“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…
Küçük Prense Mektuplar…(DENEMELER)
UFUK ÇİZGİSİNDE BİR DÜNYA…
Ayhan Aydın
Bugün çok güzel bir Pazar günü. Kendi hayalimde yarattığım bir düş ülkesindeyim. Şu anda ne dik yamaçlar üzerine kurulmuş bir şato, ne Ortaçağ şövalyeleri, ne atları üzerinde kır gezisi yapan küçük prenses ve prenslerim var (Küçük Prens’im kıskanır mı yoksa? Ama yok o kıskanç değildir)… Ne dereler, ne ormanlar, ne ejderhalar var hayal âlemimde. Ne insanların derisini geçip kemiğine işleyen Arizona çöllerinin sıcağı, ne bin bir şekillerdeki dev kayalar, derin vadiler, küçük dereler üzerinden bir gurup kovboy yol alıyor. Ben şu an Uzay Yolu’ndayım… Sonsuzluğun en iyi hissedildiği evrende türlü canlılar, türlü tehlikelerle karşılaşmak heyecanının getirdiği mutluluk ürpertiyor şu anda beni. Kaptan koltuğundayım. Dünyanın en beyaz, en büyük bulutları beliriyor ya şimdi karşımda, bunları hissetmem için bu yetmez mi? Hafif bir rüzgâr, katar katar getirip tam da bana doğru, üstümü yorgan gibi sardı bulutlar gerçekten de. Bunlar büyük tarlalardaki papatya adaları kadar sevindiriyor beni. Bir de… Bir de… İçine baktıkça sessizleşen, derinleşen, tılsımına tılsım ekleyerek benzersizleşen bir ufuk çizgim var karşımda. Dünyam bu oluyor bir anda… Epey bir zaman olmuştu bu anı hayal etmeyeli, hem de yaşamayalı da…
Önümde küçük bir çayırlık, arkada ise tamamı sarıya kesmiş başak tarlaları… Ekin tarlaları… Sonra başka düzlükler. O an bana bir uzay boşluğu, arka arkaya binlercesi sıralanmışçasına birbirine yaslanmış karlı dağlar, dalgaların birbirine dertlerini söyleye söyleye uzaklaşıp sonsuz çizgide kayboldukları büyük bir deniz kenarı… Gibi gelen ufuk çizgim… Kendimi kaybettiğim, mutluluğumun en doruk noktasına çıktığı ufuk çizgisi… Bin yıl geçmiş, bin yıl önce ve bin yıl sonra… O ufuk çizgisinde sıcağın buharını, dumanlarını göre göre bir düş görüyorum… Ben evren yaratılalı ve son bulsa bile nihayet orada o balkonda, o ufuk çizgisine bakıyorum… Binlerce sinek, türlü tasalar, dertler beni o çizgiye bakmaktan alıkoyamıyor… Yeryüzünün ve tüm kâinatın tüm kesişim noktalarından öte… Benim var olmam, yok olmam, hiç olmam… O balkonda, o ufuk çizgisine bakan sonsuz hüzünlerin garip yolcusu, sadece ve sadece o ufuk çizgisinde kendini anlamlı buldu.
Ayhan saatler boyunca baksa bıkmayacağı bu sonsuz boşlukta, sonsuz kuyuda bir arılık, bir duruluk, çok uzak yıldızları, rüzgârın gerçek tadını buluyor.
O sonsuz ufuk çizgisinde gerçekten ne var? Niye bu bitmez tükenmez özleyiş, merak ama hepsinden önemlisi huzur. Neden bu balkondan bakınca o ufuk çizgisinde huzuru buldu Ayhan?
O balkonda yatsa, kalksa, günler boyunca gözünü hiç o ufuk çizgisinden ayırmasa… Yemese, içmese… Ağlamasa, gülmese… Devamlı beklese…
Ne gelecek, kim gelecek o çok uzaklar dediği yerden?
Umudu kesilmiş hastaların ki gibi bir umut mu? Sonsuz karanlıkta olan körlere bir ışık mı? Demir kapılar arkasındakilere bir özgürlük mü? Su mu, ateş mi, sevgi mi, aşk mı nedir senin o ufuk çizgisinden beklediğin dedi kendi kendine Ayhan. Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey diyemiyordu… Bu ne yemekle, ne içmekle, ne aşkla, ne sevgiyle, ne bedenle ilgili bir durumdu sanki… Sadece ve sadece ya beklemek, ya sonsuza kadar çekip gitmek duygusu arasında kalan başsız bedenlerin, öfkesi dinmemiş haksızlıkların, anasını hiç tanımamış çocukların hem hırçınlığı, hem de tatminsizliği gibi bir şeydi.
Ama niye bu kadar dingindi? Niye bu kadar mutluydu? Niye bu balkon, niye bu ufuk çizgisi onu tatmin etmişti? Sevdiğine kavuşmuş gibi niye huzur bulmuştu? Dünyanın, evrenin sonuna kadar gelip binlerce maceradan sonra gele gele gelse mutlu olacağı yer burası mıydı? Niye burası?
Bu kapıda otursa, otursa kimse onu rahatsız etmese… Derin düşüncelerini, korkularını, tüm düşlerini o ufuk çizgisine bakarak anlamını pek bilmediği, ifade edemediği hislere verse, huzura kavuşturabilirim belki diye mi düşünüyordu? Bunu da bilmiyordu.
Hiçbir şey bilmiyordu aslında. Yaşama dair, varlığa dair, dağlara dair, ovalara dair, insanlara dair, iç dünyasına dair ne kadar az düşündüğünü, ne kadar az şey bildiğini, her zaman ki gibi aslında bomboş yaşayan birisi olduğunu hissederek üzüldü bir an. Yıldızlar kadar gerçek kişiliği onu hep üzüyordu. Niye biraz da olsa, tam kendisi olamıyordu? Neydi yaşamla kendisi arasındaki duvar? Sağır, hissis duvarı neden yıkmayı hiç denemedi? Taa Hindistan’dakilerin yaşamlarını, hem de dünyanın tüm renklerinin yaşamını fotoğraflardan, filmlerden görüyor, en hazin kuş sesini duyuyor, buzulları hissedince üşüyordu da, neden kesilse canı yanmayacakmış gibi hissediyordu bedenini? Bazen bir kelebek gibi hafif, bazense sıradağlar kadar hantal, gergedan kadar kalın derili gibiydi. 12 yaşında bilgisayar konusunda kendisine ders veren çocuğun zekâsına hayran, tüm dünyayı gezme konusunda seyran, bir yere çökünce uyuşup kalmak kadar hantal!
Ama kendisi neredeydi?
Uzay Yolu’nu sevmek yetiyor muydu? Yıldızlarda seyahat etmek istemek, bulutlar üstünde olmak? İyi de bunların tümü hayalle oluyor muydu?
Ama kendini yerden yere vursa da, ayılıp bayılsa da, sonuç değişmiyordu: kendini değiştiremeyen birisi olmuştu. Yoksa hayallerimle mi yaşayacağım artık, diye bazen de korkuyordu. Kitaplar, şiirler, resimler, filmler, ağaçlar, kuşlar… Ama tümü yaşamın içinde olsa da, kendisi film salonunda, odada, bazen televizyonun çerçevesinin içinde kayboluyordu…
Ama tüm insanlardan farkı aynı zamanda tüm yaşamın, insanların, hayatın, dünyanın içinde olması değil miydi? Demek ki değildi. İşte bunu yenmeliydi. Gerçekten yaşamalı, gerçekten parasını lağım kanallarından çıkaran, on katlı apartmanlarda can korkusuna rağmen cam silerek hayatlarını kazanan, silah gölgesinde hayat mücadelesi veren, bir bardak suya gerçekten hasret olanların hislerini tam alamıyor, burnu hava solumuyor, tüm kokuları tam alamıyor, sadece yemek yemekle lezzetlerin tadına varıyordu.
Ama hayat böyle bir şey miydi?
O balkonda bunları hiç düşünmemişti. O sadece bir boşlukta, bir huzur arayışıyla evrene baktı. Duygularının sonucu kafasında bir mutluluk adası yaratmaya çalıştı belki de. Ama gerçek mutluluğun bu olmadığını, o balkonda her zaman oturamayacağını, oranın aslında yine kendisinin yarattığı bir geçici yer olduğunu bilmesi gerekirdi. Var mıydı öyle yağma? Evinin önündeki salıncakta oturup geçmiş mutlu yılları hayal eden iki çiftin saatler süren sessiz huzurlu oturuşları ne kadar olan evrenin dışında, mutsuzluk içinde mutluluk arayışıysa, kendisi de aslında onlardan farklı mıydı sanki?
Kaç evren var, kaç yaşam var diye bazen düşününce mutsuzluğu hepten artıyordu. Şimdi ben gerçekten mutlu muyum, huzurlu muyum? Niye anı yaşadığımı sanırken, hep başka başka anların hayalini kurup mutluluk arayışına giriyorum o zaman diye, düşündü.
Diğer insanlar da böyle miydi acaba?
Bunu seviyordu nihayetinde. Kendine iyi geliyordu, öyle üç kuruşa beş köfte yoktu, hayatta. Hayal kuracak, bir başka hayal ve düşünceyle diğer hayalini yıkacak, bir başkasını, bir başkasını kafasında canlandıracak… Şimdi bunlara doğru yönelmeliydi. Kendini bıçakla keser gibi kanlar içinde bırakmak dışında, kendi kendini yerden yere vurması iyiydi ona göre insanın. Kafasını, gözünü yarmadıktan sonra iyiydi bu durum. Ama suların da zaman zaman akıp yatağını bulması gerekirdi.
Daha çok gezmeli, daha çok okumalı, çok daha farklı insanlar tanımalıydı.
Eğer insan kendisini daha iyi tanıyıp, keşfetmek istiyorsa, dünyayı ve yaşamı daha çok keşfetmeli diye düşündü, düşündü, düşündü…
Ama her şeye rağmen o balkonu hep düşlerinin arasında bir yerlerde saklı duruyordu…
22 Haziran 2014, Pazar, Günnaz- Cemal Özdoğan Çiftinin Evlerinin Önü, İlicek Köyü, Hacı Bektaş