aşina hale getiriyorlardı. Hani buna psikolojik bir hazırlık denebilir. Daha sonra Yeniçeri gittiğinde o topraklarda, bilhassa Arnavutlar üzerinde, kılıç kullanmak zorunda kalmadı. Onlar zaten meseleye evvelden hazırlanmışlardı. Arnavutlar, bilhassa Arnavutlar, yani Arnavutlar kahir ekseriyeti, çoğunluğu, Bektaşi babaları eliyle İslamiyet’i kabul ettikleri için, Arnavutların zihninde Bektaşilik adeta İslamiyet’in kendisidir. Yani bir insan Bektaşi’yse Müslüman’dır, Bektaşi değilse Müslüman’dan bile sayılmaz gibi… Böyle din gibi, mezhep gibi, Bektaşiliği böyle görürler. Dolayısıyla, hatta daha komik, hoş, latif bir şey var, hakiki Bektaşilerin Arnavutlardan çıkacağına, Türk Bektaşi babalarının Arnavut Bektaşi babaları kadar bilmediğine dair, eski Arnavutlar arasında böyle bir kanaat vardı. Şimdi nasıldır bilemem.
AA: Bir şey söyleyeceğim, lafınızı balla bölmüş oluyorum ya, Suriye’ye, Afrin’e gittik, Muhabbetli beldesine, e hepsi Kürtçe konuşuyor. Ayhan Aydın, diyorlar, bu bilmiyor, nasıl bilmiyor yani şimdi, dede, Ali Büyük Şahin Dede, kulakları çınlasın, e sen bunu getirmişsin, Alevi değil mi yoksa, Sünni mi bu, bir Türk… yani Kürtçe bilmeyen Alevi olamaz, orada da öyle bir algı işte.
KÖ: Orada da buyurduğunuz gibi, Bektaşi’nin hası Arnavut’tan çıkar gibi… Hatta fakir, çocuktum, söylerdim, Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Arnavut değilmiş, filan diye, ona nasıl cevap veriyorsunuz… Artık karıştırma oraları filan, derlerdi. Neyse, tatlı insanlar. Şimdi efendim, arz ettiğim gibi, İslamiyet’le buluşmaları Bektaşilik üzerinden olduğu için, mesela, biliyorsunuz, Bektaşi yolunda, intisap etmeyen, nasip almayan kimseye Bektaşi denmez fakat Arnavutlarda öyle bir şey vardır, anne babası Bektaşi ise çocuğa sorduğunuzda, ben de Bektaşi’yim, der. Aynı bizdeki Alevi algısı gibi, anne babası Alevi bir kavme mensupsa, çocuk da Alevi’yim, diyor. Halbuki Alevilik esasında ikrar vererek, dedeye teslim olarak olabilecek bir şeyken, aynı mantıkla Arnavut Bektaşilerde de var. Balkanlardaki erenlere gelelim vaktimiz daralmadan, onu buyurmuştur. Efendim, Balkanların tabii en eski bildiğimiz sultanı Sarı Saltuk Sultan’dır. Sarı Saltuk Sultan’ın mensubiyeti hakkında çeşitli rivayetler var fakat araştırmaların, bugünkü belgelerin bize verdiği neticeye göre, Sarı Saltuk Sultan, SeyyidMahmud Hayrani Hz.’den almıştır. Seyyid Mahmut Hayrani Hz. de SeyyidAhmed er-Rufai’nin silsilesi, halifelerindendir. Daha sonra Sarı Saltuk Sultan, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mize 22.50 olmuş fakat bu sadece menkıbelerde geçiyor, bunun tarihi bir vesikası yok. Seni oraya saldık Sarı, manasında ismi Sarı Saltuk diye kalmış fakat muhakkak olan şu, Sarı Saltuk Hz. hangi silsileden gelirse gelsin, Bektaşilikle aynı zevki, aynı irfanı, aynı aşkı temsil ediyor. Dolayısıyla Balkanlarda ilk Ehl-i Beyt yolunu Sarı Saltuk Hz.’nin açtığını söyleyebiliriz. Daha sonra Seyyid Ali Sultan var, malum-u aliniz. Seyyid Ali Sultan Hz.’nin tesiri o kadar ki devlet bile bu tesiri nazar-ı dikkate alıp, büyük vakfiyeler vermiş Seyyid Ali Sultan Dergahı’na. Köyler, koyunlar vs. Yani başlı başına, küçük bir devlet olacak kadar, Seyyid Ali Sultan vakfiyesinin genişliği var ve Seyyid Ali Sultan’dan işte Balım Sultan Efendi’mizi Rumeli’den çıkması, işte Dimetoka’dan buraya gelmiş olması, işte 23.57 Sultan Hz. vs. bunlar Bektaşi zevkini, Bektaşi irfanını, yolunu ilk defa oraya götürmüş olan insanlar. Sonradan, Babagan Bektaşiliği daha ziyade orada tesirli olduğu için, Bektaşilik denince Arnavutların zihninde Babagan Bektaşiliği vardır, Çelebi Bektaşiliğini bilmezler. Hatta Çelebiler var, deseniz, bilmezler. O derece bilmezler. Onlar Babagan’ı Bektaşi sayarlar, kendileri öyle gördüğü için ve Salih Niyazi Dedebaba, Pirevi’ndeki son postnişin olan zat, yani Tekke ve Zaviyeler Kanunu çıktığında…
AA: 25 Kasım 1925’te Türkiye Cumhuriyeti’nde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla beraber Hacı Bektaş Dergahı da kapanmış oldu.
KÖ: Hatta öyle rivayetler var ki dergahtanDedebaba’yı, diğer babaları ve dervişleri dergahın kapısının önüne koydukları zaman, başlarındaki taçlar yırtılıp ayaklar altında ezilmiş ve bunun fotoğrafı da olduğuna dair bilgimiz var. Neyse o hazin bir dönem… Salih Niyazi Dedebaba Arnavutluk’a kaçmış değildir. Yakında bir eserimiz çıkacak, Salih Niyazi Dedebaba ile alakalı, bir kardeşimizin geniş çaplı bir çalışması var, onu neşredeceğiz. Orada, Arnavutluk Devlet Arşivi’ndeki belgeler ışığında, Salih Niyazi Dedebaba hakkında bugüne kadar bilinmeyen pek çok mesele ve cumhuriyetten sonraki Bektaşilik tarihi bilgilerini tazelemeyi icap ettirecek yeni belgeler yayınlayacağız. O kitaptan mülhem olarak şunu söyleyebilirim ki Salih Niyazi Dedebaba, burada artık yol ve erkanı yürütmek imkanı kalmadığı için, o zaman da Arnavutluk’taki Bektaşi dergahları da uyanık olduğu için, oradaki halife babaların ricası ve niyazı üzerine, daveti üzerine oraya gitmiştir. Yoksa buradan kaçtığı filan yok. Oraya gittikten sonra, tabii gene orada da siyasi çalkantılar oluyor. Burada çektiği yetmemiş gibi bir de orada, siyasi meselelerden başına gelmedik kalmıyor fakat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli postunda oturmuş, yani dergahtaki postunda oturmuş son zat Salih Niyazi Dedebaba, biliyorsunuz, şehit edilerek vefat etmiş ve kabr-i şerifi…
AA: 2. Dünya Savaşı’nda…
KÖ: İtalyan faşistler tarafından, evet. Kabr-i şerifi de Tiran’dadır. İşte Salih Niyazi Dedebaba’dan sonra dedebabalık müessesesi Babagan Bektaşiliğinde bir karmaşa meselesi olmuştur. Bunu fakir, arz ettiğim eserin takdim kısmında 60 sayfa kadar tahlil ettim, belgeleriyle beraber. Ondan sonra ihtilafları konuşmak istemem.
AA: Peki oraya gelelim, şöyle bir daha bakalım. Şimdi sevgili hocam, güzel gönül insanı, Balkan’ı gezen naçizane insanlardan birisiyim, Balkan coğrafyasını; Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, ta Budapeşte, Gül Baba’ya kadar nasip oldu, gittik gördük. Bugün bile canlı hatıraları hala mevcut, önemli bir yapısı var. Saygıyla andığımız inanç önderlerimiz var. Selam olsun, Abdulmuttalip dervişimiz var, Makedonya Harabati Baba’da…
KÖ: Eyvallah eyvallah.
AA: En azından 25 yıl boyunca, son 25 yılına tanıklık edercesine bir tekkeyi var eden gerçek bir derviş var. Dervişlerimiz de var, mütehil olsa da… Mücerret, mütehil, önemli değil zaten, gerçek bir derviş olsun… Dediğiniz gibi, halife olsun da yeter. Bu kadar sevilmiş, yayılmış, gelmiş ama hepsi, gözden uzak tutulmasın ki yani Osmanlı sınırları içerisinde, Pir Dergahı’na, Hacı Bektaş Dergahı’na bağlı. Peki o zamanki işleyiş nasıl? Mesela Seyyid Ali Sultan Dergahı, Bektaşi tekkesi, orada bir halife makamı var, Hacı Bektaş Dergahı’na bağlı. Nasıl oluyor? Yani oraya gitmesi, gelmesi… Mesela Hacı Bektaş Dergahı’yla sosyal bağı nasıl devam ediyor?
KÖ: Şimdi efendim, Bektaşiyye’nin Babagan kolunda Âsitane kabul edilen birkaç dergah vardır, yani merkez dergahlar. O merkez dergahların başında halife baba olur. Dedebabanın bulunduğu Hünkar Dergahı var. Abdal Musa Sultan Dergahı Âsitane’dir. Seyyid Ali Sultan Dergahıâsitane’dir. Mısır, Kaygusuz Abdal Dergahı âsitanedir. Kerbela Abdülmühim Baba Dergahıâsitanedir. İran’da İmam Rıza Hz., bugüne kadar bilinmeyen bir malumat bu, belgeleri çıktı, İran’da, İmam Rıza Türbesi’nde bulunan bir Bektaşi babası var, orası imam makamı olduğu için âsitanedir. Daha sonra Hilmi Dedebaba Sultan İstanbul’a teşrif ettiği ve dedebabalığı buradan yürüttüğü için Şahkulu geçici bir dönem âsitane olmuş. Bu âsitanelerdeki halife babalar senede bir defa baş okutmak için dedebabaya giderler veya coğrafi şartlar müsait değilse, dedebabanın tayin ettiği bir halife baba vekaleten gidip o halife babaların başını okur. Aynı Anadolu Alevi erkanındaki görgüden geçme gibi, senede bir defa, hizmet görme veya baş okutma denilen bir erkan var fakat bu dergahların kendi vakfiyeleri vardır, kendi idareleri vardır. Dolayısıyla Hacı Bektaş-ı Veli merkeziyle sadece tarikat hiyerarşisi bakımından bağlılıkları var. Yoksa masrafları kendine, gelirleri kendine, yani kendi kendini idare ederler. Kendi bulundukları coğrafi şartlar ve devletle olan ilişkileri kendilerini alakadar eder fakat tarikata ait bir mesele olursa o zaman Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli postunda oturan dedebabanın sözü, bütün Osmanlı coğrafyasında ne kadar Bektaşi dergahı varsa hepsi hakkında bağlayıcıdır. Ona danışılır, ya bir mektup ya bir elçi gönderilir. Onun sözü tarikata ait bir meselede bağlayıcıdır fakat bunun dışında, dediğim gibi, bütün dergahlar, bütün âsitaneler kendi bulundukları bölgede kendi imkanlarıyla ayakta dururlar. Onun dışında dergahtan bir gelirleri vs. bir şeyleri yoktur, âsitaneden.
AA: Evet. Büyük bir acı, 1826 yılında, 2. Mahmut’un Yeniçeri askeri birliğini, ocağını, kışlasını kapatırken, Bektaşiliği de yasaklaması olayı, 30 yıldan daha evvel ya da 60 yıl mıydı, daha erken olanlar yıkılacak. Tarihi olanların bir kısmı kalacak ama onlar da tahrip ediliyor. Babalar sürgün oluyor, dervişler sürgün olur.
KÖ: Hatta idam oluyor.
AA: İdam olanlar var. Kıncı Baba’dan bahsetmiştik, Üsküdar’yız ki bu yaklaşık 500 yıllık bir süreç. Ondan bugüne de devam ediyor, 1925’te yasaklansa da Balkanlarda bu sefer devam ediyor, burada da dedebabalık, Türkiye’deki sistem devam ediyor. Şu son serencamı içerisinde en azından bir iki tane örneği canlandırarak, yüzyıllar boyunca hiçbir rengi, inancı, dini, dili ayırmaksızın herkese kucak açan, herkesi mihman kabul eden, yolda kalmışların gidip yardım almış olduğu bir gönül otağı, Bektaşi tekkeleri ve dergahları. Tarumar ediliyor, büyük bir haksızlıkla. Peki hiç Mısır gündeme gelmiyor, sizin de yayınevinizden çıkan, büyük bir beğeniyle okuduğum bir kitabınız var, kitap var buradan çıkan, Mısır’da durum neydi? Bir de sizin özel bir ilginiz de var, haklı olarak, Şahkulu Sultan Dergahı’ndaki en son dedebaba, Hilmi Dedebaba üzerine neler söylersiniz? Bir de mürşidim dediğiniz, yol önderi, Avni Özöz?
KÖ: Evet ilk mürebbiim.
AA: O zaman bu üçünü söyleyerek durumu özetleyelim. Yani bir Mısır, farklı bir coğrafya, Şahkulu İstanbul, bir Eyüp Sultan ve en son…
KÖ: Şimdi efendim, 2. Mahmut’un, Yeniçerilerle ilişkileri olması münasebetinden yola çıkarak Bektaşiliği yasakladığına dair kalem oynatılıyorsa da fakirin kendi 32.46 elde ettiğim netice ve kanaat-i acizanem şu ki Bektaşiliğe karşı olan durum, bakış, hareket, Yeniçeriler bahane edilerek ortaya konmuştur. Esas burada maksat, Ehl-i Beyt’e ait olan erkanı, yani onların tabiriyle söyleyeyim, gayri-Sünni olan bir tarikati lağvetmek, mesele budur. Yani daha da Türkçesini söyleyeyim, biz burada Kızılbaş görmek, Alevi görmek, İstanbul’un ortasında Hüseyni fahir ile dolaşan adam görmek istemiyoruz. Kanaatim bu, kendi şahsi sözüm bu. Kabul edilir, edilmez, ayrı mesele çünkü bunu nereden çıkartıyoruz? Yalnız Bektaşi babalarına bu zulüm yapılmadı, Bektaşi babalarıyla aynı itikadı paylaşan diğer tarikat mensuplarına da aynı şey yapıldı. Mesela bir Bedevi şeyhi var, İstanbul’da, Bektaşilikle itikadı aynı zeminde olduğu için, meydanında 12 İmam’ın ismi kubbeye nakşedildiği için bu zatı zulmetmişler. Efendim, Neccarzade Camii vardır Beşiktaş’ta, o zamanın meşhur şairleri, arifleri orada toplanırlar, Kethüdazade Arif Efendi Hz. var, Bektaşilikle hiç alakası yok, bu zat bir Hamzavi’dir fakat inancı ve dünya görüşü Bektaşilerle paralel olduğu için, hatta oradaki bazı Alevi Nakşibendiler vardır, şimdi bu başka bir bahis mevzuu, onların bile Bektaşi diye almışlar içeri. Arz etmek istediğim, mesele eğer Yeniçerilerle Bektaşiliğin organik bağı olması üzerinden olsa, bunlara niçin dokunuyorlar? Bedevi’yle ne işin var senin, Hamzavi’yle ne işin var, diğer tarikat mensuplarıyla ne işin var? Bektaşilerle aynı görüşleri paylaşan kimseleri istemiyorlar. Dolayısıyla böyle bir zulüm zamanından sonra, büyük İstanbul’un Bektaşi babaları sürgün edilmiş, hatta Hisar Bektaşi Dergahı postnişini Büyük Mahmut Baba, ulemanın, tırnak içinde söylüyorum bunu, Ehl-i Sünnet ulemanın yoğunlukta olduğu bir Anadolu şehrimize gönderilmiş. Başında Hüseyni fahir ile giden zattan, ayda bir defa İstanbul’a rapor gönderiyorlar, bu zat düzeliyor mu, Sünni çizgiye geliyor mu, eski fikirlerinden vazgeçti mi filan ve yaşı ileri bir zat. Daha sonra hazret İstanbul’a geldiğinde, başında ulema sarığıyla geliyor. Onun el yapma, çizilme bir resmi vardır, bakarak çizilmiş, yaşlı zamanında başında Bektaşi tacı yok da ulema sarığı var. Mecbur ediyorlar çünkü. Başında sokakta Bektaşi tacı gördükleri adamı yaşatmıyorlar, istemiyorlar. Hatta hangi tarikatlar Bektaşilerle ortak cihazları varsa, Sultan Mahmut’un fermanı vardır, sokakta hangi tarikat şeyhi, hangi derviş, ne giyecek, Bektaşilerle ortak bir şeyi varsa onu kaldırmış. Mesela “teslim taşı”, bütün Alevi tarikatlerde vardır, 2. Mahmut bunu kaldırmıştır. Bunlar teferruatlı meseleler. Gelelim Hilmi Dedebaba Sultan’a.
AA: Mısır’dan mı gelelim?
KÖ: Mısır’dan gelelim.
AA: Mısır’ı da o zaman arkadaşlarımız bir şey yapsın, dedebabamızın resmini bir gösterelim. Bir de kitabı da kolayında varsa… Onun en azından resmini gösterelim.
KÖ: Ahmet Sırrı Dedebaba, sultandır. Fakirin, pederimin ismini koyan, babaannemle dedemin mürşid-i evveli olan zat, bizim ailemizin manevi büyüğü.
AA: Burada hemen, demin söyledik…
KÖ: Hilmi Dedebaba Sultan’ın gençlik resmidir bu. 28 yaşında dedebabalık postuna oturduğu zaman çekilmiş bir fotoğrafıdır. Babagan Bektaşiliği tarihinde, 28 yaşında dedebaba postuna oturmuş, yani pir postuna oturmuş ikinci kişidir. Birincisi Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizdir. Bir rivayete göre, Anadolu’ya geldiklerinde 28 yaşındaymışlar. İkinci ve en son olarak da Hilmi Dedebaba Sultan’dır. 28 yaşında dedebaba postuna oturmuştur. Bu o yaşlarda alınmış bir fotoğrafı.
AA: Bir de Avni Baba’mızı da gösterelim. Öyle sırasıyla bahsedelim biraz.
KÖ: Efendim bu zat, tam ismiyle söyleyeyim, Halife Hüseyin Musa-i Kazım Avni ÖzözBabaerenler. Efendim bu zatın bel babası, zahirdeki babası Ali Cemali Baba’dır, Giritli postacı Ali Cemali Baba derler. Halife babadır. Efendim, bazı yazarlar bilmiyorlar, işte canların seçimiyle filan… Öyle bir şey yok, Hilafetname’si elimizdedir, ispat edilebilir. Seçimle filan değil, Hilafetname sahibi kimsedir.
AA: Evet. Sevgili üstadım, gerçekten ben de büyük bir beğeniyle, merakla okudum, nefesleri de okudum. Hatta gönlüm coştu, bir gün Mısır’a gider miyim, hatta ve hatta, Mısır’da gazetecilik yapan bir İran kökenli arkadaşımla da konuşmuştuk. Nasip olmadı. Bir gün nasip olur. Gerçi kabrine de ulaştırmıyorlarmış ama uzaktan da olsa niyaz ederiz Kaygusuz Abdal’ımızı ve tabii ki Ahmed Sırrı Dedebaba’yı. Evet dostlar, Mısır’da da Bektaşilik var, üstadımızdan dinleyelim ve bu konuyla da ilgili bir kitabımız var. Şöyle, ben veya üstadımız göstersin ya da detaylarıyla veririz. Evet, Mısır’da Bektaşilik, Ahmed Sırrı Dedebaba?
KÖ: Efendim, AhmedYesevi Efendimizin halifesi Abdal Musa Sultan, aynı zamanda Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’mizden de hilafet almış, ona bağlanmış, biliyorsunuz. O Kaygusuz Sultan’ı yetiştirip Mısır’a göndermiş. Mısır’a Bektaşiliği ilk götüren Kaygusuz Sultan’dır. Onun da uzun meseleleri var, bu kitabın içinde de var, nasıl gitmiş, niçin gitmiş, nasıl orada kendisine dergah kurmuş. Nihayet, orada Babagan Bektaşiliği devam etmiş ve o dergahın son postnişini, Arnavut asıllı Ahmed Sırrı Dedebaba’dır. Efendim, bu kitap da Ahmed Sırrı Dedebaba’nın, aslı Arapça olan eserinin Salih Çiftbey tarafından Türkçeleştirilmiş halidir. Fakir, tashihlerde bulundum, görsel olarak yardımcı oldum, bir de sondaki nefesleri biz hazırlayıp kitaba ekledik.
AA: Şimdi, düşünebiliyor muyuz, 1950’li yıllara kadar Mısır’da Bektaşilik yaşamış. Birçok insan bilmiyor, duymuyor tabii. Sevgili izleyenlerimiz içinde de ilk defa duyacaklar var, o yüzden heyecan veriri.
KÖ: Hatta, sözünüzü kestim, kusura bakmayın, Ahmed Sırrı Dedebaba’nın Mısır’da olduğunu bilip, nasip almak için İstanbul’dan Mısır’a giden insanlar var. Düşünebiliyor musunuz, Mısır’da bir Bektaşi babası var, İstanbul’da bulamadık, diyen kimselerden, Mısır’a gidip nasip almış kimseler var veya Ahmed Sırrı Dedebaba Türkiye’ye gelip, buradaki kalan Bektaşilerle görüşüp, onların dervişleri varsa babalık vererek vs., tekrar yolun Türkiye’de canlanmasına Ahmed Sırrı Dedebaba vesile olmuştur.
AA: Bir de gösterelim, kitabımızı da şöyle, nurlu cemallerini de. Bir de sizi etkileyen, tabii ki bütün Bektaşi camiasının en önemli simge isimlerinden, Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’mızve sizin de bir yayınladığınız Divan var, bu da çok önemli bir tarihi eser aynı zamanda.
KÖ: Efendim bu Hilmi Dedebaba Sultan’ın Divan’ının ilk eksizsiz ve imla hatasız, mümkün olduğu kadar tabii, nüshasıdır. Efendim, Bektaşilikte pir Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli Efendi’miz, pir-i sani Balım Sultan Efendi’miz olarak anılır değil mi? Kanaat-i acizanem, fakirin itikadım ve imanım o ki eğer Bektaşilikte 3’üncü bir pir, yani pir-i salis olsa o Hilmi Dedebaba olurdu. Hilmi Dedebaba’yı anlatmakla bitmez. Yalnız şu kadar bir antiparantez arz edeyim, Hilmi Dedebaba’nın Nakşilikten geldiği bilgisi doğru değil. Bunu belgeleriyle ispat edebilirim. Evet bunu geçelim isterseniz, başka meselelere.
AA: Meselemiz bu, bir de Hüseyin Avni Özöz, benim de tanıdığım, çok sevdiğim, Baba Sultan ve dolayısıyla demek ki halka devam ediyor, yani yol sürüyor, yol devam ediyor.
KÖ: Vallahi bilmiyorum. Ben bilmem. Fakir sadece sürdürdüklerini gördüğüm kimselerden bahsedebilirim.
AA: Eyvallah, işte onu diyorum.
KÖ: Bugün kim var, ne var bilmem. Efendim, Hüseyin Avni Babaerenler edebiyat mezunudur. Orhan Seyfi Orhon hocasıdır. Bektaşi halifelerinden Ali Cemali Baba’nın oğludur. Babasının huzurunda tabii ilk feyzini almış ama belli yaştan sonra bu yola intisap etmek üzere manevi bazı haller yaşamış. Fakir kendilerinin, eh yaşlıca zamanları denilebilir tabii, 60’lı yaşlarını sürerken huzurlarında bulundum. Efendim, herkes kendi sevdiğini en üstün görür, bu insani bir histir, insani bir temayüldür, dolayısıyla, fakir, başkalarını bilmem, herkesin babası kendine iyidir ama Bektaşiliği nükteleriyle, irfanıyla, gözyaşı ile, bilgisiyle, kendi gördüklerim arasında, son temsilcisi desem sezadır. Belki seyircilerimizden buna kızacak olanlar olabilir ama kızmasınlar, dediğim gibi, herkesin babası kendine sevimlidir. Fakire göre son Bektaşi babası, halife babası Avni Babaerenler’dir. Ne anlamda? O feyzi, o maneviyatı, o ruhaniyeti ve o donanımı karşı tarafa duruşuyla bile, mimikleriyle bile aktarabilecek derecede arif bir zat idi. Himmetleri üzerimize sayeban olsun. Fakir, eğer bugün Ehl-i Beyt yolu namına, erenlerin yolu namına bir şey biliyorsam, bunun ilk nüvesini, fakire bu malumatı, bu feyzi ilk veren, ilk defa Hüseynî Matem’in nasıl tutulacağını bana öğreten, muharremde ne oldu diye karşılıklı ağladığımız ilk zat Avni Babaerenler’dir. Dolayısıyla ömrümün sonuna kadar Ali yolunun ilk aşısını bana yapan zat olması münasebetiyle kendilerine her zaman medun-u şükran olacağım.
AA: Eyvallah, ne güzel böylece iki bölümü tamamlamış olduk. Daha nice nice saatler boyunca sizden yararlanmamız gerekiyor, öyle anlaşılıyor çünkü bilgi birikiminiz var, inancınız var, yüreğiniz var, geleneği yaşatıyorsunuz çünkü bu yol geleneksel bir yol. Yol diyoruz, gidilen bir yol ve atalardan, dedelerden alınmış emanetler var. Manevi emanetler var, maddi emanetler var. Dolayısıyla bizim bunları aktarmamız da bir görev, bir yayıncı olarak ama dünyanın dört bir tarafında, Bektaşiliğin ne olup olmadığını, nerelerde yaşadığını, hangi inanç önderlerinin olduğunu, bu konuda hangi kitapların yazıldığını da sık sık soranlar var. Böyle bir ilgi de var. Ben Avrupa’da gezdiğim yerlerde de görüyorum, mutlu da oluyorum çünkü kendim, zaten sizin de buyurduğunuz gibi, Alevi yolunun bir koludur, ayrı değildir. Bu yolda bir aşık olarak biz de hizmet etmeye çalışıyoruz. Cümle canlara, cümle erenlere selam olsun, bu yolu sürdürenlere, sürdürme gayretinde olanlara. Gönüllerinde aynı ışığı, Bektaşilerin güzelliklerini, erdemlerini yaşatanlar aşk olsun, size de çok teşekkür ediyoruz. Hanenizi, dergahınızı, yayınevinizi bize açtınız, bilgilendirdiniz. Güzellikler sundunuz. Arzu canımıza, derviş canlarımıza şükranlarımız vardır. Sizlere sağlık, mutluluk, güzellikler diliyoruz. Sağ olun, var olun.
KÖ: Fakir de şahsınızda, gerek buradaki ekip arkadaşlara, gerek bunu yayınlamak hususunda hizmeti geçeceklere çok teşekkürler ederim. Ayrıca bizi seyretmek lütfunda bulunan cümle canlara da aşk-ı niyaz ederim.
AA: Eyvallah. Evet sevgili dostlar, bir programımız daha nihayetlendi. Bektaşiliği araştıran, bu büyük dergahının içerisinde yaşayan, var olan ve bir geleneğin temsilcisi olan, bir gelenekten gelen Kahraman Özkök’le iki bölüm halinde söyleştik. Bektaşiliğin değerleri, Balkanlarda Bektaşilik, tekkeler, dergahlar, yol, erkan üzerinde durmaya çalıştık. Özellikle Mısır’da da Bektaşiliğin olduğunu, İmam Rıza Dergahı’nda da Bektaşi tekkesi olduğunu, tabii Kerbela’da Bektaşi tekkesi olduğunu öğrendik, biliyoruz ve sizlere bunu ulaştırmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ne güzel ki bu bilgiler size ulaştıkça ki bilgileriniz tazelenecektir, yeni bilgi edinenler de merak edip daha çok araştıracaktır. Okuyacaktır, soracaktır, böylece bu güzellikler gençlerimize ulaşacaktır. Sizlere, sürç-i lisan etmeden bir şeyler aktarabildiysek ne mutlu bizlere. İki programımızı Üsküdar’dan yaptık. Dolayısıyla emek veren, can olan Can TV’nin emektarlarına, buraya kadar gelen sevgili Murat’ımıza, Eylem’imize ve yayında emeği geçen herkese şükranlarımız vardır. Yeni programlarda buluşmak dileğiyle, hoşça kalın efendim.
(CAN TV. / 03. 04 2019 – 15. 05. 1919)