İZZETTİN DOĞAN'LA BALKANLAR (1. 2007)
PROF. DR. İZZETTİN DOĞAN’LA
BALKANLAR GERÇEĞİ (1)
AYHAN AYDIN
Sevgili dostlar, sevgili izleyenler “Geleneği Yaşatanlar” bugün çok özel bir mekânda çok özel bir isimle sohbet edecek, söyleşecek. Alevi İslam inancını yüzyıllar boyunca otantik yapısıyla Hakk Muhammed Ali aşkıyla bugünlere getiren Dedelerin, Babaların Ozanların, bilge insanların, Hacı Bektaşların, Mevlanaların, Yunusların düşünceleriyle, en evrensel boyutuyla, Batıni İslam yorumuyla bugün de var edenlerin, en önde gelenlerinden Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Nusayri toplumunun önder isimlerinden, büyük emektar, değerli bir bilim adamıyla birlikteyiz. Bugün bizim için de özel bir gün; Ülkemizin birliği, beraberliği için emek veren, çaba sarf eden görüş ve düşünceleriyle dünya çapında bir büyük değerimizle birlikteyiz. Bizi kabul buyurdu, evinde ağırlıyor. Evet, sevgili dostlar bu geleneği yaşatmamızı sağlayanlardan günümüzün Alevi toplumunun önder ismi sevgili hocamız Prof. Dr. İzzettin Doğan’la birlikteyiz.
Efendim merhaba bizi kabul buyurduğunuz için çok onurluyuz, sağ olun, var olun.
Merhaba, hoş geldiniz, Estağfurullah, ben de çok mutluyum sizi burada görmekten.
Sevgili dostlar, sevgili hocamızla Balkanları konuşacağız yani onlarca ulusun, kültürün harman olduğu bir nevi Anadolu’nun bir devamı olarak, bütün Avrupa’yı ve dünyayı etkileyen bir coğrafyadan bahsedeceğiz. 1. Dünya Savaş’ın çıkmasına sebep olan hadiselerin yaşandığı ama bununla birlikte Milattan önceki yüzyıllara dayanan geçmişi ile ta Traklar’dan bugüne köklü medeniyetlerin kurulduğu bir toprak parçası Balkanlar.
Ve Türklerle ve İslamiyet’le, Osmanlılarla yeni bir çehreye yeni bir yüze kavuşan topraklar. Birileri için kutsal ve bereketli topraklar ve bu arada Alevi-Bektaşi İslam İnancının en büyük önderlerinden bir kısmının yaşamış olduğu topraklar. Yani Sarı Saltıkların, Kızıldeli Sultanların, Otman Babaların, Akyazılı Sultanların, Demir Babaların, Gül Babaların bütün Hıristiyan dünyasına ve dünyaya evrensel barış mesajlarını yüzyıllar öncesinden verdikleri toprak parçaları.
Dergâhlarda dostlukların, kardeşliklerin kurulduğu ve insanlığın en yüce değerlerinin yaşanmış olduğu topraklar.
Sevgili hocamızla iki bölüm halinde gerçekleştirmek istediğimiz söyleşimizde ilkin; Balkanlara yöneleceğiz, Balkan coğrafyası, Balkanlardaki olan bitenler ve bir ölçüde İslamiyet öncesi Balkan coğrafyası, İslamiyet’ten sonraki kültür değişimleri konusuna gireceğiz.
Diğer söyleşimizde ise Alevi İslam İnancının Balkanlara geçişi ile birlikte yaşananlar ve o büyük uluların, eren ve velilerin, alp erenlerin aşmış olduğu yolda bugün de yaşamlarını aynı onurla her türlü güçlüğü aşarak sürdüren o değerli insanların dünyasına yöneleceğiz. Ki Balkanlara bir devlet politikası olması gerekirken, o politikayı maalesef gösteremeyen devlet adamlarımıza inat bugün en büyük değeri ve önemi veren CEM Vakfı’nın Genel Başkanı olarak İzzettin Doğan’ı göreceğiz, onun görüşlerini, düşüncelerini, önerilerini, fikirlerini alacağız. Her türlü yozlaştırılma çalışmalarına rağmen Türk Kültürünün buram buram yaşandığı ve yaşatılmak istendiği Balkanlarda CEM Vakfı’nın faaliyetlerine göz atacağız.
Evet, sevgili hocam siz uluslar arası alanda ülkelerin, ulusların birbirileriyle ilişkilerini inceliyorsunuz, daha çok hukuki boyutlarıyla da olmuş olsa tabi tarihsel süreçte yaşanılanları da çok iyi araştırıyorsunuz, inceliyorsunuz, yorumluyorsunuz… Her şeyden önemlisi, gerçekten Balkanlar neresidir? İslamiyet öncesindeki oluşumlara baktığımız zaman bize neyi ifade ediyor Balkan toprakları?
Teşekkür ederim. Şimdi Ayhan Bey hemen söyleyeyim ki böyle bir konuya bu perspektiften el attığınız için sizi kutlamak istiyorum. Çünkü gerçekten de Türkiye’nin çok hayati damarlarından bir tanesini oluşturur, devlet olarak yaşam alanı açısından Balkanlar.
Ama nedense Balkanlara fazla ilgi gösterilmemiştir. Mustafa Kemal ile birlikte yeniden bir diriliş hareketi vardır. Balkanları yeniden bir stabilize etme; yani oradaki sosyal yaşamı, siyasal yaşamı mümkün olduğu ölçüde reaksiyonel, sürekli değişimlerin meydana geldiği bir bölge olmaktan çıkartıp sakin, istikrara kavuşmuş, istikrar içerisindeki kalkınmasını ve gelişmesini, insanlığa katkısını sürdürmesi istenen bir bölge haline getirilmesi düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk’ündür. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi o bölgeden gelen bir zattır. Yani Selanik’te doğuyor, oradaki okullarda Manastır’dan başlayarak, okuyor ve daha sonraki hayatının da bütün inişler, çıkışlarda; Kuzey Afrika’dan tutun, Anadolu ve özellikle Balkan coğrafyası konusunda fevkalade geniş derinlemesine bilgisi var ve tarihte Balkan coğrafyasının oynadığı önemli rolün önemli bir biçimde ve derinliğine bilincinde olan birisi. Bunu gördüğü için de kendisi Türkiye’de, Anadolu’da Anadolu hareketini başlatıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökeceğini gördüğü için yeni bir Türkiye Cumhuriyeti devleti kurduğu zaman kendisine görev edindiği önemli işlerden bir tanesi, Balkanlar’da bir istikrarı gerçekleştirmekti ve Türkiye’nin dış politikasında da buna verdiği önemi göstermek için Balkan Paktını o zamanki ismiyle kurmuştu, Balkan Antlaşmalarını imzalamıştı.
Balkan devletlerinin katıldığı ve böylece de bunlar arasındaki ilişkilerin hem gelişmesini, hem birbirlerini tanımalarını ve kucaklaşmalarını ortak çıkarları etrafında birleştirme bilincini Türkiye ile birlikte geliştirmeyi hedeflemişti. O açıdan bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin Balkanlara fazla önem vermemeleri, hatta Balkanlar diye bir bölgenin Türkiye’nin dış politikasında nerdeyse yer almaması, Türkiye’yi yönetenlerin yeterince görüş genişliğine ve görme zaviyelerinin yeterince verimli olmadığının, daha açık bir ifadeyle; bilgisizce bu ülkenin Balkan politikası olmayan bir politikayı el yordamıyla zaman zaman üretip uygulamaya koymaya çalıştıklarını görüyoruz.
Türkiye’nin Balkan politikası nedir? Ne zaman çıkıyor? Öyle bir politika yok. İşte Meriç Nehri taşarsa, Bulgaristan bilmem kendi barajlarının kapaklarını açarda Türkiye tarafındaki topraklar su altında kalırsa, Balkanlar akla geliyor, Bulgaristan akla geliyor. Ya da Yunanistan’la Batı Trakya’da bir takım sorunlar işte gelip de kapıya dayanırsa ya da Ege Deniz’inde petrol ve doğalgaz ve diğer manganez gibi önemli kaynakların kıta sahanlığında bulunması sebebiyle bir takım sorunlar çıkarsa, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkileri ve güdülmesi gereken politikalar akla geliyor.
Ama genelde Balkan politikasını, olayı Atatürk’ün gördüğü gibi maalesef Türkiye’nin dış politikasında diğer çoğu alanda olduğu gibi göremiyoruz. Oysa Balkan coğrafyası çok önemli bir coğrafyadır. Yani Hitlerin İkinci Dünya Savaşındaki politikasında da önemli yeri olan ve en çok kavga konularından birisini Balkan politikası oluşturmuştur. Hitler bu bölgeye çok önem veriyor ama onun karşısında ise Hitler’in eline geçmemesi için büyük mücadele var. Ve Türkiye’nin de savaşa dâhil edilmek istenmesinin altında bütün bu ülkelerin, Avrupalıların özellikle kendi aralarındaki itilaflar sebebiyle Balkanlar oluşturmuştur. Balkan coğrafyası oluşturmuştur. Yani Balkan coğrafyası o açıdan çok önemli bir coğrafyadır.
Rusların gerek güneye inmesindeki önemli bir giriş kapısı gerekse Rusların kapısını kapatma rolünü, Rusya’nın yayılma politikalarını engel olabilecek çok önemli bir kapı olarak, Balkanlar coğrafyası ele alınır. Ve bundan dolayıdır ki özellikle Sovyetlerin çöküşünden sonra, yani 1989’da Gorbaçov’un Sovyet modeli iflas etmiştir, deyiminden sonra Avrupalıların, Amerikalılarında desteğiyle gündemlerine aldıkları en önemli konulardan bir tanesi Yugoslavya’nın parçalanması olayıdır. Yani Marksist bir düzenle ya da sosyalist bir düzenle yönetilen Yugoslavya’nın bir an önce parçalanarak atomize hale getirilmesi yani küçük küçük devletlere bölünmesi. Ve arkadan da her birisinin Avrupa Birliğine ithal edilerek, Avrupa Birliğinin içine alınarak Avrupa Birliği’nin sınırlarının bir kere Türkiye sınırlarına kadar dayatılması politikası başarıyla da uygulanmıştır ve uygulanmaya da devam etmektedir biliyorsunuz.
Mesela Bulgaristan gerek ekonomisi, gerek gelişmişlik düzeyi, gerek kültürel dokusu itibariyle 2007’de Avrupa Birliği’ne dâhil edilmesini gerektirecek boyutlarda değildi ama başka hiçbir şeye bakmadan 2007’de yani bu yıl Bulgaristan’ı Avrupa Birliği’ne tam üye olarak aldılar. Şimdi savaşın bir parçası olarak kabul ettikleri son zamanlarda Sırbistan’ın özellikle ilişkilerinde kötü bir rol oynadığı gerekçesiyle dışında tutulmak istenen Hırvatistan’ın şimdi müzakerelere getiriyorlar. Müzakereleri başlattılar keza Kosova ama Kosova’ya bağımsızlık verildikten sonra keza Makedonya aynı şekilde bağımsızlık verildikten sonra bunların hepsini alacaklardır içlerine, hiç şüpheniz olmasın. Arnavutluk’u hazırlıyorlar şimdi yavaş yavaş ve Arnavutluk’u alacaklar… Böylece Avrupa’nın bir rüyası yani Hitlerin rüyası, Alman rüyası ya da diyelim; herhangi bir savaşa gerek kalmaksızın şuanda dünyadaki ilişkilerin gelişme potansiyeline uygun bir biçimde savaş olmaksızın Avrupa’ya entegre ediyorlar Balkanları.
Hem Balkanlar böylesine önemli bir coğrafyadır. Avrupalıların aslında böyle yorumlamalarının doğru olduğu da ortaya çıkıyor. Çünkü şimdi bakıyoruz daha dün Yunanistan’la Türkiye arasında iki sayın başbakan yani Yunanistan Başbakanıyla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının birlikte açılışını yaptıkları, doğalgaz ve petrol boru hattı var. Bu Azerbaycan üzerinden, Azerbaycan’ın ürettiği petrol ve doğalgazın Avrupa’ya sevkini, Türkiye üzerinden, ancak Balkanlar üzerinden geçirerekten, Avrupa bu tür enerji kaynaklarına sahip olmadığı için Avrupa’yı besleyebilecek yani gerek Orta Asya; Yani Avrasya petrolleri doğalgazı dediğimiz enerji kaynaklarının batıyı besleyebilmesi, batıya getirebilmesinin yolu ancak buradan geçiyor. Türkiye Rusya üzerinden geçirmek istemedikleri için Rusya hala dev bir güç olduğu için, hala Avrupa’ya kafa tutabilecek bir güç olduğu için ve Rusya’ya bağımlı kalmak istedikleri için, esir düşmek istemedikleri için, tabiri yerinde ise Ancak Balkanları kendi nüfus alanları içinde tutmak suretiyle işlerini halletmek istiyorlar.
Şimdi de nüfus alanının ötesinde kendilerine entegre etmek, bütünleştirmek suretiyle kendi kaynaklarını edinme imkanlarını garantiye almış oluyorlar. Yani böylesine stratejik önemli bir coğrafyayı ifade ediyor Balkanlar.
Bu bölge bir zamanlar Osmanlılarındı yani Osmanlıların egemenliği altında, hâkimiyeti altındaki bir bölgeydi ve Hıristiyan olmasına rağmen önemli ölçüde İslamiyet’in boy attığı ve İslamiyet’in yaşadığı bir bölgeydi.
Peki hocam İslamiyet’ten önce, Osmanlı’dan önce nasıldı Balkanlar?
Ben de oraya gelmek istiyorum. Tabi Osmanlı’dan önce buradaki sosyal yaşam ve siyasal sistemler hakkında bilgi edinilmeden İslamiyet’tin burada nasıl yayıldığını, neden bu kadar hızlı yayıldığını ve Alevi İslam anlayışının neden burada egemen din anlayışı olduğunu anlamaya imkân yoktur. Onun için buranın yani bu coğrafyada yaşayan siyasal sisteminin bilinmesinde ya da hatırlanmasında zorunluluk vardır.
Şimdi bu dönem yani Osmanlı’nın Balkanlara geçmesinden önce ki dönemde egemen olan sistem Avrupa’da da Balkanlarda da derebeyliği dediğimiz, Türkçe derebeyi diye tecrübe edebileceğimiz; başında bir kralın bulunduğu, kralın altında süzeren (süzerain) dediğimiz daha alt kademede bir iktidar ocağının; bir iktidar kaynağının bulunduğu, yine onun altında bulunduğu kont ya da vassal, ya da başka bir deyimle ifade edilen Avrupa’daki coğrafi bölgelere göre bir zattın bulunduğu ama statü olarak siyasal statü olarak, derebeyi olan, bir siyasal sistem yaşıyordu.
Burada yani gerek Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da ulusal devletler henüz kurulmadan önce, çünkü ulusal devletin kuruluşu 16. asırdan sonradır. Hâlbuki Osmanlının kuruluşu biliyorsun 1299, demek ki 13. asır, 13. asırdan önceki Balkan coğrafyasında da yani siyasal sistem hâkimdir. Fransa’da 13. asırda baktığınızda yine aynı sistem hâkimdir. Bir kral vardır ama birçok kralcık vardır, öyle diyelim, daha doğru olur herhalde. Yine İtalya’da birçok kralcık vardır ama bunların içerisinde birisi biraz daha güçlüdür; Piyomente Krallığı, mesela daha egemen durumdadır. Eşitler arasında birincidir diyelim ve bu kelimede oradan gelir zaten. İspanya aynı şekildedir, Portekiz aynı şekildedir, İngiltere aynı şekildedir… Çok farklı değildir ve Balkanlar aynı şekildedir.
Yani Hıristiyanlığın egemen olduğu yerde o dönemlerde siyasal sistem ulusal devletin kuruluş döneminden önce egemenliğin parçacıklara bölündüğü ve herkesin kendi bulunduğu alanda sınırsız ve sonsuz bir egemenlik yetkisine, bir siyasal güce sahip olduğu kabul edilen bir sistemi yaşıyor. Buna da derebeylik, diyoruz.
Evet her ne kadar işte Bulgar Krallığı var, Sırp Krallığı var, Arnavut beyleri var ama…
O çok sonradan, o daha sonraki yüzyıllarda, ondan önce bir tanesi kendisine Kral diyor ama öbürü de “kral değilim” demiyor. O da kral, ama bir sürü kral var, diyebilirsin. Ama bunların hepsi kralcık yani derebeyi diyoruz onlara. Kral biraz daha başka bir statüyü ifade ediyor. Daha üst düzeydeki statüyü ifade ediyor daha sonraları, çünkü bu toplum belirli bir süreci geçiyor. Çünkü o dönemde asıl büyük güç kilisede, kilise egemen durumda, kilise imparatorluğu var. Ve bütün Avrupa’da ki çatışmalar da kiliseyle, papalıkla ve imparatorlar arasındaki mücadelelerdir. Daha sonra imparatorlar, kralların karşısında kaybediyor, teknolojik gelişmeler sebebiyle. Buharlı geminin icadı yeni bir sınıfı da beraberinde getiriyor. Hangi sınıftır o? Ticaretle yani bu gemilerle Hindistan’a kadar, Çin’e kadar gitme yeteneğine sahip olup, oradan getirdiği mallarla zenginleşen bir sınıf var. Bunlara burjuva sınıfı, diyoruz.
Özetlersek; Balkan coğrafyasının da Avrupa’nın bir parçası olması sebebiyle oradaki siyasal sistemlerinin gelişerekten nereye vardığını ve mevcut siyasal sistemler o tarihlerde anlatamazsak, bilemezsek İslam’ın oralarda nasıl hızla geliştiğini ve Alevilik adı altında Alevi İslam anlayışının buralarda nasıl hızla geliştiğini anlamakta zorluk çekeriz. Bu amaçla oradaki siyasal sisteminin, yaygın olan sistemin derebeylik olduğunu ve bununda belirli niteliklerini söyledikten sonra asıl yani 12. ve 13. asırlardaki mücadelelerin birinci derece İmparatorlarla kilise arasında geçtiğini; İmparatorların zamanla krallar karşısında güç yitirdiklerini ve kralların güçlenerek, imparatorları önce devre dışı bıraktığını, daha sonrada da kiliseyle karşı karşıya geldiklerini ve kiliseyi de yavaş yavaş geriletilerek biraz sonra biraz daha geniş bilgi vereceğim.
1929 Lozan antlaşmalarıyla 44 dönümlük bir yere, sen burada devletsin sen burada kal yoksa senin işini bitiririz, tehdidiyle krallar karşı karşıya kalmıştır. Kilise ve kilisede Vatikan’a o 44 dönümlük yere sığınmak zorunda kalmıştır. Bu günkü o statüde o Lozan antlaşmalarına dayalı statüdür. Yukarıda söylemiştik, buharlı gemiler icat olmuş, teknoloji gelişmişti, bu da burjuvanın gelişmesini sağlamıştı, tüm bunlar da siyasi sistemin değişmesine yol açmıştı yani zengin sınıfın. O nasıl doğmuştur? İşte gemilere binerek ta Ümit Burnu’nu geçerekten Hindistan’a, Çin’e kadar gidip oradaki ipek vesaire batının tanımadığı malları alıp, getirip yüksek fiyatlarla Avrupa halklarına satmaları sonucunda zenginleşen bir sınıf doğdu. Ve o zenginleşen sınıf, imparator karşısında krala destek verdi. Kralın etrafını bunlar almaya başladı yani bir taraftan papazlar vardı, kilise temsilcileri vardı, asıl onlardı kralın üzerinde egemen olan ama yeni bir sınıf doğunca onlar yavaş yavaş gerilemeye başladılar. Burjuvazi egemen olmaya başladı.
Burjuvazi de krala verdikleri destekle krallın daha çok güçlenmesine neden oldu. Bir kere silahların gelişmesine katkı sundu. Çünkü diğerlerini alt edebilmek için kendi ülkesinde bulunan derebeyleri onlarla başa çıkabilmek için, kralın evvela kral noktasına hak etten gelebilmesi için onları elimine etmesi lazımdı, ortadan kaldırması lazımdı. Bunun için de güç kazanması gerekiyordu. Onu da silah gücüyle silahları geliştirme şansını, ancak burjuvazinin verdiği destekle, paralarla sağladılar. Sağladıktan sonrada tüm derebeyleri falan temizlediler ve böylece ulus devlet doğdu. Fransa bu şekilde birliğini sağladı, İtalya Piyomente krallığının etrafındaki 11 ya da 12 tane tam hatırımda değil, küçük krallıkları hepsini elimine ederekten İtalya birliğini kurdu, Almanya aynı şekilde Alman birliğini kurdu. Ve Avrupa da 16. asra doğru geldiğimizde bu derebeyliğin temizlenmesinde bu ulus devletlerin ortaya çıkmasına tanık olundu. Balkanlarda bu süre çok daha uzun sürmüştür. Çünkü orada derebeyliği çok daha köklü bir müessese olarak kurulmuştu ve 13. asırda yani Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde muhatap olarak alınabilecek olan bir ulus devlet niteliğinde, bütün halkı etrafında toplamış, aradaki bütün o küçük kralcıkları yok etmiş bir düzen Balkanlarda söz konusu değildi.
Coğrafyası da ona müsait, yani her ne kadar düz bir alan gibi düşünülürse de kesinlikle değil, engebeli, platolarla, ırmaklarla yarılmış bir coğrafyadır Balkanlar. Zaten Balkanlık kelimesinin Türkçe bir terim olduğu da söyleniyor; Ağaçlık, ormanlık, dağlık manalarına da geliyor. Böyle coğrafi geçişlerde var?
Doğrudur. Şimdi öyle bir coğrafyada mevcut olan siyasal sistemde birlik olunca Balkanlardaki derebeyleri Avrupa’dakilerinden çok zalim çok daha haşin olabiliyor. Mesela insanların kazığa çakılarak infaz edilmesi, öldürülmeleri olayları daha çok Balkanlara mahsus bağlı bir töredir. Balkan derebeylerine mahsus bir töredir. Ve Balkanlardaki siyasal sistemde derebeylik siteminde derebeyi sadece oradaki bütün toprağın hâkimi olan kişi değildir. Toprağın üstünde ne varsa ona da hâkimdir. Mesela ailesine de hâkimdir orada yaşayan insanın, kızını, eşini gelip eğer hoşuna gidiyorsa alıp götürebilirdi bu onun doğal hakkı gibi kabul ediliyordu. Yani böylesine zalim, böylesine Hıristiyanlığın kullanılması suretiyle insanlık dışı olayların yaşandığı bir coğrafyaydı Balkanlar. Hıristiyanlığın kendisine de böyle bir şey olmasa bile bunu yapıyorlardı.
Bütün bunlar Hıristiyan ülkeler, kilisenin etkisinde olan ülkeler ve küçük küçük bağımsız yüzlerce derebeyliğinden oluşan ülkeler. Ve Avrupa’daki ulusallaşma süreci Balkanlara da böyle geç intikal edince orada derebeyliğin hakikaten zulmünden insanlar bizar olmuştur.
Ve tam böyle bir dönemde 1299’larda işte bildiğimiz Osmanlı Devleti diye bir devlet kuruluyor. Bunun felsefi temellerinde, yaklaşımlarında Müslümanlık var, İslamiyet var. İslamiyet te bugün Aleviliğinin anladığı manada bir İslamiyet’tir. O gün de çok daha güçlü bir biçimde bunun misyonerliğini yapan Alevi dedeleri var. Bektaşilik henüz yok o dönemde Bektaşiliğin gelişi biraz daha sonradır.
Yani bir kırk, elli sene daha beklemek gerekiyor, Balkanlara geçiş açısından.
Şimdi o dönemde bir taraftan mesela Sarı Saltık peygamber soyundan geldiği kabul edilen insanlardır. Keza Seyit Ali Sultan seyittir. Yani Kızıl Deli Sultan dediğiniz zat. Ve o da Horasan çıkışlıdır, bunların tümü Horasan çıkışlıdır. Bir kısmı bu misyoner rolünü üstlenmiş olanların Ebul Vefa gibi gelip Doğu Anadolu’yu Müslümanlaştıran, Türkleştiren hareketin başında gelen zatlarına mukabil bir iki nesil sonra Hacı Bektaşi Veli, bunlar Horasandan gelirken Ebul Vefalar, Nişabur’dan Hacı Bektaşi Veli gelecek, Hoy’dan Abdal Musa gelecek. Yani bu günkü güney Azerbaycan’dan böylece Anadolu’ya ve oradan da Balkanlara geçiliyor.
Demek ki bir kısmı Anadolu üzerinden, bir kısmı da doğrudan doğruya Kırım üzerinden Balkanlar’a geçiyor. Yani Karadeniz’den Kırım üzerinden Bulgaristan’a özellikle Doğruca’ya gelip yerleşen Alevi önderleri var, dedeler var.
Ve arkadan da Hacı Bektaşi Veli’nin çabalarıyla Hacı Bektaş dergâhında yetiştirilen ve belirli bir kemale eriştiği kabul edildikten sonra irşat etmek üzere halkı irşat etmek üzere sınır boylarına yollanan Bektaşi Babaları var.
Bunlar nüfuzlarını hızla geliştiriyorlar ve Balkan kapısı açılıyor, kolay açılıyor, neden? Çünkü derebeylerden, o günkü siyasal sistemden, halk o kadar muzdariptir ki yeni bir din geliyor ve o dinde de o Alevi anlayış var. Yani bütün 72 milleti aynı gözle görmek, aynı şekilde sevmek, kucaklamak, düşmanının dahi insan olduğunu unutma, diyen bir İslam anlayışının beraberinde getiren, hepimiz aynı Tanrı’nın kullarıyız, aynı Tanrı’nın zerresinde oluşmuşuz, diyen bir din anlayışı var. Binaenaleyh insanda Tanrısal zerre vardır, anlayışı var. Onun için insan kutsala yakın bir varlıktır; Kuran’ın deyimiyle eşref mahlûktur. Eşref mahlûk olduğu içinde meleklerinin önünde secde ettiği bir varlıktır. Bunun Hıristiyan olması, Musevi olması, Türk, Kürk, Laz olması ya da ırkı ya da başka dinsel bir ayırıma tabi tutulması ondaki Tanrısal zerreliği ortadan kaldırmıyor. Onun yine Tanrısal niteliği, Tanrısal zerreden oluştuğu gerçeğini, Kuran’ın dile getirdiği gerçeği ortadan kaldırmıyor. Onun için onu da aynı şekilde kucaklamış, Osmanlı’da aynı şekilde kucaklaşmış. Mesela inancına hiç dokunmamış onu asilime etmeyi hiç hesaba katmamış, öyle bir hedefi yok. Nasıl ki Fatih İstanbul’u birkaç yüzyıl sonra fethettiği zaman siz benim güvencem altındasınız; gidin kiliselerinizde dileğiniz gibi inancınızı icra edin demişse; Osmanlının Balkanlara ayak atmasında da Aleviliğin bu İslam anlayışı Balkanların hızla Müslümanlaşması sonucunu doğruyor. Ve orada insanlar hızla yeni dine büyük ilgi göstermeye başlıyorlar.
Derebeylerin o büyük zulümleri karşısında insanları kazığa çaktıkları bir dönemde, insanın kutsala yakın bir biçimde değerlendiren yeni dinin ismi İslamiyet, Müslümanlık’tır. Ama İslamiyet’in de o söylediğim yüce değerleriyle yani eğer Tanrı’ya varmak istiyorsanız, ancak insanı severek varabilirsiniz, düşüncesi var. Çünkü Kuran’ın bir ayetinde Tanrı “seni seveni severim” diyor. Yani insanı sevmek Tanrı’nın sevgisini elde etmenin en önemli yolu, eğer insanı sevmiyorsanız Tanrı da sizi sevmiyor, bunun manası o. Yani Tanrının sevgisini elde etmek insanı sevmekle oluyor. Bu yaklaşım, bu anlayış Osmanlının çok hızlı bir biçimde Balkanlarda egemen olmasını sağlıyor ve oraya Yeniçerilerini yollaması yetiyor çoğu zaman.
Hocam öyle bir olay var ki mesela Süleyman Paşa var. 1354 yılında erenler, alp erenler Gelibolu’yu aşıp, Balkan kapılarını aralarken onları yanına alıyor ama öyle seviyor ki onları, öyle benimsiyor ki bir devlet adamlığı ciddiyetiyle onlarla birlikte hareket ediyor. Nerdeyse bir nevi erenlerle, onlarla birlikte desem yalan olmayacak, Süleyman Paşa anılıyor, seviliyor. Yani Osmanlı’yı kuran büyük insanlardan bahsedecek olursak, Alevi inanç önderleri Seyit Ali Sultanlar, Evronoslar, Ece Sultanlar ve diğer erenler onlardan aldıkları güçle de daha rahat hareket etme olanağına sahip oluyorlar. Dolayısıyla yöneticilerin bu erenlere çok büyük bir sempatisi, sevgileri var. Biraz da teşviki var ki o kadar hızlı aralanıyor herhalde Balkanlar’ın kapıları?
Tabi şimdi o çok doğru bir noktaya temas ettiniz. Osmanlı padişahları Alevi Dedelerine Bektaşi Babalarına çok büyük bir değer atfetmişler. Mesela onların hiçbir şekilde mağdur olmalarını sağlayacak tasarrufları icra etmedikleri gibi Baba ya da Dedelerin dergâhlarını kurdukları bölgedeki önemli arazileri vakıf olarak buraya tahsis etmişler. Ve demişler ki; çünkü sizin çok gelen gideniniz vardır, ihtiyacınız çoktur, deniyor. Çünkü Hıristiyan’ı geliyor, Musevi’si geliyor, hep bütün çevredeki insanlar geliyor… Bu yeni bilge kişiyi ziyaret edip ondan teselli almak, ondan feyiz almak için geldiklerinde ziyaretçi hiç eksik olmuyor. Orada yiyecekler, içecekler, bazen barınacaklar, uzaktan geliyorlar çünkü. O dergâh halkın dergâhıdır. Yani halk gelip gider. Halkın evidir oralar, dergahlar, ocaklar… Oradaki kişi zaten felsefi yaklaşım olarak da onun sahibi değildir. Sahibi Tanrı’dır. Hatta halkın içerisinde Anadolu’da özellikle yerleşmiş çok güzel bir yaklaşım vardır. Denir ki yani şeriatla tarikat arasında ne fark vardır, efendim? Ben bu soruyla çoğu zaman muhatap oluyorum, sanki bir din hocasıymış gibi, onun içinde ister istemez biraz ilgi duyup bu işin esasını hep öğrenmek istemiştim. Çok güzel bir biçimde ifade etmişti bana rahmetli büyük bir dede. Diyordu ki; şeriata göre “bu benimdir bu senindir”, ayrıdır yani herkesin, mülkiyet kutsaldır. “bu senindir bu benim” anlayışı vardır. Ha tarikata göre yok öyle şey; “hem senindir hem benim” anlayışı vardır. Müşterektir, istifade müşterektir. Ama hakikate ise “ne senindir ne benim”. Biz buraya çıplak gelir çıplak gideriz, geldiğimiz yere çıplak döneriz. Yani oraya bir şey götürmeyiz.
O manada Balkanlara da Alevi Dedeleri’nin, Bektaşi Babaları’nın getirdiği İslam anlayışı Aleviliğin İslam anlayışı; Orta Asya’dan, Şah Ahmet Yesevi’den gelen, getirdikleri bir düşünce sistemidir, bir yorum biçimidir. Biliyorsunuz bu İslam anlayışı Kur’an’a, Hz. Muhammed’in hadislerine dayanır ve Hz Ali’ye dayanır. Gerçek, doğru hadislere dayanır; Yani öyle Emeviler döneminde uyduruk bir biçimde halka yalanları gerçekmiş gibi yutturmak isteyen, siyasi iktidarı ayakta tutmaya yarayan öyle uydurma hadislere değil. Doğru hadislere dayanan, Hz. Ali’nin Kuran yorumuna dayanan ve Şah Ahmet Yesevi ile birlikte Ebul Vefa’yla Anadolu’ya girişi yapılan büyük İslam anlayışına, Alevi İslam anlayışına dayanır.
Osmanlıların da kuruluş sırasında da devletin 16. asıra kadar ahlaki sistemini benimsemiş olduğu Alevi İslam anlayışı aynı şekilde Bakanlarda bu Osmanlının genişlemesiyle birlikte devam etmiştir. Buraya kadar gelmiştir.
Örneğin Ahilik onun içerisinde esnaf örgütlüğü var. Çünkü Balkanlarda Ahi loncaları kuruluyor. Balkanlarda zanaata çok büyük önem veriliyor. Çarşılar kuruluyor. Küçük el işletmeciliği yaygın olarak toplumun sosyal yaşantısında, ekonomik yaşantısında belirli bir unsur ve Türklerin de Balkanlara yine bir hediyesi Ahiliğin getirmiş olduğu o disiplinli üretim.
Çok doğru ama bakın şimdi bugünkü sosyal yaşama, ekonomik yaşama baktığımız zaman insanlık önemli bir deneyime sahip oldu. Yani bu yetmiş yıl Marksist dediğimiz bir sistemle liberal kapitalist dediğimiz bir sistemin çatışmasına dünya sahne oldu ve insanlık bu iki kavram arasında bocalayıp durdu. Çünkü Marksizm dediğimiz zaman aşağı yukarı iki, iki buçuk milyar insanın egemenliği altında bulunduğu yetmiş yıllık bir süre zarfında bir sistemden bahsediyoruz. Geri kalanında kapitalizm ara bir Yugoslavya modeli vardı işte ikisin karmasını oluşturan bir sistem ama gördük ki öyle hiçbir derinliği yoktu ve Tito’yla beraber çöktü gitti, tarihe gömüldü. Ama bu her iki sisteme baktığınız zaman neyi görürsünüz biliyor musunuz? Bir tanesinde bir kere merhamet yoktur. Manevi değerler falan tamamen ortadan kaldırılmıştır, Marksist sistemde. 89’da Sovyet modelinin çöküşüyle birlikte Marksist sistem de tarihe gömülmüş oldu. Bu durumu bugünkü egemen sistem Kapitalizmin bir zaferi gibi takdim etti. İlginçtir bugün bile kapitalist sistemin en büyük noksanı Ahilikteki çok önemli ana ilkenin olmamasıdır ve dünyayı bugün felakete doğru götüren, rekabet adı altında globalleşmeyle birlikte, insanlığı, insanlığın kendisini yok edebilecek bir savaşa doğru götüren olay Ahilikteki bir ilkenin noksan olmasıdır o da üretimde ahlaktır. Ahilikte biliyorsun üretim esastır ama üretim mekanizmasına hâkim olan bazı ilkeler vardır; bunların başında üretimin ahlaklı olması vardır. Yani ahlaklı bir üretim olacaktır. Ha bugün hâlbuki ahlaklı kelimesinin yerine ne getirilmiştir? Verimli olacaktır. Verimli olursa ahlaklı olmayabilir. Yani asolan verimli o produktif olmalı, o produktefisinin önemli olmasıdır üretimin. Yoksa ahlak vesaire gibi kavramların yeri yoktur. Ve bugün Kapitalist sistemin en çok hücum edilmesi gereken, en çok insanlığı birbirinin karşına diken önemli ilkesizliği diyeyim, üretimin ahlak kuralarıyla sınırlandırılmamış olması ve onun bir kural olarak üretimde yer almamasıdır. Hâlbuki Ahilikte bu asıldır. Yani israf olmayacak üretimde, israf etmeyeceksiniz çok önemli bir konu ahlaklı olacak üretim, yani siz üretimi ahlaki kurallar içerisinde yapacaksınız. Rekabeti yapmayın demiyor ama rekabette de ahlaki kural olacak. O çerçevedir. Ahilikte sen bir malı çok daha aşağı bir fiyata verebilirim, öbürü yıkılırsa yıkılsın, zarar ederse etsin, diyemezsiniz. Neden? Çünkü ahlaki değildir öbürünü yıkmak burada kapitalistimdeki eleştirilebilecek en önemli nokta odur. Sosyalist sisteminin ise en büyük zaafı zaten bu kavramların hiç olmamasıdır.
Yani Balkanlarla girdik olaya çok doğru bir noktaya değindin. Yani Ahiliğin Balkanlarda da kök salmış olması ve Osmanlı toplumunun altı yüz yıl dünyaya kafa tutacak şekilde bütün yanlışlarına rağmen, 16. asırdan sonra yani Sünni İslam’ın Arap yorumunun İslam’a getirilip monte edilmesi, Anadolu’ya monte edilmesi ve yeni bir İslam anlayışının Osmanlı toplumuna egemen kılınmaya çalışılmasına rağmen, Alevi İslam’ın Balkanlarda yaşaması, Anadolu’da yaşamasının altında yatan neden bu söylediğim ahlaki değerlerdir.
Yani daha yüksek değerler sistemiyle Hıristiyanlık Balkanlarda mağlup edilmiştir, Anadolu’da mağlup edilmiştir.
Bugünkü Suni İslam anlayışıyla o kadar tecrübe, deneyden sonra Hıristiyanlıkla kapıştığınızda ki şu anda medeniyetler çatışması diye takdim edilen olay aslında Hıristiyanlıkla, İslamiyet’in çatışmasıdır. Hıristiyan dünyayla İslam dünyasının çatışmasıdır. Siz hiç medeniyetler çatışması altında Çinlilerin sahaya çıktığını gördünüz mü, ya da söz edildiğini gördünüz mü? Hâlbuki Çin bir buçuk milyar insanı ifade ediyor. Türkiye şurada 70-72 milyondur. Bu kadar milyar insanı ifade ederken dünya buna tanık olurken, bir milyarlık Hindistan’a tanıklık ederken, medeniyetler çatışmasının içinde bunlar yok. İki buçuk milyar insan yok, söz konusu olan nedir? Aslında gerçeği söylemek gerekirse ki söylenmesi lazım Hıristiyanlıkla İslamiyet’in çatışmasıdır, medeniyetler çatışması diye bugün uluslarası topluma takdim edilen çatışma. Şimdi aslında o çatışmada 13. asırdan 16. asıra kadar Hıristiyanlık mağlup olmuştur, İslamiyet’in karşısında. Ama hangi İslamiyet’in Alevi İslam anlayışının yani Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin dediğim gibi Ebul Vefa’nın getirmiş olduğu Balkanlarda Demir Baba’nın, Otman Baba’nın, Kızıl Deli Sultan’ın, Sarı Saltıkların, Hasan Dedelerin Doğruca’da ki bütün bunların getirdiği hümanist İslam anlayışıdır Hıristiyanlığı mağlup eden, bugün de aynı şey geçerlidir.
Efendim bugüne geleceğiz. Sevgili hocam tabi Ahilerden bahsettik ama benim içimi yakan bir husus var… İşte Türkler geldi, yaktı, yıktı, kırdı, devşirdi genç Hıristiyan çocuklarını aldılar, kapı kulu olarak yetiştirdiler, anaların gözyaşları aktı diye söylenir böyle bir anlatımlar var, Batı’da. Fakat bir de üzerinde durulmayan, benim gidip gördükçe dinlediğim hazin öyküler var. Ve bir Türk düşmanlığıyla Türklerden kalan eserler yağmalandı son yetmiş, seksen yıl boyunca. O Bulgarlar bile, o Yunanlar bile, ve Makedonyalılar bile o Osmanlıdan kalan tarihi hamamların yıkılmasına, çarşıların yıkılmasına dayanamayıp gözyaşı dökmüşler, yıkmayın, yapmayın, diye. Balkanlar’da binlerce Türk eseri sırf Türk düşmanlığından dolayı yok edildi; çarşıyı da, pazarı da, hamamı da Balkanlara Türkler götürdüğü halde. Bu da tarihin acı bir sayfası?
O çok hazin bir olay ama o olayın hüznü kadar devleti yönetenlerinde büyük günahı var bu konuda Ayhan bey.
Evet hocam dilerseniz programımızı burada noktalayalım ama bir sonraki programa kaldığımız yerden devam edelim bu konuyla açalım ve günümüze doğru getirelim meseleyi isterseniz. Çok teşekkür ederim, sağ olun hocam.
Rica ederim. İnşallah halkı birazcık eski tarihi gelişmelerle ilgili olarak aydınlatabildiysek, Balkanlarda Alevilik neden gelişti, neden İslam Balkanlarda kılıçsız oraları fethetti eğer bu konuda biraz bilgi verebildiysem ve açıklama yapabildiysem ben de kendimi mutlu edeceğim. Çünkü bunlar bizde konuşulmayan konulardır. Niye konuşulmaz? Çünkü Alevilik konuşulmuş olur. Yani kendi tarihine bu kadar haksızlık yapan başka ne bir devlet modeli görürsünüz ne de bir toplum modeli görürsünüz. Yani bu Türkiye’nin büyük şansızlığıdır. Onun için bunun yıkılması lazım. Devletin Sünni devlet görünümünden çıkması gerekiyor.
Atatürk döneminin Kemalist anlayışının yani insanları ayırım yapmadan kucaklamanın ve onun felsefi temelini oluşturan Türk İslam tasavvufunun çekinilmeden devlet katında yeniden kucaklanması gerekiyor ve gerçeklerin söylenmesine devletin pencereleri açması değil, kapıları aralaması gerekiyor. Televizyonla hâkim olduğu, televizyonuyla, radyosuyla gerekli ilgiyi göstererek bunların tüm dünyaya anlatılmasına olanak sağlanması gerekiyor. Çünkü mesele nedir? Mesele sonuçta devletin sadece güçlenmesi değil, bir devletin uluslar arası toplumun Mustafa Kemal’in deyimiyle şerefli bir üyesi olabilmesi için insanlık tarihine insanlığının gelişmesine hangi katkıları sunduğunu da gösterebilmesi lazım.
Eğer siz bizim katabileceklerimiz Mevlana’dır, işte Yunus’tur. Bugün sekiz yüzüncü doğum yıl dönümünü Mevlana’nın, “Birleşmiş Milletler kabullendi ve tüm dünyaya da Mevlana yılı kutlanıyor diye biliyorsanız.” E canım insaf edin de artık Mevlana’yı da bu ülke tanısın, halk tanısın düşüncelerini sadece ismini değil, yani kültür bakanını dahi bu ülkenin sorguya çekebilmelisiniz.
Mevlana’yı ne kadar tanıyorsunuz, ne kadar biliyorsunuz diyebilmeliyiz, yani başbakanına da aynı şekilde sormalıyız. Çünkü her gittiği yerde bizim Mevlana’mız var, Yunus’umuz var, Hacı Bektaşi Veli’miz var, diyor.
Bunların üçü de Alevi kökenli, Alevi İslam düşüncesinin ürünleri olan insanlardır. Peki, bu insanlarda söz ediyorsunuz da neden onların üzerinde bina edildiği ya da yetiştirildikleri tarlaya neden su vermekten kaçınıyorsunuz?
Alevilik ders kitaplarında yoktur, Alevilik bu ülke çocuklarına öğretilmez. Ama ben biliyorum onu da söyleyeyim o vesileyle niye öğretilmez? Çünkü öğretildiği zaman belki ülkede Sünni kalmaz, diye korkuluyor, çekiniliyor. Ama onlar bizim her zaman kardeşimiz ve biz onları her zaman kucaklamışızdır. Ve asıl olan Kuran’ın dilini ve Kuran’ın ahlak felsefesini benimsemekse hı asıl olan buysa o zaman çekinilmemeli ve devlet açıkça bir biçimde bu büyük Türk düşünürlerini Türklerin sadece yayılmacı, sadece vurucu, kırıcı olmadığını tam tersine insanlığa çok büyük değerler hediye ettiklerini, İslam üzerinden, bunu açıkça söylemeliler, bundan çekinmemeliler.
Ve Sünni kardeşlerimizin de aydın olanı eğer istiyorsa çekinmeden artık ben Aleviliği benimsiyorum, diyebilmelidir. Yani bu mutlaka masanın üzerine konmalıdır Ayhancığım. Bunu koymadığınız sürece Arapları benimsemek, Arap düşüncesini o kinci, intikamcı, vurucu, kırıcı maddeci, İslam anlayışını Türkiye’de egemen kılmaya çalışacaklardır. Bu da Türklere yapılacak en büyük haksızlıktır.
Efendim çok teşekkür ederiz. Sağ olun, var olun, dilinize, yüreğinize, çabanıza sağlık. Her zaman başımızın tacısınız.
Ben de size kolaylıklar diliyorum. Çok doğru bir konuyu masanın üzerine getirip, koyuyorsunuz, ben de size başarılar diliyorum Ayhan Bey.
Evet, sevgili dostlar bir programımızın sonuna gelirken, bu gün Alevi toplumunun önder ismi ve tüm yaşamını, sağlığından da ödün vererek bu topluma hars eden büyük bir isim, büyük bir yürekle birlikte olduk. Ve Balkanları konuşmaya başladık ama noktayı koymadık. Çünkü Balkanlar çok önemli; Balkanlarda İslamiyet’in yayılışı, Alevi İslam anlayışının oralara gidişi ve bugünlerdeki yaşananlar, bugüne geliş, önemli tarihsel süreç. Sadece Balkanları ve Türkiye’yi ilgilendirmiyor bu mesele bekli de dünya politikasında çok önemli bir yere sahip.
O nedenle önümüzdeki gelecek programda da sevgili hocamızla bu konuyu görüşmeye devam edeceğiz.
Bir sonraki programda tekrar buluşmak dileğiyle, hoşça kalın, dostça kalın efendim.
Söyleşi: Ayhan Aydın, Yeniköy, İstanbul.
Söyleşi Cem Tv.’de “Geleneği Yaşatanlar Programı”nda Yayınlandı, 4 Aralık 2007, Pazartesi.
Sözcükler:
Süzeren: Süzerain; vassalın yeminle bağlı olduğu derebey.
Kont:
1.Roma imparatorunun danışman olarak seçtiği kimse.
2.Derebeyi.
3.Batı toplumunda erkekler için kullanılan bir soyluluk unvanı.
Vassal: Feodal sistemde, Ortaçağ’da derebeylikle ilgili bir olgu.
Piyomente: İtalyanca: Piemonte, İtalya'nın Sardunya Adasında kurulmuş olan devlettir. Sardunya Krallığı olarak ta bilinir. Bu devlet İngiltere ve Fransa ile beraber Osmanlı Devletinin yanında Ruslara karşı Kırım Savaşı'na girmiştir. İtalya’nın kuzeyinde olan yirmi bölgesinden birisinin adıdır.
Produktif: Ekonomide, ürün veren ya da kâr sağlayıcı anlamında kullanılan sözcüktür.