İZZETTİN DOĞAN
Prof. Dr. İZZETTİN DOĞAN
GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ ESKİ BAŞKANI
CEM VAKFI GENEL BAŞKANI
Ülkemizde Alevilik/Bektaşilik denilince ilk akla gelen isimlerden birisi olan ve görüş ve düşünceleriyle geniş kitleleri etkileyen Prof. Dr. İzzettin Doğan, aynı zamanda Sünni kesimin de dikkatle takip ettiği, hem bir bilim insanı, hem de önemli bir kanaat önderi, ciddi bir Alevi kurumun da başkanı olarak çok önemli bir isimdir.
Kendisiyle yaptığım birçok söyleşi aynı zamanda bağımsız bir kitap olarak da yayınlandı.
Aşağıdaki iki söyleşiyle Sayın Doğan’ın Alevilik/Bektaşilik kosundaki görüşlerini derlemeye çalışırken aynı zamanda birçok konuda olduğu gibi Muharrem ve Kerbela Olayı’na da farklı bakışını sizlere aktarmayı uygun buldum.
AYHAN AYDIN
Alevi inancının, kültürünün içinden gelmiş bir sosyal bilimci olarak Alevilik ve Bektaşilik konusundaki fikirleriniz nelerdir? Alevilik ve Bektaşiliği nasıl tanımlıyorsunuz? Sizce Alevilik ve Bektaşiliğin ortaya çıkmasındaki temel faktörler neler olmuştur?
Herşeyden önce ben Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden ayırmıyorum. Bir bütün olarak Alevilik ve Bektaşiliği tanımlamak gerekirse; İslamiyet'i mümkün olduğunca şekilden arındırarak, özünü yaşamına geçirmiş olan ve özellikle Maveraünnehir'deki göçebe Türk kabilelerinin uyguladığı yorumladığı İslam anlayışına ben Alevilik-Bektaşilik, diyorum.
Bunun doğuşunu tarihsel olarak saptamakta yarar var. Alevi İslam anlayışının doğuş yeri, Asya'dır. Asya'nın göçebe halklarıdır. Bunlar Aleviliği kabul ettikleri zaman daha doğrusu İslamiyet'i kabul ettikleri zaman, Arapların anladığı ve uyguladığı şekilde İslamiyet’i algılamamışlar ve uygulamamışlardır. Bu sosyolojik olarak zorunlu bir gerçektir. Bilimsel olarak baktığımız zaman bir dini kabul ederken insanlar, kendilerinin daha önceki inançlarını makasla keser gibi, kesip atamazlar. Atmamışlardır da. Kendi geleneklerini kendi fizyolojilerini, kendi psikolojilerini uygun bir biçimde ya da en azından ters gelmeyecek bir şekilde yorumlamışlardır. İrtibatlarını sağlayacak şekilde, eski geleneklerini de yaşatmaya devam etmişlerdir. Meczetmişler tabiri caizse. Başka türlü de olmaz zaten. İnsan tabiatına aykırı bu. Bunun tipik örneği, delilini daha doğrusu Alevilerin ve Aleviliğin olmazsa olmaz üçlüsünde görülebilir. Yani cem, saz dede de. Bu üçünden birisi olmazsa Alevilik noksandır, eksiktir. Bakıyorsunuz, dede seyid ismi altında, İran'da da var, Arabistan'da da var. Ama cem yok oralarda. Cem İranlılar’da da yok, Araplar’da da yok ama Türkler de var. Ayrıca saz da var. Saz sadece Türk kavimlerinde vardır. Ne Araplar’da ne de Acemler’de saz vardır. Buna mukabil Hindistan'da Pakistan'da da saz var. Yani Asya Halklarının yaşadığı bölgelerde saz var. O açıdan bu konuda ilginç bir araştırma da yapılabilir. Pakistan'daki Hindistan'daki İslam anlayışıyla Arabistan'daki İslam anlayışları arasındaki benzer ve farklılıklar tespit edilebilir.
Göç hareketleri sırasında Anadolu'ya gelen Türkler sazını ve dedesini bırakmamışlardır. Saz yaşamlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Anadolu'ya gelip yerleştiklerinde hem dedelerini, hem sazlarını, hem cemlerini beraberlerinde getirmişlerdir, Türkler. Türkler Anadolu'ya birkaç yılda gelmedikleri için geliş süreçleri olan 100-150 yıl boyunca geçmiş oldukları yörelerin inanç ve kültürlerinden de etkilenmişlerdir. Mesela İran Kültürü'nden bir çok şey almışlardır. Erdebil Tekkesi'nin Türk Kültürü'ne epeyce etkisi olmuştur. Cemlerde uyguladıkları kimi inanç motifleri İran etkisindedir.
Türk kavimleri Anadolu'ya geldiklerinde Hıristiyanlık'la karşılaşmışlardır. Anadolu o dönemde Hıristiyanlığın etkisi altındadır. Burada çok farklı insanların yaşadığı da tarihsel bir gerçektir.
Tarihi yok saymak kadar büyük günah yoktur bence. Bilimsel tarihsel gerçekler neyse bu her zaman saklanmadan belirtilebilmelidir. Bizler bilimsel fotoğraflar çekmek zorundayız. Bilimsel tahliller yapmak zorundayız. Nereden kalmışız, hangi koşullarla, nerede geçerek, nereye gelmişiz; bunu bilimsel olarak ortaya koymak zorunluluğumuz vardır.
Alevi kesiminin eldeki belgelere, şecerelere baktığımızda Türklerin beş ana yerleşim yerinden geldiklerine tanık oluyoruz. Hacı Bektaş ve Onunla beraber Nişabur'da gelenler; Horasan'dan, Semerkant'tan, Taşkent'ten, Buhara'dan gelenler. . . Çok ilginç bazı araştırmalar yapıldı bu konuda. Adıyaman'da bazı aşiretler var, bunlar kesinlikle Hint kökenli. Yani Hindistan'ın kuzeyinden gelenler var, Anadolu'ya. Bir kısmı bu insanların İstanbul'a göç etmişlerdir. Bunlardan bir kısmını ben de tanıyorum. Çünkü o bağlarımız kopmamış insanlarla. Bizim, benim halkla ilişkilerim öyle büyük rütbelerle, tayinle filan değil. Halkla sevgiyi de hüznü de paylaşarak geldik bugünlere. O yüzden kim nereden gelmiş nasıl gelmiş önemli olan bu değil. Bu nedenlerle Anadolu'ya
gelen insanlar arının her çiçekten bal alması gibi her inançtan kültürden, gelenekten bir şeyler almışlardır. Zaten birçok Alevi ozanı da "Her çiçekten bal alırız" diyor.
Anadolu'ya gelen Türk-Kavimleri Hıristiyanlık’la karşılamışlardır. Bugünkü Anadolu o zaman tümüyle Hıristiyandır. O zamanki Hıristiyanların da zamanla Müslümanlaştırıldıkları/Müslümanlaştıkları, anlaşılmaktadır. Çünkü bu insanlar, tarih herhangi bir katliam kaydetmediğine göre, yok olamazlar. Ortadan kalkmış olamazlarya. Peki nasıl Müslümanlaştılar, Anadoluda'ki Hıristiyanlar? İşte Türkler nasıl Müslümanlığı kabul ederken, Arapların anladığı yorumladığı biçimde İslam'ı anlamamış, yorumlamamışlarsa, İslam'ı kendi eski inanç, kültür, gelenekleriyle yeniden yeni bir tarzla kabul etmişlerse, Anadolu'daki insanlar, Hıristayanlar da İslam'ı kabul ettikleri zaman kendi eski inanç ve geleneklerini terketmemişlerdir. Bu sonuçlarla Anadolu'nun ne gibi büyük bir harman yeri olduğunu da görüyoruz. Bu harmanın çok hızla, çok genel bir biçimde hümanist bir şekle dönüştüğünü görüyoruz. Daha orjinal bir Alevilik çıkıyor ortaya. Anadolu Aleviliği adı altında gördüğümüz; insanı incitmeyi, gönül kırmayı, Tanrı'yı incitmekle eşdeğer gören, asıl Kabe'nin insanın kendisi olduğu, insanın herşeyi kendinde araması gerektiğini, Tanrı'yı da kendinde arayan, kendinde olduğunu kabul eden ve bu itibarla da insanı incitmemek gerektiğini belirleyen, daha yumuşak bir İslam anlayışının Anadolu'da egemen olmaya başladığını görüyoruz. Bunlarda da Hıristiyanlığın bazı etkilerinin olduğunu söylemek işin bilimsel gerçek yanıdır. İslam'a baktığımızda bazı değişmez kuralların olduğunu görüyoruz. İslam Fıkıhı'nda "kısasa kısas" kuralı değişmez doğrudur. Fakat Anadolu Aleviliği'ne baktığımızda bu kuralın kabul görmediğine tanık oluruz. "Gözünü çıkaranın sen de gözünü çıkar" gibi bir anlayış kesinlikle Alevilik-Bektaşi’likte reddedilmiştir. Bilakis, tam tersine, seni inciteni sen incitme anlayışı var. Hacı Bektaş'ın sözünde olduğu gibi, "İncinsen de İncitme" anlayışı var Alevilik-Bektaşilik'te. Yunus'da bunu daha başka bir şekilde görürüz; "Yaradılanı hoş gör/ yaradandan ötürü" orda da bir hoşgörü var. Yani, yaptığı bir hataya sen aynı hatayla cevap verme. Böyle bir hümanist yaklaşım Anadolu'nun kendi ürünüdür. Bu onur da Türklerin hem de göçebe Türk kavimlerinindir. O reddettikleri, aşağıladıkları, küçümsedikleri insanlarındır. Göçebe Türk kavimleri dediğimiz ve insanların binlerce yıldır yakalamaya çalıştıkları, değerleri yakalamış olmak gibi bir onura sahip olan bu insanlar bir toplum kesimini değil geniş halk kesitlerini kapsıyorlardı. Bakıyorsunuz, Virani'den, Şah Hatayi'ye, Pir Sultan Abdal'dan, Nesimi Dede'ye, Emrah'dan Aşık Veysel'e, gelinceye kadar yüzlerce binlerce ozanlar ve dedeler var Anadolu'da. Bu göçebe halkın içinden çıkmış. Sazıyla, sözüyle, şiiriyle İslam'ı bu şekilde anlayan binlerce yazar, ozan var. Birer şahika gibi, yüce dağlar gibi, fışkırdıklarını gördüğümüz, Yunuslar, Hacı Bektaşlar, Pir Sultanlar gibi hepsi de bu tarlanın ürünleri. Yani o tarla var. Bu itibarla istesek de istemesekte kabul etsekte etmesekte gerçek bu.
Yani buradan şunu söyleyebiliriz: Eski Türk inançlarından, Ön Asya Halkları’nın inanç ve kültürlerinden, Anadolu Uygarlığı'ndan, Hıristiyanlık'tan ve İslam'dan derin bir şekilde etkilenerek; Alevilik-Bektaşilik inancı-kültürü oluşmuştur. "Enel-Hakk"cı tasavvuf felsefesinin Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşların, Abdal Musaların da etkisiyle bu inanç kurumu tüm Anadolu'ya yayılmış, geniş halk kesimlerini derinden etkilemiştir. Öyleyse Alevilik-Bektaşilik inancının oluşup yayılmasına çeşitli mutassavvıfların, ozanların, şairlerin derin bir katkısı vardır?
Tabii. Zaten Osmanlı'nın Balkanlar'da çok hızlı ilerleyip Viyana Kapıları'na kadar dayanmasının temel nedeni de budur. Yani o günlerde Osmanlı'ya, Osmanlı Yönetimi'ne hakim olan anlayış, tasavvufi, ahlaki İslam anlayışının etkisiyle, yönetime yansımasıyla Osmanlı bu kadar ilerleyebilmiştir.
Hacı Bektaş'ı Veli aynı zamanda Yeniçeri'lerin de piri. Hacı Bektaş "Düşmanın da insan olduğunu unutma" diyor. Yani direktifte vermiş orduya Hacı Bektaş. "Eğer düşmana teslim olmuşsa ona kılıç çekme" diyor. Halbuki Ortaçağ Avrupası'nda her türlü işkence var. Bu yaklaşımlar, Balkanlar'daki halkların İslam'ı çok kolay benimsemesini ve Osmanlının da bu nedenle çok çabuk ilermesine vesile olmuştur. Çünkü Hz. Ali'nin Malik Ejder'e yazmış olduğu çok ünlü bir mektup var. Biliyorsunuz, Hz. Ali Onu Mısır'a tayin ederken diyor ki "orda olanların dörtte üçü sana dinen kardeştir. Geri kalan hilkaten, yani Tanrı'dan dolayı kardeştir sana. " Yani ikisi de kardeştir diyor, nihayetinde. İslam olan da olmayan da kardeştir. Önemli olan eşitlik, ve adaletle hükmetmektir.
Böyle olunca, derebeylik, feodalite siteminde bir meta, köle olan kişilerin birdenbire insan statüsüne doğru çıktığını görüyoruz. Balkanlar'da kendisine insani muamele yapıldığını gören insanlar Osmanlı'ya bağlanmışlardır. Bundan da anlaşılıyor ki, Osmanlı'nın ilk yüzyılları değişik bir yapıdadır. Bugün dahi gıptayla bakılan bir konuma sahip.
İlk yüzyıllarında ideal bir yönetim ve yaşam var dediniz Osmanlı'da. Fakat bu çok uzun sürmüyor. Zamanla, idealliğinin kaybolup çeşitli baskıların yaşandığını baskı görüyoruz Osmanlı yönetiminde. Bir kısım Alevinin zorla sünnileştirilmesinden, Yavuz Sultan'ın baskısı, kanlı savaşları da tarihe geçen acı gerçekler. Peki ne oldu da bu gelişmeler yaşandı? Nasıl bir dönüşüme uğradı Osmanlı yönetimi. Ve bu Aleviliğe nasıl yansıdı?
Bu belki de Osmanlı'nın en şanssız dönemidir. Yavuz Sultan Selim'in Babası II. Beyazıd'ı 1492 tarihinde tahttan indirip yerine geçmesiyle bambaşka bir döneme giriyor Osmanlı yönetimi. Yavuz Sultan Selim Doğu'da kurulan ve bir Türk Devleti olan Safevi Devleti'nden çekinmektedir. Çünkü Safevi Devleti'nin başında bulunan zat, büyük bir edip, filozof, büyük ozandır. Şiirlerini Türkçe yazıyor. Halkla çok güzel bir dialoğu var. Bu dialoktan çekinen Yavuz, bir gün Şah İsmail'in Osmanlı içlerinde de çok etkisi olacağını görüyor ve harekete geçiyor. Safevi Devleti'nin Osmanlı için çok kötü sonuçlar doğuracak girişimlerde bulunma durumu Yavuz'u harekete geçmeye itiyor. Şah İsmail ve Safeviler üzerine bir sefer düzenleyen Yavuz Sultan Selim bundan başarıyla çıkıyor. Bundan iki yıl sonra da Mısır üzerine yürüyor ve Memlükleri orda mağlup ediyor. Memlükleri mağlup ettikten sonra hilafeti alıp İstanbul'a geliyor ve sadece hilafetin biçimsel belirtilerini alıp gelmekle yetinmiyor. Aynı zamanda yüzlerce Sünni ülemayı da beraberinde getiriyor. Ve bu Sünni ülemayı alıp geldiğinde saraya yerleştiriyor. Sünniliğin etüdünü, incelenmesini yapmaya başlıyor. Böylece de o günkü şeyhülislamlardan da fetvalar isteyerek, Anadolu'da Alevileri sünnileştirmek ve Hıristiyanları da müslümanlaştırmak istiyor. O zamanki Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi, böyle bir isteğe olumsuz yanıt verince, yerinden ediliyor. Ondan sonra da Alevi kırımı başlıyor Anadolu'da. "Ya Sünni, olacaksın, ya kellen gidecek" gibi bir politikayla o zaman büyük bir terör estiriliyor. Aleviler artık inançlarını icra edebilmek, can güvenliklerini, sağlamak için, dağ başlarına çekiliyorlar, kaçıyorlar. Yani, Türk İmparatorluğu ilkönce Türkleri, Türkmenleri vurmaya başlıyor. Bu Türk tarihinin yaşadığı en şanssız dönemlerden birisidir. Tabi iş yalnız bununla kalmıyor, sonuç itibariyle kötü olan birçok şey yapılıyor. Arap Kültürü'nün hegemonyasını almaya başlayan Osmanlı İmp. özellikle El-Ezher'den, Mısır'dan getirilen Sünni ülemanın ve onlardan sonraki Sünni tedrisatın yayılması da yavaş yavaş İmparatorluğun önce duraksamasına, daha sonra da düşüşünü hazırlayan ana neden olmuştur.
İkinci bir neden, Hilafetle beraber, Kurani yoruma ağırlık veren bir toplum modeli yönetime hakim oluyor. Yavuz Sultan Selim'den önce Osmanlı yönetimine hakim olan, akıldır. Akılcı yönetimdir. Topluma hakim olan İslam ahlakıdır, Tasavvufi İslam Ahlakı, Yavuz Sultan Selim'den sonra yavaş yavaş terkediliyor. Bu ahlak anlayışı yerine doğmatik, tutucu İslam anlayışı topluma ve yönetime hakim olmaya başlıyor. Bu gelişmeler Aleviliği de etkiliyor. Nasıl etkiliyor? Aleviler artık kapalı devre yaşamaya başlıyorlar. Başka çareleri kalmıyor. Mümkün olabildiğince merkezden uzakta, mümkün olabildiğince, Osmanlı yönetiminin ulaşamıyacağı bölgelere doğru kaçıp, buralarda yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Tabii bu Alevileri şu şekilde etkilemiş görünüyor. Bu baskı rejimleri, artık Alevileri bölük pörçük yaşamaya zorluyor. Bu bölük pörçük yaşama Alevileri kendi içlerindeki kurumların belli ölçülerde de olsa birbirinden kopmaları sonucunu doğuruyor. Ben bunu şöyle izah ediyorum, daha doğrusu delillendiriyorum. Bakıyorsunuz Türkiye'nin birçok yöresinde mesafeler uzaklaştıkça, Alevi yerleşim yerleri arasındaki farklar arttıkça, semah şekillerinin değiştiğine tanık oluyoruz. Bu da şunu ifade ediyor. Birisinden diğerine, daha müstakil, daha bağımsız, daha üretken olmuş ama kendini merkezi kurumları zayıflamaya başlamış. Birbirinden haberdar olmaları bile zorlaşmış. Toroslar'daki Tahtacılarla, Kaz Dağı'ndaki Aleviler, Erzincan Alevileri’nin inanç ve geleneklerinde ortak yönler olsa da değişik farklılaşmalar da oluşmuş. Aslında bu da doğanın tabiatındandır. Bir taraftan bir zenginliğin kaynağını oluşturmuş, üretken olması açısından; ama bir taraftan da kendi kurumlarının belki de yeterince kendilerini geliştirmemesine ve ancak eldeki olanaklar çerçevesinde özünü yine aktarmaya çalışarak toplumlarını bu inanç çerçevesinde ayakta tutmaya çalıştılar.
Yüzyıllar gerisinden incelediğimiz zaman Anadolu Aleviliği ve Bektaşiliği'nin farklı kültür ve inançların da etkisiyle tarihsel süreçte ve toplumsal değişme evrelerinde bazı sosyolojik zorunluluklardan da kaynaklanan, sayısız "inanç-yaşam-kültür" kurumunu oluşturduğunu görüyoruz. Bilimsel açıdan baktığımızda yaşamsal gereklilikler yüzünden ortaya çıkan bazı davranış kalıpları gelişiyor. Kural, kurum, inanç motifi şeklinde bunları görüyoruz. "Eline-beline- diline sahip ol" felsefi ilkesinden, cem ayinlerine, dedelik gibi köklü inançsal geleneklere kadar bunları görüyoruz. Bu kurumlar Alevilik-Bektaşilik içinde çok önemli unsurlar oluyor. Çok sistem, yılların biriktirerek getirdiği zincirleme birbirine bağlı, zamanla gelişip oturan, olgunlaşan ve toplumu da bir ölçüde yönlendiren kurumlar herhalde bunlar.
Siz neler söylüyeceksiniz, Alevilik ve Bektaşiliğin inanç kurumlarının doğuşu ve toplumsal yaşamdaki önemleri hakkında, özellikle dedelik için?
Ben bunun da tarihsel kaynaklarına inilerek izah edilmesinin daha doğru, bilimsel olacağına inanıyorum. Çünkü Asya'ya baktığımız zaman orda dedelik kurumunun oluşturduğunu görüyoruz. Yani halk dilinde, Türk efsanalerinde "Dede Korkut geldi, soy soyladı, boy boyla, görelim ne söyledi. . . " diye devam edip giden efsaneler var. Dede, aynı zamanda Türk efsanelerinde lider kişi. Geldikleri zamanda her boy beraberinde dedesini getiriyor. O manevi gücü hiçbir zaman yanından eksik etmemeleri çok enteresandır. Osmanlı Döneminde de aynı şeyi görüyoruz. Orduyu kurarken devletin omurgasını oluşturan büyük Yeniçeri Ocağı'nın başında yine bir "pir" var. Yani bir siyaset adamı yok. Bir inanç adamı var. Hacı Bektaş Veli var. Budapeşte'de Gül Baba (Gül Dede) diye bir zat var. Bu Gül Baba'nın Kanuni Sultan Süleyman'ın seferi esnasında yanında kendisine duacı olması için götürdüğü Gül Dede olduğunu kaydediyor, tarihler. Vefat ettiği yere gömülmüştür. Tabutunu Padişah’ın kendisi taşımıştır.
Dedelerin Türk toplumunda çok önemli rolü olmuştur. Genelde o günün dedeleri maddeye önem vermeyen, hiçbir zaman halkla ilişkilerinde maddi varlığı önemsemeyen, halkın verdiklerini yine onlarla paylaşan insanlar dedeler. O nedenle de dedenin sofrası halkın sofrasıdır. Fukara-zengin demeden herkesin gelip kaşığını doldurabileceği bir sofrası vardır, dedenin. "Halktan gelen, halka gider" dede orada tanzim edici rol oynuyor.
Dede halkın birlik beraberlik, kardeşlik içinde olmasını sağlıyan kişidir. Halkın belli bir ahlak içerisinde daha güzel bir toplumsal konumda yaşaması için sürekli çalışan insandır, o ahlaki düzeni de sağlamaya çalışıyor. Onun usul ve biçimlerini yönlendiren kişi olarak görülmektedir. Adaleti sağlayan yargılamayı sağlayan, kişidir. Zaten tarafsız olduğu zaman ancak halkın desteğini, ve takdirini kazanabilir.
Dedelik üzerinde önemle durulması gereken bir kurumdur. Bence bugün bu gibi kurumları yıpratmak yerine, varsa bu tip kurumların eksiklerini gidermeye çalışmak gerekir. Toplumda huzuru, barışı kurabilmek gibi bir mahareti gerçekleştirebilen bir insan tipi dede. Acaba yeniden bu dedelerin yaratılması mümkün mü? Mevcutların birtakım bilgilerle, çağdaş bilimlerle donatılarak, topluma sunulması, topluma bir kazanç sunmak demek değil midir? Bütün bunları düşünüp olaya bu acıdan bakmak lazımdır.
Zaman geçtikçe Alevilik’te sayısız farklı gelişmenin yaşandığına tanık oluyoruz. Cumhuriyet Dönemi'ne baktığımız zaman, Aleviliğin Osmanlı Devleti dönemindeki bazı yapılarında farklılaşmalar görüyoruz. Dedelik, cem kurumları zamanla yok olmanın eşiğine gelmiş. Nasıl bir sosyal değişme yaşandı da, hangi etmenler sonucunda bu duruma geldi Alevilik?
Osmanlının çöküş dönemi başladığında, Alevilerin de bundan payını almaması mümkün değildi. Eğer Alevilerin kurumları böyle çok büyük baskı altında kalıp çökmeseydi, ya da çökertilmeye çalışılmasaydı Osmanlı'nın çöküşü bunların yeniden doğuşunu sahneye getirebilirdi, sosyolojik olarak. Aleviler çok zor ağır ekonomik şartlar altında yaşasalar da, mutlulukların paylaşımcılıklarını, umutlarını hiçbir zaman kaybetmemişlerdir. Cumhuriyet Dönemi'nde, Osmanlı'nın yapmış olduğu baskı ortadan kalkınca Aleviler de dağ başlarından kasabalara, kasabalardan da şehirlere göç etmeye başlamışlardır. Aslında Alevilerin şehirlere göçü onların yasal himaye görmeyen kurumlarının daha zafa uğraması sonucunu doğurmuştur. İnsanlar ekmek peşinde, dünya koşullarının getirmiş olduğu şartlarla (özellikle 1950'lerde sonra liberal kıpırdanışlarla herkesin teşebbüs sahibi olması gibi ekonomik yenilikler) büyük şehirlerdeki yaşam şartların ağırlaşması nedeniyle , önceki Alevilik kurumları ağır darbe yemiştir. Neden? Çünkü insanlar yeni yerleşmeye başladıkları düzenin içerisinde ve ağır koşullar içerisinde kendi inançlarına sahip çıkma becerisini gösterememişler. Bu bir kültür olayıdır. Ve de doğal karşılamak lazım. Alevi inancı ne büyük bir güce sahip ki yoksul bir kesimi en yüksek ahlaki bir düzeyde bugünlere kadar getirebilme başarısını, becerisini gösterebilmiştir. Hala da üzerinde oturduğu değerler çok parlak olduğu için kendi yaşamları değişmiş olsa bile o değerlerin su yüzüne çıkması onları tekrardan o değerleri yakalamak için çaba sarfetmeye sevk ettiğini görüyoruz.
Türkiye'de bir toplumsal değişme yaşandı ve hala yaşanıyor. Aleviler ve Bektaşiler de atalarından miras olarak aldıkları bazı inançlarının bırakmak zorunda kaldılar. Değişik yaşam koşulları altında farklı kimlik arayışların doğru yöneldiler. Aleviler’in Türkiye'nin izlemiş olduğu politikadan etkilenmemeleri, dünyanın yaşadığı değişimden etkilenmemeleri mümkün değildi. Yaşadığı dönemden, devirden etkilenmemeleri mümkün değildi.
Bir kısım erozyonlara rağmen sizin de ifade ettiğiniz gibi zaman geçtikçe yine de içlerindeki özellikleri tekrar yakalama onları tekrar canlandırma istekleri oluştu. Peki bunların sizce sosyolojik nedenleri nelerdir. Bu kimlik değişmelerinin temel nedenleri konusunda neler söyleyeceksiniz?
Ben Alevi kimliğinin çok fazla değiştiğini zannetmiyorum. Şunun için, belki bir bilgisizlik var. O muhakkak. Derin bir bilgisizlik var. En bilgiç geçinenimiz de bile Alevilik’le ilgili, Alevi tasavvufıyla ilgili çok derinlemesine bilgileri yoktur. Bence bunu ortaya koyduğumuz zaman herşey ortaya çıkıyor. Birisine "İnanç olarak hangi guruba dahilsiniz" diye sorduğumuzda, "ben Aleviyim" diyor. Peki nedir Alevilik diye sorduğumuz zaman yüzde doksanının vereceği cevap son derece yanlıştır. İşte diyecekler ki, "Hz. Ali'yi, Muhammet'i sevmektir", "Kur'anı bilmek ve sevmektir gibi... " kimliğini bu şekilde ifade edecektir ama, bir derinliği yoktur, bilgisinin. Sebebi, Osmanlı’nın baskısı nedeniyle kapalı yaşam koşulları nedeniyle kendini ifade edememe, inancını sürdürememe. Dağ başlarında kasabalarda kültürel gelişmenin engellenmesi. Bu kültürel derinliğe gitmenin engellenmesi sebebiyle de yeterince o kimlik arayışı konusunda fazla başarılı olmamış olmaları. Ama şimdi iletişim çağındayız. Şimdi dünyanın fevkalede küçüldüğü bir çağa girmiş durumdayız. Bu itibarla Aleviler kaybetmiş oldukları hazineyi yeniden keşfedecekler, yeniden bulacaklar, bundan hiç şüphem yok. Alevilik bulmazsa ne olur? Alevlik biter mi? Bitmeyecektir. Çünkü, kültür objektif bir vakadır. Alevi anne babadan gelmek yetmeyecektir. Batılı aydın kişide Almanında, Fransızında, İtalyanında geniş bir Alevi hayranlığı olduğu artık açığa da çıkmıştır. Alevi etkilenmeleri çok yoğun olarak görülmektedir, Batı'da. Alevilikle ilgili çok yoğun ve ilginç araştırmalar yapıldığı ise açık gerçeklerdir. Aleviliği kabullenme var Batı'da. Batılılar Aleviliğe ilgi gösteriyorlar. Niçin? Çünkü bir zengin kültürü keşfediyorlar.
Biraz da örgütlülükten örgütlenmeden bahsedelim. Alevi inanç kurumlarının bir ölçüde de bu kültürün temel örgüt birimlerinin oluşmasını sağlayan ana etmenler olduklarını görüyoruz. Toplumsal işlevleri ve çeşitli yaptırımlarıyla cem, dedelik, müsahiplik gibi inanç unsurlarının aynı zamanda birer toplumsal örgütsel kurum olduklarına tanık oluyoruz. Cumhuriyet Dönemi'nde dernekler, partiler, çeşitli yayın organları vasıtasıyla da olsa yine Alevi-Bektaşiler’in belli bir örgütselliğe ihtiyaç duyup bunu yansıtma isteklerini net olarak takip ettik. Alevi-Bektaşi ulularının isimlerini taşıyanlardan, genel olarak tümden bu toplumu temsil ettiği iddiasında olanlara kadar çeşitli dernekler kuruldu. Genel olarak bu deneyimlerden Aleviler sizce ne gibi sonuçlar çıkardılar/çıkarıyorlar ya da çıkarmaları gerekiyor?
Örgütlenme olayını çok yakından takip eden insanlardan birisiyim. Bizler Alevi inancının su yüzüne çıkmasının gereğini belirtip, devletin de bunu himaye etmesi zorunluluğu belirttiğimiz de halkta geniş bir heyecan oldu. Halkın bu heyecanını siyasal amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenler çıktı. Birlik Partisi'nin kuruluş amacı oydu. Alevilerin çok önemli özellikleri vardır. Mesela son derece kamil insanlardır Aleviler. Okuma yazmaları olmayanlar da cem ve diğer ibadetler içinde pişmiş ve olgunlaşmışlardır. Onlar insanlara sevgi ve dostlukla bakan ve kamil insan olmak için sürekli çaba harcayan temiz insanlardır. Aleviler engin fikirlidirler. Engin fikirlilikleri ve sezgileriyle Birlik Partisi'ni sıfıra indiren de yine Aleviler olmuştur. Çünkü bunun ülkeyi bir mezhep çatışmasına götürebileceğini gördüler. Alevilik’te önemli olan insan-ı kamil olabilmektir. Bir sosyal harekette de siyasal harekette de kemale sahip değilse insanlar, o zaman Alevi’nin oy vereceğini düşünmek zordur. İkincisi yine bu Alevi olayı, Aleviler’in yirmi milyonun üzerinde bir kitle oluşturması, bütün siyasi partilerin iştahını kabarttığı gibi, Alevileri kendi içinde de işi-gücü olmayanları siyaset aracılığıyla, (Türkiye'de her kesimde olduğu gibi Alevi kesimde de), Aleviliği siyasal emellerine sermaye yapmak isteyenler oldu.
Halk bazı derneklere itibar ediyorsa bunun nedeni bu derneklerin samimi olarak bu inançla uğraştıklarını gördüklerindendir. Onların da siyasete araç edildiklerini gördükleri an Aleviler onlardan da çekileceklerdir. Tüm bu entrikaları görmelerinden dolayı Aleviler daha demokratik bir yapı içerisindedirler. Türkiye'de oynanan oyunları sezme öğrenme gibi, adeta eğitimlerinin bir parçasını oluşturan birikimle daha mantıklı davranma yoluna gitmektedirler. Ama ben bu derneklerin amaçlarına ulaşamayacaklarına eminim. Dernekler aracılığıyla politikada belli yerlere gelmek isteyen, siyasal kariyer elde etmek için çırpınan, bir belediye meclis üyeliği, bir siyasal partiden milletvekili adaylığı için, Aleviliği kullanan bu kişilerin amaçlarına ulaşabileceklerini mümkün görmüyorum.
Fakat, bu örgütlülük olayı ya da örgütlenmeye çalışma olayı bir gerçeği ifade ediyor, Aleviler örgütsüzdür. Alevinin yirmi milyon insanına devlet yabancıdır. Bunlar ise bu boşluğu doldurma pazarlığı içindeler.
Demin söylediğiniz dernek ve örgütlenmelerin dışında, Alevilerin, Aleviliğin yaşadığı güncel başka sorunlar nelerdir?
Bir kere Alevilerin kurumları şu anda ayakta değil. Yani, dedelik, pirlik, mürşitlik, rehberlik gibi yaygın cem evlerinin bulunmayışı gibi, nedenler Aleviliği darmadağınık bırakmış durumda. İnsanların örgütlenmede önyargılı davranmalarının nedeni de sanıyorum, güvenebilecekleri insanların olmamasıdır. Güvenebilecekleri insanları buldukları gün Aleviler, eğer o insan Aleviliği örgütlemek isterse, Aleviler çok hızlı bir şekilde örgütlenirler. Ve de inanılmayacak bir şekilde örgütlenirler. Hem de yanlarına Sünnileri de alarak. Bugün Atatürkçü modeli savunanlar, Sünniler, bilinçli ve bilinçsiz olarak aynen Aleviler gibi yaşamaktadırlar. Ya da en azından aynı değerleri paylaşacak bir potansiyele sahiptirler. Bu siyasal partilerden hiçbir şekil ve surette bir ümit çıkmazsa, demokrasiyi kökleştirmek, insanların inançları arasında bir ayrım gözetmemek, insanları kucaklayan, samimi, içten, gerekli yasal düzenlemeleri de beraberinde getiren siyasal partiler bulunmazsa belki o zaman demokratik bir hakkın kullanılması zorunda, Alevilik için böyle bir örgütlenmeye gitmekten başka çare kalmaz. Yani kendi örgütlerini kurarak siyasal mücadeleden başka çareleri kalmayabilir. Ama şunu görüyorum ki artık Alevilerin sorunlarını görüp, onlara yardım etme onları devlete entegre etme çabaları gibi olumlu gelişmeler var günümüzde. Alevilerin haklarını vermek, onların kendi inançlarını özgürce icra edebilecekleri zemini ve imkanları yaratmak konusunda bir çaba görüyorum. Bu çabanın da yakında somutlanmasını umutla bekliyorum. Bana verilen şeylerden bunu gördüm. Eğer Alevilerin bekledikleri olumlu istekler gelişirse o zaman Alevilerin kendilerinin siyasal bir örgüt içerisinde bir araya gelmelerine gerek kalmaz. Gerek kalmayabilir. Doğrusu da budur. Yani artık inançlar üzerine oturmuş, siyasal nizamlar Türkiye'de bugünkü devlet yapısıyla insanları yanlışa götürebilir. İç çatışmalara götürebilir. Büyük uluslararası güçler, toplumu parasal güçlerle, bir sürü çıkar varlığıyla yada çıkarlar sağlayarak destabilize etmeye kadar götürebilirler. Araç olarak bu tip güçleri kullanmak isteyebilirler. Buna devletin müsaade etmemesi gerekir. Etmemesi için de daha demokratik yapıda, herkesi kucaklayan, herkese karşı yasaları eşit uygulayan vatandaşlar arası ayrım yapmayan bir devletin yeniden yapılanması gerekmektedir.
Son olarak da sizin başkanlığını yürüttüğünüz geniş halk kesimlerini ilgilendiren, insanların merakla izledikleri Cem Vakfı çalışmalarından bahseder misiniz? Bu Vakıf nasıl doğdu, neler yapmak istiyor, şu anki çalışmaları nelerdir?
Cem Vakfı'nın bir tek amacı var. Hakikaten bir tasavvuf kültürü dediğimiz Alevi anlayışının üzerindeki külleri üflemek ve bunu hem Türk toplumuna hem de Uluslararası topluma sunmaktır. Yani Uluslararası ilişkilerde eğer savaşı ortadan kaldırmak ve barışı getirmek ve barışı örgütleyip Birleşmiş Milletler yapısını yeniden gözden geçirmesini, savaşların artık olamıyacağı bir dünya yaratmak istiyorsak Aleviliğin öğrenilmesinden ve bütün eğitim sistemlerinin temeline konmasından geçiyor. İsmi Alevi olmayabilir ama savunduğu değerlerin ve yaptığı yargılanmaların benimsediği değerlerin tüm ulusların eğitim sistemlerinin temeline oturtulması halinde böyle bir dünya yaratılabildiğine inanıyorum. Bu bir kültür olayıdır. İnsanların ortak çalışmasıyla, gelecek kuşaklar için çabalamasıyla oluşabilecek, gerçekleşebilecek bir olaydır. Bu yüzden benim inancıma göre gerekli çaba içerisine girilirse bu gerçekleşebilir, benim amacım ise bu. Bir kültür olayını götürmek istiyorum Cem Vakfı'yla. Görüyorum ki halktan çok büyük bir ilgi var. Herkes üye olmak istiyor. Ama ben olayın daha sağlıklı bir biçimde gidebilmesi için rasyonel gidilmesini, daha araştırmacı bir yapıya dönük olması için çok kişili kalabalık bir gruptan ziyade 40-50 kişiyle kurup çalışmayı uygun buldum. Arkadaşlarımızın sadece ilgisi değil aynı zamanda maddi-manevi önemli bir desteğide söz konusu.
Çok kısa bir sürede araştırma ve inceleme guruplarının etkin çalışmasını sağlıyacağız. Üniversitedeki Sünni kökenli değerli ilahiyatçı ve bilim adamlarıyla da konuştum. Onlar da çalışmalarımıza katkıda bulunmaya tam destek verdiler. Alevi kesimin köşede bucakta kalmış, küskün kırgın, ya da yaşı sebebiyle mecali kalmamış değerleri hiç olmazsa son günlerinde bu kervana katmak ve onların bilgilerinin kendileriyle beraber götürmelerini engelleyip, bu topluma vermelerini sağlamak istiyorum. Artı, Alevi evlerinde kalan, yüzyıllar öncesine giden el yazması kitapları var. Onların toplanıp, Türkçe'ye kazandırılması ve içerdikleri değerlerin, düşüncelerin bu topluma sunulmasını sağlamak istiyorum. Ve bir de Alevilerin başlarını dik tutmaları için artık kendilerini de bu tip kurumlarının olduklarını bölmelerini, görmelerini istiyorum. . .
Ayrıca yapacağımız bilimsel inceleme ve araştırma sonuçlarını da kamu otoritesine sunup onlardaki ve diğer halk kesimlerindeki Alevilere karşı hala mevcut olan önyargıları da ortadan kaldırmak amaçlarımızdan bir diğeridir.
Söyleşi için çok teşekkür ederim.
Söyleşi: 1995, İstanbul
PROF. DR. İZZETTİN DOĞAN’la II. Söyleşi
“HZ. HÜSEYİN’İ VE KERBELA’YI GÜNÜMÜZDE ARTIK FARKLI YORUMLAMALIYIZ”
Alevisiyle, Bektaşisiyle, Mevlevisiyle, Sünnisiyle tüm İslam dünyasının çok özel ve önemli günlerinden birisini yaşıyoruz bugün. Yiğitliğin timsali, haksızlığa başkaldırının bayrağı, mazlumların şahı; kul hakkı yenmemesinin, Tanrı sevgisi için inandığı değerler uğruna yaşamını ve en sevdiği kişilerin hayatlarını verebilme erdeminin onurlu ismi Hz. Hüseyin için tutulan Muharrem Orucu’nun başlangıç günü bugün. Sohbetimiz bu konuda olacak.
Sayın Hocam gerçekten nedir anlamı Kerbela’nın, Hz. Hüseyin Kerbela’da hangi düşüncenin ve inancın sembolüdür?
Tüm insanlığı kucaklayan ve en son din diye kabul edilen İslam’ın insanlara tebliğini yapan Hz. Muhammet’in torunu, kucağında, omzunda taşıdığı, küçükken sakalını çektiği, sevgisi ile gözlerinden her zaman yaşlar akan, Hz. Muhammet’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in, Kerbela’da şehit edilmesi anısına tutulan bir yas orucunun başlama günü bugün.
Bu olay neden çok önemli? Önemli çünkü bu olay insanlık yaşadıkça bir daha insan benliğinden çıkartılmayacak, insan ruhunun derinliklerine kazınmış bir olaydır ve birtakım sonuçları beraberinde getirmiştir.
Bu sorunun cevabını verirken artık bir matem havası içinde, bir yas havası içerisinde bu olayı aktarmaktan kaçınmak lazım, bundan uzaklaşmak lazım.
Bundan yüzlerce yıl önce geçmiş olan bir olayı aynı tazelikle ruhunuzda sizin hissetmeniz gayet doğaldır; o sizin ruh asaletinizin bir sonucu olabilir. Ama insanlığın tümü için eğer evrensel sonuçlar çıkartıyorsanız, çıkarmak istiyorsanız bu olaydan; eğer birtakım evrensel değerlerin sembolü haline gelmişse Muharrem ve Muharrem ayında tutulan ve o yapılan kıyama karşı onun anısına tutulan oruç, bunun izahını artık günümüzde farklı yapmak gerekir.
Bugünkü programımız da o açıdan önemlidir, yani artık bazı inanç guruplarının yaptıkları gibi sırtlarını zincirlerle döverek yada kanın da adeta bulaştığı bir görünümün yansıtılması bizce olayın sağlıklı bir biçimde, akılcı boyutu ile gözler önüne serilmesini önler.
Olayı tamamen duygusal platformda tutmaya devam eder ki, bunun insanlığa kazandırabileceği bazı çok güzel şeyler olsa bile, asıl görmemiz gereken şeyleri gözden kaçırtabilir.
Nedir Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay?
Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay; Küfelilerin kendisini imam olmak üzere, halife olmak üzere davet etmeleridir.
Yani halkın Hz. Muhammet’in uygulamada gösterdiği ve kendi yaşadığı dönemde de Veda Haccı’nda söylediği ilkelerin kendisinden sonra da yaşatılmasını emreden ilkelerinin uygulanması, emirlerinin yerine getirilmesi işleminden ibaretti.
Hz. Muhammet nasıl Hakk’a yürüdükten sonra yerine İslâm için bir halifenin halk tarafından seçilmesini öngördü ise, yani cumhuri bir rejimi, yönetimin babadan oğula geçmeyen halkın iradesine dayanan bir şekilde gerçekleşmesini istiyorsa ve kendi yerine nasıl kendisinden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali seçildiyse böyle bir sistemin devamını istemiştir, Hz. Hüseyin.
Hz. Ali’den sonra İslâm’da nasıl büyük bir çarpıklıkla halk tarafından seçilmesi gereken kişi yerine Muaviye’nin kendisinden sonra çocuğunun, ondan sonra da onun çocuğunun, ondan sonra da onun çocuğunun çocuğunun yönetime geçmesi düşüncesine; yani hanedanlık dediğimiz, halk tarafından seçim yerine soydan gelen insanlarla bir toplumun yönetilmesi gibi kötü ve yanlış, İslâm’a aykırı bir geleneğin kurulmasına öncülük yapmaya karşı çıkma düşüncesidir, Hz. Muhammet’in uygulamalarını devam ettirme isteğidir, Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay.
Kerbela Olayı; Hz. Muhammet’in getirdiği dinin esaslarına uygun olarak seçilecek olan kişinin ehil olması, Kuran’ı Kerim’de ifade edildiği gibi emanetin yerine gelmesidir.
İnsan yönetimi fevkalade önemli bir emanettir, hiç kimsenin tasarrufundaki bir mevki değildir ve hiç kimsenin tasarrufunda olmayan bir mevkiinin ancak halk tarafından, halkın özgür iradesi ile baskı altında olmaksızın ve seçilecek olan kişinin öyle bir göreve ehil olmasının ancak seçimle tek kıstas olabileceği gibi, bugünkü çağdaş, modern demokrasilerde ki temel ilkelerinin 1300 küsur sene önce İslâmi toplumlarda ortaya atılmış olması ve bunu gerçekleştirmek üzere Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya doğru ailesi ile, sevenleri ile birlikte yola çıkması olayıdır, Kerbela Olayı.
Kerbela’nın gerçekten önemi nereden kaynaklanıyor?
Kerbela’nın önemini bugüne kadar taşıyan, bugün daha da derinleştiren anlamını İslâm toplumları açısından, daha da önemli bir olay haline getirmiştir, emanetin ehline verilmesi olayı.
Neden bugünkü İslâm toplumları içerisinde diyorum?; çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün İslâm’ın ruhuna uygun olarak, devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılarak inancın kendi alanında kalmasını hedef alan yaklaşımının ötesinde ve bunun bugün dış dünyadaki tecessümü (yansıması) olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin dışında bugün hiçbir İslâm toplumu maalesef bu ilkeleri uygulayabilecek durumda değildir.
Dikkat ederseniz tüm İslâm topluluklarında, yani 53’e yakın devlet vardır İslam dünyasında ve bu devletlerin hemen hemen tümünde Muaviye döneminde olduğu gibi bazı ailelerin nesilden nesile ulaşan kişiler tarafından yönetilmesi vardır.
Suudi Arabistan’da gördüğümüz gibi, Kuveyt’te gördüğümüz gibi, Pakistan, Endonezya, Sudan gibi ülkelerde gördüğümüz gibi de totaliter; yada Mısır’da, Irak’ta gördüğümüz gibi diktatörlüklerle yönetilen hükümetler durumundadırlar.
Hz. Hüseyin’in Kerbela’da bir ilkeyi gerçekleştirmek üzere sadece kendisinin değil, tüm aile efradı ile bir kişi hariç tümünün şahadet mertebesine ulaşan katilleri ile verilmek istenen mesaj maalesef 1300 küsur sene sonra Mustafa Kemal’in Türkiye’si dışında İslâm ülkelerin hepsinde hâlâ geçerliliğini koruyan bir örnek halindedir.
Bu, olayın siyasal açıdan, siyaset hukuku açısından, siyaset bilimi açısından çıkartabileceğimiz ilk sonucudur ama asıl Hz. Hüseyin’in şahadetinin tüm İslâm toplumlarında, sizin de ifade ettiğiniz gibi Alevi/Sünni ayrımı olmaksızın bugün herkesin hâlâ gözyaşı dökecek durumda olmasını insanlara yadırgatan şeydir asıl olay.
Çünkü Hz. İsa da çarmıha gerilmiştir. O da öldürülmüştür. Tanrının birliği, Tanrı düşüncesini insanlara anlatılmasını ifade için, Kuran’ı Kerim’in de bahsetmiş olduğu yani tüm insanların kabul ettiği bir peygamber olarak İsa da, çarmıha gerilmiştir, ama İsa’nın bıraktığı iz, Hz. Hüseyin’inkinden çok farklıdır.
Hz. Hüseyin’in bıraktığı iz ile insanların gönlünde yaratmış olduğu sevgi o derinliğe işleyerek insanlara döktürdüğü gözyaşı ile Hz. İsa’nınki arasında kıyaslanamayacak kadar büyük farklar var.
Hz. Hüseyin için niye insanlar bu kadar çok fazla gözyaşı döker hale gelmişlerdir, sizce?
Çünkü onun öleceği biliniyordu. Hz. Muhammet de sevdiği torununun Kerbela’da şehit edileceğini biliyordu. Bu Tanrının adeta bir emri idi. Bugün artık yorumlanması gereken budur. Neden Hz. Hüseyin kurban olarak seçiliyordu? Ve niçin Peygamber’in canından çok sevdiği torunu Kerbela’da şehit edilecekti?
Bunun üzerinde felsefi yorumlara gitmek lazım. Yani insanlığa buradan çıkaracağınız sonuçlarla ancak mesajlar verebilirsiniz.
Tanrı iradesinin hangi amacı güttüğünü bizler, bize Tanrının vermiş olduğu akıl yolu ile ancak bazı eski deyimle istidlallerde bulunabiliriz. Yani bazı varsayımlarla, şu nedenden dolayı, bu nedenden dolayı Hz. Hüseyin’in kurban olarak seçilmesini belki Tanrı böyle istemiş olabilir, diyebiliriz.
Bize düşen bu varsayımları çıkartmak ama bu varsayımlara meşrutiyeti kazandıracak olan bu şahadet mertebesi ile insanlara ne verilmek istenmiştir?
Böylesine güzel bir kurbanın seçilmesi insanlara hangi mesajlar, unutmasınlar diye insanların hemen bu olayı bilen herkesin büyük bir acı uyandırabilecek olan ve böylece de insanların dikkatini o değerlere doğru yöneltecek olan bir güzide kurbanı seçmeyi belki de yorumlamak gerekiyor, bundan sonra yapılması gereken o.
Çünkü dökülen gözyaşlarına baktığımız zaman denebilir ki, insanlığın tarihinde Kerbela olayı kadar edebiyat için, felsefe tarihi için, şiir için bu kadar mümbit, bu kadar verimli bir alan, bu kadar yaratıcı, doğurgan bir olay daha göremezsiniz.
Türk edebiyatının, bana göre de dünya edebiyatının en büyük şairlerinden birisi olan Fuzuli’nin denebilir ki bütün hayatı Hz. Hüseyin için gözyaşı dökmek, onun için yazmak, onun böylesine bir şahadeti karşısında duyduklarını insanlığa aktarmakla geçirmiştir.
Her insanda mevcut olan acıma duygusu, sevme duygusu ve o duyguların karışık bir yapısını oluşturan insanoğlu dediğimiz insana nüfuz etmesi için geçirmiştir hayatını, Fuzuli.
O kadar ki, Fuzuli’de mesela görüyorsunuz, her gün güneş doğar ve o güneşin her gün doğuşunu dahi öylesine izah etmiştir ki çok ünlü bir beytinde, Doğan (Hüseyin) Dede’nin de çok sevdiği bir beyit bu vesile ile Onun da ruhunu şad etmiş olalım, benzersiz bir ifadedir bu: “Her gün doğan güneş zannetmeyin ki dünyayı aydınlatmaya geliyor” diyor; o tanyerinin ağarmasını tasvir ederken “her doğuşta Hz. Hüseyin için kan ağlıyor güneş doğarken”... diyor.
Tanyerinin ağarmasını, tanyerinde güneşin görünmeden önceki kızıllığını Hz. Hüseyin için kanlı gözyaşları olarak tasvir ediyor.
Fuzuli’de öylesine derin, etki yaratıyor ki Hz. Hüseyin, Fuzuli ölürken kendisine soruyorlar, bir vasiyetin var mı? diye; evet diyor var, “beni Hz. Hüseyin’in giriş kapısına gömün ki her gelen geçen beni çiğneyerekten geçsin; ben de ancak o şekilde teselli bulurum”, diyor.
Böylesine bir sevgi, böylesine bir aşk, böylesine bir kendisini verme olayıdır belki de, Fuzuli’yi Fuzuli yapan.
Fuzuli’yi yaratan Hz. Hüseyin’e karşı duymuş olduğu bu sevgi ve aşktır.
Hem tasavvufta, hem felsefede, hem şiirde böylesine doğurganlığı teşvik etmiş olan Kerbela gibi bir olayın tabi ki o boyutu da incelenebilir ve incelenmiştir.
Yüzlerce, binlerce, on binlerce eser var ama bugün artık bizim olaya bakma açımızın değişmesi lazım. Bunun sadece olayın geçiş biçimi ile ilgili olarak yani bütün ailesi ile, çocukları ile birlikte bir takım değerler için ve bile bile ölümü göze alıp insanlığın kendisinden sonra, yaşayan insanlığın o değerler için gerektiğinde hayatını vermekten çekinmesinin sembolü olarak evvela kendisini kurban seçmekten çekinmemiş olmasıdır, önemli olan.
Bu değerler nedir? Bugün artık konuşulması gereken Hz. Hüseyin’in, Hz. Muhammet’in sevgili torununun bütün aile efradı ile canını vermekten çekinmediği, uğrunda şehit olmaktan çekinmediği değerler nelerdir?, artık bu değerlerin tartışmasını yapmak lazım.
Muharrem ayının bundan böyle insanlığın yeniden savunmak durumunda olduğu değerlerin ne olması gerektiğini düşünmeye sevk eden bir vesile ayı olması lazım.
Muharrem mi geldi?, bugüne kadar pek düşünmemiştik, yani hay huy içerisinde 24 saatimiz gelip geçiyor ama hiç olmazsa Muharrem ayında bir düşünelim.
Hz. Muhammet’in sevgili torunu bütün aile efradı ile birlikte 70 küsur kişi şahadeti göze aldılar, bile bile gidip şehit oldular, kadını ile erkeği ile çocukları ile.
Hangi değerler için, bu değerler nelerdi?
İşte bu değerleri tüm İslâm toplumlarının ve diğer insan topluluklarından Hıristiyan’ı, Budist’i, Taoist’i yeryüzünde yaşayan insanların tümü böylesine güzide bir zatın tüm ailesi ile şehit olmasını, hangi değerler için şehit olduğunun tartışılması, araştırılması lazım.
Tabi ki araştırmaları 1000 küsur yıldır yapılıyor ama onu yeniden ayağa kaldırmak, Hz. Hüseyin’e bağlılığı en iyi şekilde ifade etmenin yolu gerçekleri görmektir.
Hz. Muhammet’in ve Kuran’ın getirmek istediği kul hakkının yenmemesi, Tanrı sevgisine, insanlar arasındaki yoksulluğun kaldırılmasına ve varlığın gönülden hiçbir baskı olmaksızın paylaşılmasına dayalı bir yaşam modelinin sembolü Hz. Hüseyin’dir ve Onun şahadetidir.
Acaba insanlık bu değerlerin neresinde? 2002 yılına girdiğimizde insanlık Hz. Hüseyin’in Kerbela’da tüm ailesi ile şahadeti göze almış olduğu bu değerler sistemini karşısında, insanlık bu değerler sistemini ne kadarını gerçekleştirebilmiş, ne kadarını gerçekleştirememiş? ve bu değerler sisteminin gerçekleşmesinde bizler kişi olarak, neyi sağlayabildik, neyi sağlayamadık, neyi sağlayamıyoruz?
Bunların soruları sorularak yanıtlarının bulunmasına vesile teşhir etmelidir Muharrem ayı.
Hocam çok güzel açıklıyorsunuz. Şu an bir telefon bağlantımız var, dilerseniz soruyu alalım, daha sonra devam edelim söyleşimize kaldığımız yerden, efendim buyurun.
Tel.: Ben Kutluay Erdoğan, saygılar sunuyorum.
Hocamıza da çok teşekkür ediyoruz, bu güzel açıklamaları için, toplumumuz da bu bilgilerden faydalanıyor. Ben bir açıklama yapacağım ve devamını da sizin açıklamanız yerinde olacak, sayın hocam; Hz. Hasan’ın zehirlenmesi, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi, Peygamberimiz’in sağlığında Cebrail tarafından söylendiği savları yer almakta... bu bir kaderci yaklaşım değil midir?, eğer böyle ise zehirleyenlerin, katledenlerin masum olması lazım, ama biz ise onlara lanet okuyoruz.
Türkler olmasaydı, seyidler Asya’ya sığınmasaydılar belki Hz. Muhammet’in soyunu keseceklerdi, bizim Anadolu’ya gelen seyitler Asya’dan geldi.
Sorunuz fevkalade güzel, felsefi boyutları ile güzel, diğer yanlarıyla da güzel. Bugüne kadar insanlık 1400 küsur senedir Kuran’ı Kerim’in vahiy yolu ile Hz. Muhammet’e intikalinden bu yana geçen süre zarfında Kuran ayetlerinin biliyorsunuz içinde saklamış olduğu gizi yani hikmeti keşfetmeye çalışıyor ve bu keşif sırasında da biliyoruz ki, ismine mezhep dediğimiz, yüzlerce yorum ortaya çıkıyor.
Bu itibarla Tanrı iradesinin başında da söylediğim gibi, biz de ancak olsa olsa neden Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Ehlibeyt soyu kurban olarak Tanrı tarafından seçilmiştir? Diye sorabiliriz.
Hemen hemen hepsi zehirletilmiştir. (Kutluay Erdoğan)
Evet. Neden? Bu yorumlanmaya muhtaç bir soru ama Tanrı iradesine tamamen cevap verecek olan ve doğrudur, dedirtecek olan beşer yeryüzünde mevcut değil.
Onu ancak Tanrı bilecektir. Ama Tanrının bize verdiği akıl yolu ile biz ancak bazı yorumlar yapabiliriz ve o yorumlarla kendimize göre de yüzyıllar boyunca çeşitli coğrafyalarda farklı insanlar aynı istikamette bir yorum istikametinde birleşmişlerse o zaman şu ortaya çıkabilir; denebilir ki bu ortak aklın ortaya çıkardığı gerçek bu istikamettedir, diyebiliriz.
Eğer muhtelif coğrafyalarda, diyelim ki Orta Asya’da, Azerbaycan’da, Kuzey Afrika’da hatta yine bu konularla iştigal etmiş olan kültür Avrupa’sında, Avrupa coğrafyasında eğer bizim verdiğimiz manayı, anlamı buralarda yaşayan düşünürlerle bu konuda emek sarf eden insanlar da aynı istikamette düşünmüşlerse o zaman diyeceğiz ki, bu ortak aklın vardığı sonuç doğru yorumdur ve bu yorumdur belki de Tanrının böyle bir lüzumu hasıl etmiş olması.
Kutluaycığım senin sorduğun soru, felsefenin temel sorunlarından birisi, hatta Dostoyevski’nin ortaya attığı sorudur. Yani eğer Tanrı her şeyi önceden veriyor ise o zaman katiller masumdur?
Tanrının insana vermiş olduğu akıl ve ilkeler vardır. Eğer Tanrının buyruklarına iyiye, güzele doğru yönelmek için vermiş olduğu buyruklara uyar da şeytanı def edersen, Tanrıya yaklaşırsın.
Eğer def edemezsin, öbürü istikametinde meylin artarsa sevgiden uzaklaşırsan, adaletten uzaklaşırsan, paylaşımdan uzaklaşırsan her şey benimdir, biraz daha zengin olayım, daha azı fukaraya kalsın, öbürü yemese de olur, hep ben yapayım, dersen nefsin sana hakim olmaya başlarsa o zaman da felsefi manada şeytana yaklaştığın kabul edilir.
Kerbela olayında seçilmiş olmakta, burada bir kusur bulmak yada bulmamak yerine böylesine seçilmiş olmayı büyük bir imtiyaz, büyük bir lütuf olarak kabul etmek lazım.
Hz. Hüseyin’in yerinde bir başkası bu konuda hiç şehit olmadı mı, yüzlercesi vardır... ama iş ki bize o derinlikte bir acıyı insanlığa bir takım değerler hatırlatmak için yaşaması ve yaşatmasıdır. Bütün bunlar şunu ifade ediyor, Hz. Hüseyin’in seçilmiş olması Tanrının bir lütfü olarak da kabul edilir, bu felsefi yaklaşımınıza bağlı.
Sayın Hocam, Hz. Hüseyin neyin simgesi, neyi sembolize ediyor, dediğimiz zaman adil bir dünya isteğinin simgesi ve sembolü dedik, kul hakkının yenilmemesinin simgesi dedik, Tanrıyı sevmenin simgesi dedik. Dilerseniz devam edelim bu boyutlu açıklamalara.
Bu arada Hz. Hüseyin’in getirdiği değerler karşısında bir de Yezid ve Yezidlik var?
Önce asıl yaşadığımız toplumlar açısından bugünün değerlendirilmesi açısından neyin sembolüdür, o gün neyin sembolü ise bugün de acaba aynı şeyin sembolü mü? Evet.
Hz. Hüseyin’i aynı canlılıkla hatırlatan, Kerbela’yı aynı gözyaşı ile her yıl yaşatan da budur.
Bu simge olması olayıdır. Nedir o?, yaşadığı siyasal iktidara karşı gelmesiydi. Eğer iktidar halkına zulüm üzerine kurulduysa direnmenin de sembolüdür.
Asıl büyük özverisi oradadır, yalnız kendisinin değil ailesi ile birlikte şehit edilmesi olayında asıl direndiği orada Yezid’dir ve Yezid de burada bir semboldür sadece bir kişi değildir.
Yezid kimdir ve nedir?, kendi halkına yalan söyleyen, kendi halkına zulüm yapan, kendi halkına adalet yerine eşitsizliği getiren zihniyete Yezidi zihniyeti diyoruz ve Yezidlik bunun sembolüdür.
O zihniyete karşı direnin başka bir zihniyetin sembolü Hz. Hüseyin’dir.
Bu nereden kalma?, Hz. Hüseyin bu değerleri kimden aldı, dedesi Hz. Muhammet’ten mi sadece?
Sadece Hz. Muhammet’ten değil, asıl Hz. Ali’den, babasından alıyor.
Hz. Ali’nin meşhur sözüdür biliyorsunuz, yani o bütün soyuna yapmış olduğu vasiyet hükmüdür.
Diyor ki; “zalime boyun eğmeyin, sadece haklarınızı kaybetmekle kalmazsınız haysiyetinizi de yitirirsiniz” diyor ve tarihte Mustafa Kemal’de aynı şeyi görürüz, haysiyetini haklarının ötesine çıkartan haklarından daha önemlisi insanoğlunun haysiyeti olarak kabul eden Hz. Ali’dir.
Eğer zalime direnmezseniz sadece haklarınızı kaybetmekle kalmazsınız diyor, bunun başka manadaki ifadesi şudur, yani haklarınızı kaybetseniz de ne yapalım diyebilirsiniz ama ne yapalım diyemeyeceğiniz bir tek şey varsa o da, haysiyetinizdir.
Haysiyetinizi de kaybedebilirsiniz, öyle ise zalime boyun eğmeyeceksiniz.
Aslında Hz. Hüseyin’in yerine getirdiği bir emirdir bu.
Eğer Yezid halkına zulüm yapıyorsa İslâm’ın koymuş olduğu ana kuralı çiğniyorsa açıkça, Hz. Muhammet’in koymuş olduğu kuralı pervasızca çiğneyip, hayır ben halkı tanımıyorum, onu seçimi olsa da olur olmasa da bu umurumda değil, babamdan sonra ben geleceğim iktidara, halife olacağım, hükümdar olacağım, diyorsa ve bunu zorla yapıyorsa güç kullanarak yapıyorsa, işte ona direnmek Hz. Ali buyruğu gereği, Hz. Hüseyin de bunun canlı şahidi olarak şehit sembolüdür.
O manada da tüm siyaset ilminde de Hz. Hüseyin bir semboldür. Yani zalime direnmenin, eşitliği reddeden, paylaşımı reddeden, halkın iradesini reddeden, yaklaşımlara karşı direnmenin sembolüdür. Yani çağdaş demokrasilerde de büyük sembol halindedir, bugün Hz. Hüseyin.
Nasıl ki Hz. Ali’nin, Maliki Ejder’e, Mısır Valisi olarak tayin ettiği zaman yazmış olduğu mektubunu bugün Harward’ta, Pristin’da dünyanın en ünlü üniversitelerinde siyaset bilimi kürsülerinde bunu bir ilahi metin gibi okutuyorlarsa ve orada nasıl Maliki Ejder’e, “ey Malik! seni Mısır’a Vali olarak tayin ediyorum; bil ki oradaki halkın 4/3’ü dinen kardeştir sana, geri kalanı hilkaten, yani yaradılıştan dolayı, Tanrıdan dolayı kardeştir, sana. Bu itibarla hiç ayrım yapma aralarında, adaletle ve eşitlikle hükmet...” diyorsa ve bunu 1400 sene önce söyleyebilmişse Hz. Ali bu onun kimliğiyle ilgilidir. Bu Hz. Ali’ye yakışıyor ve böylesine bir kişinin tabi hayata bakışı da farklı oluyor, Tanrıya bakışı da farklı oluyor. Hz. Hüseyin de aynı yolun takipçisidir.
Biraz önce Kutluay Erdoğan kardeşimizin telefonla söylediği sorunun altında biraz daha geniş baktığınız zaman bir farklı yön var.
Yani ölmek yada ölmemek, lanetlenmek, lanetli olmak bunlar çok önemsiz şeyler gibi görünüyor. İnsanlığı yücelten ve insan modellerini değerlendirdiğiniz de adeta bir süzgeç daima bir ışık, fener gibi tutacağınız olay, Kerbela’da Hüseyin’in direnişi, Hz. Ali’nin aynı ilkeler için şahadeti göze almış olması olaylarıdır.
Bizce de onun için İslâm’ın ve değerlerini tartışırken, savunurken, konuşulması gereken olaylar bunlardır.
Yoksa namaz, oruç vs. çok güzel, iyi ama bütün bunlar insanın Tanrıya yaklaşılmasında birer araçtır, insanın kendisi içindir, insanın kendisini Tanrıya yaklaşımını sağlayan araçlardır. Ama Tanrının insanın orucuna yada namazına ihtiyacı olmasından dolayı değil.
Çünkü o kainatın tümünü kuran, yaratan muhteşem gücü düşününki dünya sadece mevcut olan milyarlarca dünyadan sadece bir tanesi ve bütün bu kainatın kurucusu Tanrıdır, diyoruz.
Tanrı dediğimiz düşünce eğer o düşünce bütün bu milyarlarca dünyayı yaratmışsa onun için de insan dediğimiz bir iğnenin ucu kadar dahi büyüklüğü olmayan, bir varlığın namazını kılması, orucunu tutması yada tutmaması Tanrının isteğinin konusu olamaz.
İnsan onlara riayet ediyorsa belki Tanrıyı düşünme imkanı da bulacağı için o araçlar önem kazanır, yoksa aracın kendisi bize büyük bir şeyi ifade etmez.
İslam ve İslam’ın getirdiği değerler son din olarak, tüm dünyayı kapsayan ve kavrayan bir din olarak tartışılması gereken yani İslam’ın çivisini insanlığın gönlüne çakan olaylar, Hz. Hüseyin’in şahadeti, Hz. Ali’nin şahadeti, 12 İmamlar’ın şahadetleri olayıdır.
Onlardır bugün hâlâ İslam’ın değerlerini tartışmaya açan, o değerlerin bugün dahi insanlığın eremediği, hâlâ ulaşmaya çalıştığı değerler olarak ortaya çıkmasını sağlayan bu şahadetler silsilesidir.
Onun dışında neyi görüyorsunuz? Hacca gidilsin mi, gidilmesin mi, haçta kaç koyun kesildi, kaç tane buzağı kesildi, bu mudur insanların, İslam’ın meselesi?
Hacca gidilecekse, koşulları varsa gidilsin.
Ama İslam’ı yüce bir din yapan bu tür şekil şartları değildir, İslam’ı yüce bir din yapan diğer dinlerin tümünü kucaklayacak kadar geniş kılan manaları araştırmak lazım.
İslam ile Hıristiyanlığı karşılaştırdığımız zaman ikisi de büyük dinlerdir.
Ama Hıristiyanlığın İslam ile karşılaşmasında İslam’ı yüce kılan, Hıristiyanlığın İslam’ı reddetmesi, peygamber olarak sadece İsa’yı ve İsa’nın dışında peygamber tanımaması, buna mukabil Hz. Muhammet yolu ile gelen İslam’ın tüm peygamberleri peygamber olarak kabul etmesi ve hepsini İslam’ın peygamberi olarak kabul etmesidir.
Biri diğerlerini kucaklıyorsa o ondan büyüktür.
Bu itibarla bugünün düşünen insanları ister kendini Alevi kabul etsin, ister Sünni, ister Şafii, ister Hambeli... ne kabul ederse etsin, tartışması gereken değerler sistemini ortaya koymak lazım ve Kerbela olayı bunun hatırlanması içindir.
Hz. Hüseyin neden şehit edildi ve Tanrı tarafından Onun şehit olarak seçilmesinin nedeni nedir? Bunu görmek lazım, bunun tartışmasını yapmak lazım.
Daha adil bir toplum nasıl kurulur, yeryüzünde insanlık, Tanrının verdiği en yüce değer akıl yolu ile buraya nasıl gidebilir ve İslam’ın hangi ilkeleri bu konuda rehber olabilir?
İşte burada da, kul hakkına saygılı olmak, kul hakkı yememek, ancak insanı severek Tanrıya ulaşılabileceğini inanmak... gibi üstün değerler sistemi vardır.
İnsanı sevmeyen kişinin Tanrıyı sevmesi mümkün değildir.
Tanrı, Kuran’ı Kerim’de; “ben seni seveni severim” diyor.
Eşitliği getirerek; siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur diyor, Kuran’ı Kerim.
İslam’ın 1400 sene önce koymuş olduğu ana ilkelerden bir tanesi insanların eşitliğidir.
Aleviler, dedeler onu çok güzel söyler:“Tanrı önünde rütbe yoktur” derler.
‘Kul Hakkı’ dedik çok önemli, Tanrı sevgisiyle yoğrulmuş, zalime karşı direnmenin sembolü ve gerçekten de sadece Alevilerin değil, gerçekte inanmış samimi Sünni Müslümanların da gönlünde taht kurmuş bir insan İmam Hüseyin.
Hz. Peygamber’in torunu, en sevdiği insanlardan birisi, bir de Hz. Ali’den ve Kuran’dan ilham almış bir insan dedik, Hz. Hüseyin için.
Muharrem Orucu var ama bu farklı bir oruç. Anlamı da, uygulaması da farklı bir oruç.
Sizce nedir farkı Muharrem Orucu’nun, diğer oruçlardan?
Evet, doğrudur. Neden çok farklı bir oruç ve yeryüzünde 6 milyara yaklaşan bir insan kitlesi var, sadece Muharrem Orucunu tutan insanlar özel bir oruç tutmuş oluyorlar.
Yani diğer oruçlarda Musevilik’te de oruç var, Hıristiyanlık’ta da oruç var, İslam’da da var ama hiçbir oruç bence Muharrem Orucu kadar önemli değil. Diğerlerinin önemi daha mı az?, hayır o manada söylemek istemiyorum, karşılaştırma yapmak istemiyorum ama diğerleri dinen olması gereken oruçlar olduğu için bir bakıma kaynakları ilahidir ve otomatiktir. Yani insan aklının oruç konusunda herhangi bir dahiliği yoktur. Müslüman iseniz Ramazanda oruç tutarsınız ama bir gün, ama 2 gün, ama 30 gün, ama şartlarınız müsait değildir yani orucun kurallarını dinin kendisi tayin etmiştir.
Sizin orada herhangi bir rolünüz yoktur, herhangi bir dahiliğiniz yoktur buna karşılık bizim Muharrem Orucu dediğimiz oruç çok farklı bir oruç, insanın kendi aklı ile ortaya koymuş olduğu, insanlık için, bir takım yüce değerler için canını vermekten çekinmemiş olan bir insana ve ailesine karşı insanlığın kendi akıl yolu ile vermeye çalıştığı bir teşekkürdür.
Sadece bunu bir yas orucu olarak kabul etmek doğru değildir. Biz Hz. Hüseyin’in öldüğünü kabul etmiyoruz. Bizim İslam anlayışımızda biliyorsunuz, Tanrıdan geliyoruz biz Tanrıya döneriz, o zerre sadece başka bir şeye dönüşür. İnsan Tanrının zerresinden oluştuğu için Tanrıdan gelir Tanrıya döner. Hz. Mevlana da bu dönüşü bir düğün olarak kabul eder. Yani ölmek o kadar da önemsenecek yada önemli sayılabilecek bir olay değildir, neden? Tam tersine öldüğünüz zaman siz aslında ebedi hayata kavuşursunuz, Tanrının kendisiyle bütünleşirsiniz geldiğiniz yere dönersiniz ve bu dönme olayı da sizin için bir bayram niteliğini taşır.
Onun için Hz. Mevlana ölüme Şeb-i Aruz yani Vuslat günü olarak kabul ediyor, Tanrıya geri dönüş olarak kabul ediyor. Böyle bir yaklaşım da Hz. Hüseyin’in ölümü de belki o manada algılandığında ve ilahi taktirin yerine getirilmesi yani Tanrı kendisinin bu değerlerin insanlığa hiçbir zaman unutamayacakları bir vahşet atmosferi içerisinde sorulmasında kurban olarak Hz. Hüseyin’i seçmiş olmasın da o manada felsefi boyutları ile ve bizim İslam anlayışımıza göre çok da matemi tutturmayı gerektirecek bir olay olmadığı şeklinde insan olarak acısını duyarız, ıstırabını duyarız ama yani çok da abartılmaması gerektiği noktasına varabiliriz.
Ama orada önemli olan Hz. Hüseyin’in uğruna bir insandaki en değerli şeyi yani canını vermeyi ortaya koymuş olması sebebi ile tüm diğer insanlarda yaşatılmasını arzu ettiği değerler sistemidir.
Böylesine bir neticeyi doğurduğu için insanlığın tümüne, insanların beynine, gönlüne, ruhuna, zalime direnmeyi, haksızlığa karşı direnmeyi ve adil olmayı, halkın haklarına özellikle saldırıldığı zaman, halkın asıl hakları gasp edildiği zaman halk için, halk adına gidip kendi canını ortaya koyma mücadelesini verdiği için oruç yoluyla, yani insanın kendi nefsine hakim olarak yani bazı zevklerinden, keyiflerinden Muharrem ayı boyunca mahrum kalarak ödedikleri bir teşekkürdür.
Muharrem Orucuna yükletilecek olan manayı iyi görmek lazım, sadece insanın ah etmesi, vah etmesi Hz. Hüseyin’e, Hz. Muhammet’in sevgili torununa, Hz. Ali’nin küçük oğluna o sevgiyi duyması, kendisine çektirilen acılara karşı o sevgiyi duymasına karşılık tutulan bir oruç değildir bu oruç, onu iyi görmek lazım.
İnsanlığın tümünün oruç borcu vardır Hz. Hüseyin’e; ister Alevi olsun, ister Sünni olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Musevi olsun. Niçin? Çünkü Onun uğruna canını verdiği değerlerin tümü insanlığın ortak değerleridir. Adil yasalarla yönetilen bir ülkede yaşamak, eşit şartlarla yaşatılan bir ülkede yaşamak insanların kendi varlıklarını yok olanlarınki ile paylaştıkları bir ülkede yaşamak, insanların kul hakkına el uzatamayacakları ve bunu da düzenleyen bir düzenin bulunduğu bir ülkede yaşamak gibi insanlığın nihai hedefini siyaset biliminin nihai hedefini, insan yönetim birimlerinin nihai hedefini oluşturan bir değerler sisteminin kurbanı olarak, sembolü olarak çıkıyor karşımıza Hz. Hüseyin Kerbela’da.
O açıdan baktığımız zaman bütün insanlığın Hz. Hüseyin’e böylesine bir insani borcu var ama o borçlarını eda ederler yada etmezler tamamen bu bir gönül işidir.
O bir düzey meselesidir, adam Musevi’dir, adam Budisttir, adam Hıristiyan’dır, İslam’ın diğer yorumlarına mensuptur, Şafii’dir, Maliki’dir, Hambeli’dir..., ama Muharrem ayında Hz. Hüseyin’in kendisi için yani Şafii için, Hambeli için, Sünni için, Musevi için savunduğu bu evrensel değerler sisteminin tümü için sembol olmuş olan bir insan olarak görüp; eğer bir gün dahi bir oruç tutarak yani o gün kendi keyiflerinden mahrum kalarak, eğer ona sevgisini, saygısını ifade ediyorsa insanlık açısından önemli bir merhaleyi ifade etmiş olur. Kerbela’yı, Muharrem Orucunu bu şekilde yorumlamak lazım.
Sevgili Hocam, çok ilginç, İranlı bir gazeteci dostumuz bizi ziyaret etti ve kendisinden de çok önemli, güzel bilgiler elde ettik. Merhtad Farahmand İran’da yaşayan Ehli Haklar’ı yani Alevi, Bektaşi inancına çok yakın bir inanç grubunu olan Güranlıları araştıran bir gazeteci ve olağanüstü güzel şeyler söyledi ki sizin söylediklerinizle o kadar örtüşüyor ki, demek ki yaşananlar ortak.
Diyor ki niçin yas tutulsun Hz. Hüseyin için? Zaten o sevdiğine kavuşmuştur, dünyada ölüm yoktur. İran’daki Ehli Haklar onu yas haline dönüştürmüyorlar onu kendi içlerinde anıyorlar, cemlerinde ilahilerle anıyorlar fakat ölüme yas yokmuş orada. Çünkü hayat var, aslolan hayattır, ölüm yok diyorlar, böyle de bir gelenek 1 milyondan fazla insan arasında yaşıyormuş şu anda İran’da.
İki sene önce Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay Bey ile davetli olarak Azerbaycan’a gitmiştim.
Sayın Aliyev ve oradaki Kültür Bakanı Polat Bülbüloğlu’nu, o zaman ki Sayın Başbakan bizi kabul buyurduklarında, Sayın Aliyev de vardı, Sayın Bülbüloğlu’da vardı. İstemihan Talay Bey beni, Türkiye’deki Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancının öncü ismi olarak, yani benim iddiamın dışında bir olay, kendileri takdim ettiler.
Takdim ettiklerinde Başbakan aynen şunu söyledi: “Yetmiş yıllık Sovyet yönetiminde Marksizm yani Komünizm dine karşı olduğu için; Tanrı, din, iman kabul etmediği için bize bu tür şeyleri unutturmaya çalıştılar, ama insan ruhu inanma ihtiyaçları içindedir. Bizim inançlarımız, belki ismini söylemeyebiliriz ama bizim ruhumuz Seyit Nesimi’dir, Abdal Musa’dır, Fuzuli’dir. Bunlar Alevi ise biz de Aleviyiz ve 17 milyon insan İran’da bu şekilde düşünüyor onlarda Alevidir.”demişti. O zaman Polat Bülbüloğlu söze karıştı, dedi ki: “sadece siz 25 milyon olarak biliniyorsunuz ama bunlara 7 milyon Azeri’yi katın, 17 milyon İran’daki Azeri’leri katın, Türkmenistan’ı, Kazakistan’ı katın, biz yüzlerce milyonuz” dedi.
Benim söylemek istediğim mesele; Alevi İslam inancını kabul eden ve yaşayan insanların Kuran’ın ayetlerini daha doğru yorumladıkları yani Tanrının insanların tümüne yollamış olduğu Kuran ayetlerini ve içindeki espriyi Arap örf ve adetlerinden arınmış olarak daha doğru yorumladıkları, kavradıkları kanısındayım ve onun sembolü Hz. Hüseyin’dir, Hz. Ali’dir ve onun soyudur.
Bu soy daha çok Türkler arasında yaşama şansını elde etmiştir, neden çünkü doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar, onları yalnız kovmamışlar, hepsini öldürmüşler, hayat hakkını tanımamışlar, tanıyanlar Türkler olmuş.
Türkler onları benimsemişler, içlerine almakla kalmamışlar onları en üst köşeye yerleştirmişler. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda da onlar rol oynamışlar. Çünkü o imparatorluğu kuran Asya’dan gelen kavimler, Maveraünnehir’den gelen kavimler, kurduklarında da yanlarında daima bir Alevi dedesi yani bir bilge insan bulundurmuşlar.
Ama o bilge insan hiçbir zaman siyasete girmemiş, onu da gözden uzak tutmamak lazım. Günlük siyasetin içine girmemişler ama bir değerler sisteminin ne olması gerektiğini, bir toplumun yönetiminde hangi değerlerin ön planda tutulması gerektiğini, bunu hep telkin etmişlerdir, onun için Osmanlı ordusunun Piri Hacı Bektaşi Veli’dir.
Bugün dahi Türkiye Cumhuriyeti devletinin omurgasını, Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu oluşturur.
O zamanların Osmanlı ordusu, Osmanlı İmparatorluğu’nun omurgasını oluşturmuştur ve bu omurganın başında manevi lider Hacı Bektaşi Veli’dir.
Osman döneminde yada Otman Bey döneminde yada sonradan gelen Orhan Bey, Murat Han döneminde mi böyle?, Hayır.
Fatih Sultan Mehmet’in yanındaki iki büyük bilge insandan birisi Akşemseddin ve bir Bektaşi Babası Nafi Baba.
Nafi Baba’nın Türbesini biliyorsunuz Boğaziçi Üniversitesi’nin sırtlarındadır.
Nafi Baba Akşemseddin’in amcasıdır ve Molla Gürani bütün bunlar Alevi dedeleridir, neyi ifade ediyor bunlar? Bu insanlar siyasete karışmamışlardır ama Fatih Sultan Mehmet bunlardan birisi yanına geldiği zaman ayağa kalkıp karşılarmış.
Çünkü kendisi gidip akıl danışırmış, bunlar bilge insanlar ve bunların söylemleri istikametinde devlet yönetiminde, devlet çok büyük bir hızla gelişiyor, çünkü topluma hakim kılmak istenen değerler bunların değerleridir.
Bunlar adil olacaksın diyor, eşit olacaksın diyor, öfke sana yakışmaz diyor..
Edebali damadı Osman’a yani devleti kuran Osman’a diyor ki; “öfke sana yakışmaz, sana sabır yakışır. Öfke vatandaşındır, sabır ve bilgelik senindir.”
Bu tür güzel sözlerle ama insan yapısını, Tanrısal yapıyı çok daha iyi teşhis etmiş olan insanlar ki, bunlar inanç önderleri, işleri güçleri de bu.
Çünkü, o istikamette toplumun yönlendirilmesinde o değer sahibi olmalarının sağlanmasında çok önemli roller üstlenmiştir.
Ve onun içindir ki Kanuni Sultan Süleyman dahil Macaristan’a kadar gittiği zaman Mohaç Seferi dahil, yanında Gül Baba’yı beraberinde götürüyor.
Gül Baba kim? Bir Bektaşi Babası ve halen şu anda Budapeşte’de Macarlar’ın da gidip ziyaret ettikleri büyük ulu bir insan ve orada Hakk’a yürüyor, Hakk’a yürüdüğü zaman da tabutunu Kanuni Sultan Süleyman taşıyor.
Sevgili Hocam, çok önemli bir konuya girmiş olduk. Tabi ki İmam Hüseyin’i rehber alan, dedeler, babalar, bilge insanlar ve o büyük inancı taşımışlar tarihler boyunca.
Dilerseniz bu boyutla sürdürelim sohbetimizi, çok önemli bir konuya da girmiş olduk; çünkü tarih bütünlenmiş olacak, yani sadece İmam Hüseyin tarihte ki yerini almış bir lider, önder, inanç insanı değil, onun fikirlerin devam ettirenler de var.
Hz. Hüseyin ve Kerbela gerçekten yüzyıllar ötesinden günümüze çok büyük semboller, mesajlar getiriyor ama o değerleri ondan sonra omuzlayanlar da var ve o büyük değerleri günümüze kadar taşıyanlar da var. Hacı Bektaşlar, Yunuslar, Gül Baba’lar, Otman Baba’lar, Demir Baba’lar, Abdal Musa’lar o büyük yükü omuzlayıp getirmişler.
Sevgili Hocam, Cem Vakfı’nın çok büyük bir çalışması var. Sizin başkanlığınızda yıllardan beri çok büyük bir gayretle büyük bir mücadele veriliyor, bu konularda.
O büyük insanların görüşleri ve hayat tecrübeleri gelecek kuşaklara aktarılsın diye çok yoğun çabalar var. Gerçekten o büyük öncüler Kerbela’dan günümüze Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancını getirmiş insanlar.
Bu öncüler kimdi ve onların görüşleri neyi ifade ediyor?
Kerbela’da bu şekli açıdan baktığımız zaman yaşanan büyük bir facia ama dediğim gibi bu Tanrısal bir iradenin de sonucu olduğu için ve Hakk’a gidip onunla bütünleştiği için de, o açıdan da baktığımız zaman belki de felsefi manada da Hz. Hüseyin’in kendisi açısından babası Hz. Ali’de olduğu gibi Tanrı ile yeniden buluşma vesilesi olduğu için de, insani bakımdan öyle çokta vahim bir olay değil.
Ama insan gönlünde bıraktığı iz, insanların bakış açısı sebebi ile meydana gelen önemli olayın sonucunda ne için bu şahadeti kabul ettiğini de sormamız lazım. Gönül rızası ile gitti, bile bile bütün aile efradı ile, hangi değerler sistemi yaşasın, hangi değerler bizden sonra, öyle bir çivi çakılmalı ki yaşasın, dediğimiz zaman daha değişik bir anlam çıkıyor.
Bu mesajı vermek ve biraz önce söylediğimiz kul hakkının yenmemesi, adil bir düzenin kurulması, kardeşliğin sağlanması, dayanışmanın sağlanması, insanların birbirini sevmesi, sevgi ile ancak Tanrıya ulaşılabileceği düşüncesinin yaşaması için ve bu değerler için zalime karşı gelmek, direnmek.... gidip orada bile bile ve seve seve şehit olmayı göze almanın tabi ki bırakabileceği en önemli sonuçlardan bir tanesi onun soyuna mensup olanlar yada kendi soyundan doğrudan doğruya gelmese bile o düşünceleri felsefi boyutlarıyla benimseyen insanların tümünün, bunlara genelde inanç önderleri diyoruz, ve bu değerleri halkına, çevresine, kendi ailesine yansıtmayı görev olarak bilen yaşamanın manasını bununla özdeşleştiren insanların doğaldır ki, birçok zahmeti göze almalarında Kerbela olayı büyük bir rol oynamıştır.
Bunların isimlerine Alevi dedeleri diyoruz, Bektaşi babaları diyoruz yada Mevlevi dedeleri diyoruz yani dedeliği yada hocalar içerisinde kimilerinin şeyh dediği, kimilerinin büyük hoca dediği gerçekten de dede olmayabilir yani Peygamber sülalesinden gelmeyebilirler ama o öylesine bir bilgi ile, öylesine bir kemalle doludur ki, yüzlerce dedeyi çok rahat sollayabilecek tabiri caizse.
İnsanların bu değerlere sahip çıkan eğer var ise, bu değerleri yüzyıllar boyunca kendilerinden sonra gelecek olan insanlara büyük ıstıraplar pahasına da olsa aktarmaları tabii bir sonuç olarak görünüyor.
Neden? Çünkü zannetmeyin ki Hz. Hüseyin Kerbela’da ailesi ile beraber şehit edilmiştir ve ondan sonrada acılar bitmiştir öyle bir şey yok. O acılar insanoğlunun kendi ruhunda, kendi hayatında, kendi yaşamında kendi çocukları ile beraber çektiği acılar yüzyıllar boyunca devam etmiştir.
Bunun tipik örneği Osmanlı İmparatorluğu’nun 16’ncı asırdan sonra Alevi, Bektaşi, Mevlevi hem taraftarlarına özellikle de baba ve dedelerine reva gördüğü muameledir, yani yine zulüm başlamıştır.
Sünni İslam anlayışının, ama hangi anlayışın Emevi anlayışının, halktan tamamen kopup Türk halkının Alevi’si ile Sünni’si ile ilgisi olmayan ama oradan ithal yolla getirilmiş olan, Arap örf ve geleneklerini İslam dini diye halka yutturmaya çalışan, kendi iktidarı için yutturmaya çalışan, kabul ettirmeye çalışan bir anlayış Alevi dedelerinin, Bektaşi, Mevlevi dede ve babalarının büyük ölçüde ıstırap çekmelerine, büyük ölçüde hayatlarını vermeleri ile sonuçlanmıştır.
Hepimiz biliyoruz ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun 16’ncı asırdan sonra yani birçok yöresinde Malatya,Tunceli, Elazığ, Erzincan, Sivas’ta, Ankara’da, İstanbul’da, Balkanlar’da birçok yerinde bu inanç önderlerinin boyunları kesilmiştir, çok ağır hakaretlere uğramışlardır, yıllarını zindanlarda geçiren çok insanlar olmuştur.
Yani Hz. Hüseyin’in yolunu o haksızlığa direnme İslam’ın yüce değerleri için yani adalet için, eşitlik için, kardeşlik için, sevgi için kendi yaşamlarını bile bile ve seve seve feda ettiklerini hepimiz biliyoruz, başka türlü buraya kadar intikal edemezdi, böyle bir düşünce.
Sürekli kendi sembollerini Hz. Hüseyin örneğinde olduğu gibi kendisinde üretmiştir, ocaklar dediğimiz bu olay bunların devamıdır.
12 İmamlar’dan geldikleri kabul edilen, soy şecereleri ile özellikle Kerbela’daki defterlerde kayıtları bulunan, Osmanlı İmparatorluğu’nda da Nakibül Eşraf Defteri de denilen bir defterde kayıtları olan ocakların hemen tümü bu yolda taviz vermeden yürümüşlerdir; baskılara rağmen, zindanlarda çürümelerine rağmen, boyunlarına kesilmelerine rağmen burada taviz vermeden Hak için, adalet için, Kuran’ı Kerim’in bahsettiği barış içerisinde direnmeyi sürdürerekten bugüne kadar gelmişlerdir.
Sizin de kamuoyuna duyurduğunuz gibi ve orada da büyük katkılarınız var, herkesin huzurunda da sana o manada teşekkür etmek istiyorum, çok çabaların var, Anadolu İnanç Önderleri Toplantılarının hazırlanmasında, İnanç önderlerinin fikirlerinin derlenip toparlanmasında, bu birlikteliklerin oluşmasında, organizasyonunda.
Günümüzde artık inanç önderlerinin yeniden kurumlaşarak devletin himayesine alınmasını ve devletin bu insanlara sadece kol kanat germek değil, aynı zamanda bünyesine alarak da İslam’ın bu değerlerin hiçbir karşılık beklemeden bugüne getiren bu insanlara sahip çıkılması gerekiyor.
Hiçbir iktidar, hiçbir siyasi hırs beklemeden siyasetin tamamen dışında ve üstünde kalarak aynen ilk zamanında olduğu gibi, Türk devletlerin tümünde uygulandığı gibi, 16’ncı asırdan sonraki Osmanlı yönetimi hariç, kurulmuş olan tüm Türk devletlerinde olduğu gibi, inanç boyutu ile toplumun ahlak ve manevi değerlerinin üstte tutulmasını hedef alan; siyasete hiçbir zaman karışmayan, onun dışında kalan ama toplumsal değerleri ve ahlakı açısından taviz vermeden bugüne kadar, Hz. Hüseyin’i sembol olarak kabul edip getiren, dede, baba dediğimiz inanç önderlerini, Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik’te bugün yaşayanlarını belli bir seleksiyondan geçtikten sonra, devletin kendi bünyesinde bir organ olarak yer alması ve bunların kendilerine inanan insanlara hizmet vermelerinin sağlanması gerekir.
Neye göre? Anayasanın 10’ncu maddesindeki yasalar önündeki eşitlik ilkesine göre.
Burada bizim tezimiz, Kerbela gününün anılması sebebi ile tekrar etmiş olalım; Kuran’ı Kerim’deki İslam’ın çok önemli ilkelerinden birisi, Hz. Ali’nin Malik-i Ejder’e yazmış olduğu mektupta yer alan ve bugün tüm çağdaş devletlerin temel felsefesinde ve kuruluş felsefesinde yer alan ana ilkenin yasalar önünde insanların ırkı, dini, dili, rengi ne olursa olsun eşit oldukları ve eşit muameleye tabi tutulmaları fikri... çok önemli.
Eşit muameleye tabi tutulmaları olayının Türkiye’mizde hele hele Atatürk Türkiye’sinde mutlaka Atatürk’ün bıraktığı yerden izlenerek gerçekleştirilmesi gerekir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Teşkilatı böyle bir ihtiyacı yerine getirmekten uzaktır. Çünkü Arap Emevi anlayışı ile bugün işleyen bir teşkilattır.
Yani Mustafa Kemal’in kurduğu dönemdeki Diyanet İşleri ile bugünün Diyanet İşleri Teşkilatı arasında uzaktan yakından en ufak bir ilişki yoktur, bir benzerlik yoktur.
Bugün ki Teşkilat tamamen gırtlağına kadar paraya gömülmüş, para alış verişi ile ilgilenen ve eğitim hizmetini, dini eğitim kalitesini, biraz önce söylediğim İslam’ın özünü oluşturan ana ilkeleri geliştirmek yerine şu vakıfta ne yaparsak ne kadar paramız olur, hac hizmetlerini Diyanet İşleri yaparsa ne kadar kâr kazanır, bu sene ne kadar kârımız oldu, ne kadar zararımız oldu? hesapları ile uğraşan bir teşkilat haline gelmiş durumdadır.
Onun için bu teşkilatın a’dan z’ye elden geçirilip bir manada yani ortadan kaldırılarak Din Hizmetleri Teşkilatının Türkiye’de Alevi, Sünni, Şafii, Caferi, Hambeli bu ülkede yaşayan herkesi kucaklayacak şekilde yeniden teşkilatlanması ve böylece de yurttaşların anayasanın emri olan yasalar önündeki eşitlik, eşit muameleye tabi tutulma ilkesinin hayata geçirilerek tüm inanç önderlerini eşit muameleye tabi tutarak bütçeden pay mı verilmesi gerekmektedir.
Herkese adil bir biçimde dağıtarak, bir mekan mı tahsis ediyorsunuz? Adil bir biçimde bu tahsisleri yaparak, herkese belirli bir kadro mu veriyorsunuz? Adil bir biçimde bu kadroları vererek bu güzelliklerde yarışmanın hukuksal temelini oluşturmaları gerekiyor.
Bundan da şuraya gelmek istiyorum, artık Kerbela vakasını Hz. Hüseyin’in şahadetini sadece gözyaşları ile anmak, sadece onun ruhuna ve insanlığa tuttuğu ışığın bin küsur yıldır yanmakta ve giderekten de ışığın daha da artmakta olan bu değerler sisteminin hem tartışılmasına vesile olması hem de daha adil bir toplum düzeninin kurulmasına daha barış içinde dayanışma içinde, sevgi ile birbirlerinin farklılıkları ile birbirini kucaklayan bir Mustafa Kemal Türkiye’sinde onu da aşarak bugün artık dünyanın bu yörünge içine girdiği yeni koşullar itibarı ile insanlığın tümüne bu yüce değerleri taşıyabilecek ve bu taşımada yarışmayı esas alacak bir Din Hizmetleri Teşkilatlarının yeniden organizasyonu, isterseniz buna yabancı bir kelime kullanalım reorganizasyonu gerekiyor, yeniden gözden geçirilip, yeniden yapılanması gerekiyor.
Kerbela vakası Muharrem ayı buna da artık vesile oluşturmalıdır diye, düşünüyorum.
Çok teşekkür ediyoruz.
Sevgili Cem Radyo dinleyicileri bugün Muharremin biri idi. Çok önemli bir konuyu gündeme getirdik, bugün programımızda: Muharrem, Kerbela, Hz. Hüseyin ve Kerbela’dan günümüze Aleviliğe değindik, dedelere, babalara ve inanç öncülerine değindik.
Bu konular için uzun yıllardan beri Türkiye’de öncü çalışmaları ile tanıdığınız Prof. Dr. İzzettin Doğan idi bugünkü konuğumuz.
Kendisine tekrar çok teşekkür ediyoruz, programımıza katılıp, onur verdikleri için.
Ben de Matem Orucu olarak artık çıkartılarak Muharrem ayının bundan böyle Hz. Hüseyin’in uğrunda şahadeti bilerek, isteyerek göze alıp kabul ettiği bir değerler sisteminin hangi değerlerden oluştuğunun bu sistemin tartışılmasına bundan böyle Muharrem ayının vesile olmasını diliyorum.
İslam’ın bu yüce değerlerinin sadece İslam ülkelerine değil tüm insanlığa barış içinde, sevgi ile Kuran’ı Kerimin emrettiği gibi Tanrının buyurduğu gibi ulaşılmasına bir vesile oluşturmasına diliyorum.
Buna sizde aracılık yaptığınız için Cem Radyo’ya ve size teşekkür ediyorum.
Programımızı bitirmeden önce şunu hatırlatmakta yarar var, bize yoğun bir şekilde telefonlar ediliyor. En çok sorulan sorulardan birisi de, “orucumuzu ne zaman açacağız, nasıl başlayacağız, hangi şartlara uyacağız?”
Bildiğiniz gibi Ortadoğu’dan Balkanlar’a, oradan Avrupa’ya uzanan çok büyük bir coğrafyada yüz binlerce insan bu orucu tutuyor.
Çok güzel bir soruyla kapatıyorsun programını sevgili Ayhancığım. Bunu bana da, önüme çıkan herkes soruyor, telefonlar geliyor yurtdışında. Ben bu işi uzmanı değilim ama bu işin uzmanı olan bir aileden geliyorum. Uygulamada ve Kuran’ın yorumunda, siyah ipliğin beyaz iplikten ayrılmasına imkan verdiği tanyeline, tanyelinin ağarmasıyla oruç başlar ve yine aynı ölçü içerisinde güneşin battığı ana kadar süren süredir.
Dünyanın neresinde her kim olursa olsun bu ölçü değişmiyor, onun için onu o şekilde yurttaşlarımız bilsinler.
Çok çok teşekkür ediyoruz. Geleneksel yapı ne ise o korunsun, çeşitli şartlar, şekiller birer zorunluluk olarak öne sürülüyormuş bunlara itibar etmeyin, Anadolu’muzda, Balkanlar’da, Ortadoğu’muzda bizi dinleyen yüz binlerce insan var, gün doğumu ve gün batımıdır, oruca başlama ve bitirme de ölçütler, sevgili hocamızda çok güzel izah ettiler, kıstasımız budur.
Diğer kişiye ait bazı ritüeller gelişmiştir tarih boyunca Muharrem konusunda;... oruçta hiçbir vakit su içmeme, et yememe, bıçak kullanmama, tıraş olmama, soğan yememe, gece sahura kalkmama, sadece bir tas çorbayla iftar etme gibi... bu uygulamalar kişinin kendine kalmış, kendi örf ve adetlerine ait birtakım uygulamalardır. Bu konuda da kimsenin karar merci olmadığını hatırlatalım, çünkü gönülden gelen, sevgiden kaynaklanan bir oruçtur bu oruç. Dileyen dilediği uygulamayı yapar.
Tümünüzü Hz. Hüseyin aşkıyla selamlıyorum.
Hoşça kalın, dostça kalın, Cem Radyo’dan ayrılmayın.
15 Mart 2002, Cem Radyo, Dosttan Dosta, Muharram Özel Sohbetleri