İZZETTİN DOĞAN'LA BEŞİNCİ SÖYLEŞİ YILBAŞI SOHBETİ

İZZETTİN DOĞAN’LA

YILBAŞI SOHBETİ

 

Ayhan Aydın

 

 

Sevgili Cem Radyo dinleyicileri merhaba, ben Ayhan Aydın. Bir Dosttan Dosta programında daha sizlerle beraber olmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyorum. Dosttan dostta sohbetler 2001 yılı boyunca devam etti, 2002 yılı boyunca da umuyor ve diliyoruz ki devam edecek.

Sizlere barışı, dostluğu, kardeşliği ilke edinmiş akademisyenleri, bilim adamları, araştırmacıları, dedeleri, babaları, ozanları ülkemizin aydınlık insanlarını geçtiğimiz yıl içinde taşıdık; bu yılda taşıyacağız, evlerinizde, otomobillerinizde, Balkanlar’da, Anadolu’da, Avrupa’da o güzel insanlarla, güzel sohbetlerle sizin hayatın dertlerinden, kederlerinden, tasalarından uzak, inancımıza kültürümüze dönelim, saatler geçirmeniz için çalışacağız, çaba harcayacağız. Bir yılın son günündeyiz ve 2001 yılının son programındayız.

Bugün Dosttan Dostta programının çok özel bir konuğu var,  bu değerli konuğumuzla 2001 yılına ilişkin genel değerlendirmelerde bulunacağız ve 2002’ye adım atarken sizlerin duygularına, düşüncelerine tercüman olmaya çalışacağız.

Sevgili Cem Radyo dinleyicileri bugünkü konuğumuz sizlerin gönlünde filizlenen, sizin en çok sevdiğiniz isimlerden birisi olarak yüzyıllar öncesinden gelen büyük bir inancın ve geleneğin temsilcisi bir isim; Prof. Dr. İzzettin Doğan.

Gönlünüzde, düşüncelerinizde, duygularınızda yaşattığınız bir lider, bir önder, bir inanç insanı, bir bilim insanı.

 

Hoş geldiniz programımıza efendim.

 

Hoş bulduk Ayhan Bey.

 

Hocam acısı ile tatlısı ile 2001 yılını geride bırakıyoruz ve sizin hem yeni yılla ilgili görüş ve düşüncelerinizi almak hem de geçmiş yıla ilişkin değerlendirmelerinizi yine sizden dinlemek istiyoruz.

 

Gerek dünyada, gerek ülkemizde olağanüstü gelişmeler yaşandı  geçtiğimiz yıl; saldırılar, öldürmeler, savaşlar, cinayetler, kıyımlar... devam etti. Maalesef hiç de iç açıcı bir görüntü değil bu tablo. Bu fotoğrafların arkasında yatan gerçekler, geçmişe dönüp şöyle bir baktığınız zaman hep olumsuzluklar çağrıştırıyor bize. Tabi ki ekonomik kriz, 11 Eylül saldırısı, Afganistan derken çok olumsuz bir tablo çıktı.

Genel olarak uluslar arası ilişkiler konusunda Türkiye’nin belli başlı uzmanlarından birisi olarak da stratejik açıdan dünya devletlerinin izlediği stratejilerde, politikalarda değişikliklere yol açabilecek gelişmelerin yaşandığı böylesi bir yılın ardından dünyayı,  genel sistemi nasıl değerlendiriyorsunuz, insanoğlu nereye gidiyor nasıl bir değişimi simgeliyor, özellikle 11 Eylül’e bakarsak bu gelişmeler?

 

Çok geniş bir soru sordunuz onun için de cevabı çok kısa ve açık vermeye çalışacağım.

İnsan aslında her şeyin aynası, Hacı Bektaşi Veli, “ne ararsan kendinde ara” ve “kendini tanıdıkça Tanrı’yı tanırsın” demiştir bu çok sade ama üzerinde düşündüğün zaman sadece bir yıl boyunca değil geçtiğimiz, yaşadığımız tüm yılları ve ileride yaşayacağımız yılların analizini yapacak çok önemli anahtarları da veriyor bu cümle. Meseleyi böyle aldığımız zaman geçtiğimiz bir yıl içinde sizin haklı olarak çizdiğiniz tablo insanda birtakım sonuçlar çıkardığı zaman çok da olumlu bir sene olarak kabul edilir, çünkü bu bakış açısına bağlı.

Eğer gerçekten imajı ortaya çıkan resim, sizinde söylediğiniz gibi insanların birbirini boğazladıkları, Ortadoğu’da olduğu gibi yada Güneydoğu Asya’da insanların birbirini kestiği, gerillanın Venezuelya’da olduğu gibi yada Amerika Birleşik Devletleri’nde, 11 Eylül’de tanık olduğumuz olayda görüldüğü gibi binlerce insanın birkaç dakika içerisinde öldürülmüş olması yada dünya dengelerinin artık bozulabileceğinin, silahların yalnız devletlerin elinde değil, kişilerin de elinde bulunabileceği kitle imha silahlarının artık devletlerin tekelinde olmadığı bazı varlıklı kişilerin de ellerinde olabileceği ve onların kendi düşlerinde kurdukları imaja uygun bir dünya yaratmak istediklerinde insanın aklına gelmeyen, devlet örgütlerinin en gelişmişinin bile aklına gelmeyen noktalara doğru yöneldiklerinin tipik örneklerini yaşadık 2001 yılında.

Bu açıdan baktığınız zaman 2001 yılı aslında insanlığın ders alabileceği ve toplumların gelişmişlik sürecinin nereye vardığını ve oraya varırken de hata yaptıklarını uluslar arası sistemi yeniden daha sağlıklı biçimde değerlendirmeye yarayacak olan çok önemli ipuçlarını da içermiştir. Bu açıdan baktığımız zaman Amerika Birleşik Devletleri gibi kendisini masun kabul eden yani, her şeyinden uzak bir koruma kabul eden ve dünyada olabilecek olayları kendi ülkesinin dışında kabule hazırlanacak bir uluslar arası stratejiyi dünyada uygulamaya çalışan bir devletin ve bugüne kadar tarihin gördüğü en büyük, süper gücün büyük bir yanılgı içinde olduğu ortaya çıktı.

Bugün yaşadığımız dünya herkese ait bir dünya olduğu, hiç kimsenin masun olmadığı yani okyanusların bile devletleri dokunulmaz hale getiremediğini insan aklının, insan beyninin başkalarının aklına gelmedik çözümlerle insanlığı berhava edebilecek, dünyanın en büyük gücünü beyninden vurabilecek, Pentagon’u altında girecek üstünden çıkacak yada onların müthiş ekonomik güçlerinin sembolünü oluşturan İkiz Kuleleri birkaç dakika içinde yerle bir edecek bir akıl gücüne de karşı akıl gücüne de sahip olunabileceğini ve devletlerin olayı uluslar arası güvenliği artık başka açıdan değerlendirmeleri gerektiğini yani bencil değerlendirmelerle eğer ben kendimi güvenceye almışsam başkası önemli değildir, yaklaşımlarının yanlış olduğu yani dünyaya bir taraftan siyasetten globalleştirirken, ekonomik olarak globalleştirirken değerler itibarı ile insanlığın bir bütün oluşturduğunu ve onun önlenemeyeceğinin açık bir delilini oluşturmuştur ve hiçbir delil, hiçbir olay 11 Eylül kadar insanlığın bugüne kadar yaşadığı değerleri yeniden gözden geçirmesi zorunluluğunu yükleyecek kadar önemli olmamıştır.

Bugün şunu görüyoruz gayet açık ve net bir biçimde, Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik gücü, askeri gücü, siyasal gücünün Usame Bin Ladin denen bir zatın örgütlediği bir örgütle hem de kişisel bazda örgütlediği bir örgütle Amerika’nın altından girip üstünden çıkabileceğinin örneğini verdi, burada insanoğlunun çıkartması gereken ikinci bir ders ise, hiçbir dünya devinin, devletinin kendisini diğerlerinden soyutlayarak bir güvenceye kavuşamayacağını ortaya koyduğu gibi eğer siz ekonomik refahı insanlığın tümüne yaymazsanız, ben zengin olayım da, varlıklı olayım da başkası hiç önemli değil ama bu başkasının sırtından da olmuş olsa, başkasının sömürüsü ile olmuş olsa bile hiç önemli değil diyen yaklaşımın insanlığı hiçbir zaman huzura götüremeyeceğini ve insanlığa hiçbir zaman güven getiremeyeceğini ortaya koydu.

Amerika Birleşik Devletleri’nin eski başkanı Bill Clinton’un dün BBC’de uzunca süren bir konuşmasını dinledim ve tabi ilginçti diyor ki, “biz şu anda günde bir milyar dolarlık bomba atıyoruz, bir askeri harcama yapıyoruz Afganistan için” bunun manası şudur; 12 ayda 12 milyar doları biz bomba atma ve bomba imali ile yapacağımız masraflar ama eğer biz bu 12 milyar doları o bölgelerdeki yoksulluğun kalkınmasına sarf etmiş olsaydık belki ne bunlar olmayacaktı, ne de dünya böyle bir olaya tanık olmayacaktı, bu teşhis çok önemli bir teşhistir.

Bill Clinton’un teşhis etmesi çok önemli ama çok da acı, neden acı; Amerika Birleşik Devletleri eğer bunu görecek durumdaydıysa çünkü bunu sadece bugün değil, hepimiz her gün söylüyoruz; İnsanlık Alevi İslam’ın ifade ettiği gibi yani tanrısal bir zerrenin zerrecikleri olarak kabul edilse ve hepsi aynı sevgiye ve saygıya layık görülse ve onun içinde bir ülkedeki zenginlikler ve kalkınmışlıklar başkalarını da kucaklayabilecek şekilde paylaşılabilse en azından belli bir süreç içerisinde onların da sizin imkanlarınıza yetişecek noktaya gelmesi için bir uluslar arası sistemi kurabilseniz o uluslar arası sisteme sizin kendi aktaracağınız fazla varlıklılarla, yaşam standartlarını yaşanabilir, başkalarının servetinde yada varlığında gözleri kalmayacak noktaya getirebildiğiniz gün, dünya gerçekten de barış içinde yaşayan ve bu tür kitle imhalarının olmayacağı bir dünyayı yakalamak imkanını bize verir.

Bu açıdan baktığınız zaman 11 Eylül 2001 insanlığın ve özellikle toplumları yönetenlerin, yani bugün onu yönetenlerin var oldukları en üst nokta devlet dediğimiz kurumdur. Devletleri yönetme sorumluluğunu yüklenenlerin alacakları çok önemli dersler vardır, bu derslerin başında da dünyanın siyasetten ve ekonomik olarak globalleşmesi ve o refahı aynı şekilde dağıtamıyorsanız  ve yeryüzünde paylaşamıyorsanız o paylaşımı engelleyen hatta köstekleyen bir mekanizmaya doğru gidiyorsa dünyadaki bütün bu insanoğlunun gelişmesi onu mutluluğa değil tam tersine çok daha büyük tehlikelere götürebileceğinin işaretini vermiş o açıdan 2001 bilimsel açıdan baktığımız zaman çok zengin bir yılı ifade ediyor. Bize getirmiş olduğu ızdıraplar, getirmiş olduğu kavgalar... globalleşme karşıtlarını gördük hepimiz zaman zaman ve bu da gelişmiş ülkelerde çıkıyor, kavga orada da var ama oradaki kavga insanlık için yapılan bir kavga yani gelişmiş ülkelerin servetlerinin bir kısmını az gelişmiş ülkelere aktararak globalleşme ile daha da fakirleşecek olan böylesine bir gelişmenin önünde durmaya çalışan bir kavga.

Bütün bunlar bize 2001’in doğru yönetmesini bilenler için yada yönetenlerden olaylardan ders çıkarmasını bilenler için fevkalade zengin, fevkalade öğretici bir yılı ifade etmiştir bu insanlık açısından belki 2001 için çıkartabileceğimiz sonuçlar, yapabileceğimiz sorunlar.

 

Sayın hocam Türkiye için neler söylersiniz?

 

Türkiye’mize geldiğimiz zaman 2001 yılı için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz; beni yakından tanıyanlardan birisiniz, ben hayatımda karamsarlığa hiç yer vermedim çünkü başlı başına var olmak Tanrı’nın büyük bir lütfüdür, eğer var iseniz, eğer o varlığı hissediyorsanız kendinizin bilincindeyseniz bu başlı başına büyük bir servettir, karamsar olmak için hiçbir neden yoktur, ondan ötesi büyük bir detaydır, ayrıntıdır. Bunu böyle kabul ederseniz Türkiye’den olup bitmiş olanlar da bizi ne kadar üzmüş olursa olsun aslında çıkartılacak dersler bakımından fevkalade öğretici olmuştur.

Mustafa Kemal’in kurduğu bir devlet modelinin hem de 600 yıllık bir imparatorluğu her tarafından adeta bir leşe hücum eder gibi devletlerin sağından, solundan, ortasından, kuzeyinden, güneyinden girip parçaladıkları, paramparça ettikleri, işgal ettikleri, ordusunu terhis ettikleri bir ülkede yepyeni güçlü, herkesin saygı duyacağı yeni bir devleti ortaya çıkarmış olan Mustafa Kemal ve arkadaşları halkının tümünü arkasına alarak Türk’ü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Alevi, Sünni, Şafii, Hambeli herkesi yanına alarak bir yumruk indirip dünyanın en güçlü devletlerinden birisini kurmasının üzerinde 78 yıl geçtikten sonra 2001 yılında yani halen şu saatlerin içinde yaşadığımız yılda bu noktalara getirmiş olması, bankalarının içinin boşaltılmış olması, kamu düzeninin insanların sağ duyusu ile ancak ayakta kalabilmesi o yasaların etkinliğini yitirmiş olması, hiç kimsenin yasadan dolayı değil, akıl ve sağ duyu ne ise onu yapmaya çalıştığı yasaların adeta gücünü tükettiği bir devlet haline nasıl geldiğinin maalesef bu hale nasıl düşmüş olduğunun ancak 2001 yılında başımıza gelenlerle görme imkanını bulduk ve işin ilginç yanı bu uluslar arası sistemden bağımsız Türkiye’nin kendi koşullarına özgü ortaya çıkmış olan bir netice idi.

Bu neticeyi biz yıllardan beri istediğimiz kadar söylemiş olalım hiç kimsenin aldırış etmediği herkesin bu hocalarda böyle romantik olurlar, işleri abartır, gibi sözlerle geçiştirip gittikleri bir dönemde Türkiye’nin başına gelenler üstü örtülemeyecek, bir devletin yönetiminin Mustafa Kemal’den bu yana 35 yıldır aynı kadrolar yönetir, devlet modelinin ancak bu kadar kötü olabileceğinin örneklerini devletin tüm kurumları dibe vararak Türk halkına göstermiş oldu.

Buna rağmen neden karamsar değilim? Çünkü gücün asıl sahibi halktır, halkın kendisi o gücün bilincine yeniden varıp da o modelin yani kendisini dünyanın en güçlü devleti birisi haline getiren bu devletin modelindeki erozyondan dolayı bu hale geldiğinin halk bilincine varırsa Türkiye çok kolay biçimde bu krizi değil çok daha derin krizleri inşallah olmaz ama en derinlerini atlatabilir. Bunun tipik delilleri şudur; İstiklâl Şavaşı’nın yapıldığı dönemleri düşünün yani ülke işgal altında, ordu terhis edilmiş, silahları alınmış, fakirlik, sefalet diz boyu, ekonomi diye bir şey yok ama böyle bir dönemde dahi idealist bir kadro ortaya çıktığı zaman dünyanın en güçlü devletlerinden birisini kurabiliyor ve bugün çok şükür o noktalarda değiliz.

Mustafa Kemal döneminin sıfıra gelmiş, hiçbir şeyi olmayan ülkesinin yerini bugün bütün zorluklara rağmen 80 milyar dolar civarında dış ticaret hacmine ulaşmış bir Türkiye var. İthalatını ve ihracatını üst üste koyduğunuz zaman bugün 90 milyar dolara doğru gidiyor, 90 milyar dolara yaklaşan üreten bir Türkiye var. Dünya pazarlarında rekabet gücünü az da olsa sahip olsa bir Türkiye var.

Böyle bir Türkiye iyi yönetildiği zaman yani Mustafa Kemal’in koymuş olduğu kurallara sadakatle bağlı kalıp, nedir o koyduğu kurallar; laik yapıya sahip devlet modeli yani devletin işlerine sadece akıl ve bilginin egemen olduğu, din işlerinin devletin işlerine referans olarak alınmadığı, dinin kişi ile Tanrı arasındaki mesele olarak kabul edilip onların toplumun siyasal mekanizmaların çalışmasına yansıtılmadığı bir devlet modeliyle yönetilen bir  Türkiye, çok hızlı bir biçimde bu yaralarını sararak bugün dünyanın en ileri, gelişmiş ülkelerinden birisi haline yeniden gelebilir, getirilebilir.

 

Dünya ve Türkiye’ye çok güzel bir perspektif çizerek baktık. 2001’de olan olayları genel değerlendirme ışığında aydınlatmaya çalıştık, sizlerin güzel fikirlerinizi aldık.

Bu bölümde özellikle Alevilik, Bektaşilik konuları üzerinde durmak istiyorum, Cem Vakfının bu konular üzerinde çok önemli çalışmaları var.

 

Sadece Alevilik, Bektaşilik değil, bunların ayrılmaz bir parçası olan Mevlevilik de var. Mevlevilik her zaman kenarda kalıyor, halbuki bunların üçü aynı ağacın meyveleridir yani gövde aynıdır. Hz. Muhammet, Kur’an, Hz. Ali’dir, yani bu üçünün ortak yorumudur, Mevlana’yı Yunus’tan, Yunus’u Mevlana’dan, Mevlana’yı Hacı Bektaşi Veli’den ayırt edemezsiniz. Bunların her üçü de aynı düşüncenin ve İslam’ı, Kuran’ı, Tanrı’yı, insanı iç içe gören anlayıştır, cebir ve şiddeti reddeden, sevgi ile Tanrı’ya varılabileceğini ifade eden anlayıştır.

Onun için mümkün olduğunca artık iyice belleklerinize işleyin bu konuları Alevilik, Bektaşiliğin olduğu her yerde Mevlevilik vardır, Mevleviliğin olduğu her yerde Alevilik, Bektaşilik vardır bu üçü birbirinden ayırt edilemez. Buna insanların artık kendilerini iyice alıştırmaları gerekiyor ki bu konudaki yanlış spekülasyonlar önlensin, engellenebilsin.

2001 yılını Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz diyorsunuz, onu değerlendirmek için şunu söyleyebilirim; Türkiye’yi yönetme sorumluluğunu yüklenenler öylesine yanlış içerisinde bu ülkeyi yönetmeye devam ettiler ki 2001 yılında tümü ile devletin kurumlarını ve o kurumların işleyiş biçimlerinin dibe vurulduğu görüldü yani her tarafın bir soygun içinde kaldığı, değerlerin tümü ile bir erozyona uğradığı devlet hayatında idealizmin kalmadığı herkesin kendi imkanlarını kullanmak sureti ile mümkün olduğunca devletin çarkından kendisi için çıkarlar sağlamaya çalıştığının adeta tanıklığını yaşadığımız bir yıl oldu 2001 yılı.

Bu açıdan baktığınız zaman Alevilik açısından, Alevi-İslam anlayışının, bu hem Bektaşiliği hem de Mevleviliği kapsıyor biliyorsunuz, Alevi kelimesini kullandığımda üçünü de ifade etmek için kullanıyorum, bu manada baktığınız zaman 1997’de Hacı Bektaş da devlet adına Türkiye Cumhuriyeti hükümetini temsil edenlerin verdiği sözlerin hiçbirisi yerine getirilmedi aslında yerine gelmesini beklemiyorduk çünkü bunların ayakta duracak halleri yok değerler sistemi itibarı ile, bir devleti yönetme becerisi itibarı ile eğer olsaydı Türkiye zaten bu hale gelmezdi.

Biz her şeye rağmen umutlarımızı kırmadan bunun mutlaka gerçekleşebileceğini çünkü anayasanın hükümlerinin çok açık olduğunu insanlar bunu istediği kadar bunu ihmale getirsinler, istediği kadar siyasette bunu kurnazlık kabul etsinler, yada beceriksizlikleri sebebi ile istedikleri kadar anayasanın o hükümlerine el atmak cesaretini ve becerisini gösteremesinler yinede gerçek reddedilemeyecek kadar çıplaktır, yani Türkiye’de Atatürk’ün kurduğu laik yapılı devlet modeli bugün önemli ölçüde yara almıştır, bugün devletin çok önemli kaynakları belirli bir ruhban sınıfını adeta beslemek üzere ayrılmaktadır ve bu ruhban sınıfı da Atatürkçü Cumhuriyetin yıkılmaması için herhangi bir çaba sarf etmiyorlar diyebiliriz.

Diyanet İşleri Teşkilatı dediğimiz teşkilat 113 bin kişiye varan personeli ile bu yıl 550 trilyona yaklaşan tahsisatı ile hem demokrasinin Türkiye’de gelişmesini önleyen ve dinsel referansları mümkün olduğunca devlet hayatına, toplum hayatına hakim kılmaya çalışan bir kuruluş görünümündedir; hem de başka İslam’ı yorumlara kapalı, başka insani yorumlara kapalı ilginç bir kuruluş hürriyetindedir.

Bu açıdan baktığımız zaman 2001 yılı bu manada da halkın Alevi’si ile Sünni’si ile birçok şeyi görebildiği zengin bir yıl olmuş yani hem Alevi, hem Sünni’yi görmüş çünkü bu ülkede Diyanet İşleri Teşkilatı sadece kendisine çalışan halkın sorunlarına bu günün çağdaş yaklaşımlarıyla hiç olmazsa dinsel açıdan katkı sunabilmekten çok uzak olan manasız bir örgüt halinde sadece herkesin verdiği paradan oluşan bütçeden pay almak sureti ile ve yalnız başına onu harcayan tüketen hiç de olumlu bir katkı sunamayan bir kuruluş halindedir. Bunu Türkiye bir daha görmek durumunda kaldı hem Alevi, hem Sünni, hem Şafii, hem Hambeli, Hıristiyan, Musevi bu ülkede kimler varsa inanan kesim gördü ki fonksiyonsuz kalmış Diyanet İşleri Teşkilatı’nın hiçbir yararlı işleri maalesef yoktur, yani Mustafa Kemal’in dönemindeki kuruluş amacının fevkalade uzağındaki bir teşkilat haline dönüşmüştür, başka türlü de olamaz. Neden olamaz; devletin ana birimleri, siyasal birimleri, devletin demokratik yapı içinde mekanizmalarını yürütme görevlerini üstlenmiş olan siyasal partilerin eğer kendileri tümü ile dibe vurmuşsa yapıları bozulmuşsa, dejenere olmuşsa para en önemli değer olmuşsa ve onu kapmak için her türlü çareyi mubah kabul eden bir siyaset anlayışı, bir devlet anlayışı o noktaya gelmişse onun kendi içinde bir üst yapı kurumu durumunda olan Diyanet İşleri Teşkilatı’nın da yozlaşmaması mümkün değildir, esas fonksiyonlarından çok uzaklaşmaması mümkün değildir ve fevkalade uzaklaşmıştır, bugün Türk halkının doyurmaya çalıştığı ama buna mukabil de hiçbir olumlu üretim de yapamayan üretim ille de buğday üretmekle olmaz, üretim ille de pancar üretmekle olmaz, üretim fikren üretim, barış üretir, sevgi üretir, saygı üretir, kardeşlik üretir, ama bunlarla ilgili en ufak bir şey üretmeyen tam tersine yurttaşlarının önemli bir kısmına Aleviler dediğimiz 25 milyonu aşan Bektaşiliği ve Mevleviliği kapsayan büyük bir bölümünü kucaklamaya dahi yanaşmayan onun dışında tutan Hıristiyanları, Musevileri bu ülkenin yurttaşları olmalarına rağmen, her türlü vatandaşlık görevlerini yapmalarına rağmen dışında tutan garip bir cumhuriyet örgütü haline dönüşmüştür ve bu açıdan baktığımız zaman 2001 yılı bence çok verimli bir yıl olmuştur, artık kimsenin reddedemeyeceği, inkar edemeyeceği kadar açık bir biçimde Diyanet İşleri Teşkilatı’nın bu hürriyeti ortaya çıkmıştır.

Bunun yanında Alevilik neyi gerçekleştirememiştir 2001 yılında, 2001 yılında bizim beklentilerimiz devam etmiştir yani 25 milyonu aşan kitlenin de bütçeden adil bir biçimde payını alması ve bu aldığı paylarla kendi inanç hizmetini görecek insanları yetiştirmesi o inanç hizmetlerin görülecek olan yerlerinin, mekanlarını yani cem evlerinin güzel cem evlerinin yapılmasına katkı sunması gibi hususta hiçbir şekilde gerçekleşmedi, neden gerçekleşmedi; biz neden üstüne gitmedik daha fazla çünkü gidebilirdik, milyonlarca insanı yürütebilirdik, barış içinde kimseyi incitmeden, demokratik bir hakkı kullanarak biz tekrar yapabilirdik ama baktık ki devletin ayakta duracak hali yok ama bu devlet bütün kusurlarına, sakıncalarına rağmen bu kadar kötü yönetilmesine rağmen bu devlet bizim yani biz bunun zaafına daha çok zafiyetine katkı sunamazdık bir takım eylemlere geçmek sureti ile onun içinde bundan sarf-ı nazar ettik fakat bu demek değildir ki 2002 yılı da aynı geçecektir, 2002 yılı daha farklı bir yıl olacaktır, yani bizim kuruluş amacımızı oluşturan cumhuriyeti sahiplendirmek, onun uzaklaştırıldığı laik temellerin yeniden güçlenmesini sağlamak ve yeniden Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyetin bugünün koşullarındaki demokratik işleyişinin daha sağlıklı biçimde çalışmasını katkımız ne kadar olabilecekse o katkıyı sunmak istiyoruz 2002 yılında, ve 2002 yılı çok önemli bir yıl olacak onu da sizin programınız marifeti ile söyleyebilirim. Neler olacak 2002 yılında, 2002 yılında anayasanın sağlamış olduğu 10’ncu maddede ki özgürlükleri ve olanakları yurttaşlar arasında ayrım yapılmadan mutlaka yurttaşlara verilmesini sağlayacağız, bunu nasıl sağlayacağız, bunları yasal yollarla sağlayacağız. Bizim halka verdiğimiz söz vardı yani siyasi partiler, devleti yönetme sorumluluğunu yüklenenler eğer anayasanın bu açık hükümlerini yerine getiremiyorlarsa o zaman son bir çare olarak yine bir anayasal kuruluş olan Milli Güvenlik Kuruluna gidecektik, Milli Güvenlik Kuruluna bu güne kadar gitmedik çünkü Türkiye’deki gelişmelerden dolayı yani olayı bir, iki ay geciktirmeye uygun bulmuştuk ama önümüzdeki günlerde o olanağı da deneyeceğiz asıl ondan sonra hukuk mücadelesinin boyutlarına Türkiye’de herkes tanık olacaktır, binlerce gerekirse on binlerce dava ile bu kadar güzel ülkeyi, bu kadar güzel insanları Alevi’si, Sünni’si, Şafii’si, Hambeli’si, Hıristiyan’ı, Musevi’si ile bu kadar birbirini seven insanlar yaşadığı ülkeyi bu kadar beceriksizce yürüten ve kendilerini imparator zanneden Cumhurbaşkanı ve Başbakan olduktan sonra verdiysem ben verdim, yaptıysam ben yaptım, ben yaparsam olur diyen bir zihniyeti yasalar önünde nasıl çökertilir herkes görür ve bu davalar yolu ile herkesin hakkına kavuşması mutlaka ama mutlaka sağlanacaktır ama bunların görevlerini yerine getirmeksizin, görevlerini sarsavlayarak yurttaşlar arasında eşitliği sağlayarak kardeşliği, kardeşliği sağlayarak da devleti daha çok güçlendirmek yerine beceriksizce yurttaşların büyük bir kısmını devletin eşit imkanlarından yoksun bırakan bir anlayışın madem ki sivil siyaset yerine getiremiyor madem ki ne parlamento nede icra organı yerine getiremiyor o zaman yine aynı devletin üçüncü organı olan yargı organına müracaat edilecektir, o biliyorsunuz hukuk devletlerinin bulunduğu ülkelerde ve siyasal sistemlerde son sözü o söyler, ve o son sözün güzel sözler olacağına inanıyoruz, bunu da sağlayacağımızdan eminim.

 

Efendim çok teşekkür ediyoruz programımızın sonuna yaklaşıyoruz tabi ki sizden almak istediğimiz çok şeyler var ama sınırlı zaman diliminde son olarak neler söylemek istersiniz?

 

Şunu da söylemek istiyorum, 2002 yılı Alevi ile Sünni ile yapacağımız işlerin devleti daha doğru çalışır, daha iyi çalışır ve Mustafa Kemal’in temeline koyduğu, o ruha uygun bir çalışma içine girebilmesini sağlamak için çalışmalarımız bunlardan ibaret olmayacak gerek Cem Vakfı olarak, gerek Cem Vakfı’na gönül veren diğer dernekler Alevi, Bektaşi, Mevlevi ve Sünni kardeşlerimizin de desteklerini de yanımıza alarak önemli birkaç işler daha yapmak istiyoruz. Bunlardan bir tanesi Dede ve Babalar Meclisi’ni kurmak. Bunu 2002 yılı içerisinde gerçekleştirmek istiyoruz.

İkincisi bunlardan çok daha önemli bir olayı gündemimize aldık, Aleviliğin ders kitaplarında okutulması, bir müfredatın hazırlanması, hangi biçimde hangi bilgilerin konması ve ne şekilde okutulması gerekiyor bu müfredatı hemen hızlandırmamız lazım, sebebi ise Avrupa’da özellikle Alevilerin yoğun bulunduğu Almanya’da, İsviçre’de bazı eyaletler ya kanun çıkartarak veya Milli Eğitim’de ki kendi yetkilerini kullanarak ve bir anayasa emri olarak kullanarak Aleviliğin ders kitaplarında okutulmasına karar vermek üzereler hatta bir kısmı verdi ama içeriği neler olacak, bunu kimler okutacak.

Kendi yurttaşlarına ilgisiz kalan devlet düzeni olamaz yani insan gerçekten büyük üzüntü duyuyor bu problemleri biz çözeriz ama Türkiye’nin bu kadar beceriksiz insanlar tarafından yönetilmesidir, bizi üzen.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre ebeveynlerin kendi inançlarına ve felsefi yaklaşımlarına göre bu derslerin kendi çocuklarına vermeleri temel biattir ve o hak ayrım yapılmaksızın uygulanır. Alevi anne, baba müracaat ettiklerinde benim çocuklarım İslam’ın ben Mevlana gibi, Yunus gibi, Hacı Bektaşi Veli gibi, Pir Sultan’ı anlattığı gibi çocuklarıma öğretilmesini istiyorum, dersen Avrupa’nın hiçbir ülkesi böyle bir talebi reddetmez, yerine getirmek zorunda ama  işin acı yanı Türkiye’de kendi ülkeniz onu getirmekte ayak diriyor. İşin acı veren yanı bu. Ama bunu da inşallah 2002 yılında geliştireceğiz ve Türkiye Cumhuriyetini yönetenler anayasanın bu açık hükümlerine daha çok direnemezler, daha çok muhalefet edemezler, direnemeyecekleri için bunlar ders kitaplarına konacak ve şimdi müfredatın ne olacağı düşünülüyor.

İşte bütün bu kusurlarına rağmen bizim onlara yardımcı olmamız lazım. Bunları 2002 yılının en önde gelenler çalışmaları arasında sayıyoruz.

Bir TV’ye kavuşma meselesi var, bütün Alevi yurttaşlar bir Cem TV istiyorlar.

Cem Radyo’nun daha fazla güçlenmesini istiyorlar o konuda da çalışmalarımız olacak ve o çalışmaları da görüyorsunuz ki 2002 yılında yine yoğun ama o nispette de çok zengin bir yıl olacak, bütün bu günlük geçen zahmetler geride kalacak ve Mevlana’nın dediği gibi “dün söylenmiş olanlar dünde kalacak”.

2002 yılı, inşallah Türk toplumunun daha mutlu, insanlığın tümü ile birlikte daha huzurlu yaşayacağı bir yıl olacaktır diye inanıyorum.

 

Hocam çok teşekkür ediyorum.

 

Söyleşi: Cem Radyo, 31 ARALIK 2001

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile