KÜLLER ARASIN HAÇİN
Hiç sormazsın nazlı yâri
Gurbet ile düşmüş gönlü aman aman
Silen yok gözümden yaşı
Haçin dağı aman ha Haçin dağı
Niçin susmuş yârin sazı
Yuvasından ayrı düşmüş aman aman
Arar gördüm nazlı yari… (Sayfa: 177)
Bir yazar, bir edebiyatçı; dünyayı, olayları, yaşamı şiirsel bir dille, ana örgüsünde her en olursa olsun, üslubuyla, seçtiği sözcüklerle, kendi metnine verdiği ruhla var eden o söz ustası, kendi eseri üzerinde ayrıca çok çalışır mı, yazdığı kitapla ilgili çok kitap okur mu, gece gündüz bir de kafayı tarihe, coğrafyaya, tıbba, fiziğe, astronomiye verir mi?
Bir yazar yazısıyla, yazdıklarıyla bilinir, ölçülür, anılır. Binlerce, belki on binlerce sayfa yazı yazsa, hangi konuda olursa olsun ortaya bir şeyler koysa da, insanları, insanlığı, edebiyat dünyasını ne kadar etkileyebilir?
Bunun kıstası; bir yazar olması, insanlığın ortak hafızasında onu etkileyebilecek gerçekçiliğin ötesinde diliyle bu gerçekliği ölümsüz kılacak dizelere sahip olması yetmez mi?
Koskoca bir dağ ve bu dağın içende, belki de yeryüzündeki tüm dağların içinde mutlaka bulunacak bir avuç altın için o dağın tüm kayalarını, taşlarını, topraklarını elememiz mi gerekir? Dağ dağdır, bir dağ bir dünyadır, ama dağdan insanlığa, insanlığın ortak yaralarına merhem olacak bir tutam ot bulmak için onca çaba harcamak?
Gerçi sonsuz faydası var keçiboynuzunun ama bir petek parçası baldaki tadı alabilmek için bir çuvalını yemek?
Neyse yine baştaki soruya dönelim; bir yazar eserini yazarken ne kadar çalışır, ya da çok çalışmalı mıdır?
Bu soru böyle kalsın.
Ama nice edebiyatçı kendi eserini yazarken sadece hafızasına güvenmiyor, edebiyat gücüyle yetinmiyor, elbette ele aldığı konuda, meselede gerçek, doğru, genel geçer, bilimsel bilgilere ulaşmak için yoğun emek veriyor. Okuyor, araştırıyor, kendisini besliyor, besliyor ki, eserinin ayakları daha sağlam yere bassın, daha geniş bir perspektifle olaya derinlikli bakıp farklı çevreleri de kucaklayabilsin.
Çok sevgili Sırrı Özbek’in Belge Yayınları’ndan çıkan Namekan, Baba İshak’ın Uzun Yolculuğu kitabını bitirdikten hemen sonra başladığım yine Belge Yayınları arasında çıkmış olan, Halil İbrahim Özcan’ın Küller Arasında Haçin kitabı da öbürü gibi beni çok etkiledi.
Sayın Sırrı Özbek şiirsel anlatımıyla beni çok saran Namekan’ı yazarken konusuyla ilgili ciddi bir çalışma süreci de yaşadığını, kitabın konusuyla ilgili döneme ait birçok kitap okuduğunu bana söylemişti. Ama edebiyat gücü, o tarihsel olayı, bir tarih kitabı değil de, bir önemli edebiyat eseri olarak yazmasını sağlamış, bence benzersiz tasvirleri, insan karakterleri, ölümsüz doğa betimlemeleriyle bize ciddi bir roman kazandırmıştı.
Yaşadığımız toprakların aslında ne güzelliklerini, ne tarihinin bilinmezliklerini, ne de benzersiz insan öykülerini yazmakla bitiremeyiz.
Tam da böyle bir şekilde 1240’lardaki Babailer İsyanı olarak bilinen Baba İlyas ve Baba İshak’ın tarih – coğrafya – kişi bağlamındaki öyküsünde Baba İshak’ın Uzun Yolculuğunu Sırrı Özbek’ten okuduktan sonra, bu sefer yakın bir dönemde 1920’lerde yine bu topraklarda sonu kanla biten bir trajediye farklı bir bakışın romanını yeni okudum.
Ben de çok değerli yazar dostumuz Halil İbrahim Özcan’ın; Küller Arasında Haçin romanından sizlere bahsetmek istedim.
Anadolu…
Dost olmak, hısım – akraba olmak, can olmak, bölüşmek ekmeği, derdi ve tasayı aynı yüreklilikle…
Birlikte yaşanılan aynı toprağı, dağı – taşı, aynı gökzünün altında aynı kaderi paylaşmak aynı bilinçle…
Diller farklı olsa da, kültürler farklı olsa da, inançlar farklı olsa da, isimler ayrı olsa da, ekin ekmek, aynı yürekte türküler söylemek aynı altın başaklı tarlalarda…
Kan yağar göğden, çeteler, haramiler, eşkıyalar basar yuvalarımızı; mavzerlerinden önce kahpe ağızlarındaki salyalarla ölüm saçarlar karanlıktan gelenler, karanlık güç odaklarından güç alanlar, her biri firavunlaşan muktedirler…
Yaşamın, hayatın düşmanları, çocukların gözlerindeki aşkın düşmanları; vicdansız ağaların, paşaların, ellerinden şeytanın yazdığı fermanlar, beratlar, kanunlar, kanunnameler, sözleşmeler, Moğol güçlerinden sonra Batı’nın Sevr’lerinden taşan emperyalist güç odakları kardeşi kardeşe düşman ederler yaşadıkları kadim topraklarda…
Tek dişi kalmış canavar Batı’dan faşizmin ve yokluğun öbür adı çıkar; namussuzluk, bencillik, ırkçılıkla yoğrulmuş paylaşım savaşları olarak…
İşte Anadolum; Kafkasların, Mezopotamya’nın, Balkanlar’ın arasına geçit olmuş, yıkılmaz tertemiz insan ruhuyla, kültürüyle, acılarından yapılmış insanlık köprüsü.
Yok dirlik, yok düzen, yok bir sürekli çelikleşmiş özde bir toplum, ortak bir vatan olma ülküsü…
Yok etmişler aşkı ve sevdayı, bölüşüp, kardeşçe pay etmeyi ekmeği ve aşı…
Her tarafta, her zaman akıtılan gözyaşı, gözyaşı…
Huzur bulmak için gelenleri, derin acılara koyup, susuz kuyularda, kuru derelerde, otsuz dağlarda köle eden, sürgün edenler coğrafyası…
Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çerkezi, Rumu, Arabı…
Derken Yörüğü, Türkmen’i, Tartacısı, Çepnisi…
Dil yaralanmış döker hicranları
Hüzünlü gönül pare pare,
Yürekten yakar türküsünü Anadolu insanı buna ne çere?
Küller Arasında Haçin
…
Sürgüne gidenlerden çok azı dönebilmişti. Artık biliyorlardı ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sanki güneş eski güneş, toprak eski toprak, Türk komşuları da eski Türk komşuları değildi. Her an patlamaya hazır bomba gibiydiler. Bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken öbür yandan da Türklerden kendilerini korumak için hazırlık yapmaktaydılar. Sancılı günler yaşıyordu Ermeniler. Daha az yemek yiyor, daha çok çalışıyor ve birbirlerine umut aşılıyorlardı. (Sayfa: 168)
…
Halil İbrahim Özcan’ın kaleme aldığı Belge Yayınları arasında çıkan Küller Arasında Haçin kitabı, 1920’lerde Adana – Kayseri ve çevre illerde yaşanan, 1915 Ermeni Tehcirine dayalı olarak gelişen ve Ermenilerle Türkler arasında büyük gerilimlere sebep olan olayları irdeleyen tarihi bir roman.
Tarihi bilgiler ışığında Adana’ya bağlı Haçin yani Saimbeyli beldesinde, sürgün edilen Ermenilerin bir kısmının gelip ata yurtlarındaki eski yaşam koşullarını bulamamalarının çok acıklı öyküsünü anlatıyor Haçin.
Ayrılıkçı güçlerin, devlet gücünün zayıflamasıyla düzeni ele almaya başlayan çetelerin, Fransızların kontrolündeki bazı Ermenilerin de aynen Türk çeteler gibi insanlara zulme başlayıp Türklere baskı yapmalarının kanla biten tarihini bizlere anlatan Küller Arasında Haçin, çok hüzünlü bir tarih sayfasının gözler önüne serilmesi gayretidir.
Batı’da Rumlar / Yunanlılarla Türkler arasında olan mücadeleler gibi; Güney’de de, Fransızların kontrolünde Ermenilerle Türkler arasındaki sıra dışı ilişkilerin irdelendiği bu roman, aslında bu konuyu merak edenlerin mutlaka okumaları gereken önemli bir edebiyat eseridir.
Bir kuşatılmışlık, bir yalnızlık, gökyüzünde parlamayan yıldızlardan medet uman sönmüş gözler…
Yanmaz ateş, tütmez ocak…
Ağlamaz çocukları bile korkudan vicdansız düzen, namussuz kanun, it dişleri geçer damarlarıma, sinirlerim çekiler kan akmaz gayri kuruyan çaresiz bedenimden…
Yıkılsın dünya, yok olsun evren…
Yıllar yılı milyonlarca insan savaşlarda öldü, öldürüldü, evler, mahalleler, köyler yok edildi, ülkeler yok oldu…
Büyük devletlerin, sistemlerin ardı arkası kesilmeyen paylaşım savaşları, güç savaşları…
Adana’da geçen, yaşanan bir derin acının tarihi Haçin…
Kuşatılmış, kaderine terk edilmiş, çoktan hakkında hükümler verilmiş bir yaralı coğrafyada bir hükmün son uygulanma yeri. Adana’da Ermenilerin yaşadığı bir güzel belde…
Gençlerin Türk – Ermeni bilmeden birbirlerine sevdalandıkları, yaylalarında keçilerin, develerin eğlendiği, pınarlarından soğuk suları, yarpuzları, çiçekleri eksilmeyen cennet güzelliğindeki Adana’nın bir parçası…
Demirciler, çiftçiler, kadınlı erkekli bir büyük ahali…
Ermeni, Türk, Kürt, Rum ayrımı olmadan yaşayan insanlar arasına hançer sokan, ateş kıvılcımları atan Batı’nın oyunlarıyla, ırkçılıkla, milliyetçilikle, her taraftan gözü dönmüş çetelerin silahlarının gölgesi altında var olma – yok olma savaşı veren bir Anadolu’da, Adana’da Ermeni kasabası…
Çevresindeki köyleri kıra kıra ilerledi çeteler, kin, nefretle ördüler duvarları, yok ettiler dostluğu, barışı, kardeşliği, birlikte yaşama aşkını…
Çocuklara kıydılar, eli kalkmaz yaşlılara…
Adım adım kuşattılar bir şehri…
Halil İbrahim Özcan, sadece iyi bir yazar olarak değil, şair olarak değil, sadece namuslu bir tarafsız insanoğlu insan olarak değil, dönemin tarihi gerçeklerini, doğru bilgilerini de çok ustaca, yalın, anlaşılır bir şekilde, bir edebiyatçı olarak eserine yansıtarak tam da uluslar arası emperyalizmin paylaşım savaşında açılmış, 1915’de ve devamında çok büyük bir trajediyle sonuçlanan, Anadolu’nun hala kanayan bir yarasını açıyor bizlere…
Tüm gerçekliğiyle, Adana’da, Kayseri’de, yurdun dört bir tarafında adım adım örgütlenen “dostu – dosta düşman etme, kanla bir yurdu parçalama” planlarını yani Rum’u, Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’yi birbirinden ayrıştırarak, büyük güçlerin, bir ülkeyi parçalayıp, nasıl yok etmek istediklerini benzersiz bir şekilde anlatıyor Haçin kitabıyla…
İlmik ilmik örülen, hiç bitmeyecekmiş gibi sağlam köklerle bu toprağa tutunmuş gibi görülen “birlikte yaşama” kültürünün nasıl sinsi planlarla, hilelerle, mavzerlerle param parça edilmek istendiğini adım adım, satır satır bizlere sunuyor…
İnsan, doğa, olay betimlemeleri dışında, tarihsel bilgilerle ortaya konulan gerçeklikler bizleri alıp tam da o ana, o coğrafyaya, o insan psikolojilerinin içine götürerek edebiyatın tadını bize yaşatıyor Halil İbrahim Özcan’ın Haçin kitabı…
Yokluk, çaresizlik, savaş ortamı insanların nasıl da zaaflarını ortaya çıkarıyor, benlik, bencillik, üstüne din ve millet farkı örtüsünü, kılıfını örtüp nasıl da insanı insanlıktan çıkarıyor, kız – alıp verebilecekken nasıl da en azılı düşmanı haline getiriyor komşusunu işte bu kitapta bunları bir çırpıda gözler önüne seren bir eser oluyor.
Kitabın en önemli tarafı ise bence, yazarın yazar kimliğini kullanırken, vicdanının kalemi olarak evrensel insan severliğiyle tarafsızlığını yitirmeden, yani taraf tutmadan olayları olduğu gibi anlatabilme gücü ve başarısıdır.
Gerçek bir yazar; kökeni, inancı, dünya görüşü ne olursa olsun, yazdıklarıyla tüm dünya insanlığının ortak değerlerini eserlerinde işlemelidir. Bir kişi insanının insan kalabilmesinin öyküsünü, yorumlarıyla savaş yerine barışı, insanlığın değerlerini en yalın bir şekilde anlatabildiği ölçüde evrensel bir yazar olabiliyor.
Dil becerisi, imgeleri, örnekleri, konu zenginlikleri, karakter çoğulculuğu, coğrafi örgüleri ustaca vermesi de artık onun başarıları oluyor.
Ilık bir Paris gününde, Haçin’den, Talas’dan, Halep’ten iyi niyetli bir Ermeni kaymakam Garabat Çallıyan’dan, Güney’in Topal Osmanları; Gizik, Arap Ali’den, bir kalender gibi yaşayan Papaz Gabriel’den bahsederken sizi içine çeken roman’ın örtülü sevda çeyizinde Türk Selvi, Ermeni Aram aşkının öyküsü de bu kitabın hazineleri oluyor artık.
Bu vahşi parçalanma sürecinde; etin kemikten ayrılma acı öyküsünde, ne Türkler tümüyle suçludurlar, ne de Ermeniler tümüyle haklıdırlar…
Bu acı bu toprakların ortak acısıdır. Olaylara hislerimizle baktığımız kadar, kafamızı kaldırıp dünya gerekliğiyle, güç odaklarının oyunlarının akıl almaz boyutlarıyla da bakarsak her zaman için daha sağlıklı, gerçekçi yorumlar yapabiliriz.
Bu acıyı yaşatanlar Türkiye’nin, Anadolu’nun, Türklerin, Ermenilerin, Rumların da aslında ortak düşmanlarıdır.
Mesele bunu anlamak, anlayabilmektir bence…
Daha önce okuyup yine bir yazı yazdığım, 1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü almış olan, Dido Soritiyu’nun, Benden Selam Söyle Anadoluya isimli kitabının sonunda şunlar yazılıydı:
“.... Ve sen...
Kör Mehmet’in damadı.
Hele sen!
Neye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme?
Öldürdüm evet seni, ne olmuş!
Ve işte ağlıyorum...
Sen de öldürdün!
Kardeşler, dostlar, hemşeriler...
Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!..
Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah!..
ve yan yana..
omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden!..
Sakakuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik!
Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere...
şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!..
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı!
Benden selam söyle Anadolu’ya...
Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin...
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin!..
İşte böyledir Anadolu’nun ve yaralı coğrafyaların öyküleri… Hep dert, hep hüzün vardır…
Ben de yine Küller Arasında Haçin kitabından bir alıntıyla bitireyim satırlarımı ve de sadece aşklar, sevdalar, dostluklar, insanlık yaşasın, diyeyim son söz olarak…
…
Nablus / Temmuz 1916
Sevgili Selvi,
… “Bekleyeceğim seni”, diyorsun, Bekleyeceğim. Ben de buralardan sesimi sesine katarak, “Ya gelemezsen?” diye soruyorum kendime. Esmer yüzün geliyor aklıma. “Nasılsın?” diye soruyorum bazen siluetine benzeyen gökyüzündeki bulutlara. Sahi burada da bulutlar bizim oradakiler gibi. Sen ta çocukluğumdan beri hep aklımda olansın. Kuşkum yok geleceğimden ama gene de bir tereddüt kemiriyor benimi… (Sayfa: 215) (Aram)
…
Haçin ateşler içindeyken, burayı ele geçiren Türk güçleri, çeteler, Ermeniler içinde yaşayan birçok Türk ailesinin ve Selvi’nin anne ve babasının da olduğu evi de ateşe verirler…
Okul arkadaşı Aldız Selvi’ye kaç, kaç diye bağırır…
(Selvi) … Tatlı bir rüyaya dalıyor; rüyanın onu çağıran mucizeler perdesini aralayarak sesleniyordu.
“Aram, Aram neredesin sen şimdi? Bak doğduğun, büyüdüğümüz yerlerin haline gel bir gör…”
Etraftaki ateşler içinde kalmış evlere bakarken ayaklarından başlayarak bir ısı yükselmişti yukarı doğru. Her taraftan gazyağı kokusu geliyordu. Her yer kararmaya başlamıştı. Düştüğü tünelde dumanlar içinde son bir kez bakışlarını tepesindeki güneşe çevirmeye çalıştı. Gözlerini açamıyordu. Güneş içinde batmıştı. (Sayfa: 216)
Küller Arasında Haçin, Halil İbrahim Özcan, Belge Yayınları, 2. Baskı Aralık 2016, İstanbul
Ayhan Aydın
30 Ocak 2023