ALİ ERDEM

(PİR SULTAN OCAĞI – HACILI / PÜLÜMÜR / TUNCELİ)

AYHAN AYDIN

Yönetim Kurulu üyemiz (CEM Vakfı) Bülent Gündoğdu sizin için “Çok değerli bir ağabeyimiz, değerli bir dedemiz” diye bahsetti. Sağ olsun, kendisi de bu yola inançla bağlı bir dede çocuğu. Herkes benden üst.  Herkesi kendimden üst görüyorum. Âleme secde ederim.

 

Çok güzel, tam bir Alevîce düşünce. Âleme secde et, başka ibadet, sevap istemez.

 

Biraz önce, Abbas Altınkaş’ın köylüsü, yani Tunceli’nin Hacılı köyünden olduğunuzu da öğrendik.  Bazı kaynaklar Hacılar, bazıları Hacılı diyor. Eski ismi Bahçecik’ti. Hacılı oldu. Pîr Sultan’ın ortanca oğlu padişahın zulmünden kaçarak, Tokat’ın Almus kazasının Daduka köyüne gitti. Büyük oğlu Seyit Ali, Banaz’da kaldı. Küçük oğlu Pîr Ergaip de Erzincan’a bağlı Pülümür’ün Bahçecik köyüne geldi. Sultan Munzur da Pîr’in çobanıydı. Hacda, Kerbelâ’da ve Kâbe’de ona helva getirdi. Pîr Sultan Koca Haydar, İmam zat-ı cihan torunu, helvayı yedikten sonra dedi ki; “Ey ahali! Beni ziyaret ediyorsunuz, secde edip elimi öpüyorsunuz, Munzur’un da elini öpün.” Munzur da o zaman 17-18 yaşında, Hacılı’da, kapımızda bir çoban. Munzur, “Hâşâ!” dedi, “Ağam, pîrim varken benim elimi...” “Oğlum, helvayı sen getirdin.” “Dede” dedi, “Sen istedin, kim getirecek? Elbette ben getireceğim.” “Olsun, ben herkesi çağırmadım, orada akrabalarım da var. Seni temiz gördüm, çağırdım. Temiz delikanlısın, yolumuza, ahlâkımıza uygunsun diye seni çağırdım.” “Hâşâ!” dedi,  kırk adım geriye gitti. Ovacık’ta, kırk adımda bastığı yerlerden, gözelerden süt gibi sular akmaya başladı. Munzur suyu, Munzur dağları onun namına yapıldı. Pîr Sultan’ın pîri, Kızıldeli’dir. Kızıldeli’den, Hacılı’daki Pîr Sultanlara, o soydan erkek kalmadığı için, pîrsiz, musahipsiz yola gidilmeyeceğine göre, kendi çobanımıza “Eyvallah!” demişiz. Şimdi Sultan Munzur bizim pîrimiz. Esas pirimiz Kızıldeli, ama pîr gelmeyince talibe çıkamazsın, öğüt veremezsin. Eline, beline, diline söylemek için pîr, musahip sahibi olmak lâzım. Bunun için de bir iki sene pîrsiz kalmışlar, bakmışlar olmuyor. Ahlâk, inanç bu. Mecburen çobanımıza “Eyvallah!” demiş, onu kendimize pîr yapmışız. Onların bir kısmı Kiştim’de, Erzincan’ın Avcılar köyünde, bir kısmı da Erzincan’ın Çayırlı ilçesi,  Başköy’de.  Sultan Munzurlular Tunceli’nin Ovacık kazasında da var. Ziyaret köyünde de ziyaretleri vardır. Sultan Munzur’un ziyareti var. Orada da Sultan Munzurlular var.

 

Peki çocukluğunuzun geçtiği dönem, köydeki insanlarla ilişkiler nasıldı? Ben o zaman köyde değildim. Seferberlikten sonra İstanbul’a gelmiştik. Doğum yerim Pülümür diye geçer, ama esasen İstanbul’dur.

 

Orayı hatırlıyor musunuz? Tabii. İki  defa ev  yaptık. Deprem oldu, kaçtık. Sonra vazife sahibi olduk. İstanbul’da, Namık Kemal İlkokulunu, Gazi Osman Paşa Ortaokulunu, İstanbul Erkek Lisesini, bitirdim. O zamanlar üniversite mezunu çok azdı. Lise mezunu kıymetliydi. Zaten bütün Türkiye’de 200-250 tane lise mezunu vardı. Bankalar, şirketler bize yalvarıyordu. Biz, askerliğe heves ettik. 1950 yılında, rahmetli Menderes’in zamanında, yedekten 1500 seçme subay aldılar. Bu görevi yapabilmek, katlanabilmek, fedakârlık ister, askerlik fedakârlık ister. Mezhep ayrımı, din ayrımı yok, vatan sevgisi vardır. “Ne mutlu Türküm!” diyenlerin birliği, ocağı olduğu için,  seçme olarak bizleri aldılar, kabul ettiler.

 

Sınav mı yaptılar? İmtihana girdik, askeri hastanelerde muayene olduk. Ondan sonra artık imtihana lüzum yok. Yedek subaylığımızı bitirip, teğmenliği hak ettik. Doğrudan doğruya orduya geçtik, fakat herkesi alamadılar.

 

Kaç yılında doğmuştunuz? 1922’de.

 

İstanbul’da büyüdünüz, ama Pülümür’e gidip geldiniz. Pülümür ve Tunceli’nin o dönemdeki sosyal yapısı neydi? Cemler, cemaatler, bayramlar, kurbanlar, akraba ilişkileri nasıldı? Bizim orada Muharrem ayında bol su içilmez, et yenmez, matem olur. “İslâmiyet’te matem yok.” derler, nasıl olmaz? Hz. Peygamberin torunlarına kıyılmış. Nasıl matem olmaz? Aklımıza geliyor. Mecburen eğlence, içki, bol su içmek yoktur, oruç tutulur. Tutan tutar, tutmayana karışmayız. O, Allah’la kul arasındadır. 21 Ocakla 21 Şubat arası Hızır ayıdır. Bu ayı, dört haftaya ocakları bölmüşler ki soylar, dedeler bu ocaklara gidip, görgü görsün. Bütün aşiretler bir haftaya sığmaz, dört haftaya sığdırmışlar ki oralarda kurban kesilsin, musahip, görgü görülsün. Görgüsüz talip olunmaz, mürit olunur. Talip olmak için musahibin olacak, görgü göreceksin, rehberin, pîrin olacak. Görgü görmeyen, ziyaret altından geçmeyen mürittir, talip değildir. Alevîdir,  fakat mürittir. Onun verdiği çıralıklar bir ışıktır. Defter-i Kibriya’ya yazılamaz. Ama bir zararı da yok “Veren el, alan elden üstündür.” derler. Fakat görgü görmüş, erkândan geçmiş dört kardeş,  menzili bir nihayet olmuş, pîr, rehber duası almış, gülbengini almış olan taliptir. Ondan alınan hakullahtır. Defter-i Kibriya’ya yazılır, Hz. Hüseyin’in nefesi okunur, geçerlidir. Yani o zaman tam talip olunuyor. Köylerimizde senenin dört haftası Ocak, Şubat aylarında, bir de Muharrem ayında ibadet yaparlar. Bizim Pîr Sultan tekkesinde de,  bu olağanüstü hal olmadan evvel, normal zamanlarda her cuma akşamı, en küçüğüne kadar saz çalar, bir iki duazı okurdu. Gelen gelir, lokmasını, helvasını getirir. O gün bir halka namazı kılınır. Ben köyümde böyle gördüm. İtikat bakımından Hacılı köyüne hayranım. Yalnız fakirliğimiz var, köylü fakir. Ama iman fakiri değiller tabii. 

- Bir   insanın mürit, talip olabilmesi, yola girebilmesi için, bir dedenin önünde mutlaka erkân görmesi lâzım. Yani cemden geçmesi, musahip olması lâzım.

- Erkân altından, ziyaret altından geçmek,  İmam Cafer’in buyruğu. Bu buyruğu tatbik etmemiz lâzım. Tunceli’deki kardeşlerimiz, evlâtlarımız, daima mağdur durumda kaldıkları için bu görgüyü, ziyareti pek benimsemiyorlar. Ama Türkiye’nin 80 vilâyeti içinde, adi suç bakımından en ahlâklı il, Tunceli’dir. Hürriyet Gazetesi, bundan 1-2 sene evvel bir anket yapmıştı. Ahlâk bakımından, başta Tunceli geliyor, sonra Bayburt, Gümüşhane. Diğer illerde, her türlü adi suçtan cezaevleri dolu. Ben diyorum ki; bütün Türkiye Alevî olsa, inan ki cezaevleri yarı yarıya boşalacak, Adalet Bakanlığının işleri de hafifleyecektir. Suç muhakkak ki olacak, ama yarı yarıya azalacak. Çünkü, dede talibine gittiği zaman soruyor; “Oğlum, ne yaptın?” O talip kadın kaçırmışsa, adam öldürmüşse; lokması, kurbanı alınmaz, düğününe, cenazesine gidilmez. O, mecburen düşkün ocağına gidecek, tövbe edecek, bir iki gün oruç tutacak, “Bir daha yapmayacağım.” diyecek. Yani cenneti dünyada hazırlıyoruz. Buna hazırlandıktan sonra, tekrar yola gelir. Bunu  Allah da affeder. O bakımdan cezaevlerine kimse girmeyecek, keşke Türkiye Alevî olsa. Diyanetin masrafı da olmaz, herkes kendi işinde, namuslu, ahlâklı, memleketin ilerlemesini sağlamış olur.

 

Siz gözlemlediniz, içinde bulundunuz, erkân da yürüttünüz. Musahiplik nasıl oluyordu? Musahiplikte, bilgime göre 7 farz-ı sünnet deriz.

Başta “Bismillah” dedik, kapıyı açtım, komşu kapısı.  Evvel; er, avrat, ailem bana ikrardır, namusumdur. Ondan başkasını görmeyeceğim. Sonra birinci farz, yani İmam Cafer Buyruğu musahiplerin omuzlarına niyaz olduğu zaman, “Er, avrat haktır.” deriz.

Sonra ikinci kapı farz, komşu haktır. Üçüncü olarak, ata haktır. Ana başta, baba sonra gelir. Çünkü taşıyan, getiren, rahimde taşıyan o. Rahim, yaratmak demektir. Bismillahirrahmanirrahim meselâ.

Evvela anne sonra baba, evvela dayı sonra amca, üçüncü kapı bu.

Dördüncü  kapı; musahiplik. Musahipler, omuza niyaz oluyor. Dört  kardeş, aileleriyle beraber pîrin huzuruna rehber getiriyor.

Beşinci kapı; rehber.

Altıncı kapı; pîr.

Yedinci kapı; mürşit. Bunlara niyaz oluyor, ondan sonra bu 7 farz oluyor. 3  tane sünnet var. O da eline, diline, beline sahip olmaktır. İnsanlığın, dinlerin ahlâki temeli zaten budur. Eline, diline, beline sahip olmayanı hiçbir din kabul etmez, etmemesi lâzım. Bizim yolumuzda bu aranır. Ben nikâhlı bir kadını kaçırsam, pîrim bana dua vermez. Niye? Çünkü  ben düşkünüm, namuslu bir aileyi kaçırmışım, bir ocağı yıkmışım. O bakımdan duamı vermez, lokmamı almaz, komşular da düğünüme de, cenazeme de gelmez, kurbanımı, niyazımı da almazlar, tek başıma kalırım. Nereye gitsem lekeliyim, ama Hıdır Abdal Ocağı, düşkün ocağına giderim, Kemah’ta da var, İstanbul’da da var, Erzincan’da da bu ocaklardan var. Onlar da  Evlâd-ı Ali’dir. Hıdır Abdal soyundan gelenlerden dua alınır. Tekrar ahlâklı bir şekilde yola devam edilir.

Sonra esas yolumuz, 4 kapı; şeriat, marifet, tarikat, sırrı hakikat.

Şeriat, yasadır. Cenab-ı Hakk’ın ve Peygamberimizin emirleri, bir yasadır, şeriattır.

Tarikat; yoldur. Şeriat ile sırrı hakikat arasındaki manevi yola tarikat denir.

Marifet; ilimdir.

Sırrı  hakikat; doğruluktur.

Doğruluğun da sekisi, işareti; kötü gördüğünü görme, kötü işittiğini söyleme. Bir komşunun elmasını çalan bir çocuğu görüp, o komşuya çocuğu söylersem, iki komşu birbirine girer, kötülük olur; görmeyeceksin. Kendi kusuruna bakacaksın, başkasının kusuruna değil. Bir de teberra, tebella var. Yani Hz. Ali’ye dost olana dost, düşman olana düşman olacaksın.

Bunlar kendi yorumum. Şeriatın abdesti, sekisi, işareti; sudur. Su ile abdest alınır. Vücut yıkanır, ama içeriyi yıkamak için tarikata girmek, bir  pîre, rehbere teslim olmak lâzım. Dış tarafı yıkıyorsun, ama içeriyi neyle yıkayacaksın? O, tarikattır. Onun da sekisi, işareti, abdesti; sabırlı olmaktır. Marifet ise; ilimdir. Onun da sekisi, işareti, abdesti; kendini bilmektir. Ben, annem,babam kim? Beni kim yarattı? Nereden geldim? Pîrim, mürşidim kim? Mürşid-i kâmilim kim? “El ele, el Hakk’a” diyoruz. Kur’an’da, Fetih suresi 10. ayette Allah’ımız diyor ki; “Ey Habibim! Sana el verenler bana el vermiş sayılır. Benim elim sizin ellerinizin üstündedir.” İmam Cafer Buyruğu, bu ayet üzerine çıkmıştır. El ele el Hakk’a, El Fetih suresi 10. ayette var. Bunu Diyanet İşleri Başkanlarımız bir gün olsun, söylemediler. Hep diğer ayetleri söyler mübarek,  sanki onları inkâr ediyorum, niye bunu okumazlar, söylemezler? Buna şaşıyorum. El ele, el Hakk’a buradan geliyor. Onun için, bizde Allah’a ulaşmak için rehber, pîr, mürşit el eledir. Pîrin de pîri var. Son el, Ağuiçen’dir. Ağuiçen’den sonra, nefes evlâtları. Hacı Bektaşi Veli’miz bekârdı. Bundan gelen kanı, neşri nüfuz etti, ondan Ulusoylar, Aksoylar, Çelebiler geldi. Onlar şimdi dergâhta yok, ama o Ağuiçen evlâdı en son ocak, el ele, el Hakk’a en son ocak da dergâha kıddesini verecek. Bütün ocaklar hâlâ hazır. Eser çeşme, Ağuiçen’dir. Hünkâr Hazretleri vefat ettiği, don değiştirdiği zaman, yerine Balım Sultan geldi. Balım Sultan, II. Beyazıt’ın pîriydi ve her sene yeniçeri ordusuna, Topkapı’ya gelir, gülbenkler, kurbanlar tığlanır, orduya, zaferlerine, kılıcının keskinliğine dua edilirdi. O dua ile Macaristan’a kadar gittik. Balım Sultan’ın vefatından sonra, o makama Kızıldeli geldi. Kızıldeli’den sonra Ulusoylar, Çelebiler, Ağuiçenler geldi. Bugün İzzettin Doğan Hocamız, benim mürşidim sayılır. Bence ona saygısı olmayan, Alevî sayılmaz. Dedik  ya; üçüncü kapı marifettir. Marifetin gayesi,  kendini bileceksin. Benim pîrim, annem, babam kim? Beni kim yarattı? Musahibim kim? En son el nereye gidiyor, bileceksin. İzzettin Doğan Hocamızı tanımayanların Alevîliği biraz şüpheli oluyor.

 

Cem nedir? Cem; kadın, erkek ayrılmaksızın, bir araya gelmek,  ibadet etmektir.

Kur’an’da namaz demek, ibadet demektir. Namazın şekli şöyle böyle diyor, ama biz de secdeye geliyoruz. Halka namazı yapıp, cemal cemale, Türkçe On İki İmamları zikredip, sonra icabında Fatiha, Kulhüfallahü okumak suretiyle, hepsini besmeleyle, salâvatla anarak ibadet ediyoruz. Orta Asya’da yapılan esas Türk Müslümanlığı; gerçek semahlar, dualar, ibadetler; bunlar namazdır. Ama başka mezhep arkadaşlarımız, kardeşlerimiz beğenmemiş. Beğenmesin, bizim inancımız da böyle. Hak için semah yapıyoruz, aklımıza hiçbir şey gelmiyor. “Hüseyin” diyor, gözyaşı döküyoruz. Aklımız hiçbir zaman çarşafların altında filan değil. İbadette gelsinler, görsünler. Cem evleri, her taraf açık, hiçbir şey var mı, görüyorlar mı?

 

Ocak nedir? Ocak, ocakzâde; cem yürüten veya ceme sahip çıkan kişilerin bulunduğu eve, dergâhlara derler. Ocakzâdeler  cem tutarlar. Kimi rehber, kimi pîr, kimi mürşittir. Görgü  görmeleri lâzım. Dedelerin,  pirlerin de görgü görmesi, erkân altından geçmesi lâzım. İmam Cafer Buyruğunu tatbik etmek lâzım.

 

Yörenizde İmam Cafer-i Sadık Buyruğu mu tatbik ediliyordu? Tabii. Bizde musahipsiz olmaz. Benim musahibim, evim, ziyaretim de var. Hızır ayında çıkarıp, kurban kesiyoruz.

 

Ne yapıyorsunuz Hızır ayında? Kendi aramızda, üç beş aile geliyor. Bizim evde halka namazı kılıyoruz. Bazıları gelmiyor.

 

Talipleriniz var mı? Çok. On bin evden fazla talibim var. Avrupa’da da, burada da  var. Dolaşamıyorum şimdi, torunlara bakıyoruz. Eskiden dolaşıyordum. Allah razı olsun.

 

Dedelik ne demek? Dede ne yapar? Dede; cemi yürüten, ibadetin baştan sona kadar Hakk’a, ahlâka ulaşması için ortam sağlayan kişidir.

 

Musahiplik cemi, kısa cem, On iki hizmet cemi gibi birçok cem var. Cemler de birbirinden ayrılıyor. Abdal Musa Cemi, Hızır Cemi, Nevruz Cemi var. Sizin orada böyle bir şey var mıydı, yoksa genellikle birbirine yakın cemler miydi?Cemleri bir olarak biliriz. Cemin ayrısı-gayrısı olmaz. Kurban da öyle, Hak kurbanı, kurbandır.

 

Sizde  nasıl olurdu? Pîr Sultan tekkesinde, Hacılı’da toplanılır. Baba Zeynel’imize Allah rahmet eylesin, öyle bir dede ne geldi, ne gelecek. Çok mühim dedeydi. Ben  bu yaşta, hep onunla dolaşıyordum. Yani bir Sünnî kardeşimizi dahi talip edecek bilgiye, örneğe, kuvvete, iradeye sahip bir dedeydi.

 

Cemler  nasıldı? Muayyen zamanlarda, meselâ Tunceli’de “Hafta mal” derler, 21 Mart, Hz. Ali Efendimizin doğum günü, Şiiler o güne “Nevruz” derler, hepsi 21 Marta gelir. 21 Martta cem tutulur, ateşler yanar, muratlar dilenir, Allah’a sığınılır, şefaat dilenirdi. Hızır aylarında Ocak, Şubat ayları arasında, dört haftada cem, halka namazı yapıp Allah’a ibadet edilir ve On İki İmamlardan şefaat beklenir, peygamberimiz çağırılır, Ali’den medet umulurdu. Medet, mürüvvet; Hasan, Hüseyin demektir. Bunlardan medet beklenir. Allah’a yakarış, ziyaretlere gidiş, cemde halka namazı kılınır, secdeye gelinir, sonra da semah yapılırdı. Semah; Kırklardan kalmadır. Peygamberimize, peygamberlik 40 yaşında geldi. Daha Kur’an inmeden kırkların meclisi, semahı vardı. Bugün Bektaşiler, cemden ziyade (Ben onlarla beş sene kaldım) semah yaparlar. Semahı daha büyük ibadet sayarlar.

 

Beş sene nerede kaldınız? Çorlu’da,  beşinci kolorduda. Bektaşilerin içinde kaldım, ibadetlerine gittim. Onlarda soy yoktur, dede yetişmiş, icazet almıştır.

 

Baba deniyor?Denir, dede de denir, ama onlar yetişmiş insanlardır. Kur’an’dan, Buyruktan haberleri var. Bilgili insanlardır.

 

Alevîlerle Bektaşi ayini arasında fark var mı? Bektaşi ayinlerinde cemden fazla semah doluyla devam ediyor. Yani öyle bir dolu ki, Hakk dolusu niyetiyle, duayla, sindirerek devam ederler. Sonunda cem de yapıyorlar. Müslüm bacılar da hemen yan tarafta semah gidiyor, onlarda içen içer, içmeyene karışılmaz. Hiç birinde zorlama yok. Onlar da soydan gelme diye bir şey yok. Bektaşiler derler ki, “Alevî kardeşlerimiz 7 yaşındaki çocuğa Pîr diyor. Pîr  Hüseyin’dir, bu çok günah.” Bektaşilerle aramızdaki fark bu, onlarda soydan gelme yoktur. İçkiyi de Kur’an’da Ennihal suresine bağlıyorlar. Ayet numarası aklımda değil. Cenab-ı Hak orada diyor ki; “Ben size hurmaların, üzümlerin suyundan baş döndürücü, sarhoş edici güzel bir içki ve rızk verdim. Aklı eren kavim için deliller vardır.” O bakımdan Bektaşilerin bu içkisi; bir deneme, ayar oluyor. Hani kuyumcunun altını, gümüşü nasıl ayarı, mihenk taşı varsa, onlarda da bu dolu ayardır. “Bakalım, bunlar dolu içer de kötülük mü yapar?” düşüncesiyle bir deneme-sınama olayıdır. Bektaşilerde dede, baba bunları kontrol ediyor ve ibadete devam ediyorlar. Asla hiçbir bir kötülük olmuyor. Çorlu’nun Çeşmeli köyünde üç gün kaldım. 21 Mart, Nevruz ya da Hafta Mal, Şah-ı Merdan’ın  rahme düştüğü gün. Köyde 3 tane kahve var. Bir bekâr gençlerin kahvesi, bir 30-40 yaşlarında evli olanların, bir de mürşid-i kâmil, yaşlı insanların oturduğu kahve var. Çorlu’nun Çeşmeli köyü o kadar ahlâklı ki, ne kimseye borçları, ne sabıkaları var. Yanımızda, Türkgücü köyü var, onlar gelir, misafir olur, oradan borç saman ve para alırlar. Öğretmen gelir Çeşmeli köyüne, zengin olur. Ya daire, ya bir apartman alır. Herkes öğretmene bir kilo süt verir. Aşağı yukarı 130-140 hanelik bir köy. Oraya öğretmenler sıralı, yani torpille gelmek ister. O kadar ahlâklı bir köy ve öğretmeni de ihya ederek gönderirler. Maaşa bırakmazlar. Mertlik, temizlik, ahlâk var. Gözümle gördüm, gittim, bulundum. Bizim Alevî köylerimize gelince, tarih boyunca, daima yanlış düşünceler yüzünden akla hayale gelmeyen, hayali yalanlarla hakarete uğramış, dağların arasında kalmış fakir zümreyi temsil ediyor. Fakat asla ahlâkını bozmamış. Hem devletine, hem milletine, hem soyuna, hem atasına, hem pirine, hem de rehberine bir tek üzümü de olsa yarısını vermiş, paylaşmıştır. Bu bakımdan, ahlâk bakımından çok üstün. Yalnız Alevîlikte, cemde, semahta içki yoktur. Bence  olmaması daha iyi.

 

Pîr Sultan Abdal, Mansur ve diğer ulular var. Bunlar kimdir? Bunların efsaneleri nelerdir? Meselâ Pîr Sultan... Pîr Sultan, İmam Rıza’nın torunu. Rum diyarına, Horasan Belh’ten gönderilmiş. Türkçe’yi, Türklüğü tanıtmış ve bütün dualarını, şiirlerini, deyişlerini, yakarışlarını Türkçe yapmış. Peygamberimizin 18. göbekten torunudur. Hacı Bektaşi Veli Efendimiz, o da yine İmam Rıza torunu ve Peygamberimizin 16. göbekten torunudur. Ürdün Kralı Haşim, 16. göbekten. Şimdiki kral, Haşim’in oğlu Hüseyin, 18. göbekten oluyor. Abdal Musa; Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin amcasının oğludur. Hıdır Abdal; yine Horasan’dan gelen İmam Rıza ve oğullarının soyundandır ve böyle bir çok soydan gelen, hem nefes erbabı, hem kerem sahibi evlâtlardır.

 

Bunlar ne yapmışlar, kimdir bunlar? Pîr Sultan’ın asıl ismi Koca Haydar’dır. Bunlar Alevîliği, Ehlibeyt sevgisini, İmam-ı Cafer Buyruğunu işlemiş, şiirler yazmış, köyleri dolaşmış, saz çalmış, haksızlığa karşı gelmişler, ama silâhla değil. Haksızlığa sazlarıyla karşı gelmişler. Osmanlı’da, senede iki üç defa öşür (vergi) toplanıyormuş, hakaret ediliyormuş, primleri varmış. Kitaplar bunları yazıyor. Bunlar da hakarete dayanamamış, sazla, sözle karşılık vermişler. Bu sefer de, “Sen Kızılbaşsın” diye, zindanlara atılmışlar. Zindanlarda eza, ceza görmüşler, sonunda da asılmışlar. Pîr Sultan’ın musahibi, ahret kardeşi, kendisine canını fedâ edememiş, ikisi bir elmanın yarısıymış. Pîr Sultan musahibine, “Seni kurtarırım” demiş. Ali Baba, “Kurtaramazsın”demiş, “Peki, canım sana fedâ olsun.” demiş. Fakat  askerler hırsla gelip, “Pîr Sultan hanginiz?” deyince, can tatlı ya, Ali Baba, “Bu arkamdaki” demiş. Sonra da asılırken taşlamışlar, musahibi de gül atmış, onun üzerine güzel bir şiir, deme söylemiş; “İlle dostun bir gülü de yaralar beni”, demiş. Hiçbir zaman bir kötülüğü olmamış, hep doğruluk; eline, diline, beline bağlı ve On İki İmamları zikretmeyi, Ehlibeyt, Kur’an, Allah sevgisini işlemiş, hem de Türkçe. “Allah Türkçe bilmiyor mu?” Ne kadar güzel. Fakat Osmanlı’nın bazı paşaları, padişahları, bir kısmı her ne kadar Balım Sultan’ın, Hacı Bektaş’ın müridi olmuşsa da, bir kısmı da düşman olmuşlar. Yavuz Sultan Selim, bir kız yüzünden, Şah Hatâyî ile (Şah İsmail) savaşa girmiş. İki kardeş, iki Türk memleketi İran, Tuğra, Avşar, Azer bunlar kardeş Türk boyları, Türk kardeşleri, öz kardeşler. İran, Tuğran, Avşar, Azerbaycan, Kım, Kırım, Kıbrıs bunlar hep kardeşler. Bir kısmı Şii, bir kısmı Sünnî olmuş. Hatâyî, Kul Himmet, Virânî, Nesîmî, Fuzûlî, Pîr Sultan Abdal bunlar Üçler, Beşler, Yediler.

Yediler gelmiş, Rum diyarına Türkçe ibadeti aşılamış, Allah, Peygamber ve Ehlibeyt sevgisini öğretmişler. Fakat bazı zahit hocalar, bunların Türkçe okunmasına kızmışlar, illa Arapça okuyacaksınız, demiş. Çünkü yeryüzüne ne kadar peygamber gelmişse, Arap’a inmiştir. Arap, İslâm’a muhtaç bir kavim. Peygamberlerini taşlayan, öldüren bir kavim. Halen de öyle maalesef. “Kur’an’ı size Arapça indiriyorum, artık yola gelin” demek istemiştir Allah. Hz. Halil İbrahim, Arap değildir. Peygamberin dedesidir. Hz. Halil İbrahim, İbrani’dir. İbranice bilir, Arapça bilmez. Peki Arapça bilmiyor diye, Hz. Halil İbrahim’i tanımayacak mıyız? Demek ki Türkçe ibadet ve Türkçe okumak da makbul. Türkiye’yi kalkındırmak için, okuduğun ayetin manâsını bilmedikten sonra, ben ne yapayım? Anlayamam, bir şey yapamam, bilmiyoruz. Anlamak lâzım. Okuduğunu, Allah’ın emrini anlamadıktan sonra Allah’a, ayetlere nasıl kurban olayım? Biz hayvan mıyız? Allah, yeri göğü yaradan, karıncanın dilini bilmez mi? Türkün dilini bilmez mi? Alman’ın dilini bilmez mi? Ne  saçmadır bu. Demek ki bu işte bir menfaat var. Arapça’yı herkes öğrenemez, biz öğrenelim, biz okuyalım, “Sübhaneke bastım ipe, düştüm küpe.” Dürüstlük, doğrulukla, soydan gelen kerem sahibi olmuşlar. Asmışlar, hırkayı bırakıp gitmiş. Gerçek bu, bugün hakikaten yatırı, ziyareti bile belli değil. Oğulları Seyit Ali Banaz’ın türbesi, Banaz’daydı. Sivas Yıldızeli’nin Banaz Köyünde. Ortanca oğlu, Tokat’ın Almus kazası Dadıka köyünde. Öküzleriyle keramet gösteren, ortanca oğlu Pîr Mehmet...

 

Pîr Mehmet Ocağı da var diyorlar. Ne keramet göstermiştir? Öküzleriyle keramet göstermiş, ben o kadar biliyorum. Pîr Mehmet’e, İran, Pakistan,  Afganistan’dan ziyarete gelirlermiş. Küçük oğlu Pîr Ergaip de, Erzincan Pülümür’ün Bahçecik köyüne gelmiş. Köyün adı sonradan Hacılı olmuş. Hızır Paşa, Pîr Sultan’ı sürgüne gönderdiğinde, o hacca gidip geliyor. Sultan Munzur da orada Sultan Munzur oluyor. Pîr Sultan’ın, Koca Haydar’ın bacısı Senem’dir. Babalarının adı Koca Haydar’dır. Pîr Sultan’ın babasının adı da Haydar’dır. Kızı, Elif’dir. Hanımının adı, Bal Ana’dır. Pîr Sultan, ülkemize daima faydalı, Türkçe konuşmuş, yazmış, Türklüğün, Türk’ün şerefini artırarak, yazısıyla, fikirleriyle, kerametiyle bütün dünyaya kendini göstermiş bir er ve Peygamber soyundan bir evlâttır.

 

Sultan Munzur’u anlatabilir misiniz? Sultan Munzur’a gelince; o zamanlar Bahçecik köyünde Pîr Sultan’ın ve Pîr Ergaip’in çobanıymış. Yetim bir çocuk, 16-17 yaşlarında, o evde büyümüş. Seferberlikler, türlü savaşlardan, çocuk Dersim’de Pülümür’ün Hacılı köyüne düşmüş. O zaman Pülümür, Erzincan’a bağlıydı. Dersim’den kaçmış, Pülümür daha uygun, asayişi  olan bir kazaymış, oraya gelmiş. O şekilde, o kapıda büyümüş. Sonra Pîr Sultan hacca gidince, Kerbelâ’daki Musa-ı Kâzım soyundan, İmam Hüseyin türbesinden helva istemiş. “Yahu Koca Haydar! Sizin Kuzuca’nın (Pülümür’ün eski adı Kuzuca) helvası çok güzel olur. Sizin yağınız, sütünüz çok güzel. Keşke şeker kamışından bir helva olsa da yesek” deyince, o da; “Amcacığım, sen helva istedikten sonra, ben sana getiririm” demiş. “Nasıl getirirsin yahu? Burası Kerbelâ!” “Getiririm.” demiş ve seslenmiş; “Munzur! Anaya söyle helva yapsın, al getir yanıma, Kerbela’ya”. O da çoban.

Davarları otlattıktan sonra gelmiş; “Ana helva yap, ağama, pîrime götüreceğim.” demiş. “Oğlum ağan, Kerbelâ’ya Kâbe’ye gitti. Öldü mü, kaldı mı? Kabileler, Araplar, eşkıyalar yolda öldürdü mü? Bilmiyoruz” der, sonra da çocuğun gönlü helva istiyor diye, helvayı yapıp, ekmeğin arasına koyuyor. “Ana, ekmeğin arasına koyma, tasa koy.” diyor.  “Oğlum sen delirdin mi? Burada Pîr Sultan, Koca Haydar yok.” “Var. Götüreceğim, beni çağırdı. Yaylada, dağda kulağıma sesi geldi.” “Peki oğlum, peki” diyor. Helvayı bakır kapaklı tasa koyuyor. Peşkirini  eline alıyor, “Ya Allah! Ya Hızır! Ya Muhammet!, Ya Ali!” diyor, rivayete göre iki-üç adımda Kerbelâ’ya, Pîr Sultan’ın yanına geliyor.

Koca Haydar, “Geldin mi?” diyor, o da “Geldim” diyor. Helvayı alıyorlar, türbedar yaşlı babayla, İmam Hüseyin’in türbesini bekleyip, hizmet eden mübarekle beraber yiyorlar. Tabii o zaman uçak yok, hacca gitmek yaya olur. Lüksle  hac olmaz, yaya gidip geleceksin. Kendini feda edeceksin, kervanla, atla, deveyle gideceksin. Neyse, dönüşte Harput’a geliyor. Harput’ta Üryan Hızır, ziyaret ediyor. Üryan Hızır Pîr Sultan’ın yeğenidir. Anneleri Pîr Sultanlıdır. Harput’ta Üryan Hızır Hazretleri ve ora halkı diyor ki, “Koca Haydar Kâbe’den, Kerbelâ’dan geliyor. Gidip ziyaret edelim, duasını alalım.” Pîr Sultan’ın el vurduğu körlerin gözleri açılıyor, felçliler yürüyebiliyor. Dua ediyor, bin bereket sahibi. Dualı kullar da niyaz ediyorlar. Pîr Sultan bir ara diyor ki, “Munzur’un da elini öpün. Bana bu helvayı getirdiği için, ona da hizmet edin.” O da, “Ağam, ben bekâr bir delikanlıyım. Sen varken benim elim öpülür mü? Hâşâ!” diyor ve Ovacık’a doğru kırk adım atıyor, elinde süt, her süt damlayan  yerden, kırk gözeden tertemiz sular çıkıyor. 17 Mayısta, gören gözlere süt olarak bembeyaz akar. Oradan Munzur Suyu ve Munzur Dağları ismi coğrafyaya geçiyor. Halk bu sefer Sultan Munzur’un peşinden gidiyor “Senin elini öpeceğiz, pîrimiz emir verdi.” Keramet sahibi Munzur, “Hayır” diyor, bir kayanın üzerinden pervaz olup, kırklara karışıyor, sır oluyor.

Biz ondan sonra, Pîr Sultan’ın pîri Kızıldeli’den, bize ayrılan koldan soy kalmadığı için, pîrsiz, musahipsiz yola, erkâna giremeyiz, uğur olmaz, hem de duamız geçmez diye,  mecburen çobanımıza “Eyvallah!” dedik.

Belimden düşen evlâdımdır, yolu süren alâdır.” Hayırlı olsun, hayırsız olsun, evlât inkâr edilmez. Fakat yolu süren, daha alâdır. Munzur da hem bel evlâttır, hem de evlât olmasa da yolu süren, ermiş, evliya bir insandır. Bugün Ovacık’ta, Ziyaret köyünde hâlâ dergâhları vardır.

 

Peki Alevîlik nedir? Alevî dendiği zaman  özetle ne dersiniz? Hz. Resulullah Efendimiz, son Veda Haccında, “Size iki şey bırakıyorum; biri Kur’an-ı Azim Şan, ikincisi Ehlibeytim. Ehlibeytim; Hz. Ali, Fatıma ve Hüseyin’den gelir. Kur’an’a hile-i şer, noksanlık yapmayın. Beni Peygamber bilen, Ali’yi sever. Benden sonra, Ali’den dua alan, benden dua almış gibi, Ali’ye bugz (sevmeyenler) edenler, bana bugz etmiş olur. Ali ve evlâtlarından dua almak, Allah’a en yakın yoldur. Bunlara inanmayan ve Ehlibeyt soyundan gelmeyen ve gün  güneş batıncaya kadar Ehlibeyt soyu azalacak, ama gene beş-on tane kalacak. Bunların duasını, eteğini tutan, Resulullah’ın da eteğini, duasını almış sayılır. Allah’a ulaşan yol budur.” dedi. Alevîlik buradan geliyor.

Bazı Sünnî kardeşlerimiz, kadını eşek, şeytan, köpek diye görüyor. Allah’ın yarattığı Havva Ana’ya nasıl yakıştırırlar bunu? Evet, cennetten kovuldu, ama sonradan Allah onları affetti, cennetine kabul etti, şeytana lânet okudu. Olmaz. Kadını hakir gören, Allah’ı da, anasını da, karısını da, kızını da hakir görüyor demektir. Adem, yeryüzünde halifedir. Ademoğulları ve kadınları, Müslüm bacılar dahi halife sayılır. Onlar üstün bilgi sahibiydiler. Bilenle bilmeyen bir olur mu? Bu dünyada kör olan, o dünya da kör olur. Peygamberin bu iki hadisini kabul etmeyenler, Müslümanlıkla hiç alâkası olmayan insanlardır.

Kur’an-ı Azim Şan ve Ehlibeyte inanacaksınız. Buyrukta da “Adem’e secde ediniz” diyor. Bakara suresinde ne diyor? “Bütün meleklere dedi ki, Adem’e secde ediniz. Ama İblis secde etmedi. Lânetlendi, cehennemlik oldu. Cenab-ı Hakk’a yalvardı, kıyamete kadar kalacak”. Adem’e secdeyi, İmam-ı Cafer Buyruğumuz daha  güzel işledi. Musahip, rehber, pîr, mürşit, el ele-el Hakk’a, El Fetih suresi 10. ayetine göre de insan sevgisi; Adem’e secde etmek, Hakk’a secde etmek oluyor. Hakk’ı biz  taşıyoruz. Allah, bize şah damarından daha yakın, diye ayet var. Bir arkadaşıma ben nasıl secde etmem? Allah’ı taşıyan bir adam, sünnetli, Resulullah’a inanan, Ehlibeyte inanana secde ederim. Niye? Allah’ı  taşıyor. Ama bunu, maalesef mahlûkat taşımaz. Bu bakımdan, ikrar-imanla Adem’e secde et, başka ibadet, sevap istemez. Yani pîre, rehbere, musahibe teslim olmakla, daima kendi karşındaki insanı seyit olsun, olmasın, kendinden üstün görüyorsun. “Ben mürşidim, falanın oğluyum” diye mezar taşıyla övünülmez. Karşındakini, Adem-i Hak göreceksin. Ama görevin, ikrarın pîrlikmiş, dedelikmiş, rehberlikmiş, onu yapabilirsin. Zakirin görevi saz çalmak, pîrin de elinden geldiği kadar dua vermek, oradaki cemaati idare etmektir. Mühim olan biattır. Peygamberimiz Veda Haccında, “Size iki şey bırakıyorum. Birincisi Kur’an-ı Azim Şan, ikincisi Ehlibeytimdir.” dedi.

Ehlibeyte kıymet vermediler. Muaviye, “Bana biat et” dedi, Hz. Ali gibi Peygamberin soyundan, Allah’ın Aslanı Sırullah’a, Ali’ye, “Gel, benim arkamdan namaz kıl” diyor. Ali de demiş ki, “Sen kimsin ki, senin peşinde namaz kılayım? Ama ben dini bölmek istemiyorum. Sen gene bildiğin yoldan git.” Muaviye, “Biat edeceksin” dedi, Sıffın Savaşını açtı. İslâm tarihinde Sıffın Savaşı, Kur’an savaşıdır. Muaviye kuvvetleri 700 kişiyse, Hz. Ali’nin kuvveti 300 kişiydi. Ama sonunda Muaviye’nin askerleri telef oldu. Şah-ı Merdan’ın askerlerinden kolay kolay şehit olan olmadı ve baktılar ki yeniliyorlar, o zaman tabii kâğıt, matbaa yok Hz. Peygamberimiz okuma yazma bilmiyordu, ümmiydi. Keçi, deve postlarının üstüne sert cisimlerle, taşlarla yazılan ayet mızrağın ucuna taktılar ve “Allah’ın emirlerine karşı gelme, ya Ali!” dediler. Fakat Ali onu da dinlemedi. Onları kovaladı yine, biat etmedi.

Cami yoktu, Ömer’in zamanında yapıldı. Peygamberin zamanında cami yok. Hz. Ali tek başına namaza gitti. “Müslümanlar ayrılmasın. Biat etmiyor, onların peşinde namaz kılmıyorum, ama gidip namaz kılayım. İslâmiyet bölünmesin, dünyaya hâkim olalım, akıllı olalım, insan insanı öldürmesin” dedi. Fakat Şimir Mülcem geldi, hançerle başından şehit etti. Sonra Hasan ve Hüseyin’e “Ölürsem, siz de onu öldürün.” dedi. Nitekim o vefat ettikten sonra, Mülcem’i öldürdüler. Yine Hz. Hasan’la Hüseyin’e, “Ben öldüğümde, beni hasıra sarıp, deveye koyun. Bir Arap gelecek. Mevtamı alıp, götürecek. Sakın sormayın, ona beni teslim edin.” dedi. “Peki baba, hay hay.” ve cenazeyi sardılar, devenin üstüne koydular. Bir Arap geldi, “Cenazeyi götürüyorum.” dedi, ama yüzünü göstermedi. Deveyi aldı, gitti. O zaman, Hz. Ana Fatıma dayanamadı; “Oğlum, verdik ama, baban belki hastaydı. Bunaldı mı,  ne oldu? Bir sorun, kimdir? Elini ayağını öpeyim, nereye götürüyorsun? Kimsin? Azrail misin, Cebrail misin? Ne olur ya melek, yüzünü göster, biz de rahat edelim.” Hasan’la Hüseyin medet, mürüvvet koştular; “Ya Adem! Biz onun evlâdıyız. Kimsin?” Yüzünü açtı ki, Hz. Ali.

Hz. Ali ölmedi, ölmez de. Pîr Sultan Koca Haydar da ölmedi, Sırrı Sırullah hırkayı bıraktı. Hacı Bektaş da ölmedi. Onu da atın üstüne bağladılar, yine bir Arap götürdü. Götüren, gene Hacı Bektaş’tı. Bunları inkâr etmeyin. Mezarlar var, ama temsilidir.

 

Ben Musa’yım sen Firavun

İkrarsız şeytan-ı lâin

Üçüncü ölmem be bire hain

Pîr Sultan ölür dirilir !

 

Pîr Sultan, Ali’dir, Hacı Bektaş’tır, Pîr Sultandır. Bunların üçü ölmez. Bunları bilmek lâzım. Bazı ocaklar, menfaat düşünüyorlar, çok ayıp. Hatta “Evlâdı bile yok” diyip, çok günaha giriyor, saçmalıyorlar. Biz aşiret değiliz, çok aziziz. Bütün dünyada 150 evi geçmeyiz. Hiç rahat, huzur görmedik. Çünkü evliyaların hiçbiri, ne güldü, ne rahat yüzü gördü, ne de zengin oldu. Bizim sülâle de öyle. Bütün İstanbul bizimdi, gene de zengin olamadık. Seferberlikte, Hamallar Cemiyeti Başkanı,  4000 hamalın başkanıydı amcam, gene de fakiriz. O zaman Türkiye’de 20 kamyon var, 2’si babamındı. 2 araba bir kâhya, gene de kirada otururduk. Son zamanlarda ben bir daire aldım. Elimizin açıklığından talibe, büyüğe, fakir-fukaraya, akrabalara verdik. Kumarımız yok, hâşâ! Sülâlem içki içmemiştir. Yalanım yok, ben biraz içiyorum.

 

Gelelim size...?

 

1958 yılında  Pülümür askerlik şubesine tayin oldum. Oradaki beyler, ağalar dayılarımdı. Şimdi fakir halk, maraba durumunda. Birkaç köy dışında, hepsi maraba. 360 köy sahibi Şah Hüseyin Bey var. Bu Hüseyin Beyler, hanedan, kira almadığı zamanlar bile oluyor. Herkese ucuz, bedava toprak, yer, tohum vermiş.

1960 ihtilâlinde, bir yarbayımız vardı, onu da, jandarma yüzbaşısını da emekli ettiler. Ben, üsteğmendim. Cemal Gürsel Paşamız, Allah rahmet eylesin, anayasayı da güzel yaptırdı, fakat ondan sonra bozuldu. Cemal Gürsel Paşa, beni Erzincan’da albayken tanıyordu. Ocakzâde olduğum için beni Pülümür’e Bey yaptı. Hem Kaymakam, hem Garnizon Komutanı, hem Jandarma Komutanıydım. Emniyete de bakıyordum. Fakat bazı akrabalarım, güya Ankara’da toprak reformu çıkmış da, “Bu üsteğmen Ali, ağaların, beylerin, yeğeni olduğu için, bize toprak vermiyor” diyorlar. 68 köy beni sever, ama iki-üç tane mikrop, “Teğmen  size arazi vermiyor. Emir çıktı, size vermiyor.” diyor. Beni şikâyet ettiler, ama bir şey çıkartamadılar. Fehmi Erensu yarbayım geldi, tahkikat yaptı, Atatürk heykelinin önünde o dilekçeleri beraber yaktık. Dedi ki,  “Bu Üsteğmeni buradan alırım, başka bir subay gelirse, caddede selâm almayanı hem coplar, hem de bir ihbar  olduğu zaman, karınızın donunu bile arar, bu askeri idare. Ölen ölür, kalan kalır. Bu Üsteğmen, kasabanın en temiz insanlarından. Size  bunu Gürsel Paşa bıraktı ki, güzel güzel geçinin. Başka subay sizi dayaktan öldürür. Çünkü ortalık karışık, ihbar, şikâyet, vurgun, aşiret davası, eski davalar, birbirlerini ihbar ediyorlar, kötülük... Ama bu adam yapmaz, sizi tanıyor. Böyle bir toprak kanunu da yok, 150 senelik tapulu arazi. Şikâyet edenlere nasıl verelim?” dedi ve veremedik de.

Bu sefer de, seçim döneminde Aslan Bora’ya danışıyorlar. Aslan Bora da subay olduğu için, “Yahu, o arkadaş subay. Subaya dokunmayın. Kendi işinize bakın” diyor.  “Onu atmazsak, toprak sahibi olamayız. Pir Sultanlar burada kaç kişidir?” diyorlar. “Yahu, onlar aşiret, kalabalık değil. Zavallılar, kendi ibadetinde, kendi halinde yaşıyorlar” diyor. “Yok, bunu buradan at, başka subay gelsin.” O da diyor ki, “Siz onu atamazsınız. Senede üç defa teftiş var; Kara Kuvvetleri, Genel Kurmay, M.İ.T. yapıyor.... Hele bu askeri  idarede, olağanüstü halde, ona hiçbir şey olmaz, o size istediğini yapar. Sizi Sivas kamplarına sürerse, ağlarsınız sonra.” diyor. Bana da, “İcabında sür” dedi. Ben sürmem, Allah göstermesin. Yani çingeneyi kral etmişler, önce babasını asmış. Kendi milletimi bırak, yabancıya bile böyle bir şeyi yapamam.

Sonunda diyorlar ki, “İşte Alevîdir, dededir.” Ocak ayında,  Seyit Sabunlar var, onların talipleri, ziyaret çıkartmaya gider. Amcası çıkarıyor tabii, o da az çok dua öğreniyor. Orada  3 gün kalırlar, kurban yer, cem tutarlar. “Onu ihbar edelim, hani tarikatçılık marikatçılık yapıyor, diye belki kendisi gider.” diyorlar. Hakikaten öyle yaptılar, beni ihbar ettiler. Hızır’ın üçüncü haftası, cemden sonra gecenin bir yarısı, kar 1,5 metre. Karda, Kel Kemal’le Kemahlı Haşim Yeşilkaya, geceyarısı geldiler; “Dede, senin şubeyi bastılar.  Bir  kurmay albay, 3-4 tane hâkim albay, 3-4 sivil, thomsonlarla, karayollarına haber vermişler, Malatya-Tunceli karayolunu açmışlar. Senin  ihbarın üzerine gelmişler. Şubenin kapısını kırdılar, brifing odasını, seferberlik odasını açtılar, bir şey bulmadılar. Sonra biz de otele yatırdık. Sabahleyin seni istiyorlar.

Ben de sabahleyin hemen eve gittim. Hacılı yakın, subay elbiselerimi giydim, silahımı da aldım, köylüyle beraber geldik, selâm verdik. “Nereden geliyorsun?” “Faradin köyünden. Şimdiki ismi Çağlayan.” “Ne yapıyordun?” “Nasıl Ramazan, Muharrem kıymetliyse, Hızır ayı da bize kıymetlidir. İbadet yaptık, halka namazı kıldık, ağladık, Hızır’ı, Allah’ı, On İki İmamları çağırdık, Hz. Hüseyin’le Hasan’dan medet bekledik. Ehlibeytlere, evliyalara yalvardık, yemeğimizi yedik, kurbanlarımızı kestik ve bu sabah da gelecektim.” dedim, “Bunları bırak. Anayasa var, herkes inancında serbesttir. Seni kim ihbar etmişse, sen büyüksün; ne yaparsan yap, sür, git.” 

Sivas Tecrit  Kampları vardı o zaman, Karavagondan, kötü aileleri sürebiliyoruz. Öldürmeye öldürürsün de, öldürmek istemem, yapmam. Dedim ki, “Onu yapamam, komutanım, ne yaparlarsa yapsınlar. Benim tayinimi çıkarın.” “Peki, istiyor musun? Yaz dilekçeyi.

Otelde, el yazısıyla hemen dilekçe yazdım. İsmim, soyadım, doğum yerim, memleketim, sicilimi yazdım, “Sayın Komutanlığa: tayinimin İstanbul taraflarına, birinci bölgeye yapılmasını...” Zaten doğudayız.

Çorlu’da, beşinci Kolordu Merkez  Şubesine tayin oldum.

O zaman Kıbrıs olayları var, hazırlık yapıyoruz. 11 sene hazırlık yapıldı, 1974’te savaş oldu.

Ben 1971’de emekli oldum. Ordu hazırlanmadan savaşa giremez. Şimdi gene öyle hazırlanıyoruz, düşmanları vuracağız. Ailem (eşim), apandisit ameliyatından Çorlu Askeri Hastanesinde yatıyor. Annem de yaşlı, kadınlar koşuğunda aileme hizmet ediyor. Hanımı göremiyoruz, bir de göreve devam ediyoruz. O sırada ben de nöbetçiyim. Kıbrıs harekatına hazırlık yapıyoruz. Bütün birlikler ordugâhta, 24 saat nöbet subayıydım. Orduevinde personel terhis olmuş, yerine garson, aşçı,  sazcı, cazcı elemanları tayin edeceğiz. Birliklerden 50-60 tane uzman er çağırdık. Bu sırada, tabii ilgili subaylar, elektrikçilerle kalorifercileri imtihan ediyor, levazımcı arkadaşlar aşçıları imtihan etti. Sazla, müzikle ilgili şeylerle de ben ilgilendim. Beşinci kolordu orduevinin bahçesindeyiz, yanında da Mimar Sinan Camii var. Arada 60 cm. bir duvar var. Burada, imtihan ediyorum, çocuklar güzel saz çalıyorlar. Dedim ki, “Oğlum biraz da Alevî deyişlerinden, ezgilerinden söyleseniz?” Çocuklardan 4-5 tanesi, Hatâyî’den, Pîr Sultan’dan, Dertli’den, Şinasi’den, Fuzûlî’den deyişler söylemeye başladılar, çok hoşuma gitti. O sırada,  hanımın üzüntüsü, hastane de yasak, gidemiyoruz, görevdeyiz, keder ve tasadan türlü düşünceler içindeyim... O arada semah da vurdular. Turnalar Semahını vurunca kalktım, bahçede semah yapmaya başladım. Ramazanın birinci günüymüş, hiç haberim yok. Akşam camiye, teravih namazına geliyorlar. Camiye gelen vatandaşlarımız, kardeşlerimiz bana dönerek, “Bu ne biçim subay? Bu, Türk subayı değil. Hristiyan mıdır, nedir? Ramazan-ı Şerifte dans ediyor” deyince, tepem attı. “Ben Türküm, Pîr Sultan’ın, Koca Haydar’ın soyundan geliyorum. Seyit Ali’nin torunuyum ve Pîr Sultanlıların rehberi, aynı zamanda yarısının da pîriyiz. Büyük ev sayılırız, hâşâ! Hepsinin de ayağının turâbı olamam.

Bu lâfı duyunca, Ali’nin, On iki imamların, Kırkların aşkına coştum; teberra, tevella aklıma geldi... Girdim araya, bir-iki tokat attım. Cemaat  dağıldı, düdükler çaldı, inzibat yarbayı geldi, “Eve git” dedi. “Ben giderim komutanım” dedim. Jipe atladım, eve gittim. Aradan iki ay geçti, savcılık beni çağırdı. Savcı da arkadaşımızdı, savcılıkta işi kapattık.  Savcı Kemal Bey, Bektaşi idi. Kıymetli bir adamdı, “Böyle saçma şeylerle ifade alınmaz. Yahu,  kapat meseleyi” dedi, hoca da şikâyetten vazgeçti. Cemaat de hocayı şikâyet ediyor. “Bu, yüzbaşıyı şikâyet ediyor;  biz de seni şikâyet ederiz” diye...  Hoca da, “Türk subayı değil, Ermeni, mermeri” deyince, ben de onlardan davacıyım. Hatta savcı,  “Keşke vursaydın hepsini.” dedi. Ben de, “Vurmaktan, kan dökmekten hoşlanmam. Bizim ceddimiz öyle bir şey yapmamış. Kötülük yapamam.” dedim. O mesele öyle kapandı, ama, Trakya Emniyeti peşimizi bırakmadı.

Demek ki, Alevîlik propagandasına girmiş gibi oldu. Türk Silâhlı Kuvvetlerinde Alevî propagandası yapmış gibi oldum. Bir tarafta Ramazan, bir tarafta ben imtihan yapıyorum, kırklar aşkına kalkıyorum. Kim bu propagandayı yapıyor, anlayamadık ya, bizi, “Propaganda yaptı” diyerek ordudan mahkeme yoluyla değil, disiplin yoluyla ayırdılar. Allah razı olsun, gene komutanlarım saflığımı, temizliğimi bildikleri için, mahkeme falan açılmadı.  2,5 sene açıkta kaldım. Danıştay'a dava açtım. İsmail Şefik Şafanoğlu hâkim albayım, binbaşı Süleyman Yıldıral’ın, talibimin, askeri hâkimin hocasıydı, o  zaman avukattı. Sivildi, emekli olmuştu. O davamı aldı, 5 kuruş da almadı. Hatta bir gece de evinde misafir etti, hürmet etti bana albayım. Danıştay'da 2,5 sene uğraştı, tekrar orduya geldim. Çünkü hırsızlık, kötülük yapmadım, inancımdan dolayı oldu. Olmaması daha iyiydi, ama oldu. Yüzbaşıydım, binbaşı oldum. Aradan geçen maaş farklarımı aldım. 5 sene daha hizmet ettim. Zaten yedek subaylara, yarbaylıktan  fazla rütbe vermiyorlardı. Bir ay evvel, yarbay rütbesini takmadan emekli oldum.  Ama 6 senelik binbaşıyım. Sonradan albaylığı verdiler, fakat bu hakkı alamadık. Geçen gün dilekçe verdim, “Yedekte geçen günler sayılmaz” diyorlar. Danıştay'da belki kazanırım. Neyse, şimdi yaşlıyım, evimdeyim. Devletimin, milletimin birliği için, inançlar için kardeşlerimizin, vatandaşlarımızın birbirinden ayrılması, düşman olması dünyanın en kötü düşüncesidir.

Bakın, herkes aya gidiyor. Şeriat demek, gericilik, irtica demektir, geriye gidersek olmaz. Peygamberimiz televizyon kullanmadı, elektrik kullanmadı, tayyareye binmedi. Ama çağın gereği, biz bu nimetlerden yararlanmalıyız. Çarşafla, bezle Müslümanlık olmaz. Arabistan’da 40-60 derece sıcaklık var, tabii onlar ehrama girerler. Vücudu kapatmak başka, imanı kapatmak başkadır.

Söyleşi; 17. 09. 1998, ŞİŞLİ, İSTANBUL

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile