Doç. Dr. FİKRET BAŞKAYA

Aydın; bilgi, kültür birikimi olan bir insan değil, bu bilgi ve kültürü insanlık  yararı için kullanabilen, devamlı üretkenlik, yaratıcılık içinde olabilen kişidir. Türk aydınının temel çıkmazı nerede? Niçin Türk aydınları, aydın sorumluluğunu bir türlü yakalayamıyorlar?

 

Türkiye’de oldum olası bir kavram kargaşası sürüp gidiyor. Kimi zaman kavramların içi boşaltılıyor, kimi zaman da çarpıtılıyor. Bunun tipik bir örneği aydın kavramında ortaya çıkıyor. Türkiye’de belirli eğitimden geçmiş diplomatlılar aydın sayılıyor. Örneğin, bir ilkokul öğretmeni kendini aydın sayıyor zira, en azından orta derecede eğitim görmüştür. Elbette bir yüksekokul veya üniversitelerin her hangi bir fakültesinden mezun olan da kendini öyle sanıyor ve buna da inanıyor, üstelik başkaları da inanıyor. Aydın olmayı kim kaybetmiş de bunlar bulmuş. Belirli bir eğitim görmüş olmakla aydın olmak arasında aslında doğru yönde  bir ilişki mevcut değildir. Bir adam Hukuk Fakültesine gider, orada hukukun temel kavramlarını, yasaları vb. öğrenir, bir başkası kasabın yanında çırak girer o da et işlemesini öğrenir. Her iki durumda da bir “uzmanlıktan” belki söz edilebilir ama burada aydın sıfatını hak etmek diye bir şey yoktu. Belki, hukuk eğitimi görmüş olanın aydın olma konusunda kasaptan daha avantajlı olduğu söylenebilir. Elbette, bu sadece potansiyel bir avantajdır ve olasılıktır. Dolayısıyla, bilgi sahibi olmak veya belirli bir eğitimden geçmiş olmak, aydın olmak için asla yeterli bir koşul değildir. Eğer, diplomalılar için, mutlaka bir yakıştırma yapmak gerekirse, bunlara “sosyoloji” anlamda aydın olunabilir. İşte bu yüzden ben yazılarımda gerçek aydını yukarıdakilerden ayırmak için entelektüel kavramını tercih ediyorum. Gerçek aydın, yani entellektüel olmak sanıldığından çok daha zordur ve bu yüzden de gerçek aydınların sayısı o kadar fazla değildir.

Entellektüel, gerçeğin peşine düşen ve bu yolda ödün vermeyecek biridir. Gerçeğin kendisi devrimci olduğu içinde, doğal olarak “devrimci”dir. Zira, egemen düzenin egemen ideolojisine, değerler sistemine vb. karşı çıkar, gerçeğin çarpıtılmış versiyonu ile mücadele eder, gerçeğin üzerindeki perdeyi aralamaya çalışır. Hiçbir egemenlik sistemi sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete dayanarak ayakta kalamaz. Egemen sınıflar egemenliğini sürdürebilmek için, mutlaka “toplumsal bir konsensüs” kabullenme, itaat vb. yaratmak zorundadırlar. Başka türlü söylersek, sömürü, baskı ve zulüm düzeni son tahlilde süngünün gücünden çok ideolojik köleliğe dayanır. İşte, entelektüel, yani gerçek aydın bu ideolojik köleliği teşhir ettiği için egemenlerin hışmına uğrar. Egemenler gerçek aydınlardan korkmaktadır. Zira, gerçek aydın egemenlik sisteminin gerçek dayanaklarına saldırmaktadır. Aydınların geliştirdiği “yeni” düşüncelerin kitlelere mal olmasından korkarlar.

Sorunuzu nüanse etmek gerekiyor. Zaten gerçek aydın hiçbir zaman aydın sorumluluğundan kaçmaz. Dolayısıyla yanlışlık, kavrama yüklenen anlam ve içerikle ilintilidir.

Türkiye’de diplomalılar, devletçidir, müthiş bir devlet fetişizmi ile yetişiyorlar. Bağnazlıkları buradan geliyor. Gerçek aydının böyle bir fetişizm sorunu olmaz. Devletle ilgili, devletin niteliği ile ilgili bir kafa karışıklığı söz konusu değildir. Devletin nasıl ortaya çıktığı, kime hizmet ettiği, asla sosyal sınıflardan bağımsız olmadığı, toplumda bir hakem rolü oynadığı oynamasının da mümkün olmadığını çok iyi bilir. Kısaca gerçek aydın yani entelektüel, insanı, toplumsal ve evrensel sorunlar karşısında “gerçekten yana tavır alabilen biridir”. Bağımsız düşünebilen biridir. Bu özelliğinden ötürü daima ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan, zulme uğrayanların safındadır. Elbette bunun için bilgili olmakta zorundadır ama onu asıl gerçek aydın yapan ortaya koyduğu tavırdır. Türkiye’de kendilerine aydın diyenlerin ve öyle kabul edilenlerin ezici çoğunlunun gerçek aydınların, ortak bir yanları yoktur.

 

Siz onurlu, duyarlı bir aydın olup, sorumluluğunuzu göstererek fikir ve düşüncelerinizi açıkladığınız için  tutuklandınız. Tutuklanma nasıl oldu, bize anlatır mısınız?

 

Biliyorsunuz benim hapis ve para cezasına çarptırılmam “Paradigmanın İflası” adlı kitabımdan ötürüdür. Kitabın dördüncü bölümü, resmi ideoloji açısından Kürt sorunu ele alıyor. Bu bölümden birkaç cümle alınarak “bölücülük” yaptığım ileri sürülüyor. Resmi “gerçeğe” ters düşen görüşler her zaman cezalandırılmıştır. Gerçek aydın “resmi gerçek” diye bir şeye itibar etmez. Tam tersine gerçeğin  versiyonu ile mücadele eden biridir.

 

Osmanlı İmparatorluğundaki Şeyh-ül İslamlık kurumu önemini ve etkinliğini devam ettirerek Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüştürüldü. Bu durum laiklikle tümüyle çelişmiyor mu?

 

Resmi ideolojinin geçerli olduğu rejimlerde, kavramların içeriği de resmi ideoloji üreticileri tarafından dolduruluyor. Resmi ideoloji üreticileri ve onların gerisindekiler Türkiye laiktir, diyor. Niye laik olsun? Eğer devlet dinler, mezhepler, tarikatlar, inançlar karşısında tamı tamına tarafsızsa ve hiçbir şekilde bunlara karışmıyorsa ve insanlar inanç “alanında” özgürce ve kendi iradesine uygun davranabiliyorsa ve devlet bunların her birinden aynı uzaklıkta duruyor, birinin diğerini baskı altına alması durumunda gerçek bir hakem rol oynayabiliyorsa (Ki bu demokratik devlet olmanın gereğidir) işte o zaman da laikliğin geçerli olduğundan söz edebiliriz.

Türkiye’de iki dönemi birbirinden ayırmak gerekir. 1923-1946-1950 arasında din baskı altına alınmıştır. 1946-1950’den sonraki dönemde de manipile edilmiştir. Yani Manipülâsyon aracı olarak kullanılmıştır. Yani devlet baştan beri dine karışmıştır, fakat karışma tek taraflı olmaz. Siz dine karışmış din de size karışmış. Nitekim öyle de olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda din egemen sınıfın elindeki bir ideolojik araçtı, bir devlet kurumu olarak mekanizmanın bir parçasıydı, üstelik sadece bir tek mezhep esastı ve diğerleri üstünde baskı kurulmuştu. Cumhuriyetle birlikte Şeyhül İslamlık kurumu Diyanet İşleri Başkanlığına dönüştürüldü. Bir laik devlet düşünün ki imamına maaş öder... Bu vesile ile Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesini öğrendiğimde şaşkına döndüğümü hatırlıyorum. Durum böyle iken bazı gösterilerde “güdümlü” topluluklar “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” vb. gibi sloganlar atılıyor. Bu sadece egemenlerin oyununa gelmek değil, onların değirmenine su taşımaktır.

 

Türkiye’deki düzen dozunu, oranını her zaman kendini ayarladığı bir dini gericiliği var edip yaşatmıştır?

 

Türkiye’de egemen sınıflar her zaman dini gericiliğe ihtiyaç duydular. Dini denetim altında tuttular. Kimi zaman dini gericiliğin önemini abarttılar veya kitleleri korkutmak için potansiyel bir tehlike olarak gösterdiler “İrtica hortluyor” retoriği. Kimi zamanda dini toplumsal uyanışa veya sola kullandılar ve hala kullanıyorlar. Bir Alevî-Sünni çatışmasının koşullarını hep ayarlamaya özen gösterdiler, zaman zaman Alevîlere yönelik saldırıları özendirdiler.

 

Sivas’taki katliamın devlet odağında çöreklenmiş, devlet koruyuculuğunun marifeti olan bir kıyım olduğunu düşünüyorsunuz sanırım?

 

Sivas’taki katliam uzunca bir geçmişten beri yapılanların sonucudur. Devletin dine karışmasının sonucudur. Sivas katliamını tek bir olay, rastlantı eseri ortaya çıkmış bir şey olarak görmek son derece tehlikelidir. Bu tamamıyla devletin dini kullanma politikasının sonucudur. Aksi halde insanların yakılmasına göz yumulmazdı. O dönemde siyasi sorumluluk taşıyanlardan mutlaka hesap sorulmalıdır.

 

Militarizm, işkence, her türlü sömürü devlete ve ona egemen güçlere hakim sıfatlar. Faili belli olan cinayetlere “faili meçhul” deniyor. Enflasyonun her türlü sosyal ve siyasal çözülüşü körükleyen devlet kaynaklı politikalar nasıl oluyor da saklanmak, gizlenmek isteniyor?

 

Türkiye Cumhuriyeti kelimenin gerçek anlamda “silahlı adamların” cumhuriyetidir. Cumhuriyet bir darbeyle kurulmuştur. Kitlelerin mücadelesinin bir sonucu değildir. Parlamento vb. egemen sınıflardan bir mücadele sonucu koparılmamıştır, keza seçme seçilme hakkı, temel eğitim hakkı vb. için de aynı oy söz konusudur. Bu durum ekseri gözden kaçıyor. Böyle bir devletin kendi vatandaşına “hesap verme” kaygısı da olmaz. Zaten ortada gerçek yurttaş da yok. Yurttaş olmanın gereğini yapmayanların yurttaş sayılmaları yanlıştır. Aslında faili meçhul cinayet demek yalan söylemektir.

Roma’nın son dönemlerinde kitleler arasında yaygın bir deyiş vardı: “dertlerinizde onları tedavi için başvurduğunuz yöntemler de katlanılmaz hale geliyor” sanıyorum Türkiye’deki durum biraz o dönemi çağrıştırıyor. Türkiye 1980 sonrasında her alanda “yeniden kompradorlaştı”. Artık devlet yönetimi bütünüyle dışarıdakilere “ihale edilmiş” durumda. Zaten ekonominin yöntemi epey zamandır IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlara bırakılmış durumda... Geri kalanı da askerlere bıraktılar. Sivil kurumların içi tamamıyla boşaltılmış durumda. Zaten eskiden de boştu. Siyasi partilerin hiç biri sorunların yüksekliğine çıkamıyor, zaten öyle bir amaçları da yoktur.

 

Bilimsel bilginin üretilmesi gereken, ülkeye ve topluma her türlü çağdaş ilerlemede yol göstermesi gereken üniversiteler, Türkiye’de para kazanma sırlarının öğretildiği, insanların öldürülmesi için bomba hazırlanan kurumlar şekline nasıl dönüştürüldü?

 

Türkiye’de özerk kurum, kuruluş ve kişilere yaşama hakkı tanınmıyor. Üniversite özerk değilse, üniversite değildir. Üniversite olabilmesi için özerk olması, özerkliği de kıskançlıkla koruması gerekir. Önce üniversite evrensel olmalı orada da bilim üretmesi gerekir. Şimdilik üniversiteyle tek ortak yanları da adlarıdır. Bilim haysiyeti ve entelektüel dürüstlük bilimsel faaliyetin olmazsa olmaz koşuludur.

 

Türkiye’de “düşünce suçu” kavramı bir devlet lekesi olarak sürekli büyüyor, artıyor?

 

Düşüncenin suç sayıldığı bir rejim uygarlık, çağdaşlık iddiasında bulunamaz. Böyle bir toplum önünü göremez, tabii yolunu da bulamaz, sonuçta çürüyüp yıkılmaya mahkumdur. Düşünceyi yasaklayan rejimler uzun süre ayakta kalamazlar. Asıl bizim böyle bir dayatmaya razı olmamız, tepkisiz kalmamız abestir. Zari bu bize toplum sorunlarıyla ilgilenme yolunu kapatır. Bu yurttaşlığımızın içi boş bir şey olduğu anlamına gelir.

 

Türkiye’de ve dünyadaki eşitlik, onurluluk, mutluluk, aydınlanma sizce nasıl sağlanabilir?

 

İnsanlık ve uygarlık tehlikeli bir eşiğe doğru hızla ilerliyor. Bu tehlikeli gidişe karşı çıkmak demek, kapitalist barbarlığa ve onun sonuçlarına karşı çıkmak demektir. Eğer onurlu yaşamak, insan onurunu ve uygarlığı gerçekten korumak istiyorsak, içine sürüklendiğimiz aymazlıktan ve ataletten bir an önce kurtulmalıyız.

 

Söyleşi: PİR SULTAN ABDAL DERGİSİ, 14. Sayı, Nisan l995, Fikret Başkaya, Sayfa 19-21

 

 

Doç. Dr. Fikret Başkaya 1940 Denizli doğumlu...

Lise eğitimini İzmir Atatürk Lisesi'nde yaptı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi iktisat ve maliye bölümlerini bitirdi. Paris ve Poitiers üniversitelerinde doktora öğrenimini tamamladı. Yurt dışında bulunduğu süre boyunca; azgelişmişlik, emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunları üzerine birçok araştırma yaptı.

Türkiye'ye döndükten sonra askerliğini yaptığı Yedek Subay Okulu'nda 'sakıncalı er' sayılarak Erzurum'a (Oltu) sürgün edildi. Askerlik sonrası değişik kuruluşlarda araştırmacı olarak çalıştı. Bir süre Sosyal Hizmetler Akademisi'nde iktisat dersleri verdi. Abant Izzet Baysal Üniversitesi iktisat bölümü öğretim üyesi iken Paradigmanın İflası adlı kitabından ötürü Terörle Mücadele Yasası'na muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırıldı. Haymana Kapalı Cezaevi'nde cezasını çekti. 2004'te, 1994 yılında Gündem gazetesinde yayımlanan ve hiçbir adli işleme konu olmayan makalelerine "Akıntıya Karşı Yazılar" adlı kitabında yer veren Doç. Dr. Fikret Başkaya'nın, "devletin manevi şahsiyetine hakaret ettiği" gerekçesiyle 3 yıl hapsi istendi . Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada Başkaya'nın 'eleştiri sınırları içinde kaldığı'na hükmedilerek hakkında beraat kararı verildi (2005) . 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başkaya'nın 'Paradigmanın İflası' adlı kitabına sesli kitap projesinde yer verdi .

Fikret Başkaya 2007 yılı itibariyle Özgür Üniversite'nin başkanlığı görevini sürdürmekte ve bu kuruluşta gönüllü olarak ders vermektedir.

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile