PROF. DR. CAHİT TANYOL
Sosyolog, Şair
Türk Kültürünün Değerleri ve Boyutları
Ülkemizin saygın bilim adamlarından ve fazla bilinmese de değerli şairlerinden, edebiyatçılarından birisi olan Cahit Tanyol çok uzun yıllar öncesinden bugüne yurdumuzun kültürel zenginliklerini ve yaşadığı toplumsal problemleri araştıran önemli bir sosyologumuzdur. Daha doğrusu sosyolojinin Türkiye’deki öncülerinden sayılmaktadır.
Alevilikle ilgili araştırmaları da çok eskilere dayanan Cahit Tanyol duru bir yurtsever kimlikle Türk kültür ve töresinin bin yıllar boyunca yaşayan ve günümüz inanç ve kültür dünyamızın köklerini oluşturan ana öğelerini önemseyip dile getiren bir kalemdir de.
Aleviliğin tarihsel köklerini yine Türk inanç ve kültürüne dayandıran Tanyol bu görüşü savunanlar içerisinde kendisiyle tutarlı olmayı sürdüren ender insanlardandır.
Atatürk Devriminin köklerine inerek olaya bakan Tanyol, şeriatı da, irticayı da farklı yorumlayan bir aydın.
Onlar Diyarı Rum’a tac-ü teberle geldiler
Kimi Yunus
Kimi Tapduk
Kimi Hacı Bektaş-ı Veli...
Gökte rahmet
Yerde nimet
Dört yana serpildiler.
Onlar gelende bir avuç buğdaydılar
Oluklar yetmedi, doldu, taştı
Bir ucun anda kaldı
Bir ucu beller aştı.
Çokluğun gökteki yıldızlar ile bir saydılar
Anlar genelde bir avuç buğdaydılar
Kimisi hisar oldu, kimisi burç
Kimisi oldu sahib-ül huruç.
Ulul Emre, Pîr oldular
Şol Diyâr-ı Rum mülküne saltanatsız kuruldular.
Bir bölük ateşe girip yitti
Bir bölük bir ağacı kelâm etti.
“Keramet gösterip halka, suya seccade saldılar”
Anlar Diyâr-ı Rum’a bir lokma, bir hırka gelûp
Anda kaldılar.
Kimisi yıldız olup, göğe ağdı
Kimisi yağmur olup, yere yağdı
Kimisi dergâh oldu, kimisi yol
Tuttular Rum’u dört yana kol kol.
Toprağa
Diyâr-ı Rum’a bir lokma bir hırka gelûp
Enelhak’ta boğuldular.
Kâbe de bu, cennet de bu, dediler
En güzel ibadette bu dediler.
Bir buğday harmanı gibi,
Toprağı yıkadılar, savurdular
Gönül pazarında kavurdular
Çölde kavrulmuş inancı, bir akarsu ettiler
Hakk’la halkı bir edüp, dört yana ilettiler.
Mülkü devlet, devleti mülk bildiler,
Anlar diyar-ı Rum’a bir lokma bir hırka gelip,
Öyle gittiler.
Cahit Tanyol
Çok değerli hocamız Prof. Cahit Tanyol bir şiirinde, yine Anadolu’nun sevdasını yansıtıyor.
Aynı zamanda Anadolu’yu Anadolu yapan, erenlerin, evliyaların, ozanların, dedelerin emeğini de yansıtmış oluyor.
Sizin Türk Kültürün boyutlarını çok güzel ortaya serdiğinizi biliyoruz.
Sizinle söyleşimize buradan başlayalım.
Ben sadece, İslâmiyet’in doğuşu ve yolların ayrılışı, nedenleri üzerinde bir parça durmak istiyorum.
Hz. Peygamber öldükten sonra, itilâf başlamıştır. Esasen sağlığında da Ben-i Ümmiye ile Kureyş kabilesi arasında husumet ve düşmanlık zaten vardı. Ve peygamber ölür ölmez, onun, “Ben bir şehirim, Ali onun kapısıdır” dediği kapıdan, Ümmiye’nin canavarları girmiştir. Yani, Peygamberin peygamberlik vasıfları yanında, bir önemli vasfı daha vardı. İslam’ın peygamberi, hem vaiz ve öğüt verici, hem de kanun koyucu, devlet kurucu idi. Peygamberin ölümünden sonra, hilâfet Ben-i Ümmiye’nin eline geçti.
Ben-i Ümmiye’den Ebu Bekir, faziletli bir adamdı. Ömer, yine öyle, kişisel olarak. Fakat bunlar, aynı zamanda Arap ırkçılığının da kurucuları haline geldiler. Ve Hz. Osman’ın şehadetinden sonra, hilâfet Hz. Ali”ye verilmesi gerekirken, yollar ayrıldı.
Yolların ayrılışına Arap olmayanlarla, Arap olanların ayrılışı desek, daha doğru olur. Çünkü devreye Türkler ve İranlılar girmişti. Arapların hakir gördüğü kavimler, İslâmiyet’e evrensel bir nitelik vermek istiyorlardı. Bu evrensel niteliği verebilecek olan yol da, Hz. Ali’nin yolu idi.
Bu yüzden Sıffin vakasında, Hz. Ali ile Muaviye arasında, (Muaviye, Ebu Sufya’nın oğludur. Ebu Sufyan, Peygamber‘e suikast yapmak isteyen bir insandır. Muaviye ile beraber İslâmiyet din olmaktan çıkmış, Arap Emperyalizminin bir saltanatı haline gelmiştir.), gayet tabiidir ki Mevali dedikleri, Müslüman olan, ama Arap olmayan kavimler ki, bunların başında Türkler vardır, ister istemez Hz. Ali’nin yolunu tutmak zorunda kaldılar. İnanç ve ibadete ayrılan kısmı Emeviler zaten ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Kur’an’ın miras olan Peygamberin kanun koyucu ve devlet kurucu vasfı birinci plâna geçerek, İslâmiyet din olma niteliğini Emeviler döneminde tamamıyla kaybetmişti.
Yitirilmiş olan dini yeniden diriltmek, Hz. Peygamber‘in Ehlibeyti istikametine yöneltebilmek için, Ali’nin, Hasan, Hüseyin’in izinden gitmek gerekiyordu.
Türk milleti olarak biz, Hz. Ali’ye bir şey daha borçluyuz. Onun yolundan giden Alevilik, Bektaşilik tarikatları bize bir vatan kazandırdı.
Çünkü Anadolu, 24 asırlık bir uygarlığın merkeziydi. Anadolu toprağına, bu küçük Asya’ya Romalılar, Yunanlılar, Araplar geldi. Hiçbiri bu ülkeyi Müslüman edemedi, zaptedemedi.
Biz, İslâmiyet sayesinde, Emevi Müslümanlığının yanında değil, Hacı Bektaşî Veli”nin tekkesini kurmuş olduğu yerden Anadolu’yu yeniden, manevi olarak fethettik.
Türklerin İslâmiyet’ten önceki dini Şamanizm’di.
Bu dinde Şamanlar bir nevi gaipten haber verir, geleceği söyler niteliğe sahiptiler. Bu şamanlar Anadolu’ya geldiklerinde, evliya oldular.Eski Şaman dininde, bir de yer sular vardı. Bu yer sular da toprağın, suyun, dağın, tepenin, sahipleriydi. Anadolu’ya geldiklerinde, yatır haline geldiler.
Bu şekilde camiden önce yatırlar, tekkeler birinci planda yer aldı. Anadolu, Aleviler sayesinde bir vatan haline geldi.
Dağlar, tepeler, ormanlar birden Türkleşiverdi.
Bu Türkleşme, Türkçeyi getirdi.
Büyük bir sel yatağı gibi, Anadolu’nun her tarafına yerleştirdi. İlk defa bu toprak, yeni bir ses duyuyordu. Yepyeni bir duyguyla baş başa kalıyordu.
Eğer bu coşku duyurulmamış olsaydı, sadece Anadolu’yu orduların kılıcıyla fethetmeye kalksaydı, zaten olmazdı. Nitekim daha önce de denenmiş, ne Roma Anadolu’yu Romalılaştırmış, ne Bizans, ne Arap. Hudutları İstanbul’a kadar gelmiş, fakat dervişlerimiz, dedelerimiz, nefesle, bir dua halinde rüzgâr estirmişler.
Bu nefes, bu rüzgâr, manevi bir rüzgârdır. Bu manevi rüzgâr, suları yıkamıştır. Bu manevi rüzgâr, yaprakları, ağaçları yıkamıştır. Bu manevi rüzgâr toprağa sinmiş, bu topraktan bir ibadet gibi mevsimler ve meyveler çıkmış. Böylece ağaçlar Müslüman olmuş. Toprak değişmiş, Türk milletinin vatanı haline gelmiş. Fakat maalesef Anadolu’da bu büyük devrim olduğu zaman, bir de İslâmiyet’in dünyevi kısmı olan Sünnilik, Alevilikle karşı karşıya geldiği zaman, siyasi bir takım çıkarlar uğruna, Alevilik sindirilmeye çalışılmıştır.
Bütün Türk ozanlarına bakıyorum. Hiçbiri Mekke’den Medine’den bahsetmez.
Yahya Kemal’in meşhur bir şiiri vardı. Sami Rıfat’a nazarî olarak yazmıştı. Orada bir şey dikkatimi çekti. Anadolu’nun Türkleşmesindeki, Türk vatanı olmasındaki sebepleri ortaya koyanların başında olduğu için, Yahya Kemal’in bu şiiri kendi düşünce, duygu dünyasını en iyi veren bir şiir olarak çıkıyor.
Yahya Kemal bir şiir yazıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla, okuyayım size:
Fer alınmışken tulûğ-u kibriyadan
Bugün bi vaya kalmış her ziyâdan
Bu mülkün farkı yok bir teknadan
Niçin nur inmiyor artık semadan?
Bu şevk bağrımda her gün Gâh-u bigâh
Dolaştım hû deyip, dergâh dergâh
Ümit ettim ki bir Pîr-i dilâgâh
Desin destur mihrab-ı abâdan.
Aba var, post var, meydanda er yok
Horasan erlerinden bir haber yok.
Uzun yollarda durdum, bir eser yok.
Diyâr-ı Rum’a gelmiş embiyâdan.
O yerler, işte Bağdat, işte Amid
Bugün her şûleden mahrum camid
O yerlerden gelen son yolcu Hamit
Haberdar olmamış Maverâ’dan.
Bu manzumenle ey üstâd-ı hoş kâm
Ali’den doldurup iksiri ilham
Ne bir ışığa sundun, öyle bir can
Ki yorulmuştur ha bu Kerbelâ‘dan.
Anadolu’nun Türkleşmesi, Yahya Kemal’in sorunlarından biriydi. Kendisi için Anadolu nasıl Türk vatanı oldu?
İşte, Türk vatanı olmasının sebeplerini burada anlatıyor. Yahya Kemal’in şiirlerinde, neden Rumeli değil de Anadolu? Neden biz Sivas’tan Antep’ten önce Kosova’yı almışız. Neden Rumeli? Mustafa Kemal orada hareket etmemiş, kendisi Selanik’liydi. Oradan hareket etmemiş de, Anadolu’nun ücra bir köşesine, Ankara’ya gelmiştir? Çünkü; Rumeli’de bir veliler kasırgası esmiş, Arnavutluk’u falan dolaşıp onları etkilemiş ve biliyorsunuz bütün Arnavutlar, Hacı Bektaşî Veli kolundan gelirler. Anadolu’nun iki yığınağı var: Biri Mevlâna, biri Hacı Bektaşî Veli. Bunlar bizim bir nevi hac yerimiz. Bu yüzdendir ki, Arnavutluk’tan gelen Bektaşiler, Hacı Bektaşî Veli‘ye gelirler.
O yüzden Yahya Kemal dikkat ederseniz,
Horasan ellerinden bir haber yok.
Uzun yollarda durdum bir eser yok.
Diyâr-ı Rum’a gelmiş evliyadan
Derken, Mekke’yi, Medine’yi zikretmiyor.
Çünkü Anadolu’da Türk Müslümanlığı kurulmuş, yollar ayrılmış. Arap’a “Senin dinin sana, benimki bana” demiş, ayrılmış. Türkiye uzun bir birikimle yepyeni bir Türk Müslümanlığını yaratmışken, 1950’den sonra Arap ve Emevi, Muaviye Müslümanlığına kayan bir çizgiye girmiştir, İmam Hatip Okullarıyla, İslâm Enstitüleriyle, İlâhiyat Fakülteleriyle.
Asıl Türk Müslümanlığını boğabilmek için, ellerinden gelen bütün çabayı sarf etmektedirler.
Anadolu ve Horasan erenleri dediğimiz insanların; Hacı Bektaşî Veli, Abdal Musa, Kızıldeli, Mevlâna ve daha yüzlerce eren, evliya, din ulusunun, diğerlerinden ayrılan özellikleri neydi?
Yani bu ulular, erenler, evliyalar, alperenler nasıl insanlardı ki, Anadolu’daki diğer insanları etkilemişlerdi?
Bir din, yeni bir dinle karşılaştığında, eski dinin bütün değerlerini tasviye etmez. Türklerin eski dini Şamanizm’di. Şamanizm’de, Şamanlar birinci plânda rol oynarlar. Şamanlar tanrıları yönetirler, gaipten haber verirler, geleceği söylerler. Türkler Müslümanlıkla karşılaştıklarında, bazı Şamanlar kılık değiştirdi.
Hz. Peygamber, “Benim mucizem yoktur, mucizem Kur’an’dır” dedi. Fakat özellikle Emevilerden sonra İslâmiyet tamamıyla bir devlet dini haline gelmiş ve kitap; onların teorisi, Arap ırkçılığının bir hâkimiyet aracı olarak kullanılmıştır.
Bu din, Şamanlarla karşı karşıya geldi, üstelik de İslâmiyet büyüyü reddediyor. Çünkü Peygamber Kur’an’da hep, “Ben şair değil, sizin gibi bir kulum” diyordu.
Bu peygamber niteliği Şamanizm’le karşılaştığında değişiyor. Anadolu’da koyu Arap Müslümanlığı, Türk milletinin mizacına zaten uymuyor. İlk Türk yapıtlarından biri olan Dede Korkut’tan bahsederken, “Bayat Boyu‘ndan ulu bir kişi idi, geleceği haber verirdi” der ve en son Kayı Boyu‘ndan bir sülâlenin Anadolu’ya geleceğini söyler.
İslâmiyet’te; Arap ve Acem’de en ufak bir mucize olmadığı halde, Hacı Bektaşî Veli doğaya, ağaçlara emir verir. Her şey ona Ram olmuştur. Akşemsettin, doktordur. Kırlara çıktığı zaman, bütün çiçekler dile gelir, hangi derde deva olacaklarını söylerler. Dikkat ederseniz, bu, yumuşak, teselli veren bir Müslümanlıktır. Bu teselli veren, mucizelerle yüklü (zaten mucizeler olmasa Anadolu Türkleşemezdi) Müslümanlıkta, Şaman inancının kılık değiştirerek geldiği şeyler vardır. Şamanlar Anadolu’ya geldiklerinde, evliya oluyorlar, türbelerini kuruyorlar. Eski Şaman mitolojisinde yersular, doğrudan doğruya toprağın, ormanın, nehirlerin sahibidir. Bunlar ruhudur. Yersular, Anadolu’ya geldiklerinde yatır oluyor. İki büyük şey: Biri Şaman, evliya; diğeri yatır. İkisi bir araya gelince cehennem toprağının cennet olabilmesi mümkün olabilirdi.
Nitekim de öyle oluyor. Dünyada zaptedilmez bir vatan, bir toprak parçası olan ve 24 asırlık bir uygarlığı tabaka tabaka, üst üste yaşayan ülkede, siz bu velileri, bu tarikat şeyhlerini, bu toprağı manevi bir yağmurla sulayan insanları kaldırırsanız, buranın Türk vatanı haline getirilmesini hayâl etmek imkânsızlaşır.
Dikkat ederseniz, Batı bu mucize karşısında dehşet içinde kalıyor. Diyor ki, “Bunlar Orta Asya’dan gelmişler”.
Batı, 250 seneden beri bu toprağın sahibi olarak bizleri görmez. Çünkü Batı’da doğrudan tasavvufla, tarikatla uğraşan bilim adamları, Anadolu’nun altındaki bu toprağın siyasi bir değişme değil, doğrudan toprağın kendisinin Türkleştiğini söylerler.
Yani kültürümüz bu topraklara öyle kuvvetli kazınmış ki, onunla özleşmiş artık. Orta Asya’dan gelen Türkler, Anadolu’yu kalıcı öz yurtları yapmışlar.
Ve bütün dilleri unutturmuş. Yani bugün Anadolu’da toprak, taş, ağaç, orman Türkçe konuşur. Bunda da işte en büyük rol, Aleviliğin olmuştur.
Alevilik sayesinde, Türkçe bir rüzgâr gibi her tarafa sinmiştir. Şiirleriyle, sazlarıyla, sözleriyle yumuşatmışlar toprağı. Toprak artık din değiştirmiş. Eğer bu olmasaydı, Arap’ın Müslümanlığı ile değil Anadolu’yu Türkleştirmek, bir tek köyü dahi Türk vatanı yapmak mümkün olmazdı.
Zaten daha önceden de buna girişildi, fakat başarılı olunamadı. İslâm orduları çok geldiler, gittiler.
Bunların hiçbiri başarı sağlayamadı. Bu bir silâh gücü değil, manevi zaferdi. O yüzden, caminin yanından tekkeyi kaldırdınız mı, cami de hiçbir şey olmaz. Hz. Eyyub’u mucizeleriyle, kerametleriyle dolu hale getirmiş, değiştirmiş, bir Alevi kılığına sokmuş, herkes gidip ona dua ediyor, ondan bir adak istiyor.
İnsanların akılla çözümleyeceği yerde Allah’a, Peygambere ihtiyacı yoktur.
“Ben sana akıl verdim, ara, bul.”
Aklın durduğu yerde, mucizeler başlar.
İşte İslâmiyet’i yumuşak ve kalbe seslenen bir din haline Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, yüzlerce tarikat, toprağı yıkayarak getirmişler.
Bunun içinde bir tek Arap’ın payı yoktur.
24 asırlık bir uygarlık var. Bu uygarlık, kendisinden birçok şey veriyor. Türkçe‘ye dikkat edin, her bölgede şivesi ayrıdır. Antep’in şivesi ayrı, Kilis’in ayrı, Urfa’nın ayrı, Diyarbakır’ın ayrı, Malatya’nın ayrı. Bunların hepsi, Türklerden önceki uygarlıkların kalıntısıdır. Bir talebem vardı, toprağı bol olsun.
Eski Ermenice okutuyordu. Bana dedi ki, “Hocam, Nasrettin Hoca fıkralarının önemli bir kısmı, eski Ermenice’de de var.”
Atatürk bunu kanıtlamak için, Dil Tarih Coğrafya Fakültesini açtı. Sümerleri, çeşitli uygarlıkların kalıntılarını araştırmaya çıktı. Çünkü Anadolu, yer yuvarlağının kendine yeten 6. kıtası.
Bu, yalnız toprağın bereketi değildir. Toprağın altındaki büyük uygarlık ve zenginlikleri de yaşatabiliyor.
O yüzden, güneş dil teorisi ve tarih kurumunu ortaya attı. Sebebi; Kosova’yı, Tokat’tan Erzincan’dan önce fethetmişiz. Batı diyor ki, “Bunlar nasıl Rumeli’den sürülüp gittiyse, Anadolu’dan da çekip gitmeleri gerekir”.
İşte onun üzerine Atatürk, sadece bin senenin değil, 24 asırlık bir uygarlığın da mirasçısı olarak sahip çıkıyor.
Dikkat edin, Sümer, Eti, Hitit, Türk milletleri evrenseldir. Sümer, Elam, Mısır, Eti, Türkiye diye şiirleri var, Fazıl Ahmet’e yazdırmış. Batı’nın bizi, bin seneden beri gelmiş ve uygarlığa hiçbir katkı yapmadan oturmuş göstermesinin karşılığında Mustafa Kemal, “Biz 24 asırdan beri buradayız” demiştir ve burada bir gerçek de vardır.
Meselâ müziğe bakın, ne kadar değişik. Her bölgenin müziği değişiktir. Fransa’da, Almanya’da halkın belli bir müzik türü vardır. Renkli müzik, dans, oyun... bir bakıyorsunuz, oyunların, dansın dili iki bacak ve eldir. Fakat Erzurum’da başka, Hatay’da başka, Ege’de başka türlüdür...
Bunlar durup dururken niye bu kadar ayrılmışlar?
İşte çok eski bir uygarlığın, somut görünüşü bize intikal etmiştir.
Batı hâlâ Ermeni, Kürt meselesini çıkarıyor.
Halbuki Türk ve Kürt’ün arasında bir ayrım yok. Apo’yu yakaladılar. Hem Kürt lideri olacak, hem de Kürtçe bilmeyecek. Dünyada olmayacak bir şey bu. Buna kargalar bile güler.
Cahit Tanyol sizce Atatürk’ün büyüklüğü neydi?
Diğer liderlerden ayrılan yönü neydi? Atatürk kimdi? Türk devletine, Türk milletine ne getirmişti?
Atatürk’ün en büyük sözü, “Yurtta barış, dünyada barış”tır. Binaenaleyh, Muharrem ayının başlangıcı olan ve matem tutulan böyle bir günde, bu matemin kalkması için; “Yurtta barış, cihanda barış” sözünün, Birleşmiş Milletler’de ortak bir dua olarak kabul edilmesi gerekir.
Belki de günün birinde, bu gerçekleşir, savaşlar biterse, bunun en büyük galibi, savaşa karşı olan Yunus Emre ve kanlı olayları kapatmanın bir simgesi olarak Muharrem ayinleri olacaktır.
Bu, bütün insanlık tarafından kabul edildiği gün, dünya barışı kurulmuş demektir ve Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” sözü, gerçek anlamını ve içeriğini bulmuş demektir.
Buna nasıl gidilebilir?
Atatürk, bir yığın devrim yaptı. Bu devrimlerin, inanç alanıyla alâkası, yahut onu inciten bir tarafı var mıydı? Önce bunun üzerinde durmak ve Atatürk’ün anlamış olduğu, getirmiş olduğu laikliğin İslâmiyet’le bağdaşıp bağdaşmayacağını eleştirmekte, tartışmakta yarar var.
Biliyorsunuz, Kur’an’da üç türlü emir, üç türlü gerçek vardır.
Bunlardan bir tanesi inanca, bir tanesi ibadete, bir tanesi de muamelâta aittir. İnanca ait olanlar, doğrudan doğruya kelime-i şahadetten ibarettir. İbadete ait olanlar bellidir; Türklerin, Alevi-Mevlevilerin ibadet tarzlarıdır. İbadet tarzları, dinin renkleridir. Yani 5 vakit namaz ibadet olduğu gibi, Alevi ve Mevlevi’nin semahı da ibadettir, Allah’a şükran için açılmış ellerdir.
O bakımdan, inanca ve ibadete ait emirler değişmez, nasdır.
Muamelâtı ayrı olan emirlerde, zamanın değişmesiyle, hükümler de değişir.
Bir dinin peygamberi, hem ahir zaman peygamberi olduğunu söyleyecek, hem de her şeyi donduracak, nas doğum haline getirecek.
Böyle bir din, zamanın akışına aykırı olduğu için, ne Kur’an’da, ne de Peygamber’in hadislerinde böyle bir şeye imkân yok, olmamıştır.
O halde, inanç ve ibadetin dışında, zamanın değişmesi ile hükümler değişir prensibine göre ele alındığında, laiklikle İslâmiyet’in emirleri arasında bir çatışma olmaz. Örneğin; son zamanlarda, aslında şeriatın değil, irticanın ana kaynaklarından biri olan türban meselesi var.
Siz şeriat ve irticayı farklı yorumluyorsunuz. Türban olayına da farklı bakıyorsunuz. Çok kişi de merak ediyor. Biraz üzerinde durmanızı rica edeceğiz.
Şeriat da hukuk sistemidir. İnanç, ibadet ve muamelâtın üçüne birden, şeriat denir. Ama şeriatın içinde, değişen ile değişmeyen arasında bir fark vardır; muamelâta ait olanlar değişir. Türban meselesi, inanca ait midir? Hayır. İbadete ait midir? Hayır. Muamelâta ait.
İslâm hukukunda, ahlâkında ve Kur’an’ın sonuçlarında, “Zamanın değişmesiyle hükümler değişir” der. O halde, kılık kıyafete ait olan, halen Türkiye’nin her tarafında tartışılan bu türban olayının özüne dikkat edelim ve onu eleştirmeye çalışalım.
Giyim kuşama ait olan şeyler, üç kısma ayrılır.
Birincisi, doğrudan doğruya bireyi ilgilendirir. Bu, moda kanunlarına bağlıdır. Yani, uzun etek, uzun saç modası çıkar. Binaenaleyh, hiç kimse moda kanunlarına ait olan alandaki giyim kuşama karışamaz.
İkincisi, giyim kuşamla ilgili, toplumun örf ve adetlerinin tayin ettiği şeydir. Her milletin, bir giyiniş şekli vardır. Bunu da toplum tayin eder, devleti ilgilendirmez.
Üçüncüsü ve asıl önemli olan, devleti ilgilendiren giyim kuşamdır. Nerede devlet varsa, orada bir kılık kıyafet yönetmeliği ve kanunu vardır. Yönetenle yönetilenin ayrılması söz konusudur. Hem “olur, emre itaat vaciptir” diyeceksin, hem de devletin koymuş olduğu yönetmeliği çiğneyip, “İlle ben üniversiteye türbanla gireceğim” diyeceksin. Üniversiteye girmenin, bireysel özgürlükle alâkası yok. O, moda kanunlarına bağlı. Üniversite kapısında türbanla, uzun etekle dolaşan kızlarımız, üniversiteden çıktıktan sonra isterse çarşaf giysinler, üniversite buna karışmaz. Ama üniversitenin sınırları içinde giydiği an bu, sadece irticanın değil, aynı zamanda devletin esas prensiplerine, varlık nedeni olan yönetmeliğe, kanunlara aykırılıktır.
Bunun arkasında dinin değil, devletin tahribi var. Hele kitle halinde parlamentoyu, anayasayı işgal ederse, hilafetten de, saltanattan da çok daha tehlikelidir bu. Çünkü bu, devleti beyninden vurmaktır.
Yeni iktidara gelen partilere bakıyorsunuz, bu gerçeklerden habersiz.
“Efendim, üniversiteye bir yumuşama, bilmem ne...” Üniversiteyle alâkası yok. Bu iş, yönetmelik meselesi. Elbette kimse kimsenin kılık kıyafetine karışmaz. Ama hastaneye girerken, belli bir kılık kıyafet vardır. İmam, namazını şortla kıldırmaz, kıldıramaz.
Askere giden bir kimse, “Benim bireysel özgürlüğüm var” diye, nefer elbisesini giymekten vazgeçemez. Mümkün değil bu. Üniversiteye giren genç kızımız da “Bu benim bireysel özgürlüğüme tecavüzdür” diyemez.
Göreceksiniz, yakınlarda meclise türbanlı bir hanım geliyor. Bu hanım, gerçekten de türban meselesini telâffuz ettiği andan itibaren, Türkiye Millet Meclisinin manevi şahsiyetini tahrip etmiş demektir. Yani çok tehlikeli bir şeydir. Tavrı bakımından, meclise alınmaması ve seçiminin iptal edilmesi gerekir.
Belli bir nizam var, bir parlamento var. Milli irade diyorsunuz, milli iradenin nizamına karşı, “yok ben” diyor. Neyle girecek bu? Allah’ın emriyle mi?
Demin anlattığım gibi, kılık kıyafet yönetmeliği ile, devletin olduğu her yerde, herkesin riayet etmesi gerekli bir nizam vardır. Bir kurula giriyorsunuz. Tutup da bunu tahrip etmeye kalkarsanız, orada tabii kıyamet kopar.
Devlet ile siyasi iktidarı birbirine karıştırmamak lâzım. Devlet seçilmez, diplomalılar tarafından yönetilir. Nasıl doktor olabilmek için, tıptan mezun olmak lâzımsa, devlet yönetiminde de belli bir diploma hiyerarşisi, kıdem vardır. Bir memleketi düşünün ki, Büyük Millet Meclisinde hem kanun koyacak, hem de maaşlarını en ufak bir devlet kadrosunda bir gün çalışmadan alacaklar. Bu, devletin yapısına aykırıdır.
Devlet, tayin edilen bir takım kurumlardan ibarettir. Örneğin; Emniyet Genel Müdürü. Eğer bir siyasi iktidar, tayin edilmişlerin alanı olan devletin yönetimi ile ilgili, kendi kuralları içinde bir takım değişmelere müdahale ederse, işte buradan devleti tahrip çıkar.
Demek ki yalnız türban değil, sorunumuz.
Emniyet Genel Müdürü, Vali devleti temsil eder. Vilâyetlerin olup olmaması, devleti ilgilendirir. Falan yerin vilâyet mi, ilçe mi olacağını devlet tâyin eder. Ekonomik durumuna, nüfusuna bakarak yapar bunu. “Ben Osmaniye’yi vilâyet yaptım”. Bunu söylemeye hiçbir siyasi iktidarın hakkı yoktur.
Söylediği andan itibaren, devleti tahrip etmiş oluyor.
Türkiye’nin dramı orada.
Ulusal birlik beraberlik deniyor, ama iktidarlar maalesef kendi kafalarınca bir şeyler söylüyorlar.
Kendi kadrolarını yerleştirmekle ki, o daha büyük bir olay, Milli Eğitim Bakanlığının kadrosuna siyasi iktidarlar kendi kadrolarını yerleştirdikten itibaren, Milli Eğitim Bakanlığı tahrip edilmiş olur.
Birincisi; Atatürk devrimlerinin hiçbiri İslamiyet’e aykırı değildir. Fakat bizim memlekette İslâmiyet’le irtica iç içe olduğu için, herkes irtica hareketlerine din kisvesi altında bir anlam vermektedir. O bakımdan, evvelâ bunun altını çizmek lâzım.
İkincisi; seçimlerin sona erdiği bir zamanda açıkça söylemekte ve Türk halkına gerçekleri, gerçek milli iradenin ne olduğunu ve Mustafa Kemal’in bununla neyi kastettiğini anlatmakta yarar var.
Bir; Atatürk 1937’de bir vâsiyet gibi, Halk Partisi’nin prensiplerini anayasal bir kurum haline getirdi ve oraya soktu. Bir devlet kurucusu, Osmanlı devletinin sürdürücüsü bir insanın, elbette kurduğu bir devletin ebediyen yaşamasını özlemekten ve istemekten daha önemli bir düşüncesi ve ideali olamaz.
O halde, bir nokta üzerinde özellikle durmak istiyorum; Atatürk’ün Anadolu’ya çıktığı zaman söylediği, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün içeriğinde ne vardı?
Atatürk, bu sözüyle, halen mevcut olan Türkiye Büyük Millet Meclisini kastetmedi. Atatürk’ün Amasya Bildirisi’yle sunduğu bu sözün maksadı, Batı emperyalizminin savaş sonrası Anadolu’ya uyguladığı Sevr Antlaşması’nı yıkmaktır.
Birinci Dünya Harbi’nde üç büyük imparatorluk yıkıldı. Bunlardan birisi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, birisi Rus Çarlığı, birisi de Osmanlı İmparatorluğu idi.
250 seneden beri Batının belleğinde, Anadolu’nun Türk vatanı olmadığına dair bir inanç var.
Bunu Türk düşmanlığıyla yorumlamak yanlıştır.
Çünkü; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu battığında, nasıl ortada bir hanedan varmış dendiyse, Anadolu’da da halk değil, Osmanlı diye bir hanedan var, bu ortadan kalkınca küçük devletler oluşacak diye bakılıyordu.
Yani Batının hafızasındaki Sevr plânı yanlış değildi. Wilson prensiplerine göre, bu doğruydu.
Mustafa Kemal, bir Rumeli çocuğuydu, doğduğu topraklar ellerinden kaçtı, gitti. Türkler Rumeli’den çekildiği zaman, bir yığın devlet çıktı.
Anadolu’da da pekâla Sevr’e göre; batıda Ermeni Pontus Rum devleti, Kürt Devleti ve Anadolu’da küçük bir şey olarak, düşmanlık olarak düşünmüyorlardı.
Bunu doğru buluyorlardı. Mustafa Kemal Anadolu’ya, padişahın yaveri olarak değil, halifenin yaveri olarak çıktı. Neden? Âlem-i İslâm’ı hilâfet adı altında toplamak istedi. Tamamen politik bir nedenle bunu yaptı.
İkincisi, Erzurum Kongresi’nde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurdu.
Bununla Batıya, “Ey emperyalistler! Bilesiniz ki Anadolu’da Türk milleti denilen bir devlet var, mülkün sahibidir.” dedi. Bunu batının belleğine iyice kazımak gerekiyordu. Oysa, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderenler, Anadolu’daki ayaklanmaları bastırmak için göndermişlerdi. O, bu ayaklanmaları ordulaştırdı ve bunu, “Burada bir millet var, onun egemenliği var” şeklinde Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusu haline getirdi. Halifeliğe yaverlik etti, ama padişaha yaverlik etmedi.
O esnada Maraş’ta, Antep’te ayaklanma oldu.
Ben oralı olduğum için biliyorum, Antep sokak sokak direndi. Fransızlar baktı ki; burada bir millet var, direniyor. Her tarafta ayaklanma var. Yani “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü, bugünkü parlamentoda kelle çokluğuna göre, “Biz milli iradeyiz” demek değildir. Batıya karşı bu, Sakarya Harbi’nden daha önemliydi. Çünkü, Fransızlar derhal ayrıldılar. Yoksa Adana gibi, Mısır kadar zengin Çukurova’yı bırakıp gitmezlerdi.
Nasıl ki şimdi Amerika, Bosna-Hersek’e, Kosova’ya gelip müdahale ediyor, hümanist bir şey olarak, bir gerçeği görmek lâzım. Fransızlar birden çekiliverdiler. Hatta çok enteresan, Lloyd George Londra Konferansları’ndan birinde, Mustafa Kemal’den “eşkıya” diye bahsedince, Fransız Başbakanı; “Bizim memlekette bunlara vatanperver denir” diyor. Sadece bu söz ile Fransızlar buranın bir Türk vatanı olduğunu kabul etti. En zengin toprakları bıraktı ki, Adana ekonomik bakımdan bütün bir Suriye’ye bedeldi. Bırakıp gittiler. İtalyanlar çekip gittiler. İngilizler tek başına kaldı. Yunanlıların saldırıları bastırıldı.
Yani, Batılılar buranın Türk yurdu olduğunun farkında değillerdi. Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde gözlerini açarak, gerçeği görmek zorunda kaldılar.
Evet. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü ile, bir siyasi partinin çoğunluğu kazanması arasında bir ilişki yok. Farzedelim, siz parlementosunuz, ben de tek başımayım. Şimdi olduğu gibi, 100 veya 550 kişisiniz. Kendi çıkarlarınızla ilgili kanun çıkartıyorsunuz. Örneğin; kıyak emeklilik gibi... Kıyak emeklilik için evvelâ devlet yönetimindeki hiyerarşiye, diploma gerekliliklerine, koşullara haiz değilsiniz. Bir kişi de çıkıyor, diyor ki, “Hayır efendiler, bu parayı alamazsınız” Milli irade karşı çıkan mı, yoksa o yığın mı? Karşı çıkan.
Çünkü onun arkasında adalet var. Onun arkasında yüz binlerce insan, halk, tarih var. Demek ki milli irade denen şey, kelle sayısı değil, niteliktir. Nicelik değil. Bu, halkın, siyasi partilerin kafasına dank etmedikçe, Türkiye’de bir şey kurulamaz.
O zaman tekrar Mustafa Kemal’e dikkat edeceğiz.
Talana, yağmaya, sömürüye karşı milli iradenin, demokrasinin, özgürlüklerin olması için, Atatürk devrimlerine dikkat edeceğiz, diyorsunuz.
Kesinlikle. Çünkü Atatürk gibi devlet kurucu bir insanın, bir siyasi partinin amblemini anayasaya geçirmesi, bir işarettir.
“Ey Türk milleti! Benim kurduğum devlete, bu istikamette yorumlar getireceksiniz.”
“Ey üniversite profesörleri!
Ey Hukukçular!
Kurmuş olduğum devlet, bu istikamette ilerler”.
Yanlış mı?
Yanlış değil.
Söyleşi; Ayhan Aydın, CEM RADYO’DA, 21 NİSAN 1999 TARİHİNDE YAPILAN SÖYLEŞİ.
YAŞAM ÖYKÜSÜ
Özlemlerimin mutlu çağrısı çocukluğum
Aydınlık türküler memleketi
İçimde kalan tek yeşil dal
Götürmek istediğim tek şey
Hey Nizipli küçük Hüseyin hey
Sen böyle mi çıktındı yola
Bir ömre değer miydi bu sürekli gurbet
Bu boş yolculuk
Fıstık ağaçlarının alaca gölgesinde
Ak hayallere dalan mavi gözlü çocuk.
Cahit Tanyol