CEMALNUR SARGUT
CEMALNUR SARGUT
“…Divan-ı Kebir’de şöyle buyurmuş Hz. Mevlana; daha yakın gel, daha yakın niceye dek bu yol vuruculuk, değil mi ki sen bensin, ben de senim, niceye dek bu senlik benlik? Tanrı ışığıyız, Tanrı sırçasıyız, ne diye kendimize karşı bunca inat, neden aydınlık böylesine kaçar durur aydınlıktan, hepimiz bir tek olgun kişiyiz, neden böyle şaşı olmuşuz? Neden zengin yoksula hor bakar, sağ neden kendi solunu hor görür. İkisi de senin elin değil mi? Birlik ağacı nedir, böyle eğilmiş, hadi kaç şu benlikten katıl herkese, birleş, kendinle katıldın mı bir taneciksin sen, ama herkese katıldın mı madensin sen. Dünyada nice canlar var anlamda hepsi bir, testileri kapları kırdın mı su bir olur gider, sen birliğe erer de gönlünü sözden kurtarırsan can her görüş sahibine senden haberi getir, diyor artık Divan-ı Kebir’de…”
AYHAN AYDIN
Sevgili Cem Radyo dinleyicileri merhaba. Ben Ayhan Aydın, bir dosttan dosta programında daha sizlerle beraber olmanın mutluluğunu ve kıvancını yaşıyorum. Sevgili dinleyicilerimiz bir yılı geride bırakıyoruz, yeni bir yıla adım atmak üzereyiz. Maalesef geçmişe döndüğümüzde savaşların, acıların, işkencelerin, açlığın hüküm sürdüğü bir yıldı geçtiğimiz yıl.
İnsanoğlunun birbirine reva gördüğü insanın alçalmasının bir göstergesi olarak diğer bir insanın canını incitmeyi, diğer bir insanın haklarını gasp etmeyi her zamankinden daha fazla içlerine sindirebildi birileri ve çok acılar, hüzünler, ıstıraplar yaşadık. Umuyor ve biliyoruz ki önümüzdeki yıllar bir umut, bir barış, bir hoşgörü dileğinin gerçekleştiği yıllar olur.
2002 yılı böylesi duyarlılıkla gelir bulur bizi. Hoşgörü, Barış, aşk, hedef, dostluk, anlayış ne güzel değerler, ne güzel erdemler.
Yüzyıllar öncesinde Anadolu toprağında bu büyük, güzel değerleri var eden inanç öncüleri, ozanlar düşün insanları olmuş. Mevlanalar, Hacı Bektaşi Veli’ler, Yunuslar bu topraklarda kök salmış ve onların manevi dünyaları bugün de bizim önümüzü aydınlatmaya devam ediyor. Bu güzel felsefenin, İslam tasavvufunun yüzyıllara meydan okuyan o parıltısı, o güneş ışığındaki güzelliğini yaşatan ve yaşatmaya gayret eden değerlerimiz de var, inanç öncülerimiz var, dedeler var, babalar var, bilim adamları var ve o güzelliğin içine bakıp o büyük güneşten ışık alarak, insanlığa ışık saçan çok güzel insanlarımız da var.
İşte o güzel değerlerimizden birisi Cemalnur Sargut bugün bizimle beraber olacak, o güzellikleri paylaşmaya çalışacağız tasavvuftan, aşktan, insan-ı kamillikten bahsedeceğiz.
Hoş geldiniz programımıza. Hoş bulduk. Çok teşekkürler ederim teveccühüz, Allah razı olsun.
Sizi tanımak bir şans, bir güzellik. Siz gerçekten tüm insanlığa, insanı kamil olma mertebesinde yetmiş iki millete bir nazarla bakma düsturundan hareketle güzellikler saçıyorsunuz. Allah razı olsun, layık olayım inşallah.
İnşallah sizler gibi insanlar çoğalır da karamsar dünyamıza renkler gelir, ışıltılar gelir ve kararan ruhumuz aydınlanır. Efendim sizin bu aşka düşmeniz bir mutluluk kaynağı çünkü siz sadece kendiniz için öğrenmediniz, kendiniz için bu araştırmalara, incelemelere tasavvuf yoluna girmediniz. Oradan aldığınız ilhamı insanlarla paylaştınız, insanlarla paylaştıkça büyüdü bu güzellikler, sevdalar ve çok da yararlı oldu. Biz Cemalnur Hanımı biraz daha yakınen tanımak isteriz, Cem Radyo dinleyicilerine kendinizi nasıl tanıtırsınız. Çünkü şu anda bizi İstanbul’un dışında biliyorsunuz Anadolu’da, Balkan’larda, Avrupa’da yüz binlerce insan dinliyor. Sizi biraz daha yakınen tanıyarak sohbetimize devam edelim. Ben Hz. Mevlana ile yakınlığım acizane yirmi senedir devam etmeye çalışıyor. Ben acizane bir Mesnevi öğrencisiyim, zannederim ki ömrümün sonuna kadar da mesnevi öğrencisi olarak kalacağım. Bahsettiğiniz güzellikler hocalarımıza ait. Bizi eğitirlerken böyle eğittiler, Hz. Pir’in özelliği bu kendileri Fena Fillahın La ilahe illallah makamı olduğu halbuki Muhammeden Resulullah’ın beka billah olduğunu ve Fena Fillah yani nefsini adam etmenin sadece bir mertebe olduğunu esas vazifenin adam olmuş, huzur bulmuş nefisle insanlığa faydalı olmak olduğunu bize öğretmeye çalışıyor, bütün bir mesnevi boyunda. Buradan da naçizane şunu çıkardım ki; tasavvuf yani dinin iç manası, insanlığa hizmetten geçer. İnsanla meselelerini bitirerek bana gel diyor, insana olan vazifeni yaparak bana gel, diyor. O halde burada büyük bir mesuliyet var yani insan mana ilminde birazcık bir şeyler öğrenmeye başladığı andan itibaren hizmet için yaşıyor. Yani ikinci doğuş ve İslâm teslim, insanı hizmete götüren tek yoldur. O halde biz Hz. Mevlana’nın lütfedip bilgisini vermeye çalıştığı bu yol için mücadele vermek zorundayız. İşte ben de acizane sorgusuz sualsiz hizmet ediyor olma gayreti içindeyim. Onun için lütfettiğiniz özellikler bana Hz. Pir’in lütfü olabilir ancak, teşekkürler ediyorum. Hz. Mevlana için konuşmak çok zor ama acizane bir hikâyeye dayanarak bu cesareti buluyorum kendimde. Hz. Mevlana ile müritlerinden bir tanesine evladım bir şey söyle demişler, malumaliniz mürşidi kamilin özelliği karşısındakine soru sorar seviyesini anlar ona göre irşad eder. Adamcağız susmuş, üç kere tekrarlamışlar üçünde de susmuş. Diğer müridine geçmişler sohbet bittikten sonra dönüp o adama demişler ki niçin konuşmadın yavru? O da demiş ki; efendim siz o kadar güzel akıyordunuz ki deryalar gibi, edep ettim yanınızda konuşmaya. Hz. Pir’in cevabı muazzam; eğer ağzını açsaydın biz senden de konuşurduk, demişler. İşte şimdi burada derviş olma çabasındaki bir Cemalnur olarak bu hikâyeye güvenerek bunu anlatmaya çalışacağım müsaade ederseniz.
Tabii. Çok büyük bir memnuniyetle sizi dinlemeye hazırız. Çünkü abartısız şu anda biz biliyoruz ki, yaşadığımız çeşitli olumsuzluklara rağmen ki İslam teslim olma dediniz, Müslümanlığın yayıldığı coğrafyaların dışında İslamiyet’e bakışlarda çok farklılıklar var. Batının İslamiyet’i algılayışı, diğer din mensuplarının İslamiyet’i algılayışları birbirinden çok değişik ve bu değişikliğinde birçok etkeni var. Son Amerika’ya yapılan saldırılar, Ortadoğu’daki gelişmeler ve diğer bazı olumsuz görüntülerden sonra Hıristiyan ve batı dünyasının da İslamiyet hakkındaki fikirlerin de bazı olumsuz yükselişler oldu. Buna rağmen biz çok iyi biliyoruz ki, araştırmalar şunu gösteriyor batı da Mevlana okunuyor, O her yerde anlaşılıyor, seviliyor hem de azalmadan artarak seviliyor. Peki madem ki, Mevlana’ya döneceğiz, batı da farklı İslam imajları olduğuna göre bu imajlar içerisinde Mevlana’nın, bu tasavvuf öncüsünün gözü ile algıladığı İslam’a ilgi neden büyüyor? Harikulade bir soru teşekkür ederim. Acizane benim de iki Amerika seyahatimde iki Mevlana festivaline katılma fırsatım oldu, lütfedip konuşmaya çağırmışlardı beni orada. Bu iki festivalde inanılmaz Mevlana aşkı ve merakı gördüm Amerika’da. Kürsüler kuruluyor, kendisi ile ilgili, her yönüyle o araştırılıyor. İnsanı kamil mucizedir, onun mucizesi ışığının kendisinden 700-800 sene sonra ancak, ancak anlaşılmaya başlamasındandır, tıpkı Kuran’ı Kerim gibi. Zaten Kuran’ı Kerim de insanı kamil ikizdir diyor Allah. O halde Hz. Mevlana Amerika’da bu devirde en çok okunan yazar, böyle olduğu kesin istatistiklerle belirlenmiş. Ben de aynı soruyu sordum kendime, nasıl oluyor da bir tarafta İslam’ı yok etme gayesi ile maalesef istemem içinden çıkan insanlar mücadele verirken bir taraftan batılılar bu çabaya hiç aldırmadan bazı kişileri el üstünde tutabiliyorlar. Bu kişinin özellikleri nedir, Müslüman olarak farklılıkları nedir? O zaman Hz. Pir’i acizane incelemeye başladım ve inanılmaz şeylerle karşılaştım.
Kendisinden çok sonra dünyayı mahvedecek dört akıma karşı tedbir almış Hz. Pir. Komünizm, Kapitalizm, Darvinizm, Fruedizm. Bu dört akıma karşı Hz. Pir dört yöntem kullanmış ki huzuru ve mutluluğa doğru insanları götürüyor bu yöntemle.
Birincisi; Komünizm ve Kapitalizme karşı aşkı bulmuş şimdi diyeceksiniz ki nasıl bir çözümdür bu, çok iyi bildiğiniz gibi Fransız Grodi 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden bir tanesi Müslüman oldu. Kendisi eskiden Fransa’da Komünist Partisi’nin kurucusu idi, bir eserinde şunu okudum ben; “eşitlik için mücadele verdim ama buldum ki eşitlik dışarıdan sağlanamaz. Bunu bulmak için şöyle bir deney yaptım” diyor. “İki eşit ebatta balon buldum, iplerinin boyları, ebatları, renkleri aynı idi bir kardeşe verdim, bir süre sonra bir kardeş diğerine dedi ki, onun ki daha güzel onunkini istiyorum”. Buradan anladım ki eşitsizlik insanın içinde, kıskançlıkla doğan bir şey, o zaman dışarıdan getirilemeyeceğini içten mücadele edilmesi gerektiğini öğrendim, onu da İslam’da öğrendim, diyordu Garodi. Hastmenala diyor ki; bu tür îzimlerin kuldan korunmanın yolu aşktan geçer, diyor. Çünkü aşk önce o sonra ben der, diyor. Önce o dediği Allah aşkı olduğu zaman önce herkestir, en son benim. O zaman nasıl ikilik olabilir, nasıl kıskançlık olabilir.
İkincisi; Fruedizm’e bulduğu çaredir, ona da hayran kaldım. Çünkü Frued hasta divalarla yaptığı çalışmalar sonucu insanın kendi şahsiyetini kendi yarattığını, kaderin hiç olmadığını anlatan bir takım iyinin psikolojisinin içine sokmuştur insanı, orada yaratıcının onurunu yaratıcıya iade ettirerek bize kader ve kazayı son derece güzel anlatarak Hz. Pir, Fruedizm’e çözüm bulmuştur. Derminizm’e çözüm bulmuştur, çünkü Hz. Pir de insanın ruhunu aynı tekamüllerden geçtiğini savunurken ama bu tekamüllerin tesadüfi olmadığını ve bir hücreden Muhammet’e giden Allah tarafından programlanan muazzam bir sistem içinde rol aldığını gösteriyor bize, bunu bildiği zaman insan, Darvin tehlikesinden uzak kalıyor. O zaman hudut ta koymuyor Kuran’ı Kerim’e uyarak, her fikre hürmet ediyor ama fikrin içinden doğru kısmı alıp sonuca götürüyor Hz. Pir, böyle bir çözüm sağlamış insanlara. Düşünebiliyor musunuz, insanı bütün tehlikelerden koruyan bir sultan, ardında cebriliğin mücadelesini vermiştir. Cebrilik ne demektir? Her şey Allah’tandır ben oturayım nasıl olsa kaderim belli ben rahat edeyim, oturayım felaketinden insanı kurtarmıştır demiştir ki, evet her şey Allah’tandır ama gayret cüzi iradedir, lütfen gayret ve mücadele edin Allah size ancak o zaman yardım edecektir, demiştir.
Buradan da şuraya rahatlıkla geçebiliriz herhalde. Dergahlar veyahut da dervişlerin, pirlerin, tasavvuf ehli olan insanların yaşantıları anlatılırken sanki bunlar tamamen ibadete kendilerini adadıkları zaman hayattan kopan, çalışmayan, üretmeyen insanlar gibi algılanıyor. Tabii, büyük şahsiyetler belki ilk etapta akla gelmiyor Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi, ama genellikle dergah içinde hizmet yürüten dervişler için bu yakıştırmalar yapılıyor. Tabi ki dergahları hiç ağzıma almak istemiyorum ama miskinler tekkesi, Reşat Nuri Güntekin’in de bir eserinin ismi, sanki bu şekilde algılanıyor toplum tarafından, çok yanlış bir şekilde. Fakat yüzyıllar içerisinde orada halka ve hak aşkı beraber o kazanlarda hem aşk kaynamış hem sevgi ateşi kaynamış ve o ateş gönüllerden gönüllere yayılmış, değil mi efendim? İşte burada ne oluyor, çok güzel söylediniz. Doğru ile yanlış aşikar oluyor çünkü hata tekke de değildir tekkeleri o hale getirmektedir, o halde doğrusu ile yanlışı arasındaki fark da böylece ortaya çıkıyor. Bugün tekkelere ve tasavvufa yapılan son derece ağır yorumlar çok da haksız değil.
Biliyorsunuz tarihler boyunca çok önemli işlevi üstlenmiş olan bu yapılar günümüzde de yaşantılarını devam ettirmeye çalışıyorlar, vakıflar aracılığı ile ve diğer isimler altında. Fakat işte bu tasavvuf çığırından çıkan insanlığa da hiç olmaması gereken, benlik düsturundan dolayı benliğini yenememekten dolayı buyurduğunuz gibi maalesef o yanlış yorumları sağlayacak görüntüler de çıkıyor. İşte o zaman yine gelip Hz. Mevlana’nın aşk çözümünde birleşiyoruz. Aşk benliği yok eder, ve öylesine hoşgörü ve hudutsuzluk getirir ki o zaman sen ben kalkar. Şimdi neden batının toleransı ile İslam’ın hoşgörüsü farklı diye düşündüm ben, ne fark var? Batının toleransında yada aydının toleransında, tolere etme mecburiyet var. Yani ben aydınım, ben kültürlüyüm, herkesi sevmek mecburiyetindeyim. Mecburiyet var. Halbuki doğu kültürünün tekke öğretisinin mistisizminin içinde “Yaratılmışı severim yaratandan ötürü” olduğu için doğal olarak hoşgörü oluşuyor. İşte aşkın neticesidir bu yani herkesle her şeyde Allah’ı görebilme kabiliyetidir bu, bu geliştiği anda iş bitiyor. O zaman her şeyi seviyorsunuz kızmak yok, sinirlenmek yok, sebep aramak yok, huzur ve mutluluk vardır.
Efendim o kadar güzel izah ediyor ve açıklıyorsunuz ki, o aşk denizine girmek gerekir, o aşk denizine girmeksizin ne İslamiyet algılanabilir, ne de yaşamın sırları çözülebilir. Şu anda insanoğlunun en büyük ihtiyacı bu önüne serilmiş perdeyi yırtabilmek. Aslında insanın her şeye gücü yeter ama maalesef elini kaldırıp da kendi vücudunu yaşamanı çevreleyen o yalancı perdeleri yırtıp atamıyor, yaşamın hayatın güzelliklerini ve gerçeklerini görmekte zorlanıyor, aslında kendinde araması gerekli o zorluğu, yok öyle bir zorluk. Biraz çaba harcasa insanoğlu oraya ulaşacak.
Mevlana ve o büyük mutasavvıfın büyük bir hoşgörü abidesi olduğunu dünyada ve yeryüzünde bilmeyen yok, gel diyor gel, ne olursan ol gel. Tabii umut var, ümit var sevginin olduğu yerde bu büyük değerler var. Peki hoşgörü diyoruz, insanlar birbirine, topluma hoşgörülü olmalı. Nedir hoşgörü aslında, Mevlana’nın dilince ve düşüncesince nedir hoşgörü? Çok teşekkür ederim. Divan-ı Kebir’de şöyle buyurmuş Hz. Mevlana; daha yakın gel, daha yakın niceye dek bu yol vuruculuk, değil mi ki sen bensin, ben de senim, niceye dek bu senlik benlik? Tanrı ışığıyız, Tanrı sırçasıyız, ne diye kendimize karşı bunca inat, neden aydınlık böylesine kaçar durur aydınlıktan, hepimiz bir tek olgun kişiyiz, neden böyle şaşı olmuşuz? Neden zengin yoksula hor bakar, sağ neden kendi solunu hor görür. İkisi de senin elin değil mi? Birlik ağacı nedir, böyle eğilmiş, hadi kaç şu benlikten katıl herkese, birleş, kendinle katıldın mı bir taneciksin sen, ama herkese katıldın mı madensin sen. Dünyada nice canlar var anlamda hepsi bir, testileri kapları kırdın mı su bir olur gider, sen birliğe erer de gönlünü sözden kurtarırsan can her görüş sahibine senden haberi getir, diyor artık Divan-ı Kebir’de.
Benzersiz bir yorum tabii, hoşgörü. Ne güzel şey testiler kırıldığı zaman içindeki su değil mi, insanın benliği, dili, dini ne olursa olsun can can değil mi, insan insan değil mi? Şimdi siz bana diyeceksiniz ki, bir sultanlar sultanı böylesine bir aşka ve hoşgörüye nasıl sahip olur acaba? Nasıl olmuş; o muazzam ilim, o muazzam bilgi sahibi, o güzeller güzeli Mevlana, Şems’ten önce Selçuk Üniversitesinin rektörü hatta fıkıhta ve hadiste dünyanın en büyük alimi, aşk sultanı, tasavvuf ehli her şeyi bilen, herkesin önünde eğildiği sen güzelsin dedikleri zaman hafifçe başını eğip hoşuna giden bir güzeller güzeli sultan iken, Şems geliyor şunu yapıyor; önce ayna oluyor, ayna olunca Mevlana o muazzam sultan kendi aksini görmek için bir ayna buluyor. Ama bu yetmiyor yani mürşidi kamil yetmiyor, orada Şemsin nuru ile Mevlana’nın ezelden sahip olduğu o nur, Mevlana ile aydınlatıyor aynada iki görüyor kendini ve Allah’ı, nurla görüyor. Diyor ki; bu kadar gördüğüm güzellik iki olamaz, her şey birden ibaret olmalı diyor işte Şemsin aşama aşama Mevlana’yı tam vahdete götürmesi sonucunda kusursuz bir vahdet anlayışında böyle bir hoşgörü yerleşiyor. Yani Hz. Şems gelmeseydi Mevlana bir alim olabilirdi, bir dahi olabilirdi ama böyle bir aşk sultanı olamazdı, böyle bir hoşgörü anlatamazdı.
O kadar güzel anlatıyorsunuz ki, benimle beraber bizi dinleyen yüz binler de o güzelliği hissediyorlar. Güzelliklere bir güzellik daha katalım. Evrensel Mevlana Aşıkları Topluluğu var, Galata Mevlihanesini Yaşatma Derneğimiz var Sayın Hasan Çıkar Dedemiz var, onların da çok güzel çalışmaları var.
Bozkırda yanan bir ateş, susuz gönüllere su olan Mevlana, işte o güzel toplulukta, o güzel seslendirmesi ile, o güzel ilahisi ile Evrensel Mevlana Aşıkları Topluluğu da çok güzel bir eser ortaya çıkarmışlar ama herhalde bir gerçeğin ifadesi bu. Mevlana tabii ki şiir, tabii ki müzik. Bakın (Nocelsin ??) Nikılsın deminden beri konuşmalarımızın teyidi olan Nikılsın Hz. Pir ile ilgili çok geniş çalışmaları var. Bugün bile birçok Müslüman onun fikirlerinden istifade ederek Hz. Pir’i tanıyor kendisi Sultan Veletten alarak bize bugüne getirdiği, Hz. Pir’in Şems aşkı ve hasreti ile nasıl bir değişime uğradığını ve müzikte nasıl geliştirdiğini kendini şöyle bahsediyor; Sultan Veled babasının gark olduğu hasret acısı ve tarif ederken hiçbir zaman, bir dakika bile musiki dinlemesi semah etmesi sona ermedi diyor. Hiçbir zaman gece ve gündüz dinlenmedi, diyor. Müftü idi yani dinin ilmi ile meşguldü şair oldu diyor, zahit idi aşkla sarhoş hale geldi, üzüm şarabı değil ışık saçan nur şarabını içmeye başladı diyor. İşte aşk insanı şair yapar. Hz. Mevlana diyor ki; ilim ile yapamadığım çok şeyi aşk ile yaptım, çünkü öğrendim ki aşkın şiiri karşımdakini mutlu ediyor ve huzur veriyor, o halde insanı eğitmenin birinci yolu mutlu edip huzur vermekten geçer diyor. Demek ki ilim ile eğitilmesi çok zor olan insan aşk ile, huzur ve mutlulukla bir saniyede eğitilebiliyor.
Muhtaç olduğumuz gıda da o aslında ama doğru kanallara ve doğru insanlara ulaşmak lazım. çok da yorulmamak lazım ama maalesef insanımız niye yoruluyor, en yakınında olan o gerçekleri niye bulamıyor, Mevlanaları, Hacı Bektaşları, Yunusları. Çok doğru. Ama bunun hikayesi Hz. Mevla ile Seyri Mafih “İçin İçi” adlı eserinde şöyle anlatmış; Peygamber efendimiz Mekke’den esirleri toplayıp Medine’ye getirmek üzere zincirlerle çekiyorlarmış, yüzlerinde muazzam bir tebessüm, bir tavırla onları çekerken esirlerden bir tanesi son derece kızgın bağırmaya başlamış. Demiş ki; senin için merhamet sultanı deniyor, aşk sultanı deniyor. Nasıl merhamet sultanısın sen bizim elimizde zincirler çeke çeke götürülüyoruz, sen ise gülüyorsun. Hz. Peygamberin cevabı; şaşırıyorum ve gülmüyorum sizi cehennemin içinden aldım cennete çekiyorum huzura ve hürriyete, mutluluğa gelmem diye direniyorsunuz buna şaşırıyorum. Galiba devrimiz bunu anlatıyor biraz bize.
Şimdi ne kadar söz söylesek az Mevlana için, tasavvuf için, hoşgörü için, insanı kamil olmak için. İnsan sıradan bir varlık iken diğer canlılar içerisinde bir canlı iken herhalde kendine ait bazı özelliklerle ayrılıyor ve sıyrılıyor değil mi ve hedef ise insanı kamil olabilmek. Çok güzel buyurdunuz tekamülün son noktası odur. Peki o makamı diğerlerinden ayıran özellikler nelerdir, bir kere tevazu. Çünkü bakın yakın mertebesinde Peygamber efendimiz Hz. Ali aynı şeyleri söylüyorlar; seni layıki ile bilemedik Allah’ım. Halbuki onlar kadar Allah’ını tanıyan iki sultan olabilir mi? Müsaade ederseniz ben ikisine tek diyeyim. Ama yine de seni layıki ile bilemedik demek edebini gösteriyorlar, bu Adem ile şeytan hikâyesidir. Adem’i Adem yapan aşktır. Çünkü her şeyin Allah’tan olduğunu bildiği halde kendi hatasını Allah’a teşmil edemediği için peygamber olarak vasıflandırılmıştır. Şeytanı şeytan yapan ise aklıdır çünkü şeytan da her şeyin Allah olduğunu bilme mesafesinde yani la ilahe illallahı bilmiş ama madem ki her şey senden beni de boyun eğdirmeyen sensin diyen suçlayan bir tavır aldığı için şeytan olarak bir vazife görmüştür dünyada. O halde aşk ile akıl ilişkisi çok önemli burada, aşk ehli aklı atar mı, asla. Aklı, peygamberin bir hadisi şerifinde olduğu gibi şöyle kullanır; akıl doğru ile yanlışı ayırdıktan sonra vazifesini bitir ve korur diyor. O halde aşk için önce akıl lazım, doğru ve yanlışı ayıracak. Yani Ruhtan iki evlat gerçekte doğmuştur. Ruh kademesinde ki Yakup’tan Hz. Yusuf olan gönül ve bünyevi olan iman. Bu çok mühim bir mertebe ama sonra aşk gelir, aşkta akıl köstektir sonra aşk vahdeti getirdiği zaman aşkın aklı zuhur eder o da akılların en yücesidir.
Son olarak Mesnevi var ve diğer eserleri var… Büyük mutasavvıf ve ozan eserleri çok önemli. Biraz onlardan bahsedelim, onunla ilgili tabii ki birçok farklı eserleri var. Mevlana ilgili hangi kaynaklara başvurabilirler, sizler hangi kaynaklara ulaştınız, beğendiniz? Üç eseri; Mesnevi, Fihri Mafih ve Divan-ı Kebir. Hz. Yunus buyuruyor ki Mesnevi ete kemiğe büründüm bir insandan göründüm. 6 cilt aynı manada değişik insanlarla yazılmasından ibarettir. Yani Allah’ın insanda tecelli ettiğinin manasını herkesin anlayacağı farklı lisanlardan anlatımıdır. Çünkü malum aliniz Yusuf Suresinde; Mısır’a farklı kapılardan giriniz diyor, herkes kendi meşrebine uygun bir Allah’ı arara, Hz. Pir bunu çok iyi bildiği için, çok büyük sultan olduğu için, herkesin meşrebini kendinde taşıdığı için öyle farklı hikâyelerle aynı manayı anlatmışlardır ki tahmin edemezsiniz. Fihri Mafih; aynı mananın içten zuhurudur, farklı hikâyelerle zuhurudur. Ama kendi anlatımına göre Mesneviyi halk için ama Divan-ı Kebir’i kendim için yani mana ehli için yazdım diyor. Çünkü Divan-ı Kebir onun aşkını, hasretini bir muazzam neticesidir, anlatılması sonsuz bir sultan. Divan-ı Kebir’de onun son derece güzel bir örneği var. Bize şu konuda uyarıda bulunuyorlar, diyorlar ki; ne olur ve ne olur acıdan kaçmayın, doğum gördünüz mü ki acısız olsun, bir şey sahibi olmak istiyorsanız, ilerlemek ve tekamül etmek istiyorsanız onun acı ile olduğunu bilin, mutlaka yenilik acı iledir. Yine diyorlar ki; her nefes birileştir hay, her nefes bir iş Allah’a varıştır hu, hay’dan gelir hu’ya gider, ama o dirilişte acı olmak mecburiyetindedir. Yine bir eserlerinde diyorlar ki; acı birine acı gibi gelir öbürüne mutluluk gibi gelir unutmayın ki bulutlar ağlarken toprak mutluluktan uçar ama bulutlar gülerken de toprak acı ile kıvranır. O halde acı şarttır ondan kaçmak hayatın zevkinden kaçmak diyorlar.
Çok çok teşekkür ediyoruz. Bizi dinleyen yüz binlerce dinleyiciler de çok şey öğrendiler Mevlana, insan-ı kamil çok güzel örneklerle dolu dolu bir program oldu. Çok teşekkürler bir başka programda bulaşmak dileği ile saygılar. Saygılar.
Söyleşi: 25. 12. 2001, Cem Radyo, Dosttan Dosta Programı