Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (III.) –Ayhan Aydın
Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (III.) –Ayhan Aydın
“Havada bulut yok
Söğütler yağmurlu
Tuna’ya bakıyorum
Akıyor
Çamurlu çamurlu
Hey, Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu
Tuna’nın suyu olaydın
Karaorman’dan geleydin
Karadeniz’e döküleydin
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin
Geçeydin Boğaziçi’nden
Başında İstanbul havası
Çarpaydın Kadıköy iskelesine
Çarpaydın, çırpınaydın
Vapura binerken Memet’le anası”
(Nazım Hikmet)
Bu üçüncü söyleşide daha çok şu konular üzerinde durulmuştur:
Esperontoca, Bahailik, Bogomillik, Bulgaristan’da Alevi-Bektaşi Köyleri, Ahmet Hezarfen’in çocukluğu, Yunus Abdal Köyü ve çevresi, Yunus Abdal’daki çocukluk oyunları, bayramlar, Demir Baba, Dedesi Ahmet Hezarfen, Babası Mehmet Hezarfen, Babasının Türkiye’ye gelişi, 1920-1934 arası Bulgaristan, Bulgaristan’daki Türklerin durumu, Babalar, müsahiplik (blezer), Nüvvab (lise 5 sene), 4 sene ilk, 3 sene orta (rüştiye), Bulgaristan’da Bulgar ve Türk eğitimi, 1931-1938 yılları arasındaki yaşamı, öğretmenliği, Bulgaristan’da Türk Basını, Şumnu, Rusçuk, Kızılburun, Çiller Köyleri, Çevre köyler.
Ayhan Aydın
Sizin birçok özelliğiniz yanında bir Esperanto dilini bilmeniz var. Bu dil üzerinde duralım mı?
Ben Esperanto’ya Bulgaristan’da askerliğimi yaparken bir subayla başladım. Daha doğrusu, sosyalist devrim Esperanto’ya kapı açtı. Bazı sosyalist ileri gelenlerin birçok mesajı Esperanto idi. O zaman başladım öğrenmeye ve sonra da devam ettim. Benim tanıdığım asıl Esperanto’cu, Violetta Nikson diye bir İngiliz kadındır. İlk ismini Nikson diye yazdığından, başta ben onu erkek zannediyordum. Sonra bir resmini yollayınca bayan olduğunu anladım. O, Esperanto derneklerine benim adresimi vermiş. O zamanlar bana bol miktarda yazılar, mektuplar gelirdi. Bunlar gelirken, bu arada İsrail’den Bahailik için kitaplar da gelmeye başladı. Neyse, Bahailik hakkında bilgi ediniyordum. Güney Afrika’dan, bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nden de Bahailik hakkında bilgi istediler.
Bu, çeşitli dinlerden, yani Hıristiyanlık’tan, Yahudilik’ten, Müslümanlık’tan oluşuyor. Fakat Bektaşilik ondan daha doktrinli bir felsefe.
Ben onlara cevap yazıyorum. Bana dediler ki; “Bundan sonra bize Bektaşiliği tanıt, doktrinleri nedir?” bunlara yanıt istiyorlar. Fakat ben 1954-55 yıllarında Esperanto’yu ilerletemediğim için geniş anlamda bir açıklama yapamıyordum.
Hangi yıl buraya gelmiştiniz?
1951’de geldim. O zamanlar dergiler, yazılar bulamıyordum. Isparta-Burdur bölgesinde Geresin gibi, İğdecik, Baladız gibi Alevi-Bektaşi köylerine gidiyordum. Orada Bektaşilik üzerine kitaplar vardı. Fakat kaybolacak diye vermek istemiyorlardı. Çünkü uzak yerdeyim. Ancak oraya gidip inceliyorum. Bektaşilik daha köklü, daha oturmuş bir felsefe. Mesela burada Anadolu’da ve İran’da Mazdek (Zerdüşt) dini yaygın Buda, Brahma, Konfiçyüs karışımı... Asurlular’dan, Babiller’den de etkilenmiştir.
Fakat Balkanlar’da, daha çok kuzeyden gelen insanlar var.
Bunlar da hep Orta Asya’dan gelen Bulgarlar. Bulgarların tarihine baktığımda tarihçi İrene Melikof”un yazılarında Tengri, Gök Tanrısı, Yer Tanrısı gibi Şamanizm etkileri var... Balkanlara gelen kavimler daha sonra da bunu sürdürüyorlar. Yani hep Orta Asya’daki kültürün etkileri görülüyor.
Daha sonra bu kavimler, Slavlarla karışıp Hıristiyan olunca, değişiyorlar. Fakat Hıristiyan olmakla da bu bitmiyor. Çünkü, bu defa bunların karşısına Bogomiller çıkıyor. Bunlar Hıristiyan olduğu halde aralarında bir çatışma çıkıyor. Bogomiller ile kıyasıya bir mücadele başlıyor. Ben bu konuda ileride çeviriler yapacağım. Çevirdiğimde göreceksiniz, Bogomillerin çoğunu diri diri yakmışlar. Hatta onların başkenti Tırnavu, gece yakılan insanların ışıklarıyla aydınlanırmış. Ortodoks Hıristiyanlar, onları diri diri yakıyorlarmış.
Uzatmayalım, tabii onlar da var güçle saldırıyorlar. Gidiyorlar, zenginlerin çiftliklerini yakıyorlar, mücadele ediyorlar.
Bu, taa ki Sarı Saltuk müritleriyle gelene kadar sürüyor. Sarı Saltuk, Dobruca’da Deliorman’da, Balkanlar’da çalışmaya başlıyor. Bogomiller bakıyor ki kendi kültürlerinde olduğu gibi dört kapıları, 12 dedeleri gibi benzerlikler var, derhal bunu kabul edip Bektaşi olup çıkıyorlar. Bulgar tarihçileri diyor ki “O zaman, Bogomillerin kilise ile, iktidar ile işleri bitti. Daha sonra iktidar Türklere geçti. İçlerinde Hıristiyan kalmayınca Balkanlar’da bu mücadele bitti”. Bunların çoğu Bektaşi. Bulgar tarihçisi gene ekliyor “Bektaşilik demokratik bir yapıydı. Gerek Ortodoksluk, gerekse Sünnilik katı olduğu için Bogomil halkı bunu benimsedi. Özellikle Balkanlar hızlı bir şekilde Türkleşti” diyor.
Bir Rum Profesör İbrahim Bey demiş ki Bektaşilik “Bir Türk dinidir”. Yalnız o kadarla değil.
Yunanlıların da Bulgarlarla aynı fikirde olması nedeniyle Tesalya, Epir gibi bölgelerde Bektaşilik hızlı bir şekilde yayılır. Çünkü Türklerin tımar sistemi vardı. Tımar sadece Müslüman olanlara veriliyor.
Bir dönem Yunanlıların elindeki çiftlikler araziler Türklere verilmeye başlanınca baktılar ki bu zenginlikler ellerinden gidecek, hemen Müslüman oldular. Müslüman olurlarken de Bektaşiliği seçtiler.
Onun için bugün Epir, Tesalya, Arnavutluk’tan Bosna- Hersek’e kadar çoğu Bektaşi’dir.
Siz dedeler toplantısı yaptığınız zaman bir dede Bektaşiler “Türkçe konuşanlardır,” dedi. Böyle bir söz söyledi. Fakat, bugün Arnavutlar’da Bektaşilik resmi bir mezhep, bir dindir. Mesela Girit’de, kendini Yunanlı saymayıp ayrılık davası güden Bektaşiliğe yakın Rumlar vardır. Daha sonra Ege Denizi’ndeki adalarda vardır. Yunanlıların dediği gibi, “Bektaşilik Balkanlar’ın Türkleşmesine büyük çapta hizmet eden bir mezhep”.
Nedir Esperanto? Bu konuyu da açıklar mısınız?
Espero; aslında ümit demek, ümitlenmek. Esperanto; ümit eden adam demek.
Kökleri hangi dilden geliyor?
Asıl kökleri Latince. Ondan sonra Almanca Germen dillerinden, Slav dillerinin kolay söylenen bölümlerinden oluşuyor... Esperanto’yu 1870 yıllarında Polak Yahudisi dilci bir profesör olan Ludvik Zamenhof oluşturuyor. Bir çok yerde hala da devam ediyor. Hatta İskandinav bölgelerinin radyoları bugün hala belirli saatlerde Esperantoca yayın yapıyorlar.
Günümüzde hala var mı?
Günümüzde İtalyan radyolarında, İspanyol radyolarında Esperantoca yayın yapılıyor. Zaten Esperanto’yu azıcık bilmeme rağmen İtalyanlarla, İspanyollara, Fransızlarla konuşabiliyorum. Çünkü aynı ortak kelimeler kullanılıyor.
Nasıl bir dil?
Esperanto kolay bir dil. Yalnız ön ve son eklerle zenginleşebiliyor.
Esperanto’da Batı dillerinin ağırlığı mı var?
Batı dillerinin ve Latin dillerinin ağırlığı çok. Bütün bitkiler, hayvanlar, kemikler, et vs. Latince’dir. Aynı zamanda Esperanto’dur. Böyle kabul edilmiş. Fakat, her millet kendi dilini ön plana çıkartmak için, Fransızlar örneğin bir zaman Esperanto’yu dışlamaya çalışırlardı. Daha sonra onların yerini İngilizler aldı. Affedersiniz hayvanları koştururlarken, bir hayvan öbür hayvana kafa ile vurur; kendi ileri çıkmak için, onu hep geri iter. İngilizler de aynı böyle. Hep kendi dillerini dünyaya kabul ettirmek tutumundalar. Bu konuda cihan kadar da kitapları var.
İnsan ne biliyorsa ona saygı duymak lazım. Mesela bizim Rumeli’de hiç okuma-yazma bilmeyen biri varmış. Deniz kenarında namaz kılarmış. Birisi de oradan geçerken “Bre sen namaz kılıyorsun, nasıl tekbir alırsın? Kıyam da ne okursun?” diye soruyor. Bakıyor ki adam bir şey bilmiyor. “Peki sen ne okuyorsun namaz kılarken?”. Adam da “benim duam aktaş, karataş, yat aşağıya kutsuz baş, deyip yatıyorum” diyor.Adam ona bir iki duayı öğretiyor. Zaman geçiyor. Öğrendiklerini unutmuş. Adamı görünce, arkasından denizin içinde yürüyerek geçiyor, “Dur” diyor, “Bana öğrettiğin duaları unuttum ben, tekrar öğret” adam bakıyor ki denizin üzerinde yürüyor, “Evliya imiş adam denizde yürüyor” diye düşünüyor ve “Tamam, sen bildiğin gibi oku, ben bir şey bilmiyorum” diyor.
Peki bu dil bir zaman çok mu ilerledi? Bu dilde yayınlanan kitaplar, dergiler var mıydı?
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Esperanto’nun çok ilerlediği oldu. Öyle ki Bulgaristan’ın birçok yüksek okulunda yabancı dil olarak okutuldu.
1970-71 yıllarında, benim gelinim olacak olan Ayşe Nurieva çok güzel Rusça, Bulgarca biliyordu. Dışarıdan üniversiteyi bitirecekti. Birlikte Şumnu’ya gittik. Esperanto öğretmenini bulduk ve yazdırdık. Esperanto ile sınava girdi.
Sosyalist dönemde bile bu dil yürürlükte idi. Hatta Sofya’da altı tane kütüphane vardı. Onların adreslerini alıp gittim. Esperanto ile ilgilendiğimi görünce, bilhassa Türkiye’den olduğumu da öğrenince bana çok saygı gösterdiler. Baktım eski Esperanto kitapları, dergileri var. Buraya birçok dergi de getirdim. Rusya’da da çok konuşuluyordu. Ama şimdi Rusya’da her şey bozuldu, o da kalmadı. Dünyaya İngilizce hakim oldu.
Diyeceğim, Esperanto öğrenmekle bir şey kaybedilmiyor. Mesela tıptaki yahut da biyolojideki terimlerin çoğu Latince’den alınma. Yalnız Esperanto’nun içinde Germen, Slav gibi dillerden de kelimeler var. Asya dillerinden Japonca, Türkçe kelimeler de var. Ama Türkçe kelimeler az.
Bulgaristan’da çevrenizdeki Alevi köyleri hangileri idi?
Bizim çevremizdeki Alevi köylerinden Zavit Köyü var. Mithat Paşa, Bektaşi idi. Mithat Paşa’nın ailesi o köydendir. Ondan sonra Büyük Ada Köy. Eskiden Osmanlı zamanında Adakoz Köyü derlerdi. Bu Alevi köyü. Koçlar diye bir köy var. Aleviler var orada. Sonra Duştubak diyoruz ama Dişbudak Köyü. Orada da biraz Alevi vardır, ama onlar İkinci Dünya Savaşı’na yakın zamanda kalabalık olarak Türkiye’ye göç ettiler. Ondan sonra diğer köyler, işte bizim hanımın köyü Duraç Köy. Bizim köyden daha büyüktür, bir İslam köyüdür. Eski Mahalle, Duraç Köy’ün bir mahallesi imiş ama Eski Mahalle şu anda büyük bir köy. Eski Mahalle’de Bogomillere yakın Evangilist, yani kiliselerdeki resimlere karşı olan bir Hıristiyan mezhebi vardı.
Bir de ona yakın Büyük Kokarca. Oradaki Bulgarlarda iki kısım, bir kısım Evangilist. Ondan sonra Küçük Kokarca var. Habip Köy, onların Bulgarları da Evangilist. Bu Evangilistler de oradaki Alevilerle çok güzel anlaşıyorlar. Gayet iyi komşuluk yapıyorlardı Ortodoks Hıristiyanlarla dinleri aynı olduğu halde yakınlıkları yoktu. Bizim Alevilerle daha güzel anlaşıyorlardı. Bunlar bizim köyün çevresindeki köyler. Kara Arnavut’lar var. Bunlar Arnavutluk’tan bir zaman getirilmiş tamamen Hıristiyanlar. Hırsova. Bu da Hıristiyan köyü ve bu iki köyün arazisi bir zaman Razgrad’daki İbrahim Paşa Camisi’nin vakıf arazisi idi. 1856 yıllarında Kırım Savaşı’ndan sonra, Kırım’da Ruslar’dan kaçan Tatarlar (işte benim hanım da o zaman gelmiş) bizim Deliorman’a gelmişler. Bunlar Deliorman’a gelince, Osmanlı idaresi onları Bulgar köylerine yerleştirmek istiyor. Diyor ki “Orayı iskan edeceğiz, Bulgarları oradan kaçırın, ne yaparsanız yapın, siz sahip olun”.
Fakat onlar da diyor ki “Müslüman köyleri de bizim köylere iskan edildi, zararı yok, bizi bölün”. Mesela 5 hane oraya, 6 hane buraya gibi köylere bölüyorlar ve öyle de olmuş. Mesela bizim hanımın Duraç Köy’de, Yunus Abdal Köyünde, Karakocalar Köyü’nde, Topal Köy’de akrabaları var. Ben size bunların bir listesini getireyim. Hatta size getirdiğim yazılarda bizim köyün ünlü kişileri var.
Yunus Abdal Köyü’ne, göç ettikten sonra da tekrar gittiniz?
Köy olarak özelliği nedir? Örf, adet ve gelenekleri nasıldır? Buradakilerden farkı nedir? Cem olur mu? Cemaat olur mu (toplanılır mı)? Hangi bayramlar vardı? Sayı sayma oyunu dediniz; gelenekler, görenekler, çocuk oyunları, hangi atmosferde büyüdünüz?
31 yıl Bulgaristan’da kaldınız ama kaç yaşına kadar kendi köyünüzde kaldınız?
Şimdi, Yunus Abdal’ın ne vakit kurulduğu belli değil. Horasan ellerinden gelen Yunus Abdal diye biri kuruyor. Mezarı da orada. Bir su vardır. O suyun boyunda çalıştığı için suyun adı da onun adıyla “Yunusça Suyu” olarak anılır. Uzatmayalım, oraya yerleşiyor. Yine onun yakını Saçlı Derviş gelip oraya yerleşiyor. Fakat bir de Çorap Baba diye bir arkadaşı varmış. Onun mezarı bizim köyden biraz uzak bir yerde. Zaman zaman Çorap Baba bizim köye geliyor. Bizim köyde de bir kadın varmış. Akıllı bir kadın. Onunla görüşüyor, anlatıyor ama diğer halk bundan rahatsız olup buna karşı gelmeye başlıyorlar. Çorap Baba gelirmiş mezhep, tarikat konularında o kadınla konuşurmuş. Kadın çok zeki imiş, ondan sonra muhabbetleri uzuyor. Yunus Baba’nın kabrine girip orada zikrediyorlar. Daha sonra bazıları bunu fenaya yoruyor. Daha sonra da Çorap Baba’yı köye sokmamaya çalışmışlar.
Sonra, bizim köye Şaçlı Derviş yerleşiyor. Çocukları oluyor, çoğalıyor.
Dervişler, kalabalık bir sülale oluyor. Hatta bizim vefat eden hanım da onlardandı.
Benim bir kayınvalidem vardı, ismi Fatma Ahmet Şükür (Derviş Mustafa Kızı). Hiç okul görmemiş ama çok akıllı bir kadındı. (Ben onun bazı yazılarından da getiririm.) Kadın Yeni Işık Gazetesi’nde yazı yazardı. Kayınvalidemin yazılarının içinden bir yazıyı Karacaahmet Dergisi’ne verdim.
Bir okulda, dervişlerden kim varsa, mutlaka o birinci olurdu. Onların zeki olması, derviş çocuklarını ayrıcalıklı yaptı. Şimdi burada da var. Hatta bazı yüksek okullarda öğretmenler var. Benim dervişlerden, İslamlar’dan öğrencilerim var. Hala görüşüyoruz. Bizim göçmenler, burada Avcılar’a, Güngören’e, Sapanca’ya, Gazi Osman Paşa’ya yerleşiyor. Belli yerlere yerleşiyorlar. Onlar başka yerlerde duramıyor.
Neden hep oralara yerleşiyorlar onlar?
Gelenek görenekleri aynı olduğu için, kendi atmosferleri içinde yaşamak istiyorlar. Mesela, Malatya’dan, Siirt’ten, Urfa’dan kalkıp gelmişler. Ama bizim oradan gelmişse farklı tabii, kendi diliyle “Napıyısın be?, İyimisen be?” ondan sonra “İslah mısın sen?” gibi samimi konuşuyor.
Nasıl konuşuyorlar sizin köyde?
Bizim Tuna boyu R harfini pek kullanmaz. Mesela “Tarla” demez, “Taala” der, “Armut” demez “Aamut” der. Mesela H harfini kullanmaz, “Hasta” diyemez “Asta” der, “Halil” ismine “Alil” der. Böyle bir şive. Bizim Dobruca, Deliorman bu şekilde konuşur ama Kuzey Tuna boyunun azıcık değişik bir şivesi vardır. Onlar “Geliorum, gidiorum”der, biz “geleir, gideirim” deriz.
Yani bizim şive, Azeri şivesine çalar. O şekilde bir ayırım vardır. Ziştou, Nikbolu, Silistre, Tutrakan o şiveyi kullanır.
Peki Deliorman bölgesinde Yunus Abdal Köyü’nün dışında diğer büyük köyler hangileri?
Yunus Abdal, Deliorman’da toprağı en zayıf, en az ürün veren bir köydür. Silistre’ye Tuna’ya doğru gittikçe ürün artıyor. Toprağı az olduğundan bizim köy halkı, çocuklarını daha çok okutmaya yöneliyorlar. 1909 yılında da bizim köyde ilk model ilkokul açılıyor. 1921’de ortaokul açıyorlar. Tabii oradan çok öğrenci yetişti. Tuna’ya doğru giderken mesela Adaköy dedik. Adaköy çok varlıklı bir köy, çok zengin bir köy.
Ondan sonra Mithat Paşa’nın köyünün komşusu Kara Ağaç büyük bir köy. Balbunar (Balpınar) orada kasaba, bizde ilçe merkezi. Ondan sonra Beyalan, İslepol, Semerci Köy, Nasradin, Kazcılar, Mesin Mahalle, Locva, Kuyucuklar köyleri büyük ve zengin köyler. Halkı da çok ileri. Bilhassa Alevi olan köyler daha da ileri. Mesela bizim köyden biraz ileride Şekere Köyü var. Fakat biraz ilerideki köyler Çukurköy, Topal Köy, Şarmanköy, Habip Köy, Dursun Köy, Podayva, Enberler, Yeni Pazar Köyü, Provadi, Osman Pazar, Eski Cuma ferace kullanırlardı.
Nasıldı giyim sizin yörede?
Ferace; entari. Siyah elbise, hani “Karafatma” derler ya o köylere gittiğinde, çeşme başındaki kadınlara “Ben falanı arıyorum” diye bir şey soramazsın. Kadınlar peçeli. Fakat bizim köyden Adaköy’e kadar gittiğin zaman, kadınlar “Hoş geldin” der, yabancıdan çekinmez. “Sen yabancısın galiba, kimi aradın?” diye sorar, aradığın kişiyi tarif ederler. Tuna boyunda zahmet çekmesin.
Şumnu’nun aşağısındaki köyler kapalı. Razgrat, Balbunlar, Kemaller, Akkadınlar, Silistre, Kurtpınar, Tutrakan, Hacıoğlu Pazarcığı, Balçık o bölge insanları açık. Çünkü orada Aleviler var. Yarısı Alevi, yahut çeyreği Alevi ya da tamamen Alevi köyleri.
Bulgarlar da zaten Türklerden gelme, bir Türk boyu, diyorlar. Öyle bir şey var mı?
İrene’nin (Melikoff) kitabını okurken de karşılaştırmalar yaptım. Oradan da “Biz Moğol, Slavlar, Peçenekler, Kumanlar, Hunlar, Kara Bulgarlar gibi birçok kola ayrılarak Orta Asya’dan geldik, Rumeli’yi geçerek buraya geldik ama Slavlarla karıştık” diyor. Karışınca onların kızlarını almışlar. Analar bilirsin, çocuklarına kendi dillerini öğretir. “Türkçe olarak çok az kelime kaldı” diyor. Gene de vardır ama çok az. Bulgarların “Madara” diye Oğuz kitabeleri gibi bir anıtları vardır. Oradaki o yazılarda da öyle geçiyor. Fakat bu dediğim Yunanca yazılar. O boydan gelen Bulgar Türklerinden kalan Dikilitaşlarda (Çatallar İstasyonu’nda) Yunanca yazılar var. Başka yerlerde de Yunanca yazılmış mezar taşları, tapınaklarda yazılı tuğlalar bulunmaktadır.
Bulgaristan’da 31 yıl kaldınız. Çocukluğunuzdan, ailenizden biraz bahsediniz. Çocukluğunuzun, gençliğinizin zorluklar içerisinde geçtiğini söylediniz. Köyünüz de yoksul, fakir bir köy. Zorluklar içinde büyüdünüz, okula gitmeniz bile zorluklar içerisinde oldu. Okula gitmeniz nasıl oldu?
Yunus Abdal bir zaman temiz Alevi köyü imiş.
Balkanlar’dan kaçıp buralara sığınmaya başlıyorlar. Bu olaylar bittikten sonra bazıları köye dönmüş, bazıları dönmemiş. Ya da Osmanlı Devleti oralara Anadolu’dan insanlar getirmiş. Oralara iskan etmiş. Onun için Alevi nüfusu dağılmış.
Yani Yunus Abdal ilk önce tamamen Alevi köyü iken daha sonra nüfusta ve inançta bir değişme oluyor.
Ruslar ve Yunanlılar, Varna, Şumnu, Balkanlara kadar gelip oraları talan ediyor. Oradaki nüfusun çoğunluğunun Bektaşi olduğu, mezar taşlarından anlaşılmaktadır. Yunus Abdal’ın asıl yeri, Yunus Baba’nın türbesinin olduğu yerdir. Bizim köye 500 metre uzaklıkta “Türbe” denen yerdedir. Orada da mezarlıklar vardır.
Okula nasıl başladınız?
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, babamın babası Koca Ahmet Dede buraya, Mustafa Kemal Paşa’ya geliyor. Onu, ikinci evliliğini yaptığı kadın getiriyor. Orada bir süre kalıyor. Amcalarımın, halalarımın hepsi fakirmiş.
Babam Mehmet Hezarfen iyi, becerikli bir bina ustası, araba ustasıydı... Ustalığı ile geçinmeye çalışmış. Kendisine ev falan yapmış. Ben işte o evlerin içerisinde dünyaya geldim. Bir amcam vardı. O, hep başka yerlerde ırgatlık yapar çalışırdı. Tabii halalarım kadın olduklarından başka yerlerden evlenip gitmişler.
Bağlantınız koptu mu o akrabalarla?
Bağlantımız var.
Bulgaristan’da akrabalarınız çok mu?
Çok. Şimdi benim doğduğum 1920’li yıllarda, Bulgaristan’da Aleksandır Stamboliyski diye bir Çiftçi Parti Lideri vardı. O zaman, çiftçi malları da iyi para ediyor. Babam da tütüncülük yapmış. Hatta ben, annem tütün ekerken, tütün tarlasında dünyaya gelecekmişim. Bereket annem hastalanınca hemen eve getiriyorlar. Yalnız nüfusta benim doğduğum ay Ağustos görünse de anam “Tütün dikerken” derdi. Orada da Bulgar kanunları çok köklüdür, çocuk doğar doğmaz yazdırmak lazım. Burada olduğu gibi nüfusta sonradan düzeltilemez. “Yok bilmem ne zaman doğdum da küçülteceğim, büyüteceğim” diye bir şey söz konusu değil. Cezaya kalacaklar diye annem babama sürekli “Git bu çocuğu yazdır, git bu çocuğu yazdır” diyor. Babam doğum tarihimi 9 Ağustos 1920 olarak yazdırmış. Böyle geçer nüfusta da.
O dönemlerde uzun bir süre tütün üretmişler. Tütünü sattıklarında iyi para getirirmiş. Dedem, amcamı, kızlarını bırakarak, ikinci karısıyla Türkiye’ye kaçmış. Yanına da bayağı bir para almış. Sonradan ben gidip gördüm. Mustafa Kemal Paşa’da (eski adı Minevis Köyü’nde) amcalarımı buldum. Dedem orada epey tarla almış. Amcalarım beni görünce korktular. Dedemin ne tarlasından bahsediyorlar, ne bir şey, hiçbir şey söylemiyorlar. Öğrenirim diye beni komşularla da görüştürtmediler. Şimdi, babam o zamanlarda genç, biraz parası olunca “Ben gidip ziyaret edeceğim, babamla helallaşacağım, helalliğini alacağım,” demiş. Bizim bazı akrabalar diyorlar ki “Mehmet, sen şimdi paran varken biraz daha tarla al, bak çocukların var, abilerin, ablaların var, ileride bu çocuklara lazım olur”, diyorlar. Babam “Yok ben babama gideceğim” diye ısrar ediyor. Biraz hatırlıyorum, 1925 yılında babama hazırlık yapıyorlar. Sabah trene bineceğiz. Bana da yol azığından bir şeyler verdiler. O kadarını biliyorum. Geldik, burada bayağı bir kaldı. Sonra döndü ki parayı harcamış.
İstanbul’a geldiğinde çok az parası kalmış. Onunla da illa ki köstekli bir gümüş saat alacak. Gene bizim memleketten gençler demişler ki “Sen şimdi saat alma, sana şuradan bir dükkan alalım, tapusunu koy cebine, yarın bir zaman gelir rahat edersin”.
Nitekim biz 51’de İstanbul’a geldiğimizde, Sirkeci’deki Muhacir evleri önceden askeriye imiş, babam “Gel, çıkalım seyredelim şuraları” dedi. Çıktık, gezindik. Gülhane Parkı’nın dibinden caddeye girdik, şöyle bir baktı “Ben bir zaman, buraya gezmeye geldiğimde, bana ne kadar yalvardılar, “Gel şu dükkanı sana verelim… keşke şuradan bir dükkan alsaydım, ah kafa ah” dedi. Döndük gittik. Ama o köstekli gümüş saatten sadece bizde vardı. Bir dükkan parasına bir saat almış babam.
1925’te babasını görmeye gidiyor. Geliyor ama parası yok. Sıkıntının içine düşüyor gene?
1927-28 yılları derken 1929’da bütün dünya ekonomik bunalımda. Ben de o yıl, 1909 yılında yeni harflerle eğitim veren, köyümüzde açılan okula başladım. Derken, bana bir kalem alamıyoruz. Yumurta topluyoruz falan. Örneğin ben şimdi, en ufak bir kağıdı ziyan etmiyorum, değerlendiriyorum, kıymetini biliyorum. Bu yıllarda bizim köyümüzde bir uyanış da var. Köyde Cemiyet-i Hayriye diye bir cemiyet kuruluyor. Bu cemiyet, o sırada Razgrat’da kurulan Turan Cemiyeti’nin bir eşi. Derken, bizim Dervişler Mahallesi, Ümit Kıraathanesi diye bir kıraathaneyi ve Ümit Cemiyeti’ni kuruyor.
Hatta bizim köy insanlarına, Türkiye’den ücretsiz gazete, kitap, çeşitli yayınlar geliyor. Yalnız bu yayınlar, Türkiye ile Bulgaristan’ın arası iyi iken geliyor. Yayınların gelmesi kesildiğinde halk “Eyvah, ara bozuldu, gazeteler kesildi” derdi. Bu cemiyetler, bayramlarda, yılın bazı günlerinde müsamereler yapardı. Yayınlarının çoğu da Reşat Nuri gibi yazarların eserleri. Bu uyanış 1934’e kadar sürdü. Tabi 9 Haziran 1934’te askere darbe ile Bulgar Askeri Rejimi geldi. Turan Cemiyetleri kapatıldı ve başkanlarına işkenceler yapıldı. 15 km. yakınımızda Romanya sınırı vardı. Tuna’dan Karadeniz’e kadar Romanya sınırı uzar giderdi. Gençler fırsatını yakalayınca oradan Romanya’ya geçiverdiler.
Türkiye ile Romanya’nın arası her zaman iyiydi. Büyükelçi Suphi kim olursa olsun, gençleri oradan Türkiye’ye yollardı.
Okula başlayışınız nasıl oldu?
1921’den önce Berlin Antlaşmasında Bulgarlar taahhüt altına girdiler. “Bulgaristan’daki Türk Köylerinin her birine ilkokul açılacak, ortaokul açılacak, rüştiyeler açılacak ve size öğretmen yetiştirecek okullar açılacak. Hatta üniversite düzeyinde özel okullarınız olacak”. Böyle bir madde söz konusuydu. Bize “Çabuk şu okul açılacak, lise açılacak, sonra üniversite açılacak” diye dayatmalar başladı. Bulgarlar öğretmen yetiştirecekti. O zamanlar 7-8 tane medrese vardı. Oralarda da yalnız Arapça, Farsça gibi dersler okutulurdu. Sadece Kuran okutuyorlardı. Pedagoji, Matematik gibi dersler yoktu. Halk da bunu benimsemiyordu.
Bulgarlar ise daha 1830 yıllarında, bazı kasabalarında liselerini açmış, Ortaokulları çoktan olmuştu. Bulgarların okullarının yarısından çoğu kız öğrenci idi. Biz de ise neredeyse hiç kız yoktu. Razgrat, Varna, Ruscuk gibi yerlerde ortaokul vardı ama çoğun da erkek öğrenci okurdu. Bulgarların kadın öğretmenleri bile vardı. Bizde ise 1930 yıllarında okullarımıza kadın öğretmen giriyordu.
Okulunuzun adı ne idi? Neyi kapsıyordu?
Okul 1909 yılında açılmıştı. Ondan sonra öğretmenler eğitime başladı. En sözü edilen hoca, Çobanoğlu Hafız Ahmet Efendi diye bir öğretmendi. Onun öğrencileri ondan hep bahsederlerdi. Ondan sonra Mehmet Emin Hoca vardı. Ben kendisini Bilecik’in Pazarcık’ta buldum, görüştüm. Derken okula gitme zamanı... Türklerin dayatması ile 1921’de Şumnu’ya Darülmuallimin açılıyor. Orada, ortaokuldan sonra 2 yıl öğretmenlik, pedagoji öğretiliyor.
Darülmuallimin’den mezun olan 2 hoca Süleyman Efendi ile Sıtkı Hoca bize ilk öğretmen oldular. Daha önceleri hocaların bir çoğu sarıklı imiş. Şapka İnkılabı olunca halk “Sarıklı muallimler daha iyidir, bunlar Müslümanlığı öğretirler” diyorlar. Biliyorsun ya hep Müslümanlık başka bir lazım değil sanki, sadece namaz duaları şu, bu...
Derken bunlar öğretmen oldu. Süleyman Efendi, bunların içinde en dirayetlisi idi ve onunla arkadaşlığım devam etti. Daha sonra müdür oldu. Birbirimize gidip, geldik. Hatta mektupları bende, kitap olacak şekilde derledim. Sıtkı Hoca, o kadar dirayetli biri değildi. Süleyman Efendi zamanında “Alfabe alacağız” diye bizden para topladılar. Bu alfabe eski yazı idi. Hatta hala bende de vardır o alfabeden. Neyse, hayli bir zaman geçti, kitaplar gelmedi. Soruyoruz “Muallim Efendi (muallim efendi diyemiyoruz mafendi diyoruz) Mafendi bizim kitaplarımız, elif bağ’larımız ne oldu?” “Türkiye’de Mustafa Kemal yeni yazıyı, Latince’yi kabul etmiş. Bizimkiler de o kitaplardan olacak, o kitaplar basılıyor, onları bekliyoruz” dedi.
Tabi biz ev halkına, anne babamıza söylüyoruz. Kahvehanelerde falan herkes konuşmaya başladı “Yahu nasıl olacakmış Latince? Gavur yazısıyla Türkçe olur mu?” bağıran, çağıran, söylenen oldu... Fakat bir de rüştiyeden çıkan gençler vardı. Onlar da “Nasıl olmayacakmış, şöyle olacak böyle olacak” diye müdafaa ediyorlardı.
Yaşlılar onlara bağırıyor, çağırıyordu. Ondan sonra kitaplar geldi. Başladık “Ana, baba, at” okuyoruz ama halk hiç memnun değil. “Hani bunun elif’i nerede? Hani bunun ba’sı? Baksana bu gavurca, böyle olur mu?”, diyorlar.
Kimi kadınlar “Eyvah, ne günlere kaldık. Sen, elif be’yi okutsana” deyip ağlıyor.
Ama biz, birkaç tane zeki çocuk, yazıları hemen öğrendik. Hatta ben, okumak için kitap istiyorum, diye tutturdum. Annem dayanamadı bir gün beni aldı, gittik Yukarı Mahalle’ye. Oradaki yakınlarımıza dedi ki “Bizim çocuk ağlıyor, kitap istiyor”. Onlarda çıkarıyor Elif ile Mahmut’u, Tahir ile Zühre’yi. Ben öyle kitap istemiyorum, diyorum. Türkiye’den bir arkadaşa hikaye kitabı gelmiş. O da kimseye vermiyor “Olmaz” diyor. Onun ki gibi çocuk hikayeleri istiyorum. Ağlıyorum. En nihayet ben hikaye kitabı okuma sevdasına, eski yazıyı öğrenmeye mecbur kaldım. Çünkü eski yazı olan hikaye kitapları vardı.
Şimdi ilk eve çıktığımızda, Kurban Bayramı idi. Babam mahallede kurban kesecek. Dedi ki “Dua okumak lazım”. Bana “Sen git Hafız Hoca’ya var, madem ki yazı da biliyorsun, mescitten çıkınca sor, söylediği duayı yaz getir, onu bana okursun”, dedi.
Ben, ikinci namaza gidip onları bekledim, çıktılar. Dedim ki “Kurban var, siz bana duayı okuyun, ben duayı yazacağım, babama okuyacağım...” Hoca bana duayı okudu. Ben yeni yazıyla yazdım. “Oku bakalım” dedi. Aynısını okudum. Kimisi bastonuna sarılıyor, kimisi bakıyor, ama bunlar gavur yazısı...
Ben okudukça şaşırdılar “Hani bunun elif’i” diye soruyorlar, tabi cevap veremiyorum. Demişler ki “Hazerfan’ın çocuğu gavur harflerle dua yazdı”.
Herkes “Nasıl olmuş?” diye soruyor. Ben halkın atmosferini etkiledim. Derneklere bağlı bir ilericiler vardı, bir de gericiler. Şimdi bu cemiyetçiler, örneğin “Selamünaleyküm” bile dedirtmiyorlardı. “Sağlam ol” diyorlardı. Halk buna o kadar kızıyordu ki, bu “Sağlam ol” bizim Alevi köylerinden çıkıp dilde tutundu. Caferler, Akkadınlar gibi köylerde “Sağlam ol” sözü kullanılırdı. Yani günaydından önce “Sağlam ol” derlerdi. Yani yaşlılarla gençler arasında bir kuşak mücadelesi vardı. Hatta “Ayşe Kadın” diye bir müsamere kitabı vardı. Tutucular ve ilericiler arasındaki çatışmayı anlatırdı. Kadınlardan birisi diyor ki “Bizim hakkımız yok mu? Eski Türk Hakanları kadınlarla birlikte hüküm verirdi” diye kadın haklarına sahip çıkardı. Ben, bunu bir dönem Tuna Gazetesi’nde de gördüm. Mithat Paşa Rusçuk Valisi iken, Tuna Gazetesi çıkardı.
Gazetenin yarısı Bulgarca, yarısı Türkçe idi. Şimdi o Tuna Gazetelerinin koleksiyonunu yaptım.
Koleksiyon nasıl oldu?
Onu anlatayım; 1944’te Ruslar geldi. 45’te ben genç bir çiftçiydim. Bizim çiftçilerin alameti portakal rengiydi, komünistlerin ise kırmızı şarap rengi.
Başka kimlerin kıyafetleri var?
O zamanlar fazla giyim kuşam yoktu. Mahsus bize çiftçileri temsil edeceğiz, diye ne yaptılar ettiler, hepimize portakal rengi gömlek ve yonca yaprağı amblemi taktılar. Ruslar gelince karşıladık. Rusçuk’ta da Türklerin Mithat Paşa’nın kurduğu “Türk Evi” diye bir cemiyet vardı. Gittim Türk Evi’ne dedim ki “Kütüphanede bir araştırma yapalım”. Derken bana dediler ki “Tuna Gazetelerinin koleksiyonu var”. Başladım koleksiyonu okuyup araştırmaya... Kalemle notlar alıyorum, düzenlemeler yapıyorum. Orada gördüğüm Namık Kemal’in Akif Bey Temaşası’nı, Rusçuk’ta bir müsamere de okudum. İlerici-gerici mücadelesini anlatırdı.
Yani bu bizdeki ilerici- gerici mücadelesi çok eskiden beri vardı.
Bizim orada da sosyalizm gelinceye kadar da sürdü bu.
Yani gerici derken yenilikleri reddeden anlamında, Alevi olduğu halde gerici olan insanlar var?
Aleviler içinde pek gerici yoktu. Ama toplum içerisinde bazı kadınlar bir takım olaylara reaksiyon gösteriyorlardı. Sonradan onlar da dağıldı.
Dediniz ki Yunus Abdal Köyü önceleri tamamen Alevi idi. Sonradan Sünniler geldi, Ruslar’dan etkilendi...
Evet. Cami vardı bir de mescit vardı.
Aleviler camiye giderler miydi?
Gitmezlerdi. Hatta mescitler, daha çok koyu Müslümanların ve namaz takımının yeriydi. Orada imam gelip namaz kılıyor cemaati yok. Üstelik imama hakta vermiyorlardı. İmam bazı zamanlarda “Ben, bırakacağım ezan da okumayacağım” diyordu.
İmamın parasını kim öderdi?
Halk, hane başına bir şeyler verirdi.
Aleviler verirler miydi?
Vermezlerdi. Fakat Osmanlı döneminde bu mecburi imiş. Mesela; Koçina, Hüseyinler, Adaköy gibi Alevi köylerine, mahsus Ramazan hocası yolluyorlardı. İlk zamanlar Aleviler hocaya “Biz sana hizmet edemeyiz, sen rahat edemezsin, sen bayrama bir iki gün kala gel.” derlerdi.
Hoca, bayrama bir iki gün kala geldiğinde, herkes hocaya birer, ikişer teneke zahire verirlerdi. Buna “Öküz hakkı” derlerdi. Diğer o Sünni köylerine giden hocadan, Alevi köylerine giden hoca daha karlı çıkarmış. Adam öküz hakkını alıp giderdi.
Daha önce bir Muhtar Baba’dan bahsetmiştiniz. Hatta onunla ”bilezer” de olmuşsunuz. Onun ailesiyle de bilezer olmuş mu oldunuz?
Bilezerlik çok iyiydi. İnsan bilezeriyle hiç kavga etmez, hediye getirir götürür ve evlenirken de destek olur. Neredeyse kendi öz kardeşinden ileri bir şeydir. Aileye göre de onunla “Kaadaş” (r yok tabi) olur. Ama dedim ya onunla kardeşten ileridir. Onlar hem dünya hem ahiret, birbirlerinin aleyhinde konuşmazlar. Muhtar Baba’yla nasıl Bilezer olduk? onu anlatayım; Dedim ya biz fukara idik. Biraz zahire çıkıyor gidip fabrikada öğütemiyoruz. Biliyorsun fabrikada kepek falan oluyor, un az oluyor. Biz zahire su değirmenine atıyorduk, çıkıveriyordu. Demir Baba’nın “Beş Parmak Suyu” vardı. Çok gür akardı. Onun altında bir çok su değirmeni vardı.
Ben, daha okula başlamamıştım. Bir gün böyle bir su değirmenine gittik. Tabi sıra var. Bizden önce insanlar da var. Babam onları bekliyor. Babamın sesi güzeldi. Tekkede oraya yakın, oraya gidecek. Beni değirmenciye bıraktı “Bak şu çocuğa suya düşmesin, ben de Demir Baba’ya gideyim.” dedi. Ben orada biraz oynadım falan, neyse canım sıkıldı. Değirmenciye “Ben, şu yoldan gitsem babamı bulabilir miyim?” diye sordum “Bulursun” dedi. Gittim. Bir meydan evi vardı. Bulgarlar, şimdi onu yıkmışlar. Meydan evinden ilahi, nefes sesleri geliyor. Döndüm oraya girdim. Neyse babam oradaymış. Babamın sesi güzeldi. Bana “Gel” dedi. Oradan “Sen kimin çocuğusun?” diye sordular. Muhtar Baba “Benimle bilezer olur musun?” dedi. “Olurum” dedim. Oturdum yanına. Onlar konuşmalarına devam etti. Uzatmayalım Bilezer olduk.
Annemin, ölen ilk kocasının kız kardeşi varmış. Ezerçeliler, derlerdi. Demir Baba hizmetindeymiş. Kesilen koçların derisini alıyor, orada temizlik yapıyor, mumlarını yakıyor, hizmet görüyormuş.
Babam “Gel, seni Fatma teyzene götürelim,” dedi.
Demir Baba’ya gittik, eşik öptürdü, orada bir şeyler yaptırdı derken geldik. Zaman geçti Rüştiye Okulu’nu bitirdim. Nuvvab okuluna giderken bizim medreseden, köylere Ramazan kıldırmaya; Teravi, Cuma namazı, vaaza yolluyorlardı. Vaktimiz halimiz yerinde olmadığı için ben de gitmek zorunda kaldım. Ben ilkokulu 1932’de bitirdim. Zaten paramız olmadığından dolayı rüştiyeye gidemiyoruz. Tuttular beni Bulgar Okulu’na yazdırdılar. Kiril Metodiy’in 4. sınıfına yazıldım.
O dönemde eğitiminiz, öğretiminiz ne idi? Kaç yıl okudunuz? Ne olarak mezun oldunuz? Yani sizin okulunuz Bulgar hükümetine bağlıydı ama Türkler mi egemendi?
Bizim ki özel okuldu. Stanboliyski zamanında bütün Türk okullarına tarla veriliyor. Okulların, 500-600-1000 dönüm tarlası var. Türk okullarına, Bulgar okullarına, camilere, kiliselere, kıraathanelere, damızlık hayvanlara tarlalar ayırmışlar. Bunları Bulgar hükümeti ayırıyor. Onları müzayede ediyorlar. Toplanan parayla; damızlık hayvan almak, onlara ahır yapmak, barındırmak, Türk okullarına öğretmen, araç gereç gibi ihtiyaçları karşılıyorlar. Bizim köyümüzün tarlaları büyüktü. İlkokullar 4 sene, rüştiye 3 sene, Nuvvab yani lise 5 sene idi. Nuvvab Tali kısmı 5 sene idi. Bir de Nuvvab’ın yükseği, yani Nuvvab Ali kısmı 3 sene idi. Üniversite gibiydi yani. Bulgaristan’daki Türk eğitimi bunlardı.
Öğretmenleriniz Türk müydü?
ÖğretmenlerimizTürk’tü ama bir tane Bulgar öğretmen olurdu.
Peki neler görürdünüz, okudunuz?
İlkokulda alfabe, ikinci sınıfta okuma, hesap, din dersi, yazı, jimnastik, şarkı, el işi gibi dersleri gördük...Üçüncü sınıfta; hesap, hendese yani geometri, vataniye, coğrafya, yine müzik, jimnastik, el işleri geliyor. Dördüncü sınıfta; daha geniş şekilde, Bulgaristan Vataniyesi, kanunlar falan okunuyor. Bulgarca okumayı ve konuşmayı öğretiyorlar.
Fakat bize, daha çok kadın öğretmen gelirdi. Siyka diye bizim köyden yetişme Bulgar bir kadın vardı. Öğretmen okulunu bitirmiş, güzel değildi çirkindi. Birde bizim Kurtuluş Savaşının önde gelenlerinden bir albayımız var. Topçu Albayı imiş. Ama azıcık kafayı bulmuş. Düzelsin diye onu memlekete yollamışlar. Onun babası Ali Ağa köyün muhtarı, zengin adamdı. Onun oğlu Hüseyin Avni Efendi, gelince Siyka’ya tutulmuş. Siyka’da ona tutulmuş. İlla ki Siyka’yı alacak. Anası, yani Ali Ağa’nın karısı “Aman yavrucuğum, bak sana Türkiye’de kız çok, sen subaysın,” dese de “Yok illa ki Siyka’yı alacağım” diye ısrar etmiş.
Uzatmayalım, Siyka okula yeni gelen olduğunda, örneğin Süleyman Efendiler geldi, hep onlara asılıyor, onlarla evlenmek istiyor.
Türk öğretmenler, okula geldiğinde zor durumda kaldılar. Hatta onlardan bir çocuğu bile oldu. Bazı zamanlar bir şey olunca öğrenci çocuklar, şikayet için öğretmenler odasına gider. Siyka tutmuş Süleyman Efendi’yi öpüyor falan. Ondan sonra o gitti, bir Ratka geldi.
Ratka’yı daha çok sevdiler. “Benim anam Bulgar ama ben Osman Ağa’nın kızıyım” derdi. Neyse, biz güya Bulgarca öğreneceğiz. Fakat onlar Türkçe konuşuyor, bizden daha iyi Türkçe öğrenmişler. Onlarla Bulgarca konuşamıyorduk.
Ortaokulda ne yaptınız?
Orada hayli zahmet çektik ama ben okulu bitirdim. 1932 yılında “Azıcık Bulgarca öğren” dediler, Bulgar okuluna da gittim.
Kaç yılında mezun oldunuz?
1931-1932 yılında ilkokuldan mezunum, 1932-33’de Bulgar Okuluna Sveti Kiril Metodiy’e yazıldım.
Nasıl yazıldınız?
Gittim. 4. sınıfa aldılar beni. Orada Minka isminde, çok nazik, güzel bir öğretmenimiz vardı. 3 ve 4. sınıfı o okutuyor, 1 ve 2. sınıfı da Marin Dobrev diye bir Türk düşmanı okutuyordu. Zaman zaman öğrencileri toplayıp anlatıyordu “500 yıl Türklerin esareti nasıl olmuş? Türkler eza, cefa yapmış.” Diye... Şimdi o Bulgar çocukları da bu sefer galeyana geliyor, bize sataşıyorlardı. Ama biz biraz büyüktük, bunları pataklamaya başlardık.
Derslerde o hocadan dolayı öğrenciler arasında çok kavga olurdu. Minka Baçavareva’da yatıştırmaya çalışırdı. Türkleri korumaya çalışırdı.
Ben, onun en ufak bir düşmanlığını görmedim. Ben, Razgrat’ta gezmeye gittiğimde onu nasıl bulamadım, hala yanarım. Ama ilkokulda ki Ratka’yı buldum. Görüştük. Sarıldı bana ağladı ağladı.
Bulgar okuluna geçtiniz?
Ertesi yıl 33-34 yıllarında gene Bulgar okulundayım.
Razgrat’a neden gitmek istiyorsunuz?
Okumak için köyden çıkıp Razgrat’a gitmek istiyoruz. Oradaki okullar çok iyi. Fakat okul paralı, 600 leva para alınıyor. Para bulmak da zor. Babam düşünüyor fakat parayı bulamıyor. Doldu diye de beni okula kabul etmiyorlar. Ben gece başladım ağlamaya. Anam dayanamadı bayıldı. Ben çıldıracağım, mutlaka gideceğim.
Nereden duydunuz oranın iyi olduğunu?
Samimi arkadaşlarla konuşuyoruz. Herkes “Gidip okuyalım” der. Köyümüzden de oraya giden abilerimiz var. Onların üniformaları var.
Razgrat size uzak mı?
Bizim köye 20 km.
Araba var mıydı? Nasıl giderdiniz?
Yoktu. Yaya ya da at arabalarıyla gidip gelirdik. En sonunda diğer arkadaşlarla dedik ki “Ağlayacağız, zorlayacağız, mutlaka gidip okula yazılacağız”. Neyse biz bu kararı uyguluyoruz. Derken aileler kurtulamadılar. Nihayet pederin at arabası ile Razgrat’a gittik. Önce sağlık muayenesi yapıldı. Rüştiye okuluna gittik. Derken paranın yarısını, 300 levayı aldılar. Bir de rüştiyelerde haftalık vardı. Okula haftalık 1 leva gibi bir para verirdik. Bizi okula kayıt edip, üniformamızı verdiler. Biz 4 öğrenciydik, orada bize bir yer buldular.
Yatılı mı kaldınız?
Ayrı bir ev tuttuk. Okulda iyi öğretmenler vardı. Mesela o zamanlar MAH Teşkilatı adında bir istihbarat teşkilatı vardı. MAH Teşkilatı’nda çalışan, Kaskatı soyadlı bir öğretmenimiz vardı. Bizim Razgrat’ta müdürdü. 1950’de Bulgar sınırında, Bulgarlar tarafından öldürüldü. Edirne’de onun adına bir cadde vardır. O dönemde tarihçi Hamdi Hoca var, onun kardeşi Sabri Hoca vardı, sonra bir de Vidinli Nekire Hanım vardı. Yanlarında Bulgar hocalarda vardı. Çok da güzel bir kadındı. Okulda düzenli bir şekilde öğrenim yapılıyordu ve bu eğitim tatmin ediyordu.
Akif Selim Hoca, coğrafya dersinde güneş sistemini, gezegenleri falan anlatırdı. Onun o anlatışını ben hiç unutamam. Dersi anlatırken dönen gezegenlerde getirirdi. Kendimizi bir kaptırıyoruz, göklerde uçuyoruz sanırdık.
Ondan sonra, bize Türkiye’deki bazı yazarların eserlerini okutuyorlar Şair Mehmet Emin’in “Türk Sazı” şiir kitabını okurduk, içinde Arapça, Farsça kelimeler çok yoktu. Daha sade yazılmıştı. Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in eserlerini okutuyorlardı. Hocaların bazıları Darüşşafaka’da okumuş. Kültürlü insanlar. İkinci seneye geldik 35-36 yılları, babam beni okutacak para bulamıyor. Ne yapalım? Diye düşünüyoruz. En nihayet karar veriliyor. Büyük ablam, Kemaller Kasabası’nda, onun yanına gidiyoruz.
Kaç kardeştiniz?
Anamın ilk kocası ölmüş. Ondan 3 çocuğu kalmış.
Onlar yaşıyorlar mı?
Şu anda herhalde öldüler. Babamın karısı ölüyor, ondan da 4-5 çocuk kalmış. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda oluyor. Yani askere gidince. Diyeceğim, Kemaller’de eniştem dedi ki “Sen ne yapacaksın bu çocuğu? Bak geçen sene okula gönderdin. Bu senede gitsin.” Kemaller’e ablamın yanına gidiyoruz. Orada Rüştiye var, öğretmenlerle de konuştuk, beni kabul edecekler. Ama Razgrat Rüştiyesi kadar düzenli değil. Mesela üniformamız yok. Sarıklı, takkeli, külahlı öğrenciler var. Diyeceğim öğrenciler köylerden gelmiş, seviyeleri de çok düşük.
Aralıkta yeni yıla girerken karneleri alacağız. Ben hemen parladım çıktım. Onlardan daha esaslı notlar aldım. Razgrat’tan da edindiğim bilgiler var. Orada müftü katibi Ömer Efendi vardı. Rüştiye bitirmiş, gene rüştiye okuluna öğretmen olmuş. Ama ondalık kesirleri bile bilmiyor. Hatta bana “Sen, başka sınıflara git de öğret.” diyor. İkinci rüştiyeyi orada okudum. Sonra dediler ki “Müracaat et de üçüncü rüştiyeyi bitirmen için, seni sınava sokalım. Sen yapabilirsin, diplomayı al”. Düşündüm dedim ki “Buradan çıktıktan sonra ne olacak? Bir şey yok”. Babama da dedim ki “Ne yapıp edip beni Razgrat’a yollayacaksın”. 36-37. öğrenim yılında tekrar Razgrat Rüştiyesine gittim. Fakat o eski Kemalist öğretmenler çıkarılmış, Nuvvab’tan sarıklı öğretmenler gelmiş. Hatta müdür Ahmet Şevki var, olgun bir adam, Kılıçköylü Salih Hoca ve Işıklarlı Hafız Akif Hoca vardı, Kayalıdereli Ali Şükrü vardı. Bunların hepsi sarıklı ve Nuvvab’tandı. Öğretmenliğe başladılar. Ondan sonra bir daha ilçeye gelemedim. Nasıl olduysa o okulu bitirdim.
Sonra hangi Nuvvab’a gittiniz?
1937-38 yılında imtihana gireceğim diye, dilekçe verip Sefarete, parasız okula yazılmadım. Fakat para bulamadığım için sınava giremedim.
O sene delikanlılık çağı tabi düğünlerde, derneklerde geziyorum. O sene boştum. Ertesi yıl, 1938-39 Atatürk’ün öldüğü yıl, Şumnu’daki Nuvvab’a gittim. Şumnu bize 48 km. idi oraya yazıldım.
Yani rüştiyeyi bitirdiniz, Sofya’dan Türkiye’ye gelmek için sınava girdiniz. Bir sene okumadınız, 1938-39’da da Şumnu’ya gittiniz.
O yaz bir söylenti çıktı. O zamanlar Bulgaristan’da iki tip gazete vardı. Biri; Kemalist olan Doğruyol Gazetesi idi. Sofya’da çıkıyordu. Bir de Filibe’de Ali Kemal”in çıkardığı Balkan Postası vardı. Bir de Nuvvab’ın gazetesi Medeniyet çıkıyordu. Bu gazete Anti-Kemalist idi. Bunu Hafız Yusuf çıkarıyordu.
Bir de Şumnu’da eski harflerle basılan, Havadis Gazetesi çıkıyordu. Bu gazetede Kemalist’ti. Bunu Ahmet Kemal çıkarıyordu. Biz daha çok Doğruyol Gazetesi okurduk. Nuvvab açılırken, birkaç sene sonra pedagoji bölümü olacak diye konuşulmuş. Bir bölümü, müftülüklerde katip olarak çalışacakları için Arapça, Farsça dili ve okullarda öğretmen olacak olanlara ise pedagoji dersleri verilecek diye bir söylenti çıktı. Biz de “Gidelim, bari pedagoji sınıfları açılınca onlara devam ederiz.” dedik. Başladık, fakat tam o sıralarda Doğruyol Gazetesini çıkaran Mehmet Celil’i Bulgar istihbaratı yakalamış, ölüsü gelivermiş köye. Neler olduğunu bilemiyoruz. Gazete kapandı ve artık pedagoji dersleri olsun diye çalışan da kalmadı. Böylece Nuvvab’ı, eski adıyla müftü okulunu okudum.
Nuvvab’ı kaç yılında bitirdiniz?
1943’te diploma aldım.
Nuvvab’ta neler okudunuz?
Bulgar liselerindeki derslerin aynısı...
Neler vardı?
Türkçe, Bulgarca okuma, Farsça, matematik, hendese derken nebatat, hayvanat, teşrih (insan vücudu), kozmografya, etika, lodika (mantık), felsefe, yani liselerde okutulan dersler.
Nuvvab iki kısma ayrılıyor, dediniz. Oraya da gittiniz mi?
Nuvvab’ı bitirince, Nuvvab Ali kısmı başlıyor. Oraya yazıldım ama gidemedim.
2 yıl bize pedagoji, didaktika, metodika gösterdiler. Büyük sınıflardaki arkadaşlarımız, yakın okullarda ders verirdi. Biz bunu eleştirirdik. Sonra biz de ders vermeye başladık. Bizden sonrakilerde o dersleri gördüler. Biz Nuvvab’tan bu şekilde eğitim aldık. Bizim ilk gittiğimiz yıl Türkiye bu Nuvvab’ı tanımamış. Bizim okula, Aka Gündüz ile Kazım Nami Duru geldi. Derslerimize girdiler. Türkiye’de okul bitirmiş, böyle çok Bulgar var. Bizde müfettişleri falan Bulgar sanıyoruz. Biz ikinci sınıfta Farisice okurduk. Adam başladı Farisice “Gülistan ve Bostan”dan, bilmem neden okuyor. “Bu adam ne okuyor?” diye şaşırdık. Derken bir öğretmen çıktı “Bu Kazım Nami Duru ile diğer sınıftaki Aka Gündüz Türkiye’den geldiler.” dedi.
Sonra bunlar bir rapor veriyorlar ki, Türkiye bu raporu çok olumlu buluyor. Bulgaristan’da Nuvvab’ı bitirip de gelen öğrenciler, Türkiye’de sınava girmeden, doğrudan üniversiteye giriyordu.
Bizlere Türkiye’de lise bitirmişlerin derecesi verildi. Ben, buraya geldikten sonra hiç zorluk çekmedim. Hatta Tarih Coğrafya Fakültesine müracaat ettim. Kaymakam bana dedi ki “Bak sen böyle böyle müracaat etmişsin. Ama iskan ol da okula öyle gidersin”. Öylece kaldı. 1942 yılında Nuvvab’ı bitirdim. O sene çocuğum dünyaya geldi.
Öğrenci iken mi evlenmiştiniz?
Evet. Bizim hanımla beraberdik. Şumnu’da kaldık.
Peki nasıl geçiniyordunuz? Hem okuyup, hem de çalışıyor muydunuz?
Güzel söyledin. “Kendi muhtacı himmet bir dede, gayrıya nice yardım ede” diye bir söz vardır. Derken evlendik. Ama kayınbirader tarafı zengindi. Köyde, mahallede Dervişler ileriydi. Bizim çevreden, kızlarını ilk önce bizim kayınpeder okula yolladı. Rüştiyeyi onlarla bitirdik. Benim imtihana girip de buraya gelme zamanım da onlar varlıklıydı ve Sofya’da imtihan vardı. Ben yol parası bulamadığım için kaldım. Onlar imtihana girip kazandı. Bizim hanım ve arkadaşları Edirne Öğretmen Okulu’nda okuyacaklardı. Fakat savaş çıkınca okula gidemediler. Derken kızlar ağlıyorlar. Ailesi “Bari okumuş birine verelim” diyorlar ve Ayşe’yi bana veriyorlar. Daha sonra Nuvvab’a gidiyorum.
Yunus Abdal’daydınız, ilk çıkışınız neresi oldu?
Razgrat’a.
Sonra Şumnu var, orayı tanıdınız?
Rüştiyenin bir senesini de Kemaller’de okudum. Ben Nuvvub’ta iken bir iki yıl içinde savaş başladı. Bizimkiler, iki devlet arasında savaş çıkınca okula gelemediler. Bazıları “Bak okuttunuz ama çocuklar orada kaldılar.” demeye başlamış. Bizim de mali durumumuz diğerlerinin yanında sıfırdı. Hatta okullu olduğum için beni Ayşe ile nişanlamışlardı. Bunlar baktı ki, “Bu evden kaçacak” diye bana öğretmenimi yolladılar. Öğretmenim “Bak, ben seni almaya geldim, böyle böyle (bizim kayınpederlere Şükürler denirdi) Dervişin Şükür sana kızını verecek siz anlaşın.” Neyse gittik, onu aldık.Kayınpeder ile kayınvalide dediler ki “Sen Nuvvab’a gidiyorsun ama bu kız sadece rüştiyeyi bitirdi. Sen bunun tahsilini tamamlatacaksın, senin derecene gelecek.” Uzatmayalım, Şumnu’ya gideceğim sene, kayınvalide ile ev arıyoruz. Ben, oraya yerleşeceğim. Bizim kayınbirader de zanaat öğrenecek, ona da yer arıyoruz. Derken Nuvvab’a uğradık. Orada, çok ilerici bir öğretmen olan Süleyman Sırrı vardı. Bizim okulun can damarı, okuldaki en iyi adamdı. Kendisi Kırım’lı bir Tatar. Bunlarla konuştum dedim ki “Acaba Nuvvab’a kızların da okuyabileceği bir sınıf açılmaz mı?” Onlar “Zamanı da geldi.”dedi. Rüştiyeyi bitiren pek çok kız var. Türkleri de Bulgar Okullarına almıyorlar.
Okulun müdürü daha evvelden Türkiye’de okumuş olan Emrullah Efendi idi. Gericilerden İskilipli Atıf Efendi’nin öğrencisiymiş. Şapka devrimi sırasında Atatürk tarafından idam edilmiş. Emrullah Efendi Atatürk için “O deccaldir, bir gözü kör” der Atatürk’e hakaretler ediyordu. Ondan sonra Mısır Ezher’de okuyan Yusuf Ziyaettin Ezheri vardı. Düzceli bir Çerkez idi. Daha sonra o, müdür olmuş. Dediler ki “Sen müdüre git, bu konuyu aç” Ben de gidip müdüre “Ailemi okutmak istiyorum” dedim, “Nee?” dedi. “Seni dinsiz imansız” diye kovdu. Öğretmenler, kayınvalidem okuldalar, beni bekliyorlar. Ağlayarak gittim, dedim ki “Böyle böyle” Süleyman Efendi dedi ki “Bu er ya da geç olacak, girişimlerde var.”
Ondan sonra biz o sene bir şey yapamadık. 1944’te sosyalizm geldi. Ben bu işin peşini bırakmadım. Sofya’daki Mezayip Nezaretine gittim ve görüştüm.
Derken kızlar okula kabul edildi. Bizim hanım, Nuvvab’a ilk giden kızlardandır. Zamanla, okula başka yerlerden de kızlar geldi.
Ben bu mücadelemi Tarih Toplum Dergisi’nde de yazdım. O başarıyı kazandık.
Peki siz ne olarak mezun oldunuz oradan?
Öğretmen olarak mezun oldum. Osmanlı döneminde vardı ve şimdide devam ediyor. Ramazan geldiğinde imam hatipleri dağıtıyorlar ve Kıbrıs’a, Yunanistan’a, yurtdışlarına yolluyorlar.
Yani diyeceğim, bu hocaların dağıtımı bize büyük bir mali destek olurdu. Çünkü babamın hali vakti yoktu. Cihan kadar zahire veriliyor, para veriliyor, kurban kesip onun derisini hocaya veriyorlar. Kurban derisi bir araba olurdu. Onlar bize büyük destekti.
Nuvvab’tan diplomayı aldığınız zaman bu diploma neyi ifade ediyor? Neler yapabiliyorsunuz?
İlkokullarda, daha çok ortaokulda öğretmen oluyorsun. Ondan sonra müftü katibi olabiliyorsun. Onun Nuvvab-ı Ali yani yüksek kısmını bitirirsen kısmını o zaman müftü olunuyor.
Siz Osmanlıca’yı Nuvvab’ta mı öğrendiniz?
Evet. Arapça ve Farsçaolarak,kelam, fıkhı, tefsir gibi konuları okurduk.
Onlara pek önem vermezdim. Yalnızca zayıf not almamak için biraz çalışıverirdim. Daha çok tarih, coğrafya, kimya, fizik, matematik, trigonometriye çalışırdım. Hatta din dersi, tefsir, kelam derslerine hiç önem vermezdim. Hatta biz eleştiri yapardık, mesela “Allah insanları azat edecekmiş, şöyle yapacakmış” anlatırdı, derdik ki “Hoca efendi bu Allah işkenceci mi?”
Hoca da “Sizin gene Kızılbaşlığınız tuttu” diye başlardı söylenmeye.
Tabi hocaya da cevap veremiyoruz.
Eleştiri gözüyle bakardık bazı şeylere ama ben daha çok edebiyat gibi derslerde güçlüydüm.
Siz Razgrat ve Şumna’da iken ailenizle nasıl görüşürdünüz?
Tarlalarımız olduğundan yaz günleri oralarda çalışıyordum. Her yaz köyde idim. Bizim 30 dönüm toprağımız vardı. Orada 30 dönüm tarla ile iyi geçinilecekken babam pek çiftçiliği bilmediğinden geçinemezdik. Babam ustalık yapardı. Orada ustalık yapmak için diploma gerekirdi. Kaçak olarak marangozluk yapıyor ise marangoz diploması alacak, dülger ise dülger diploması alacak. Sınavı geçemezse kaçak çalışacak ama onun da cezası var.
Anne va babanızla anılarınız?
Kardeşlerimle onlar evleninceye kadar birlikte oturduk. Ben en küçükleriydim. Anamın da babamın da sesleri çok da güzeldi. Hatta bazı akşamlar komşular da gelir, birlikte başlarlar, ilahiler söylerlerdi. Ama bir akşam bir rivayet anlattılar. Rivayete göre, öbür dünyada insanlar tekrar eski eşiyle olacakmış. Derken babamın çocukları “Biz anam, babam gene beraber olacağız” dedi. Anamın çocukları da “Biz de gene birlikte olacağız” dedi. Tabi ben ne yapacağım? Anasız babasız kaldım. Ben başladım ağlamaya “Anasız, babasız kaldım” diye “Susayım diye anam “Çocuğum ben seni alırım” diyor, “Yok ben o adamı istemem”. Babam “Ben seni alırım yanıma” , “Yok ben anamı da isterim”. Derken sabaha kadar için için ağlıyorum, “Anasız, babasız kalacağım ben”...
Annenizin adı neydi?
Emine. Derken böyle güzel nefesler, ilahiler söylerken o akşam bize zehir oldu. Susturamıyorlar beni, ağlıyorum; “Ben ne olacağım, ne yapacağım? Anasız, babasız kaldım” diye.
Okullarda okurken ne yaptınız?
Razgrat’da biz 4 arkadaştık. En büyükleri bendim. Yıkıp yakıyor, yaramazlık yapıyoruz. Karısı ölmüş falan bir dede vardı. O bize öğütler veriyor. Bir defa oldu, iki defa oldu, yüz defa oldu “Bakın kaç defa oldu, bunu bunu yapmayın dedim, dinletemedim. Gene yapmışınız”. İlk yıllar çok haşarıydık. Sonra ben Kemaller’e gittim. Razgrat’da Yeni Mahalle’de bir dede ile nine vardı. Şükrü, diye bir arkadaşım vardı, onunla birlikte kalırdık. O zamanlar daha usluyduk. Nine ile dede bana Ahmet değil “Mehmet” derlerdi. Benim arkadaşlar geldiğinde “Ahmet burada mı?” diye sorarlarmış “Ahmet diye biri yok, burada Mehmet var” diye cevap verirlermiş. Yani onların yanında çalışıyoruz, beni Mehmet bilirler, arkadaşlarımda gelir burada değil diye, geri dönerlerdi.
Orada Türkiye’den gelen kitapları bulup hazırlanıyorum. Tarih, coğrafya çalışıyorum.
O dönemlerde Türkiye’nin durumu iyi mi?
Çok iyi. Sonra bizim oradan buraya okumaya gelenlerde var. Yazın öğretmen okuluna geliyorlar.
Bulgarların okulu nasıldı?
Çok düzenli idi.
O zamanlar Türklerin okulu, Bulgaristan’da zayıf mıydı?
Özel olduğundan zayıftı. Ama Bulgarların okulu çok iyiydi. Köyde 150 hane Bulgar vardı ama ders araç gereçleri o kadar güzeldi ki.
Türklerin devlet okulları yok muydu?
Yoktu. Bizim okul, özel okuldu. Seçimle gelen encümenlerde biraz suiistimal ederlerdi.
Diğer köylerde var mıydı?
Her köyde vardı.
Başka yüksek okul var mıydı? Siz Nuvvab’a giderdiniz, Bulgarlar ne yapardı?
Razgrat’da liseler vardı. Hem kız, hem de erkek lisesi vardı. Gimnazya (lise) vardı. Kasabalarda, Rusçuk’ta, Şumnu’da onların yüksek öğretmen okulu, yüksek ticaret okulu gibi birçok okul vardı. Yüksek resim okulu, heykel okulu da vardı.
Bulgar arkadaşlarınız var mıydı?
Köylerde vardı.
Çocukluğunuz genel manada nasıl geçti? Mesala hangi oyunları oynadınız?
Oyun oynamak için şimdiki toplardan falan yoktu. Okulun bitmesine yakın, hocalarımız bizden birkaç leva toplayıp, bir top aldı. Bizim, o topu elimize alıp da oynamamız, çok büyük bir şeydi. Sonra, okulda futbol falan oynamaya başladılar. Okuldan çıkan diğer gençlerle futbol takımı kurar, futbol oynardık. Biz kendi topumuzu yapardık. İlkbaharda karasığırlar tüy döker, o tüyleri toplar, sabunla bir araya getirir, top yapardık. O da birkaç kez vurduğunda dağılırdı. Hele ki suyun içine düştüğünde hiç dokunulmazdı.
Başka ne oyunlar vardı?
Pamucak diye bir oyun vardı. Sopayı yere vurarak uzağa atmaya çalışırdık. Sonra çelik oynardık. Domuzcuk, uzun eşek gibi oyunlarımız vardı.
Yunus Abdal’daki Türklerin meslekleri ne idi? Hangi konularda yetenekliydiler?
Daha çok çiftçi, hayvan bakıcılığı, orman işletmelerinde çalışırlardı.
Orman var mıydı?
Çoktu. Köyün kenarında orman başlıyordu.
Su var mıydı?
Su yoktu. Çok derin kuyulardan çıkardı. Ama toprak çok verimli idi.
Dini bayramlarınız var mıydı?
Ramazan ve Kurban bayramları vardı. Hıdırellez çok şaşalı olurdu. Hıristiyanların da Hıdırellezden önce bir Kızıl Yumurta, Paskalya yortuları vardı. Ondan önce kızlar güzelce süslenerek evleri gezerdi. Derken Kızıl Yumurta Bayramı gelirdi. Orada Hıristiyanlar çeşit çeşit yumurta boyarlar, birbirlerine “Kozanak” derler güzel ekmekler yaparlardı. Dost olan Türkleri de çağırırlardı.
Biz kurban kestiğimizde, babam daha çok Müslüman olmayan insanlara kurban eti verirdi. Derdi ki “Gidin bakın onlar kesmiyor, onlara da verelim”. Ben giderdim Bulgarlara verirdim. Sonra bayrama yakın peksimet yaparlardı. Türklere bir tane verirsek, Hıristiyan komşularımız yapmadığı için onlara iki tane verirdik.
Paskalya günü gelince, bize Hıristiyanlardan cihan kadar yumurta da gelirdi. Biz adetlerimizde bunları yapardık.
Yalnız onların Domuz Bayramına katılmazdık. 24-25 Aralıkta domuz kesiyorlardı. Domuzu kesmek de çok zor. Daha önce, domuzun boğazının kesileceği yeri belirlerler, şişleri oralara geçirirler. Hayvan acı içinde boynunda o şişlerle bağırarak ölürdü. O da bir bağırırdı ki, mahallede sesinden durulmazdı. Parça parça kesip etini ateşe atarlar. Tabi onlar domuz pişirirken her taraf kokuyor. Mahalleli domuz kokusunu bastırsın diye ateşe balkabağı atar, Türk evlerinde kabak yakarlar. O zamanlarda birbirimize pek gidip gelmezdik. Hele bilhassa, onlarla kap alıp vermezdik. Diğer zamanlarda da domuz yağı bulaşır diye kap vermezlerdi. Hatta, kaba domuz yağı bulaşmıştır diye onlardan su bile içmezlerdi.
Türkler domuz eti yemiyor mu?
Bazıları yermiş. Hatta ben gezmeye gittiğimde bir arkadaşım var bana “Şunu sana kesip fırında pişirsem yer misin?” dedi. “Yemem, yiyemem” dedim. “Ama sizin arkadaşlar yerdi, Süleyman Efendi gelip bize yerdi” dedi. Ben o zaman şaşırdım. Ama ben hiç yemedim.
Peki sizin oraya babalar geliyor dedik, cem diye bir şey var mıydı?
Vardı.
Nasıl yapılırdı?
Bizim köylüler daha çok Kemaller’e giderdi. Bize 15 km. idi, orada Muhtar Baba cemleri idare ediyordu. Babam ile anam giderdi. Bizim bir akraba kadın vardı, İmam Saliler derlerdi. Misafir olarak ona gittiklerinde, mutlaka ayini ceme karışırlardı.
Sizin köyde oldu mu?
Ben küçükken bir defa olduğunu biliyorum. Toplanmışlardı, Dişbudak’tan zakir Rıza Efendi gelmişti.
Yunus Abdal ilçe olarak nereye bağlıydı?
Kemaller ilçesine bağlıydı. Şimdi Razgrat’a bağlı. Kemalleri belediye yapmışlar. Bizim burada biliyorsun köye, kazaya bölüyorlar. Orada kazaları köye indiriyorlar, vilayetleri parçalıyorlar. Şimdi köyümüz Razgrat’a bağlı.
Anneniz ne zaman vefat etti?
1956’da ben buradayken (Türkiye’de) vefat etti. Cenazeleri de burada. Isparta Keçiborlu’nun kazası olan Hamidiye Köyü’nde. Eski adı Hamallar Köyü idi. Babam şimdi Senir denen kasabada. O zaman, orada bize yer vermemişlerdi geçici olarak barınırdık. Orada öldü babam.İkisi de ayrı yerlerde.
Anneniz ilahi okuyordu diyorsunuz, nasıl bir kadındı?
Babam 8 yıl ilkokula gitmiş, elif’i bilmezdi. Sorardım ben “Ne okudunuz?” diye “Elif üstün e, vav üstün va, mim esere mim ma” diye başlardı. Bir tek bunları öğretmişler, başka bir şey bilmezdi. Anam da öyleydi. Elif’i tanımazlardı. Hangi hoca ne okuttu bilmezlerdi.
Bizde bir sene içinde çocuklar neler okuyor. Onlar kaç sene gitmiş okuyamamış. Okuyanlar söylerlerdi. Ormancı Mehmet, Şerif Mustafa, Kel Ayşe akranlarından okumuşlar varmış, başka kimse bilmezmiş.
Onlarda çok zeki adamlardı. Mesela bir Şerif Mustafa vardı. Kahvehaneye geldiğinde onunla konuşurdum. Siyasi bir konuşma olunca “Bizim öğretmen böyle dedi” diye laf kaçırmaları çok tehlikeli idi. Çok anlayışlı bir adamdı.
Anneniz ne iş yapardı?
Tarla işi yapardı, çapaya giderdi. Tütün yetiştirirdik. Hele ki en güzel tütünü biz yetiştirirdik. Kaçakçılık da yapardık. Tütün yetiştiricileri, en iyilerini devlete bildirmez, el altından satardı. Kilosu 5 leva idi. Kaçak gazın kilosu 100 levaya satılırdı. O da şöyle oldu; ben okumaya başlayınca babam çok sevindi. Tütünü güzelce kuruttuktan sonra dedim ki “20 dizi çıktı”. Büyük bir deftere yazıyordum “Ayın birinde 20 dizi çıktı” diye yazdım. O yazın çabucak kuruyor. Kuruyunca, babam bu defa 11 dizisini saklıyor. Sonra da sakladığı tütünleri yavaş yavaş satıyor, para kazanıyor. Ben okurken, bana ancak o şekilde yardım edebildi. Başka türlü çiftçiliği pek beceremezdi. Bir mahsul çıkaramaz, tohumluğu kalmazdı. Çoğu zaman yiyeceğimizi de dışarıdan almak zorunda kalırdık.
Peki rüştiyede okurken, Razgrat’ta, Şumnu’da okurken Alevi ve Bulgarlarla ilişkileriniz nasıldı?
Şumnu, Osmanlı Döneminde, askeri garnizon imiş. Şumnu tutucu bir yer. Fakat halk, bizim Nuvvab öğrencilerini, sarıklıları sevmezlerdi. Şumnu kasabasından, halktan hiç kimse Nuvvab’a gelmemiştir. Çocuklarını ya Türkiye’ye yollarlar ya da Bulgar okullarına. Böyle bir yerdi Şumnu. Tutucu olmalarına rağmen bizim Nuvvab’ı benimsemediler. Bizden önce Darülmuallimin açılmış, onu benimsemişler ama bizim Nuvvab’ı benimsememişler. Yalnız son zamanlarda, oranın çok zenginleri; Fakılar, Dizdaroviçler gibi eski Osmanlı döneminin zengin adamları, Nuvvab’lılara kız vermeye başladılar. Hatta biz fakir takım “Bizi de beğenseler de bir kız verseler” diye bakardık ama kimse bizi önemsemezdi.
Gelişmiş bir şehir miydi Şumnu?
Türk mahalleleri, Osmanlı döneminin özelliklerini muhafaza ederlerdi. Çok cami vardı. Şöyle bir bakardın 40-45 tane cami görünürdü. Sabah olduğun da o camilerin her birinden ezanlar yükselirdi.
Osmanlıca mı konuşuluyordu?
Osmanlıca konuşuluyor. Orada çok değerli yazarlar, gazeteciler de vardı.
Rusçuk nasıldı?
Rusçuk, daha çok Avrupa şehri gibiydi. Orada Türkler az ama daha modern. Bulgar çoktu ve Tuna kıyılarında İskele vardı. Gemiler gelip gidiyor, iskele sürekli işliyordu. Ağır sanayi ve fabrika çoktu. Dokuma, demir, çelik fabrikaları ... Rusçuk bu şekildeydi.
Osmanlı şehirlerine benzeyen bir de Silistre vardı.
1940’larda Almanlar gelince Bulgarlara Dobruca’yı verdiler. Orada Alevi-Bektaşi çokmuş. Mesela biz, Denizler’li Hekim Ali Baba’yı, Haydar Baba’yı o zamanlar tanıdık. Rahmi Dede, Mahmut Dede gibi dedeleri, eski sınır kalkınca tanıdık. Ben orada Kızılburun’da rüştiye öğretmenliği yaptım.
Öğrenciliğiniz konusuna epey değindik. 1943’ten sonra göreviniz nasıl başladı? Türkiye’ye gelene kadar neler yaptınız?
Ben Nuvvabı Ali’ye, yüksek okumaya gideceğim. Yazıldım. Kayınvalide geliverdi. Kasım ayında öğrenci iken evlendim.
Hatta o zaman Japonya, Havai Adaları’nı vurdu. Aynı gün benim düğünüm oldu. Savaş sürüyordu. Japonların Amerikan donanmasını batırdığı gün, kışın düğünüm oldu. Müdürden düğün için izin alacağım “Sana ne kadar izin vereyim?” dedi, “Bir hafta” dedim. “Sana iki hafta izin” dedi. Gittim. Evlendim.
Kayınpederler, akrabalar, bize davetler verdi. Ben neredeyse okula gitmekten vazgeçeceğim. 2 hafta çabucak geçti. Okul günü geldi “Gitmeyeceğim” dedim. Bizim ki gitmiş annesine, babasına “Okula gitmeyecek galiba” demiş. Bir akşam ailesi geliyor “Sen okula gitmeyecek misin?” diye soruyorlar “Pek istemiyorum” deyince “Olmaz, biz yardım edeceğiz, sen okulu bitir” dediler. Kayınpeder “Yarın seni ben götüreceğim” dedi. Okulu öyle bitirdim. Yükseğe gideceğim.
Bu arada Çocuğumuz da oldu. Gene geldiler bu sefer. “Sen ne yapacaksın?” dediler, “Oku dediniz ya, okuyacağım”, “Olmaz, sen şimdi öğretmen ol, çocuğa bakmak lazım, anan-baban yaşlı”.
Neyse bu sefer de bizim ki anne babasına “Okula gitmek için evden kaçacak. Nasıl olacak?” der. Kayınvalide bana dedi ki; “Encümen reisi bizim akraba, ben söyledim seni hemen alacaklar” dedi. Öğretmenim Süleyman Bey “Beraber çalışalım, gitme artık” diyor. Gittim. Derken ben öğretmenliğe başladım.
Kaç yılında?
1943-44 yıllarında ama azıcık bir maaş, geçinmeye çalışıyoruz işte.
Kaç lira maaş alıyordunuz?
1000 leva.
Öğretmenliğe hangi köyde başladınız?
Yunus Abdal’da, kendi köyümde başladım. Akrabalar kalabalık, bizim saz takımı, şairler falan derken her akşam toplanılıyor. Ben o toplantılar da şiirler yazıyorum. Kayınpeder de Yunus Abdal’lı.Yunus Abdal’lı. Müsamereler yazıyorum, oynanıyor, cemiyetler falan derken 1943-44 yılı bu şekilde geçiyor. Savaş da devam ediyor. Bulgarlar, Almanlar tarafından sıkıştırılıyor. Bulgarların da karşı partizan savaşları başladı. Dağlar, Almanlara karşı partizanlarla doldu. Derken, hepimiz korkuyoruz ki ağzımızdan yanlış bir söz kaçıracağız.
9 Eylül 1944 yılında, Ruslar Bulgaristan’a girdi. Bu defa Azeri subaylar geldi. Onlar Berlin’e doğru gidip, Almanları kollamaya başladılar. 1945 yılına kadar gene öğretmenlik yaptım. 1945 yılında beni askere aldılar.
1 yıl askerlik yaptım. Önce Karadeniz boyunda Balçık Kazası’nda yaptım.
Sonra da askerliğimi, Şumnu’nun Kabahöyük denen kazasında, Türkler tarafından kurulmuş bir askeri çitlikte bitirdim.
Ailenizle görüşüyor muydunuz?
İzin alıp giderdik. Demiryolu vardı, yakındı da.
Askerliğiniz rahat geçti?
Rahattı. Sosyalist idarede bize bayağı yetki verdiler. Askerliğin son zamanlarında bir gurup, askeri birliklere gidiyoruz, gösteri yapıyoruz. Güzel geçiyordu.
Askerden 1946’da mı döndünüz?
46’da döndüm. Beni hemen öğretmen olarak rüştiyeye aldılar.
Fakat dedim ki “Ben rüştiyeye öğretmen olacağım ama bizim hanımda ilkokula öğretmen olacak”. Olurdu olmazdı...
Derken gerici, tutucu encümenler başladılar bunu tartışmaya. Dediler ki “Sen kapitalist misin? Hem sen hem karın niye öğretmen olsun? Başkaları da öğretmenlik yapsın”.
Dedim ki “Bakın, bizim hanımda rüştiyede ve Nuvvab’ta okudu”
Hakkı var mı öğretmenliğe?
Öğretmenliğe hakkı var. Olurdu, olmazdı. Derken, ben de gazeteye bir ilan verdim. Dedim ki böyle böyle... Bir gün öğleden sonra rüştiyedeyim. Biri geldi dedi ki “Size misafirler geldi, seni çağırıyorlar”. Gittim. Odamız vardı, orada kahve içiyorlar. Kızılburun’dan, Bektaşi Dedesi Mustafa Efendi ve başka encümenler gelmiş. Dediler ki “Biz Kızılburun’da 7 köy birleştik, bir rüştiye açtık. Ama öğretmen bulamıyoruz. Seni düşündük, ne dersin?” “Ne vereceksiniz?” dedim “Sana devletin verdiği maaş kadar parayı, halktan toparlayıp vereceğiz, yemek içmek, odun, su hepsi köyden, (oranın da kuyuları çok derin, bizim 35 metre idi, orada 80 metre) Biz suyu çıkarıp sana getireceğiz. Karı-koca ikiniz de gelin öğretmenlik yapın”. Ben dedim ki “Benim baldızım, bacanağım da var, onlar ne olacak?”. “Yakın köyde onlara da yer var, sen yeter ki gel”.
Tam böyle konuşurken bu defa Tuna Boyundan, İslepol denen Tatar köyünden bir araba daha geldi.
Tuna boyları zengin. Dediler ki “Biz, sana onların verdiğinin bir katını daha vereceğiz”.
Dedim ki “Ben onlarla konuştum, anlaştım”. “Yapma, biz Tatarız, hiç etsiz, sütsüz olmayız, senin her bir şeyini karşılayacağız, yeter ki sen gel”.
Derken “Ben onlara söz verdim” dedim.
Bana yalvarıyorlar “Bizim köye gel”. Ötekilerde korktu, onlar da bizimle dışarıya çıktı. Konuştuk. Öğleden sonra idi. Benim okuldan da öğrenciler gelmiş bir ağlaşıyorlar. “Gitmeyin öğretmenim, bizi bırakmayın”.
Dedim ki “Bana bir hafta”. “Yok, sen şimdi bizim arabaya bin gel, öğretmen geldiğini çevreden görsünler. Çünkü çevreden gelen öğrenciler dağılmaya başladı, şimdi gideceğiz” dediler. Yola çıktık.
Kemaller’e gelince, onlarda para da var, dediler ki “Yeni okula ne lazım?” “Mühürler, defterler, envanterler, kasa defteri...” Ne lazımsa aldık.
Yola çıktık. Köy uzak. Düz bir ovadan gidiyoruz, köylerden geçiyoruz. Dediler ki “Kızılburun’a geliyoruz.” Ellerinde fener olan bir sürü insan, dışarı çıkmış, bizi bekliyorlar. Hemen “Ne yaptınız? Buldunuz mu?” diye sordular. Arabadakiler heyecanla “Bulduk, bulduk” dediler. Herkes bana bakıyor. Orada sözü geçen Bektaşilerden, bir dükkancı Ahmet’in evine gittik. Bana dediler ki “Sen şimdi yat, sabah okula git”. Köylere haber gitmiş, öğrenciler de köye öğretmen geldiğini işitmiş. Sabah oldu öğrenciler geldi. Ben 3 yıllık yeni öğretmenim. Benim boyumda, yaşı büyük olan öğrenciler var. Sıkılıyorum da. Ama başladım. Bir hafta sonra, bir araba tutup köyden benim eşyaları aldılar. Kızılburun’da, hanım ilkokula, ben ortaokula başladım. Musa Efendi de ilkokulda başladı. 1945-46 yıllarında Kızılburun’daydık.
Ne kadar alıyordunuz?
6000 leva alıyorduk. Biz 5500 ile başladık. Yemek de geliyor, para da biriktiriyoruz, çok iyi durumdayız. Halk da çok uyanıktı. Hepsi de kültürlü, Bektaşi kültürü vardı.
Kızılburun Bektaşi miydi?
Bektaşi idi. Cuma akşamları toplanırdık. Ahmet Hoca’nın evi, Boyacı Hasan derlerdi onun evi, Mahmut Dede’nin evi, Mustafa Hoca gibi 4 ocak vardı orada. Ben bazen birine, bazen diğerine giderdim.
Ama, en iyi Mahmut Hoca’nın olurdu. Çünkü, onun zakirleri, ilahileri güzel olurdu. Kadınlar ve erkekler terbiyeli güzel seslerle koro halinde 2 sesli okur, onları da Mustafa Efendi idare ederdi.
Saz mı çalarlardı?
Saz çalmıyorlardı. Toplantılar sadece nefes ile, ses ile olurdu. Dede irşat ederdi. Bize söz verilirdi. Musa Efendi ile biz, ikimiz bir yerde olursak, o kadar kalabalık olurdu ki şaşırırdım. Ben gençtim de, onlara nasıl uyum sağlamışım?, Kendime şaşıyorum.
Evlerde resimler var mıydı? Neler vardı?
Daha çok deve ve üzerinde Ali’nin tabutu vardı. “La feta illa Ali” (İlla ki Ali) diye yazıları vardı.
Atatürk’ü bilirler miydi?
Bilirlerdi. Zaten Romanya’da Hamdullah Suphi onları çok iyi birer Atatürkçü yapmış. Okullarda ki kitaplar Türkiye’den gelmiş. Romanya’da ki Türklerin kitapları bize de gelirdi ama yasaktı. Bulgarlar gördüğü zaman hemen yakarlardı. Dobruca’daki Türk okullarında öğrenciler, en çok 10’uncu yıl marşını söylüyordu.
Kızılburun’da kaç yıl kaldınız?
2 yıl, eşimle beraber kaldım.
Köy nasıldı? Büyük müydü?
Köy pek büyük değildi. Pek zengin de değildi. Aynı bizim köyün toprağı gibi verimsizdi. Halkı çok kültürlü idi. Yanında Çiller’in köyü derlerdi, çok yakın büyük bir köy vardı. Varlıklıydı. Fakat halkı çok kültürsüzdü. Bizim bacanakla baldızı oraya gönderdik. Hayatımın en iyi dönemini orada yaşadım. Çünkü, orada bize değer verilirdi. Onlar bana Romanca “Domni Vasator” yani “Bay Öğretmen” hanıma da “Domna Vasator” “Bayan öğretmen” şeklinde hitap ederlerdi.
Romanya’nın etkisi nereden geliyor?
Dobruca, çok eskiden Romanya toprakları imiş, sonradan Bulgarlar almışlar.
Kızılburun nereye bağlı?
Akkadınlar’a bağlı. Benim öğrencilerimin geldiği köyler; Kızılburun, Çiller, Deremahalle, Kamerler, Karaisa Köy, Doğrular, Rahman Işıklar, Baltacı Yeniköy ve Kemallerden bir öğrencim vardı. (Bu köyden Bakırköy Cem Vakfında birisi var, müdür. Onunla hala görüşüyoruz.(Emin Bey))
Bu öğrenciler Alevi miydi?
Çoğu Aleviydi. Bir şarkı öğretirdik okulda. O şarkıda “Ey Türk yavrusu! Çalış, didin tembellikle yaşama, alnın terlesin” diye sözler vardı. Müfettiş geldiğinde çocuklara “O şarkıyı söylemeyin” derdik. Bulgarlar, Türk milliyetçiliğini çağrıştıran sözleri yasaklıyor. Orada, Muharrem toplantıları çok yapılırdı. Doğrular Köyü sahibi idi. Oradan çok öğrenci gelirdi.
Nasıl yaparlardı?
Daha çok, Bakkal Ahmet’in evinde toplanırlardı. Rahman Işıklar’dan, Karaisa, Baltacı Yeniköy, Doğrular’dan gelir toplanırlardı.
Mustafa Efendi çok esaslı konuşurdu. Kerbela’dan bahseder, neler olduğunu anlatırdı. Sonra biri çıkar Fuzuli’nin ‘Su Kasidesi’ni okurdu, hepsi ağlardı.
Derken zakirler başlarlardı. Hele ki bir kadın vardı, ne ses vardı! Çok güzel sesi vardı. Mustafa Efendi, arada şiir okurdu. Beni, ilk öğretmen olarak alıp götürdükleri günlerde Muharrem yakınmış, bana “Biz ayinlerimizi yapalım, ondan sonra eşyanı getirelim” dediler.
Orada ki köyler ile sizin köyün dini özellikleri benzer miydi?
Toplum olarak bu halk Türk de olsa, Bulgar da olsa birbirine benzer. Çok samimi olurduk. Sanki aramızdaki sınır yokmuş gibi. Zaten o köyden, akrabalar, tanıdıklar vardı. Aramızda bir fark yoktu; Aynı fikir, aynı siyasi, içtimai düşünce orada da vardı...
Orada türbe falan var mıydı?
Demir Baba ilk önce Akyazılı’dan izacet aldıktan, el aldıktan sonra ismi Bulgarca olan bir köy vardı, oraya geliyor. Orada kabul etmiyorlar. Oradan Kızılburun’a geliyor. Kızılburun’da eski insanların yaşadığı mağaralar, ayazmalar falan var. Demir Baba diyor ki “Sizin hiç biriniz onmasın (varlıklı olmasın), öküzleriniz sarı olsun, kızlarınız evde kalsın, ambarınız dolmasın...”.
Hakikaten de orada öküzler sarı idi. Fakat, kızlarının evde kaldığını görmedim. Dediğim gibi pek varlıklı değillerdi. Ambarları, samanları pek dolu değildi. Ama çok kültürlü insanlardı. Orada da kabul edilmeyince nihayet bizim köye yakın bir yere geliyor. Tekkesini orada kuruyor. Ama daha önce orada Traklar’ın (İsa’dan önce yaşayan kavim) tapınakları var. Ondan sonra Slavlar, derken kuzeyden Bulgarlar geliyor. Sonra bizim Sarı Saltuk geliyor. Şeyh Bedrettin geliyor. Oralar, yani Deliorman, Alevi-Bektaşi merkezi oluyor. Şeyh Bedrettin’in gelmesi, on binlerce insanın oraya toplanmasına neden oluyor. Çevrede Hıristiyanlarda var. Ben gençken yakın köylerden bir papazla tanıştımdı. O “Bizim Şeyh Bedrettin geldi” derdi. “Bizim” derler onu sahiplenirlerdi. “O başka biri, bizim aramız açılmayacak, daha çok birleşecek. Müslüman, Hıristiyan, Musevi ayrımı yoktur” derdi.
Sizin Kızılburun’da ki cemlerde bunların ismi anılır mıydı? Kimlerin adı geçerdi?
Hatayi çok geçerdi, Mısriyyün Niyazi (Mısırlı Niyazi), Genç Abdal, Kazak Abdal, Harabi vs., onların nefesleri geçerdi.
Peki cemlerde kurban keser miydiniz?
Kesilirdi. Daha çok Demir Baba da kurban keserlerdi. Oraya giderlerdi.
Sonra köyümüzde Yunus Babamız vardı. Biz okulda şöyle bir şey yaptık; Dedik ki “Adaklar çok.” Tabi Yunus Abdal büyük köydü. Gelir “Bizim bir adak var. Öğrencileri topla Yunus Baba’ya gidelim.” Derlerdi. Öğrencileri sıraya koyardık. Mesela; çocukları doyurmak için iki adam bir araya geliyordu. Liste yapar derdik ki “Sen falanca gün yapacaksın”. Yunus Babaya giderdik. Orada güzelce kurban kesilir, pişirilirdi. Öğrenciler şarkılar söylerdi, türbe yakındı. Oraya götürürdük. Orada kızılcık ağaçları vardı. Oraya öğrencilere sofralar serilir, dualar edilir, Yunus Abdal ziyaret edilirdi. Şimdi daha da güzel bir hale gelmiş.
Başka nerelerde öğretmenlik yaptınız?
Kızılburun’a gittim ama bizim köyde rüştiye var. Dediler ki “İstanbul’da Süleymaniye’de Sahn Medresesinin bitirmiş bir hoca var”. Bayağı yüksek bir okul. Onu rüştiye öğretmeni olarak koymuşlar ama o da eski hoca. Mesela Bulgarca bilmiyor, tarih, coğrafya görmemiş. Orada, güzel kızlardan birini de oğluna istemiş. Köylüler ondan hoşnut değil. Köylüler “Hezarfen’in oğlu, başka bir yere gitmesin” deyip Türkiye’ye gelinceye kadar beni salmadılar.
1951 yılına kadar köyümdeki rüştiyede öğretmenlik yaptım.
Bizim bir düzenimiz vardı. Bir an gelir kapıyı vururlardı “Buyurun gelin bakın, çocuk çalışıyor mu? oynuyor mu?” diye. Okul saati dışında, çocuklar çalışıyor mu diye evleri de gezer, kontrol ederdik . Bayağı sıkı bir eğitim yapardık.
Benim rüştiyeden sarıklı bir arkadaşım vardı. Bir düğün vardı. Birlikte düğüne gittik. “Çocuklar geldi mi gelmedi mi” diye bakıyoruz. Bir samanlıktan alev kalktı. Biz hemen müdahale ettik, bastırdık. Derken başkaları da geldi. O yangını bastırmasaydık bütün mahalle yanacaktı. Belediye de bunu duyunca, hediye olarak, vesika ile üzerimize birer giyim eşyası verdi. O zamanlarda da fazla giyim eşyası yok. Uzun birer palto verdiler. Herkes gıpta ile bize bakardı. Hatta Türkiye’ye geldiğimde Isparta’da İslam Köyde, Yalvaç’ta Hisar ardında, Sütçüler’de, Hamidiye’de ve Hamallarda okula gidip gelirken o paltoyu kullandım.
1951’e kadar diğer köylere gidip-geldiniz mi?
Çok gittik. Mithat Paşa’nın köyü olan Zavit Köyü ve Adaköy çok ileri bir köymüş. Biz birbirimize gidiyoruz, müsamereler yapıyoruz, onlar geliyor. Kaynaşmıştık. Hatta buraya geldikten sonra bile o köyden gelenlerle dostluklarımız devam etti.
Merak için gezdiğiniz oldu mu?
Çukurköy’e gittim. En büyük Türk köyü idi. Bir Bulgar köyü vardı Hösence (adı Hüseyince demek) derlerdi. Hösence’de ana okulundan ortaokula kadar 70 öğrenci vardı. Çukurköy’de bizim dervişlerin akrabaları vardı, giderdik. Orada cerrahlar vardı, bizi saygın bir şekilde karşılarlardı. Çukurköy’de Hösence kadar büyüktü fakat anaokulundan ortaokula kadar 700 öğrencisi vardı. Bulgarlar Türklerin çoğalmasına örnek olarak burayı göstererek, Türklerin çoğalmasından korkarlardı. Çukurköy’de toplantılar yapardık. Onlar karafatma gibi giyinirlerdi, ferece denen kara çarşaflar giyerlerdi. Varlıklı olmalarına rağmen kadınlar çok geri kalmıştı. Ama Locva diye diğer bir büyük köy vardı. Orada kadınlar, erkekler kadar medeni idi. Orada da akrabalarımız vardı. Oraya giderdik. Mayıs ayı gelince öğrencileri parasız trenle Varna’ya, Balçık, Rusçuk’a, Ziştovu’ya, Silistre’ye nereye götürebilirsek planlardık, oraları gezdirirdik.
Polisler, öğretmenlerin emrinde çalışıyorlar, okullarda yer ayırıyorlardı. Eğer o gün hava yağmurluysa sobaları yaktırıp hazırlık yaparlardı. Polislerde bize yardımcı olurdu.
Buraya (Türkiye’ye) gelince ben gene bu gezileri düzenlemeye çalıştım ama öğretmenler “Ya bir sakatlık olursa” derlerdi.
Buna rağmen duramazdım, çocukları yakın çevrelere götürürdüm. Isparta’yı, Uluborlu gibi yerleri gezdirirdim. Fakat Yörük çocuklarıydı. Bizim hanımla aynı köyde öğretmendik. Birlikte Hamallar, Hamidiyeler, Kuşçular, Çukurören öğrencilerini götürürdük. Çocukların pek elbiseleri de yoktu. Annelerinin, babalarının elbiselerini giymişledir. Burdur’da geziyoruz, kasabalılar bizi yadırgıyor.
Yanımda da Ali Köyü’nden Alevi Hüseyin Bey var. Ona dedim ki “Türk olmaktansa Abdal olmak daha iyi”.
Gölbaşı Abdalları var orada çalgıcılar, orada Neşet Ertaş gibi çalgıcılar var. Burdur’lular soruyorlar “Nerelisiniz siz? Nereden bu çocuklar” “Gölbaşı Köyünden” “Ya Abdallar geliyor çocuklarını getiriyor, bu bizim diğer köylerden kimse çocuklarını getirmiyor”. Yani Abdal olmak başka şey anlayacağınız. Böyle Burdur Hastanesine varırdık. Orada da Operatör Osman var. Fakir Baykurt’un romanında da geçer. Bizi görünce bir sevindi, “Bu öğrenciler benim misafirim, hastanede kalacaklar. Bir ameliyat var, hem onu da görürsünüz. Yemekte var.” Çocukların röntgenlerini çekmeye başladı. Fakat kamyonda dışarıda bekliyor. Bir çok köyde çocukların anneleri, babaları beklerler “Nerede kaldılar? “Ne oldu?” diye. O zamanlar telefonda yok. Neyse ayrıldık geldik ama operatör Osman’ı çok sevdik. Burada da o gezdirme geleneğini sürdürdük.
1920’den 1951’e kadar 31 yılınızı 4 kasete almaya çalıştık.
O dönemlerde canlı olarak Bulgarları, Türkleri, Alevileri, Sünnileri birbirlerinden ayırt edecek kadar insanların tarihi, kültürel özelliklerini, gelenek göreneklerini gözlemlediniz, araştırdınız. Gözlemlerinizden bu anlaşılıyor. Acaba bu ilgi, sevgi size ailenizden mi, Alevilikten mi, okuldan mı geldi? Niye bu kadar tarihe yöneldiniz? Niye insanların gelenekleri bu kadar hoşunuza gitti. Mesela düğünlere, cenazelere katılır mıydınız?
Düğünlere pek gitmezdim ben.
Cenazeler nasıl olurdu?
Burada olduğu gibiydi. Şimdi tarih dediniz ya; 1929 yıllarında benim amcam Darülmuallimini bitirmiş. Şumnu’da babası, yani babamın kardeşi dindar Molla Mustafa ile amcam beraber camiye bile gidermiş.
Amcam, Darülmuallimini bitirince Kemalist olmuş. Birgün, bu amcam ile babası, Molla Mustafa, didişmeye başlıyor. O zaman ki Yeşilköy San Stefan Antlaşması’a göre; öğretmenler, vaazlar Türkiye’den gelecek. Böylece bizim köye her yıl bir Kürt Hoca gelirmiş. Cihan kadar da zahire alıp gidiyor. Gene bu Kürt Hoca oradayken babası Molla Mustafa; Kürt Hocayı, babamı, amcamı, komşuları toplamış, bu amcamı yola getirsin, diye. Bizim amca kravat takar, kolluk takarmış. Molla Mustafa Kürt Hocaya “Söyle bakalım hoca peygamberin boynunda böyle halka var mıydı?” Ondan sonra Kürt Hoca da görmüş ki bu Kemalist, Türkiye’de de devrimler oluyor, korkusundan öğretmen amcama bir şey söyleyemezmiş.
En sonunda bizim Molla Mustafa dayanamamış, gidip evden böyle kocaman Haleb-i Kebir kitabı getirmiş “Bana inanmazsan bak buna inan” demiş.
O da alıyor kitabı kapının arkasına fırlatıp “Bunu da senin gibi kanara mollası yazmış onu, niye inanacağım ona? Onlara inanılır mı?” diyor. Orada Molla Mustafa neredeyse baygınlık geçirecek.
Neyse Mehmet Amcam babası Molla Mustafa tarafından evden kovuluyor.
Amcamla babamla çok samimi imiş. Çağırırmış babamı, “Bak amca, komünizm şöyle olacak, sosyalizm böyle olacak falan” anlatırmış.
Türkiye’den gelen gazeteleri, kitapları vardı. Biz gider onları okumaya çalışırdık.
Her halde ondan dolayı ben tarihe merak sardım. O kitaplarla yetiştik.
Onun adı Mehmet’ti. Babam da “Bizim Mehmet şöyle anlatırdı, böyle anlatırdı” derdi. Hatta o bizim okulda öğretmenken, Bulgar okulunun bir merasiminde, Razgrat’lı güzel bir kız olan öğretmen Mara ile anlaşmışlar. Birbirlerine de aşık olmuşlar. Sabah çıkıyorlar, okula gidiyorlar, okul çıkışı gene birlikte geliyorlar. Kendisi Çolakoğulları’ndandı. Halk bu defa rahatsız oluyor “Çolakoğulları’ndan böyle adam mı çıkacaktı? Gavur kızını mı alacak?” diye söylenmeye başlıyor. Sonra onun öğrencileri vardı. İlerici olarak yetiştirmiş onları “Mehmet Hoca bize böyle anlatırdı” derlerdi.
Daha sonra Mehmet Amca sınırdan Türkiye’ye geçmek için Kırcalı’da öğretmenlik yapmaya başlıyor. Mehmet Amca Türkiye’ye gidiyor. Dazgırı’da öğretmen oluyor.Yedek subay olarak Maçka’ya çağırıyorlar. Arkadaşlarının arasında Menemen Olayı’nda katledilen Kubilay da varmış. Bir kış gecesi Beyoğlun’da bir yangında görevli imiş.Orada yağmurdan ıslanıp zatürreeye yakalanmış ve düzelemeyerek vefat etmiş.
Amcam gidince yerine Razgrat’tan ilerici, devrimci bir öğretmen geliyor. Adına Süleymancık derlerdi.
Söyleşi: 12. 02. 1999, Küçüksu, Anadolu Hisarı.
Bu söyleşi bazı küçük değişikliklerle şurada yayınlandı: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Yaz, 2005/34, Sayfa: 355/382
Not: Kendisini bir yayıncı olarak değil de, “yayın yönetmeni” olarak takdim eden ve en acısı da öyle zanneden, birçok kişiyi üzüp, hâkim olamadığı duygu ve düşünce girdaplarıyla birçok hata da yapan, yazarların kitaplarına müdahale eden, Horasan (Niyaz) Yayınlarının sahibi olan kişi, elinizdeki kitabın basım parası hazır olduğu halde bir sene kitabın basımını oyalamış, sonuçta kendisine verilen redaksiyoncudan çıkmış en son metni 7 yıldır bize vermemiş, (birçok insana yaptığı gibi), bazen kitaplarda anlam kayıplarına neden olacak müdahalelerde bulunmuştur.
Basılı kitapta maalesef bu söyleşinin ilk yayınlandığı yer yok edilmiştir. Onun mantığına göre bir söyleşi bir dergi ve ya bir başka kitap çalışmasında ilk kez veya birçok kez yayınlanmış olsa da, ilk kez bizde görünsün diye, onu silmeliyiz, onun yayınlandığı yeri ve tarihi belirtmemeliyiz!
İşte bu tip insanlar Türkiye’de yayınevi sahibi, yayın yönetmeni olup hatta piyasayı dolandırdıktan sonra, onca yetişmiş insan dururken, Aslan Sosyal Demokrat Belediyelerde iş bulabiliyor, çalışıp para alıyorlar. Bu sadece “diğerleri” için geçerli değil yani.
Ne diyeyim, Allah akıl, fikir, izan versin…
Kitap