Jan Yoors'un Çingeneler Kitabı Üzerine...

Çingeneler…

Jan Yoors’un Çingeneler Kitabı Üzerine…

Ayhan Aydın

Jan Yoors’un Çingeneler kitabını aldım elime,  elimde canlandı bu kara kaplı belgesel roman.  Sanki bir anda bir sinemada bir büyük bilinmezlikler diyarına giren kahraman gibi hissettim kendimi.  Okudukça; dağlar, ormanlar, dereler boyunca bir yolculuğa başladım. Tahta tekerlekli üstü çadırlı arabalar gidiyor, ben gidiyorum, maceradan maceraya…  Atlar kişniyor, dallardan kuşlar uçuyor, susayınca köylüler kuyulardan bile su vermeyince bir dere bulma özlemim artıyor, yarpuz kokulu dağ başlarına, ormanın kuytularına doğru yol alıyorum…  Karnım acıkınca herkesle eşit olarak hep birlikte bir sofrada doyup, soğukta sığındığım meydan ateşinde ailem olmuş dostlarımla, aynı aşkla ısınırken, sohbetler bitmesin, gece olmasın, diyorum herkes kendi öyküsünü anlatırken…

Bazı kitaplar vardır; okursunuz okursunuz bitmez. Bu kitapların bir kısmı sıkıcılıklarından, kalınlıklarından, sizi sarmadığı için, kitabın dünyasına bir türlü giremediğiniz için bitmez; Bazen de bu tip kitapları yarıda bırakırsınız. Bazı kitaplar da vardır ki, kalın, ince olmuş fark etmez, gerçekten onu bir türlü elinizden bırakamazsınız, kitap bitmesin istersiniz, sizi alır sürükler, okudukça tatlanır, okudukça zevkiniz artar, okudukça kitaba bağlanırsınız.

Son dönemlerde nihayet Alevilik Bektaşilik konularının dışında da olağanüstü bir ilgiyle ve aşkla okuduğum bir kitaptan bahsetmem gerekir. Sizlere Chiviyazıları (mjora) Yayınlarından çıkan Jan Yoors’un Çingeneler kitabından size söz etmeliyim.

Uzun yıllardan beri yahu Antropoloji’yi, Sosyoloji’yi, Sanat Tarihi’ni, Tarihi çok seviyorsun bu konularda daha çok kitap oku, her gün şiir okuman da yetmez; kendini yoğunlaştır, alışkanlıklarını değiştir dedikçe, birçok konuda çoğunlukla olduğu gibi, kendi kendimin düşmanı olarak, bu konuda adım atamıyordum. Zaman zaman bunu başarınca da tüm mutluluk beraberinde geliyordu.

Yeryüzü insan cenneti…

Ben ki doğaya âşık bir insanım, bu doğa insansız olur mu? Sıra dışı insanlar, farklı topluluklar, farklı inanç sahipleri, farklı kültürler… Benim en çok ilgi duyduğum ama belki de bu ilgiye karşın çok az bilgi sahibi olduğum alanlar. Kültür insanı olmak kolay mı, kültürü tanımak kolay mı? Hoşgörü, merak, gezme vs. hepsi gerekli ama elbette kitap okumak başta geliyor bunun için. Sevgili Dostum Ezeli Doğanay’ın Almanya’daki kütüphanesine bakınca bir kez daha hatırladım bu alanın derinliğini, yoğunluğunu, zenginliğini; Lazlar, Çerkezler, Kürtler, Pomaklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Ezidiler… Tüm dünyada hele hele yaşadığımız coğrafyada nice insan toplulukları yaşıyor,  sayısı bile tam bilinmiyor.  İnsan; onların yaşamlarını, inançlarını, tarihlerini yani kısaca onların dünyalarını okudukça, o dünyaya girdikçe daha da insan oluyor, daha da bu dünyada yaşamayı hak ediyor. Doğup büyüdüğü köyün dışında bir yer görmemiş, kendi akrabalarının dışında farklı insanlarla karşılaşmamış bir insanın dünyası nasıl ki tek düzeyse, farklı insan topluluklarının yaşamlarından, kültürlerinden habersiz insanlar da günümüzde aynı tek düzeliği yaşıyorlar.

Milyarlarca insanla paylaştığımız şu dünyada insan hep kendisine benzeyeni seviyor, onlarla haşır neşir oluyor, onların yanında kendisini güvende hissediyor; kendisi dışındakileri hep öteki olarak görüyor, onlara soğuk duruyor, mesafeli bakıyor.  İnsanı insan yapansa bence; korkularını yenip, dünyadaki herkesle temas edecek, onlarla bağlantı, diyalog kuracak cesareti yakalaması ve dünyadaki tüm insanların yaşadıkları sorunlara ilgi gösterebilmesidir.  Bu nedenle çok okumalıyız, çok araştırmalıyız, çok gezmeliyiz. Çağdaş insanın yapacağı budur. Yoksa okul okumak insanı çağdaş yapmaz. Önyargılarla dolu, yan komşusu bir başka inançtan, bir başka kökenden, kendisine benzemiyor diye ona husumet duyan kafa, geri bir kafadır, ilkel bir kafadır. Faşizm de, her türlü kıyım da buralardan beslenir.

Ötekine önyargılı olmak, ötekini yok saymak, dışlamak ve düşman görmek; bir başkasının inancına,  geleneklerine,  yaşam tarzına nefretle bakmak, onu reddetmek, onu küçümsemek... İşte yüzyılların, bin yılların kavgalarında, dünya ölçeğindeki savaşlarında, milyonlarca insanın yok yere ölmesinin önemli nedenlerinden birisi de bunlar değil midir? Tüm dünya bana aittir, benim inancım en doğru inançtır, benim yaşamım en güzel yaşamdır, benim düşüncelerim en mükemmel düşüncelerdir, benim ırkım, milletim en üstün ırktır, millettir, anlayışı dünyayı kana bulayan savaşların da ana kaynaklarındandır.  

Batıda milyonlarca insan mezhep savaşları yüzünden birbirini boğazladı. Farklı inançtan veya aynı inancı farklı yorumluyor diye milyonlarca insan kesildi, yakıldı; Katarlar gibi, Bogomiller gibi. Yani inanç-din eksenli savaşlar yaşandı ve yaşanıyor tüm dünyada. Nazi Almanya’sında Hitler ve onun yönlendirdiği ırkçılar ise milyonlarca Yahudi’yi yine barbarca yok etti. Hep düşmanlık üzerine kurulan sistemler. Balkanlar öyle, Kafkaslar öyle, Ortadoğu ülkeleri öyle…

Kendi ülkemizde de Türk’ü Kürd’e, Sünni’yi Alevi’ye düşman eden zihniyetler bu ülkeye hâkim oldu yıllar yılı…  Milyonlarca Ermeni ve Rum ise doğdukları topraklar olan Anadolu’dan şu veya bu şekilde koparıldılar, kendi memleketleri olan ve buradaki Türkler ve Kürtler kadar bu toprakları seven bu insanlara büyük haksızlıklar yapıldı, Süryaniler ve diğer inançtan insanlar gibi…

Neyse konu uzun… İşte yeryüzünde belki de din, ırk vs. farkı olmadan geniş insan toplulukları tarafından dışlanan, hor görülen, hakir görülen, öteki sayılan, sofralarda yeri olmayan, çocuklarımızın onların çocuklarıyla oynamasını hoş görmediğimiz, kirli-pis, hırsız, kokan, ahlaksız, sürüler gibi yaşıyorlar,  dediğimiz bir büyük topluluk var; Çingeneler…

Onlar yüzyıllardır bu dünyada yaşıyorlar.  Bu dünyanın olmazsa olmazları, solmaz renkleridirler Çingeneler… 

Bu kadar sevdiğim bu toplulukla ilgili bugüne kadar ciddi bir kitap okumam da benim bir eksikliğimdi. 

Jan Yoors’un Çingeneler kitabını aldım elime,  elimde canlandı bu kara kaplı belgesel roman.  Sanki bir anda bir sinemada bir büyük bilinmezlikler diyarına giren kahraman gibi hissetim kendimi.  Okudukça; dağlar, ormanlar, dereler boyunca bir yolculuğa başladım. Tahta tekerlekli üstü çadırlı arabalar gidiyor, ben gidiyorum, maceradan maceraya…  Atlar kişniyor, dallardan kuşlar uçuyor, susayınca köylüler kuyulardan bile su vermeyince bir dere bulma özlemim artıyor, yarpuz kokulu dağ başlarına, ormanın kuytularına doğru yol alıyorum.  Karnım acıkınca herkesle eşit olarak hep birlikte bir sofrada doyup, soğukta sığındığım meydan ateşinde ailem olmuş dostlarımla, aynı aşkla ısınırken, sohbetler bitmesin, gece olmasın, diyorum herkes kendi öyküsünü anlatırken.

Evet, sevgili okurlar…

Kendisi 12 yaşında evinden kaçarak arkadaş edindiği ve dostu olan bir Çingene çocuğun peşi sıra o topluluğa girip yıllarca onlarla yaşayan Jan Yoors’un yani kitabın yazarının dünyada fazla kimseye kısmet olmayacak şekilde en canlı gözlemleri ve birikimleriyle yazılan bu kitap konuyu merak edenlerin mutlaka okumaları gereken temel kitaplardan birisidir. Çünkü bir topluma; o toplumun tüm yaşam kurallarını, inançlarını, beğenilerini ve tüm hassasiyetlerini öğrenecek kadar yaklaşıp, tümüyle onlardan birisi olarak kabul edilip ve en ayrıntısıyla onların yaşamını anlatmak, yazmak ender görünen bir şeydir.

Bir eşsiz deneyimini bizlerle paylaşan Jan Yoors’un Çingeneler kitabının dili olağanüstü sade, içten, insanı kavrayan, baştanbaşa kitabın okunmasını sağlayacak samimiyette bir üsluba sahip. Bunda belki de çevirenin de katkısı vardır, Hale Alpman’a da teşekkür etmemiz gerekiyor.

Kitapta Jan Yoors tüm yaşadıklarını olduğu gibi aktarırken bizim Çingeneler ve onların yaşamları hakkında çok detaylı bir şekilde bilgi sahibimizi olmamızı sağlıyor. Bunu çok bilinçli yapıyor. Yani herhangi bir olayı aktarırken bile bize Çingenelerin yaşamlarını ve yaşamlarıyla ilgili az veya yanlış bilinen gerçekleri kavramamız için açıklayıcı bir yol ve yöntem kullanarak baştan sona bilgilendirici bir yazım dilini de ustalıkla kullanıyor.

Kitapta; Çingenelerin aslında nasıl zor bir yaşamlarının olduğunu, buna rağmen hayata ne kadar bağlı, yaşamı ne kadar çok seven insanlar olduklarını da anlıyoruz. Onlar dünyada en doğal yaşayan insan topluluklarından… Yer ve gök arasında geçen yalın yaşamlarında en önemli duygu güven duygusu. Onlar birbirlerine sonsuz bir şekilde güveniyorlar, ihaneti kabul edemiyorlar, onların kitabında ihanet yazmıyor. Bazı gelenek ve dil farklılıkları olda da aslında onlar sanki bir ailenin değişik coğrafyalara dağılmış bireyleri gibi; bir araya gelince hemencecik kaynaşıyorlar.

Yerleşik yaşam insanlarının çok büyük bir kısmı onlara büyük ön yargılarla bakıyor, onları dışlıyorlar. Köylerdeki, kentlerdeki insan toplulukları ya onları dinsiz, inançsız insanlar, ya da işsiz güçsüz, hırsız, arsız, gürültücü, fuzuli insanlar olarak görüyorlar. Mümkünse semtlerine uğramamalarını, uğradıysalar da bir an önce oradan “defolup” gitmelerini istiyorlar. Yani Çingeneleri fazla sevmeyen yerleşik yaşam süren insanlar onlara karşı büyük önyargılarla dolular.

Çingenelerin kendilerine has bir yaşamları var; onlar doğa insanları. Doğa onların tüm yaşamlarını şekillendiren ana unsur. Yola çıkıp yol almaları, kısa veya uzun süre mola vermeleri, belli yerlerde kalmaları iklim ve coğrafyanın belirlediği şeyler. Onlar arabasız düşünülmeyen, konar – göçer topluluklar. Aralarında olağanüstü bir bağlılık var. Bir Çingene’nin acısı ve sorunu tüm Çingene’lerin ortak açısı ve sorunu oluyor.

Kendilerine ait bir dilleri olan Çingeneler bulundukları ülkelerin veya sürekli seyahat ettikleri ülkelerin dillerini de bilebiliyorlar. Çok zeki, çevik, pratik çözümler bulabilen yapılarıyla Çingeneler bu özellikleri ve uyumlarıyla hayatta kalabiliyorlar, çünkü zaten onlar “yurtsuz” insanlar.

Her şeyin yeri ve sırası var; bir Çingene bakıma muhtaç tüm çocuklara sahipler, bakıma muhtaç olan yaşlılara ilgi gösterir. Yiyecek ve elde edilen tüm gelirler orta malı gibidir. Ne varsa ortaya konulur, yemek hazırlanır, herkes o yemekten ortak olarak yer, kimseye iltimas geçilmez, ayrıcalık gösterilmez, kimsenin kimseden gizlisi saklısı yoktur. Yetim bir çocuğa herkes kendi çocuğu gibi bakar. Çingeneler’de dayanışma en üst noktadır. Kesinlikle birbirlerini ihbar edip, jurnallemezler, bir suç varsa hepsi üstlenirler.

Kendilerinden ayrılmış bir birey veya bireyler varsa, onların kendilerini bulabilmeleri için ormana ve yollara bıraktıkları ve sadece ve sadece kendilerinin bilebilecekleri özel işaretleri vardır.

Kahveyi bu arada Türk kahvesini çok severler. Ateş hayatın merkezindedir. Ateşin çevresinde oturup yemek yerler, kahve içerler, sorunlarını tartışırlar, sohbet ederler, eğlenirler.

Onurlu, gururlu insanlardır. Eğlenmeyi de çok severler. Zaman zaman kendi aralarında eğlence yaparlar. Uzun süre görmedikleri diğer Çingene guruplarına rast gelirlerse çok büyük şölenler yaparlar.

Polisten, devletin sıkıcı bürokrasisinden hiç hoşlanmazlar, sürekli onların hırpalamalarından kurtulmak için ustaca yol ve yöntemler bulurlar. Bazen rüşvet, bazen tatlı dil, bazen ikna edici yol ve yöntemlerle yerleşik insanlardan, polislerden sıyrılmasının, sınırdan sınara geçilmesinin yollarının inceliklerini bulmaktan geri durmazlar.

Yüzlerce kilometre keteden Çingeneler kendilerinden çok uzaklarda bulunan Çingenelerin yaşamlarında da, bu arada Türkiye’dekilerden de haberdardırlar.

Onların meskeni dağlardır… Yüce dağlar onları her daim çağırır. Bu çağrıya uyarak nice ormanlar, nice dağlar aşarlar, nice vadilerden, nice ovalardan geçip giderken yaşamın kahrını, yerleşiklerin korkularını,  güvenlik endişesini, yokluğu da azaltan geniş tecrübeleriyle yine karamsarlığa tam düşmeden bir neşe içinde hedeflerine doğru yol alırlar.

Onlar; arkadaşlarını, kendinden önce gelip geçmişleri, başlarından geçen felaketleri ve önemli olayları asla ama asla unutmazlar. Kollektif bir akla ve hafızaya sahip bu insanlar yaşadıkları tüm yerlerde bıraktıkları ve onların tanığı olan ölümsüz izleriyle cismen orada olmasalar da yüzlerce kilometre karede ruhlarıyla, anılarıyla, kültürleriyle, söyledikleri şarkılarıyla vardırlar.

Kitap; aslında şehirli, eğitimli, kültürlü bir aileden çıkıp bu topluluğu benzersiz bir şekilde anlatan Belçika kökenli bir Avrupalı gencin gözlemleriyle yazılmıştır. Fakat burada dile gelen ruh Çingenelerin ruhudur. Çünkü yazar bir Çingene bilincine ve ruhuna erişmiştir.

İkinci Dünya Savaşı öncesi çok geniş bir Avrupa coğrafyasında Çingenelerin yaşadıkları anlatılırken bu kitap; aslında asıl büyük felaketin de yine ırkçı Hitler faşizminin onların da hayatlarını sonsuza kadar değiştirip, on binlercesinin katledilmesiyle, trajediyle son bulan bir tarihi öyküyü de bize anlatmış oluyor.

Bu kitap; bir belgesel, anı, roman tarzı çalışma olduğu gibi, tümüyle sabit ve somut bilgilerle Çingeneler ve onların tarihi hakkında da çok doğru bilgelere de ulaşmamızı sağlayan bir kaynak kitap niteliğindedir.

Ruhumun derinliklerindeki Çingeneliğimi bu kitapla daha da çok hissettim.

Ben bu kitaptan çok etkilendim, tüm okurlarıma da tavsiye ederim.

 

Jan Yoors, Çingeneler, Chiviyazıları (Mjora), Çeviren: Hale Alpman, Ekim 2005, İstanbul, 352 Sayfa.

 

Kitaptan Bazı Alıntılar

Nasıl bazı insanlar “mekânı” evin bir odası, bazıları kentin bir binası, başka birileri ise ülkenin bir kenti, dünyanın bir ülkesi ya da evren içinde bir gezegen olan dünya olarak tanımlarsa, ONLAR için mekân o an için yaşadıkları yerdir. An’da yaşarlar… Zamanın sonsuzluğu içinde yitip gitmenin dayanılmazlığı altında kaybolmamak adına bir dikili ağaçları olmayan en bildik, en tanıdık sokak komşularımızdır ONLAR… (Sayfa: 11)

Romanlar kendilerini dört ana kabileye ayırırlar; Lovaralar, Tşuraralar, Kalderaşlar ve Matehvayalar. Bu dört kabile de dünyanın dört bir yanına doğru sonu gelmeyen yolculuklar yaparlar. Her biri dış görünüş, mizaç, konuştukları dil, meslek ve genel yaşayış biçimi bakımından birbirinden farklıdırlar. Lovaralar ve Tşuraralar genelde at ticareti yapar ve meslekleri yüzünden karavanlarda yaşarlar. En kalabalık grup olan Kalderaşlar ise çoğunlukla bakır ustasıdırlar ve çadırlarda yaşarlar. (Sayfa: 16)

Çok kutuplu bir dünyanın farkında olmadığımız kesitlerinde büyüyen derin bir yarık gizlidir: Romanların ve Gajoların (Roman olmayan insanlar) Dünyası. Romanların ve Gajoların birbirinden ayıran bu derinliğin farkına varmak özellikle Romanlar açısından yüzyıllar, onyıllar ve yıllar içerisinde süzülüp gelmiş deneyimlerle şekillenmiş temel bir yargının sonucudur. Bu yarık, her iki dünyanın hiç değilse çok az ortak noktası olduğunu ve hiçbir zaman bir araya gelemeyeceklerine ilişkin temel ve her zaman var olan bir inançtır. (Sayfa: 24)

Yemekten sonra Türk kahvesi sunuldu. Genç Mala jezbeh denilen uzun saplı, pirinçten, dar ve yüksek bir kabı ateşe tuttu. Kabın içindeki su kaynarken şekeri ekledi ve bir süre daha kaynattı, sonra toz kahveden şekeri ekledi ve bir süre daha kaynattı, sonra toz kahveden kaşık kaşık koydu. Bu karışımı da kaynattıktan sonra tam taşmak üzereyken ateşin üzerinden çekti, kahveyi fincana boşalttı. Bu işlemi üç dört kez tekrarladı. Bu, Romanlar arasında oldukça değer verilen bir kahve yanma yöntemiydi. (Sayfa: 53)

Pulika’nın haşin ve aristokrat bir görünümü vardı; güçlü bir yüzü, meydan okuyan gözleri olan ve bıyıkları etkileyici bir şekilde sarkan, heybetli bir adamdı. Küçük güçlü ellerine büyük altın yüzükler takmıştı. Koyu kahverengi binici çizmeleri, fitilli kadifeden gri renkli, bol pantolonun altında kendini gösterirdi. Göğsünde, yeleğinin bir cebinden diğerine altından bir saat kordonu uzanırdı. Boynunun etrafına bağladığı eşarp mordu e üzerinde rengi atmış bir Keşmir motifi vardı. Zamanla dıştan görünen erkeksi otoritesinin altında, ince bir espri anlayışına sahip, nazik, cömert ve akıllı bir adamın olduğu öğrenecektim. (Sayfa: 59-60)

Ne Pazar günü ne de dinlenmeye ayrılmış başka herhangi bir gün olmadığından, günler ve haftalar herhangi bir işaret olmadan akıp gidiyordu. Beraber oynadığım çocukların hiçbiri, peş peşe geçen aylar arasında bir ayrım yapmıyordu. Onlar için hangi ayda olduğumuz önemli değildi; ya kıştı ya da yaz. Yaz kıştan daha uzun sürüyordu. Bu iki mevsim arasındaki tek fark yine yola dairdi; Romanlar birinde rahatça yolculuk ederken diğerinde hava koşulları nedeniyle hareketsiz kalırlardı. “Pipiş’in öldüğü yaz”, “soğuk ve açlıktan perişan olduğumuz ve kurtların saldırdığı kış” veya “Zurka’nın doğduğu ve üç aygır sattığımız yıl” gibi ifadelerle anıyorlardı. (Sayfa: 61)

Romanlar geceler boyu hayat dolu konuşmalar yaparlardı. Konuşacak konu sıkıntısı çektiklerini hiç görmedim. Belli aile gruplarıyla karşılaşıldığında, cömert ve neşeli bir iç ki sofrasıyla yeniden bir araya gelişlerini kutlarlar, beraber nostaljik şarkılar söylerlerdi. Sonra ailenin önde gelen şefleriyle birbirine Romanca yabani e kederli şarkılar okurdu; şarkıyı söylerken derin duygular içinde gözlerini kapatırlar, bu arada dinleyiciler onaylarcasına başlarını sallar, düşünceler içinde kaybolurlardı. (Sayfa: 74)

….

Tşaya, Putzina’nın büyük kardeşi, bana sataşmak için Romanca tekrar tekrar “bir Gajo bir de balık üç gün sonra kokmaya başlar” derdi. (Sayfa: 75)

Üzerinde telefon numarası yazılı bir kağıt parçası çoğu kez dikkatlice katlanır ve cüzdanın ayrı bir bölmesinde saklanırdı. Kağıt parçasının renginden, kağıdın cinsinden veya kağıdın katlanışından ilişkiye geçtikleri kişilerin kimliğini ve nerede oturduklarını hatırlarlardı, bu yolla ellerindeki numaranın gizliliğini arttırıyordu…. (Sayfa: 91)

Ne o gün ne de ertesi gün yiyecek yendi: sadece brandi ve sıcak koyu kahve. Sürekli gözyaşı dökülüyordu ve bunu bastıran tek şey, korkmuş aç bebeklerin durumu protesto eden çığlıklarıydı. Sonraki üç gün boyunca kimse saçını ne yıkadı ne de taradı…

Hıçkıra hıçkıra ağlamalar ve iniltiler, giderek azalacağına artıyordu. Sanki Romanlar uyumayarak, oruç tutup sadece içki içerek kendilerini acılarından arındırıyorlardı…

Papaz ölü için Latince dua edip Flamanca birkaç söz ettikten sonra Çingeneler, kapanmadan önce mezara bir tomar para fırlattı, üzerine brandi ve şarap döktüler. Oradaki Çingene olmayan insanlar, kutsal Flaman Katolik topraklarda gerçekleşen bu pagan uygulamasını görünce şoka girdiler.

Romanlar düzensiz bir şekilde dağıldılar. Ayrılırken “Putzina, akana mukav tut le Delesa!” (Putzina, şimdi seni Tanrı’ya veriyorum!) dediler ve benim de dememi istediler. Sonra arkalarına bile bakmadan yürüyüp gittiler...

Haftalar boyunca ne Rupa, Keja ve Tşaya saçını taradı, ne de Pulika ve Yojo tıraş oldu. (Genç birisinin ölümünden sonra, Sayfa: 122-123-124-125)

Romanlar, büyük bir gururla erkeklik ölçüsünün insanın omuzladığı sorumluluk miktarı olduğunu söylerlerdi. (Sayfa: 177)

Pek çok yaşlı Çingene, örgütlü kafa avcılarının kurbanı oldukları günleri hatırlardı. O günlerde meşe palamutlarının üzerinde yaşadılar, ormanın kuytu köşelerinde saklandılar, baskıcı devletlerin anlatılmamış canavarlıklarından dolayı çok acı çektiler. Yine de bu Çingeneler, ılımlı olunması gerektiğini söyleyecek kadar akıllıydılar. (Sayfa: 178)

Dişlerimi Çingeneler gibi işaret parmağıma koyduğum yemeklik kalın tuzla ovuyordum. (Sayfa: 186)

Sabahın bu erken saatlerinde büyük şehirde, işe koşuşturan kalabalığı izlerken kendimizi kaybolmuş ve yersiz hissetmiştik. (Sayfa: 294)

1939 ve 1945 arasında Alman işgali altındaki Avrupa boyunca her yere kurulmuş, sayısı iki bini geçen kamplarda yaklaşık yarım milyon Çingene öldü. (Sayfa: 349)